Oyunun ortalarına doğru yanımdaki koltukta oturan çocuğu görmezden gelme sanatında ustalaşmıştım. Gerçi onun gibi birini görmezden gelmek kolay değildi. Hiçbir şey yapmadan orada öylece duruyor olsa bile teninin altından öyle güçlü bir aura yayıyordu ki, istemeden de olsa ona bakarken buluyordum kendimi. Galiba gerçekten ne kadar sessiz bir kız olduğumu bildiği için yanıma oturmuştu; En az benim kadar sessiz bir şekilde gösterinin tadını çıkarmak dışında bir şey yapmıyordu. Bu durum karşısında giderek daha da rahat hissetmeye başlarken bakışlarım Dallas'ın giydiği kolej ceketine, beyaz gömleğine ve kravatına indi. Yakasında kolejin amblemi olan mavi ceket geniş omuzlarına tam olarak oturuyor, ona yakışıyordu. Bileğindeki saatin kayışına bir şey işlenmişti ama yazı okuyamayacağım kadar küçüktü. O yüzden boş vererek gözlerimi yeniden yüzüne tırmandırdım. Loş ışık ifadesini görmemi zorlaştırıyordu ama bu durum için hiçbir şey hissetmediğini sezebiliyordum. Sessizce oturduğum sürece kim olduğumu umursamıyor gibiydi. Yine de her şey rahatsız edici olmaktan öteydi. Yani, benimle konuşmasını beklediğimden falan değil! Zaten yapmasındı. Bence böylesi daha iyiydi ama keşke benden uzakta bir yere otursaydı. Ona yalnız olmayı sevdiğimi söylese miydim acaba? Bu fikirden hızla vazgeçtim. Söyleyebileceğim en tuhaf şey olurdu bu.
Surat asıp kalemimi parmaklarımın arasında çevirirken annemin 'Artık kabuğunun dışına çıkmalısın Cassie. Neden böyle olduğunu anlıyorum ama bu hiç sağlıklı bir şey değil.' deyişini hatırladım. Bir arkadaş edinmemi benden daha çok istiyordu. Endişesi yersiz de değildi. Resmen asosyaldim. Aslında istesem kendimi insanlarla konuşmaya zorlayabilirdim fakat bir 'arkadaş' edinme fikri damağımda bir iğrenme hissi bırakıyordu. İç geçirdim ve herkes kadar normal biri gibi davranmaya çalışarak ders için not almaya geri döndüm. Bunu yaparken de asık yüzümü saçlarımın arasına gizledim ve oyun bitinceye kadar bir daha Dallas'tan tarafa bakmadım.
Üzgünüm anne. Haklı olduğunu biliyorum ama kabuğumun dışına 'senatörün oğluyla' çıkmamayı yeğlerim.
Onun kadar popüler biriyle konuşmama imkân yoktu ve o da benimle konuşmaya çalışmadığı için bir noktada tamamen rahatladığımı söyleyebilirim. Neyse ki oyun tahmin ettiğimden daha hızlı bitti. Dört perdelik gösteri iki buçuk saat içinde bittiğinde ve oyuncular selam vererek sahneden ayrıldığında neredeyse üç sayfalık ders notum birikmişti ve söylemeliyim ki, her ne kadar bu notları Fransızca almam gerekse de notların yarısı İngilizceydi. Çoğu kelimenin nasıl yazıldığından bile emin değildim. O yüzden gecemin bir bölümünün hatalarımı düzeltmeye çalışmakla geçecekti.
Öğrenciler yavaş yavaş salondan ayrılmaya başlarken Dallas'tan tarafa bakmamaya özen göstererek eşyalarımı topladım. Ona aşırı utangaç biri gibi görünüyor olmalıydım. Bunun sebebi ise ne yapacağımdan emin olmamamdı. Veda etmeli miydim? Bir şey söylemeli miydim? Hiçbir şey demeden çekip gitmek çok kaba bir şeymiş gibi geliyordu ama son birkaç yılki ilk konuşmamızın ne kadar garip ve kısa olduğunu düşününce yüzümü elimle kapatarak oradan kaçasım vardı. İkincisi ağır basınca bir an önce evime gitme arzusuyla koltuktan kalkıp salondan hızlı adımlarla ayrıldım.
