Hücum eden kaygı ve elem tüm duygulardan fazlaydı. Nicole’ün söyledikleri yüzünden diken üzerinde olmamalıydı.
Nicole.
O sadece hayali bir gölge...
Gerçek olmayan bir ses...
Vücudu bile olmayan kayıp bir ruh...
İnsanların dünyasında yaşaması bile mümkün olmayan bir hayalet...
Her şeyden önce benlikten yoksun, bilinçsiz bir silüet…
Onun yüzünden endişelenmek ve hayatının iplerini arada sırada zihnini yoklayan bu silüete teslim etmek, yapacağı saçmalıkların en anlamsızı olurdu kuşkusuz. Bu duyguları kapı dışarı etti. O an için yapabileceği en iyi şey buydu çünkü. Yalnızlığından memnundu. Fakat bazen tuhaf bir duyguya kapılıyordu. Etrafını kuşatan bir çember vardı sanki. Tıpkı bir sis bulutu gibi. İçine girse kara bulutlar etrafında dönecek ve korkunç fırtınalarla mücadele etmek zorunda kalacakmış gibi geliyordu.
Nicole’ün biraz önceki zamansız ziyaretinden sonra burada kalmak istemeyen genç kadın, bir taksiye binerek her şeyden uzaklaşmak istedi. Neden karamsar olduğu anlarda ıssız bir yerlere kaçmayı âdet ediniyordu ki. Yine de bundan nefret etse de şu an yalnız kalmalıydı. Can sıkıntısıyla yerinden kalktı. Stres atmak için spor salonuna gitmeye karar verdi. Genç adamın evde olmasına aldırmadı ve onunla konuşma gereği görmedi. Leonard’ın verdiği yedek telefonu alarak çıktı evden.
Bu evde de bir spor odası vardı aslında ancak burayı es geçti. Nicole’ün sözleriyle yeniden kendine işkence etmesine dayanamazdı. O yüzden daha önceleri de gittiği, CTA kampüsünde bulunan eski spor tesisine gidebilirdi. Şimdilik yalnız kalmak istiyordu. Yarım saat öncesine kadar manzarasını izlediği Golden Gate Köprüsü’nden gözlerini çekti ve taksiyle işyerine gitmeye karar verdi. İkindi güneşi şehrin tepesinde yükselirken vakfa ait olsa da artık eskisi kadar sık kullanılmayan spor salonunun yolunu tuttu.
Kulaklığını taktı ve müzik listesini karıştırdı. Rastgele bir şarkı açtı ancak şarkı bile kimsesizliğini ve sahipsizliğini yüzüne vuruyordu. Soner Avcu'nun Yalnızlıklar şarkısı kulaklarında yankılanırken ağlamamak için zor tuttu kendini.
"Başka gözlerle insanlara dokunsam,
Ben görünmez miyim?
Aynı dillerde konuşsam yetmez mi?"
Bu sözler ruhunda kırılmalara neden oldu. Her zaman görünmez olduğunu düşünüyordu. Kimsesizliğinden dolayı bir bütünmüş gibi hissedememişti. Ailesinin yokluğu apayrı bir acıydı. Üstelik hep yanlış anlaşılmaktan korkmuştu. Başkalarıyla aynı dillerde konuştuğunda bile anlaşılacağına inanmıyordu. Anlaşmak için illa başka bir dilde mi konuşması gerekiyordu? Belki de kalpten gelen farklı bir yol, başka bir dil bulmalıydı. Sahi, sevgi dili dedikleri şey evrensel değil miydi? Sevgi diliyle konuştuğunda neden hiçbir şey yolunda gitmiyordu ki?
"Kendi hikâyemi yazmaya çalışsam
Ben yenilmez miyim?
Hiç değilse korkmam yalnızlıktan."
Hiçbir şey hatırlayamadığı bu hayatta yaşamaya çalışıyordu. Başka bir şeyler de var mıydı? Mesela, kendi hayat hikayesini daha yaşanır kılmak gibi? Hayalleri neydi gerçekten? Bir ailesinin olması mı? Ailesi yanında olmadığı için kendi ailesini mi kurmaya çalışıyordu? Bir yuvasının olmasını dilerken aslında istediği şey yalnız kalmamak mıydı? Gerçekten yalnız kalmaktan mı korkuyordu? Yuva dileyen kayıp bir ruhtu kendisi, daha fazlasını istemiyordu ki...
"Kapat gözlerini."
Şarkının bu kısmında gözlerini kapatan genç kadın artık daha fazla dayanamayacağını düşündü. Biraz daha duygusallaşırsa ağlamaktan kendini alamazdı. Daha fazla şarkının duygusallığı ile kedere boğulmak istemeyerek kulaklığını çıkardı ve telefonu kapattı.
Taksi şehrin trafiğinde yol alırken zihninde yankılanan birkaç şey vardı. Hiçbir şey hatırlayamıyorken sürekli geçmişini düşünüp duruyordu. Bir yandan da ailesinden kaldığına inandığı madalyonu vardı. Kendini bildi bileli sahip olduğu madalyonu... Ailesinden kalmış olabilecek yegâne miras... Her yalnız kaldığında, kimsesiz hissettiğinde ve çaresiz olduğunda belki de bir kaçış olarak sığındığı emanet...