Bana verilen dolaba asılmış olan Geceyarısı Balosu'nun afişini görünce gözlerimi devirecek gibi oldum. Afiş dolabımın kapağını kapatacak kadar gösterişli ve büyüktü. O yüzden kağıdı çekip aldım ve elimin içinde top yaparak koridor boyunca yerleştirilmiş çöp kutularından birine attım. Sonra da evde çalışmam gereken ders kitaplarını yanıma alarak oradan ayrıldım. Elimden geldiğince acele etmeye çalışıyordum çünkü annem pek sabırlı olmasıyla tanınan bir kadın değildi. Hava böyle kasvetliyse daha da sabırsız olurdu. Bir de Theo vardı; Sabırsızlık ve söylenme özelliğini annemden almış olan küçük erkek kardeşim...
Annem arabasını yol kenarına park etmiş, dumanı üzerinde tüten bir kahveyle beni dış kapının tentesinin altında bekliyordu. Yağmurun altında koşarak ona doğru yürüdüğümü görünce bana gülümseyerek el salladı. Tentenin altında dururken etrafı kaplayan toprak kokusunun tadını çıkarmak isteyerek derin bir nefes aldım.
"Üzerini daha kalın giyinmelisin, Cassie." Annem selam bile vermeden ceketimin yakasını çekiştirdi. "Bu dengesiz havalar yüzünden hasta olmanı istemiyorum."
Gülmeden edemedim çünkü bana verdiği tavsiyeye kendisi bile uymuyordu, benimkilere tıpa tıp benzeyen saçları sırılsıklamdı. Hasta olmak konusunda benden daha fazla endişelenmeliydi bence.
"Gidelim mi, anne? Zaten Theo'yu alacağız daha."
"Ah, haklısın." diyerek arabasının olduğu tarafa gitmeye yeltendiğinde bir felakete neden oldu. Annem pek etrafa dikkat eden bir kadın değildir. Aslında biraz sakardır da. Etrafa bakarak yürümediği için okulun içinden çıkan güzel, sarışın bir kıza çarptı. Elinde tuttuğu sıcak kahve kızın gömleğini ve ceketini batırırken kız dehşetle geri sıçradı. Yüzü bembeyaz kesildi ve mırıldanarak kahve lekesini temizlemeye çalışırken lekenin daha da gömleğine bulaşmasına neden oldu. Bir an ne olduğunu anlamadım bile. Bir de baktım ki annem Ashley'den özürler diliyor. Çarptığı kız Ashley'di. Hay şansıma, diye düşündüm. Yüzümü saklama ile aralarına girip ortamı yumuşatma düşünceleri zihnimde çarpıştı.
Ashley'in şaşkın ifadesi annemin özürleri karşısında yumuşar gibi oldu. Cılız bir gülümsemeyle, "Önemli değil. Endişelenmeyin. Sadece bir leke." diyerek annemi de yumuşatmaya çalıştı çünkü annem o an gerçekten panik içindeydi. Durmadan özür diliyordu.
"Özür dilerim. Çok özür dilerim. Önüme bakmıyordum. Nasıl oldu bende anlamadım."
Oof anne, diye geçirdim içimden.
Ashley, "Gerçekten önemli değil. Ben zaten..." diyordu ki, gözleri annemin birkaç adım arkasında duran bana takıldı. Bir an ne yapacağımı bilemeyerek donup kalsam da bu noktada onu görmezden gelemezdim. Annem zavallı kızın formasını mahvetmişti yahu! Aynı cılız tebessümle birlikte elimi hafifçe kaldırıp selam verdim. "Selam. Annem adına özür dilerim. Kıyafetini..." Batırdığı için... Ah, bu gerçekten kötü görünüyor... Kahve her yerine bulaşmış...
"Selam, Cassie." dedi o da, sonra da aklımı okuyormuş gibi iç geçirdi. "Ve gerçekten sorun değil, merak etme."
Annem bana o çok iyi bildiğim bilmiş bakışını attı. Sesindeki umudu gizleyemeden, "Siz arkadaş mısınız?" diye sorunca Ashley ve ben aynı anda gözlerimizi ona diktik, ikimizin de yüzünde aynı komik şaşkınlık vardı. Annemin ağzını tıkamak istiyordum. Şimdi olmaz, demek istiyordum. Lütfen sus, demek istiyordum.
Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemediğim için sessizliğimi korumaya devam ederken Ashley düzgünce taranmış olan sarı saçlarını yanağından çekerek bana baktı. O sinir bozucu kahverengi leke kızın her zamanki kusursuz görüntüsünü bozuyordu. Tereddüt içinde, "Şey... Sayılır, evet." dedi ve mahcup bakışlarını benden çekti. Herhalde annemin yanındayken beni bozmak istememişti.
Annem ise heyecanlanmışa benziyordu. "Ne güzel!" diyerek bize kocaman, mutlu bir gülümseme verdi ve ardından da neşeyle kıkır kıkır güldü. "Çok rahatladım gerçekten. Artık Cassie'nin hiç arkadaşı olmadığını düşünecektim."
Evet. Cidden demişti bunu. Yüzümün burnumu kaplayan çilleri yok edecek kadar kızardığını hissedebiliyordum. Zavallı Ashley, neler olduğunu anlamıyor olsa da en az benim kadar şaşkın ve utanmış görünüyordu.
"Anne!" diye mırıldanırken gergin gergin yerimde kıpırdanıp durdum, utançtan yerin dibine girmek üzereydim. "Gidebilir miyiz artık? Lütfen?"
"Hemen mi? Arkadaşınla konuşmak istemiyor musun?"
"Hayır."
Annem bir şeylerin ters olduğunu anlamış olmalı ki, yüzündeki gülümseme yavaşça silindi. Bana 'Ne oluyor?' dercesine baktı ama verdiğim tek cevap gözlerimi kaçırmak oldu. Öyle çok utanıyordum ki, galiba tüm okul hayatım boyunca Ashley'den kaçmam gerekecekti. Annem sessizliğim karşısında yılgın bir biçimde iç çekerek başını tamam anlamında salladı ve arabasını park ettiği yere doğru birkaç adım attı. Onu takip etmek için yola doğru hareketlendiğim sırada, "Şey..." dedi Ashley bana. Uzanıp gitmeyeyim diye kolumu tuttu. Ben durup ona bakınca da elini kolumdan çekti. "Sana sormak istediğim bir şey var. Biraz garip ama."
Sabırsızca yerimde kıpırdanarak, "Elbette." dedim; Sadece hızlı ol da bir an önce buradan defolup gidebileyim.
"Yarın geceki baloya gelecek misin?"
Bu garip soru karşısında yüzümü buruşturmadan yapamadım. Annem ise biraz ilerde durmuş, o meraklı gözleriyle bizi izliyordu. Ah, evet. Ona okulun geleneksel balosundan falan bahsetmemiştim. "Ah, hayır. Öyle şeyler... Bana göre değil pek."
"Ah, neden?"
"Daha sakin yerleri severim ben."
"Gelmelisin. Çok eğlenceli olacak. Bizim grupla takılabilirsin, zaten yeterince kalabalığız. Eminim seni de gördükleri için çok mutlu olurlar."
Neden bana bunu soruyor? Hem de annemin tam önünde? Bu bir şaka olmalı! Zaten beni böyle şeylere göndermeye bahane arıyor!
Konuştuğum zaman sesimde çok daha sert bir tını vardı. "Kusura bakma ama gerçekten gelmek istemiyorum. Siz eğlenmenize bakın."
Ashley ona seslenen, el sallayan arkadaşlarına göz ucuyla bir baktı. Ben de baktım. Doğrusu o grubun benim gibi birini içlerinde isteyeceklerini hiç sanmıyordum. Ashley, "Sen bilirsin, ama davetim her zaman geçerli." dese de onu duymazdan gelerek yanından geçip anneme doğru yürüdüm. Yanından öyle hızlı geçtim ki annem peşimden gelirken adımlarını iki kat hızlandırmak ve söylenmek zorunda kaldı.
Arabanın kapısını açarken öfkenin damarlarımda dolaştığını hissedebiliyordum ama ön taraftaki yolcu koltuğuna geçerken kendimi öfkeliden çok bitkin hissettim. Başımı koltuğun başlığına yaslayıp iç çektim. Annem sürücü koltuğuna geçerken balo hakkında benimle konuşacağından emindim ama o sadece "Emniyet kemeri, Cassie." dedi. Bir polisin eşi olmak böyle bir şeydi işte. Hiç itiraz etmeden emniyet kemerimi çekip taktım. Annem el frenini indirdi ve yola çıkmak için direksiyonu çevirdi. İnşaat çalışmaları yüzünden aşırı ıssız olan okul caddesinden çıktıktan sonra şehrin trafiğine girdik. Kırmızı ışıkta bekleyen arabaların arkasında dururken sessizliği kırmak adına radyoyu açmak için uzandım. Michael Buble'nin şarkılarından birini bulup açarken az önceki düşüncelerimden yanılmadığımı anladım çünkü annem dayanamadı ve merakına yenik düşerek ağzını açtı.