Çok değil, sadece aylar öncesinde zihni tamamen berrak ve bilinci yerindeyken madalyonun neden kendinde olduğunu merak ederdi hep. Bu merak bir şeyleri sorgulama isteğini de beraberinde getiriyordu tabii. O zamanlar ne bulmayı beklediğini bilmiyordu ve üzerinde yazan şeyi fark etmişti.
“Leyla Pellegrini”
Madalyonu açtığı zamanı hatırlıyordu. İçinde rengi çok solmuş bir fotoğraf bulmuştu. Belki bebekliğinden kalmıştır diyerek fazla üzerinde durmasa da o çocuğun kim olduğunu merak ederdi. Bir cevap bulamayacağı için bunu çoktandır düşünmüyordu. Bu konu tamamen hayatından çıkmış gibiydi ve madalyonu boynunda taşımaya devam etmişti. Çok sonraları solmuş fotoğrafı yerinden çıkarmayı akıl edebildiğinde, altında tamamen renkli başka bir bebek fotoğrafı daha olduğunu fark etmişti. Uzun zamandır unuttuğu bu konu yeniden aklına düşmüştü.
“Kim bu bebekler?”
Ailesinden kaldığına inandığı için günün birinde bunun kendisini onlara götüreceğini ummuştu. Bunu hep istemişti ama bazen bundan korktuğu da oluyordu. İçindeki ses susmuyordu. “Ailen seninle olmadığı için onları suçlayacak mısın? Sen de çocuklarının yanında değilsin.” Evet, aynen bunları söylüyordu iç sesi. Bazen ona karşılık verdiği olurdu. “Evet, çocuklarımın yanında değilim. Onların yanında olamamam benim suçum mu sence? Beni bunun için yeterince cezalandırmadın mı?” diye sordu içten içe hâlâ konuşan vicdanına.
Vicdanı artık konuşmazdı. Ona karşılık verildiğinde susmayı tercih ederdi nedense. Belki de bunu kaldıramadığı için olabilirdi. Ona korku veren, aklına kuşku tohumları eken iç sesinin aksine, vicdanı çoğu zaman sessizdi. İç sesine Nicole adını vermişti, vicdanına ise Lily. Lily çok nadiren de Layla olurdu. Belki Leyla’ya çok benzediği için, belki de kendini ona yakın hissetmek adına bunu yapmış ve ona bu adları vermişti. Buna fazla takmadı.
İstediği yere gelince taksiyi durdurup ücreti nakit ödedi. CTA kampüsüne girmek için bundan sonrasını yürüyecekti. Biraz yürüdükten sonra eskiden göz kamaştırıcı olan bir yer karşıladı onu. Kapıları zincirlerle kilitli eski bir spor salonuna girmenin mümkün olmadığının bilincindeydi. Bir keresinde yüksek duvarlar gözünü korkutmaya yetmişti ama neyse ki buraya girmenin bir yolunu biliyordu.
Duvarların arkasını dolanıp eski bir yeraltı kapağını açtı. Çok geçmeden kapaktan içeri süzüldü. Tamamen kaderine teslim edilen bu yeri nasıl keşfettiğini düşünse de şu an anımsayamadı fakat bu çok da önemli değildi. Girdiği kapıyı sıkı sıkıya kapattı. Küçük bir tedirginlikle içeriyi kontrol etti.
Burası kaderine terk edilmişti. Her yer rutubet kokuyordu ve tamamen çürümeye bırakılmıştı. Dışarıdan, belki de yürüme mesafesinden biraz daha uzaklardan gelen ve kulaklarında çalınan okyanus sesinin düşüncelerini onaylamasını bekledi. Haklıydı, burası terk edilmişti. Üzerleri toz tutan spor aletleri ve malzemeler onu çağırıyordu.
Hepsine bir göz attıktan sonra kum torbasında karar kıldı. Kum torbasını aparatına taktı. Isındıktan sonra yeri geldi yumruk savurdu, yeri geldi tekmelerini uçurdu. Yine de içindeki harlanmaya başlayan sebepsiz öfkeyi söndüremedi bir türlü.
En sert vuruşlarını yaptı. Son tekmesinde ayağını inciterek geri çekildi. Canı yansa da çok fazla ses çıkarmadı ve eldivenlerini yere fırlattı. Geniş spor salonundaki kolonlardan birine aksayarak gitti. Kolona geldiğinde sırtını yaslayıp kendini yere bıraktı ve ayağını uzattı. Kıpırdandığında acıyordu. Fazla hareket ettirmemeye çalışsa da ayağındaki ağrıdan dolayı gözleri sulanmıştı. İki dakika içerisinde onun hıçkıra hıçkıra ağlamasına neden olansa çoğu zaman bazı şeyler için elinden hiçbir şey gelmemesiydi.
Gözlerine batan yaşlar yanaklarından aktı. Burada aciz biri gibi oturmamalı ve bir şeyler yapmalıydı. Belki de bir şeyleri kırmalı ya da parçalamalıydı. Ayağını incitmeseydi nefesi tükenene kadar birkaç kilometre koşabilirdi. Nefes dilenene kadar suyun altında kalırdı belki, ama böyle oturmamalıydı. Yaşlar artık umarsızca söz dinlemeden aktı gitti. Gözlerinin feri söndü iyice. Mecali tükenene kadar ağladı ve biliyordu ki daha çok ağlayacaktı. Çünkü bu onun kaderiydi.