"Bence o baloya gitmeyi gerçekten düşünmelisin."
Ve... Bam!
Biliyordum işte!
Bu konudan ne kadar rahatsız olduğumu ele veren bir tavırla, "Anne!" diye mırıldandım ama beni hiç umursamadan devam etti.
"Neden bana balodan bahsetmedin?"
"Çünkü beni oraya göndermeye bahane arayacağını biliyordum." diye itiraf etmek zorunda kaldım. Annem beni çok iyi tanıyordu, yalan söyleyecek olsam anlardı. "Ve ciddiyim, şu an balo düşüneceğim en son şey bile değil."
"Demek istediğim... Büyük bir değişiklik olurdu. Arkadaşın iyi birine benziyor. Gerçekten eğlenebilirsin."
"Ashley benim arkadaşım falan değil. Hakkında bildiğim tek şey adının Ashley olduğu."
Parmaklarını direksiyon simidine sürttü ve göz ucuyla bana baktı. Ashley'in arkadaşım olmadığını duyduğu için biraz hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Hafif bir tebessümle "Yine de seni davet etme nezaketini gösterdi." diye belirtti.
"Muhtemelen kendine sadece bir eğlence arıyordu." diye mırıldandım, ondan çok kendime.
Işık sarıya döndü, sonra yeşil ışık yandı.
"Baloyu seveceksin, bundan eminim. Şansın yaver giderse birkaç arkadaş bile bulabilirsin."
Başımı camdan tarafa çevirdim ve kafamı toparlamak için gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım. "Arkadaşlara ihtiyacım yok." dedim çok net bir şekilde. Kahretsin. Neden uzatıyordu ki? O aptal balo da arkadaşlar da umurumda değildi. Keşke sadece beni rahat bıraksaydı.
Annem, arabasını Theo'nun okulunun önündeki marketin kenarına park etti ve yanağıma dokunarak yüzümü kendine geri çevirdi. İfademi ondan gizleyemedim. "Niye kendini ötekileştiriyorsun, Cassie?" diye sordu bir annenin şefkatiyle.
"Sadece mesafeli davranıyorum, anne."
"Bundan daha fazlası olduğuna eminim. Sen eskiden insanları severdin. Bir sürü arkadaşın vardı."
"Ben..."
O sırada arabanın arka kapısı açıldı ve içeri dolan soğuk hava ile yağmur kokusu eşliğinde annem hafif bir çığlıkla arka koltuğa geçen Theo'ya döndü. Aşırı tepkisinin nedenini merak ederek koltukta yan dönüp erkek kardeşime baktım. Ah, hayır! Annemin tepkisi çok yerindeydi çünkü Theo'nun üstünde çamur içinde kalmış bir maç üniforması vardı ve ellerinden birinde de bir ragbi topu tutuyordu. Öyle pislenmişti ki gözlüğünün camında bile minik minik çamur lekeleri vardı. Bu haliyle çamaşır deterjanı reklamlarında çıkan o çocuklara benziyordu. Annemin yüzü her saniye giderek daha da solarken Theo'nun suratındaki ifadeden anladığım kadarıyla ne yaptığının farkında bile değildi. Pişmiş kelle gibi sırıtıyordu.
Bir insanın nasıl bu kadar çamur içinde kalabileceğini sindirmeye çalışırken, "Ah, vay canına..." dedim yavaşça. Başka ne denirdi ki? Kaşlarımı kaldırarak, ilgili bir şekilde, "Ee? Maç nasıldı?" diye sordum.
O sevimli, Harry Potter suratını bozmadan yumruğunu havada salladı. "Kazandık! Gerçekten harikaydık! Görmeliydin abla, onları ezdik geçtik!"
"Annem de seni ezip geçecek." diye şaka yaptım ve arka koltuğa uzanıp kardeşimin ıslak, kahverengi saçlarını birbirine karıştırdım. "Arabayı mahvettin, böcek."
"Ah, affedersin anne!"
Artık çok geç, dememek için kendimi zor tutarken annem başını iki yana sallayarak öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir yüzle arabayı çalıştırdı. Galiba, "İkinci çocuk yapmadan önce kesinlikle beklemeliydim." diye homurdandı da...
🔸🔸🔸
Eve gidince mutfaktan biraz kurabiye ve meyve suyu alarak ödevlerimi yapmak için odama çekildim. Neyse ki Hedwig o sırada kanepenin üzerinde derin bir uykudaydı da geldiğimi fark etmemişti, yoksa beni asla rahat bırakmazdı. Köpeğimi çok seviyordum. Gerçekten seviyordum! O çok sevimli, akıllı ve pofuduk bir köpekti ama bazen yanımdan hiç ayrılmaması çok sinir bozucu oluyordu. Onun yüzünden ödev yapamaz, uyuyamaz, yemek yiyemezdim. Bu kadar yapışkan olması yüzünden annem Hedwig'e odama girmeme yasağı getirmişti. Hedwig'de odama girmemesi gerektiğini çok iyi biliyordu çünkü annem etraftayken asla girmezdi ama annem evde değilse soluğu hemen burada alıyor, tüm gün boyunca ayaklarıma dolanıp duruyordu.
Bu düşüncelerle gülümsedim.
O çok zeki bir köpekti.
Muhtemelen benden daha zeki... Ödev yapıyor olmam gerekirken burada durmuş saçma sapan şeyler düşünüyordum! Kalemliğimden bir kalem alırken 'Tüm gece uyanık kalmak istemiyorsan ödevine odaklan!' diye kızdım kendime. Öyle de yaptım. Yaklaşık üç saatimi bilgisayar karşısında oturup Fransızca ve araştırma ödevimle uğraşarak geçirdikten sonra boşalan kurabiye tabağını ve bardağı mutfağa götürmek için odamdan çıktım.
Annem ise o sırada akşam yemeği için kırmızı et ile sebze doğruyordu. Elimdeki tabağı ve bardağı bulaşık makinesine koyarken, "Odandan çıkmama şaşırdım." diye dalaştı bana. "Geldiğinden beri kendini oraya kapattın."
"Bitirmem gereken bir sürü ödev var."
"Anlıyorum." Belli belirsiz gülümsediğini görünce neyin geldiğini anladım. Haftada en az iki kez sorduğu soruyu yine sordu. "Hangi üniversiteye başvuru yapacağına karar verdin mi?"
"Henüz değil."
"Aklında bir yer var mı?"
"Hayır, yok." Annem anladığını göstermek için başını sallarken gözlerim mutfak camından bahçe kısmına kaydı. Ön bahçeye park edilmiş polis aracını görünce bu beklenmedik görüntü karşısında kaşlarımı çattım. Babam eve asla polis aracını kullanarak gelmezdi. Bu bir ilkti. O yüzden konudan bağımsız bir şekilde, "Babam ne zaman geldi?" diye sordum anneme.
"Bir saat önce."
"Erken değil mi?"
Annem, "Evet." diye yanıt vererek doğradığı etleri temiz bir tabağa yerleştirdi ve sıkıntılı bir şekilde ofladıktan sonra ellerini yıkamak için musluğu açtı. Bir sorun vardı, hissedebiliyordum. Sabırla ona baktığımı fark edince bana açıklamak zorunda kaldı. "Bugün biraz gergin görünüyordu. Onunla konuşmak için Theo'ya Hedwig'i gezmeye götürmesini söyledim ama bana işinin başından aşkın olduğu dışında pek bir şey söylemedi. Açıkçası endişelendim."
Şimdi ben de endişeleniyordum işte.
Bahçedeki polis arabasına geri baktım.
Babamın bugün telefonumu açmayışını hatırlayınca daha da endişelenmeye başladım. Korkuyordum. Bilinmezliğin getirdiği korkuydu bu. Aklıma en kötüsünü getirmekte de üstüme yoktu. Ne de olsa işi gereği babam her türden insanla karşılaşıyordu; Uyuşturucu bağımlıları, alkolikler, şiddete meyilliler... Ama aynı zamanda söylenecek bir şey olsaydı söyleyeceğini de biliyordum. Israr ederek canını sıkmak yersiz olurdu. Belki de ısrar etmem gerekmezdi? Belki de gidip sadece 'İyi misin?' diye sormalıydım? Çünkü bazen tek gereken 'İyi misin?' diye sormaktır.
Bunu hemen yapmaya karar vererek, anneme, "Ödevime geri döneyim." dedim.
"Kendini fazla kaptırma. Akşam yemeği birazdan hazır olur. Saat yedide o masada olacaksın."
"Tamam."
Mutfaktan ayrılmadan önce yanağına bir öpücük kondurdum.
Üst kata çıkınca odama dönmek yerine koridorun diğer ucunda duran çalışma odasına yöneldim. Babam annemin dediği kadar gerginse eğer burada olmalıydı. Muhtemelen canını sıkan o şeyin dosyasına gömülmüştü. Kapıyı çalmadan önce yüzüme en tatlı gülümsemelerimden birini yerleştirdim ve kendi kendime lafa nasıl gireceğimi düşündüm. En sonunda 'Merhaba, baba. Canının sıkkın olduğunu fark ettim. Nasıl olduğuna bakmak istedim. İyi misin?' de karar kıldım fakat buna hiç gerek yoktu. Kapı ona vurduğum anda kendiliğinden açıldı ve bomboş oda önüme döküldü. Başımı içeri uzatarak "Baba? Orada mısın?" diye seslendim, her ne kadar içeride kimsenin olmadığını tahmin etsem de...
Çalışma odasını annem ve babam ortak kullanırdı. O yüzden odanın içinde her renkten dosyalarla dolu raflar, dokümanlar, kağıtlar ve annemin eseri olduğu belli olan o klasik dokunuşlar vardı. Gözlerim maun masanın üzerinde açık bir halde duran mavi dosyaya kayana kadar hiçbir şey ilgimi yeterince çekmemişti. Dosya dikkatimi çekmişti çünkü üzerine polis arması işlenmişti. O armayı görene kadar odama geri dönmeye yeltenmiştim. Tereddüt etsem de 'Bir bakmaktan zarar gelmez,' diye düşündüm kendi kendime. Nasıl olsa babamın dosyalarına bakmamak gibi bir kuralı yoktu. Belki böylece canını sıkan şeyin ne olduğunu da anlayabilirdim.
Masaya yürüdüm ve ikinci kez düşünmeden araştırma dosyasını elime alıp okumaya başladım. Dosyanın ilk sayfasında kalın harflerle 'Matthew My.' adında bir adamın kimlik bilgileri yazıyordu. Hood River yakınlarında doğmuştu. Otuz yedi yaşındaydı. Dosyada daha kişisel bilgiler de vardı. Annesi o bebekken ölmüştü, sekiz yaşındayken komşuları tarafından taciz edilmiş, okulda zorbalığa uğramış, asker kaçağı olduğu için toplumdan dışlanmış, birçok işte çok kısa süreliğine çalışmıştı. Hemen hemen her işten kovulmuştu ve bu kovulma sebeplerinin çoğu da iş arkadaşlarıyla ve müşterilerle şiddetli kavga etmesiydi. Yani pek de iç açıcı bir hayat hikayesi değildi. Adamın psikolojik tedaviye ihtiyacı varmış gibi duruyordu. Dosyada adamın bir fotoğrafı da vardı. Mavi gözlerinden bir tanesi kördü ama doğuştan olmaktan çok bir yaralanma sonucunda olmuş gibiydi. Kör, gri gözünün çevresinde iğrenç, kıvrımlı bir yara vardı. Bıçaklanmış olmalıydı. Suratının bir kısmı da yanık izleriyle kaplıydı. Fotoğrafı yüzüme yaklaştırıp dikkatle incelerken bu adamın bana nereden tanıdık geldiğini düşünmeye çalıştım çünkü yemin ederim, onu daha önce görmüştüm. Bekle. Ya da duymuş muydum? Aniden hatırlayıverdim. Bu, sabah haberlerde bahsettikleri seri katil olmalıydı.
Yüzümün rengi attı ve yapmamam gerektiğini bilsem de korka korka dosyanın diğer sayfasını çevirdim. Sabıka kaydıyla dolu birkaç özgeçmiş haricinde adamın işlediği suçlar ve ifadeleri sıralanmıştı; Dokuz bilinen ölüm ve iki hayatta kalan... Yakayı ele verdiğinde o dokuz kişi için çok geç kalınmıştı. Bir tanesi yoğun bakımda hayatını kaybetmişti ve ölen kurbanların fotoğrafları ile kimlik bilgileri de dosyada kayıtlıydı. İçlerinde reşit bile olmayan çocuklar ve bir hamile kadın vardı! Ve son kısım...
Katilin ifadesinin son cümlesini okuyunca midemden boğazıma yükselen iğrenç tadı yok etmek için elimi ağzıma bastırdım.
Ah, galiba kusacağım.
Hassas bir midem olduğundan değil ama kesinlikle bunu okumamam gerekiyordu çünkü midesi sağlam olan biri bile bunu okumaktan rahatsız olurdu.
Antropofaji.
Adam, yamyamdı.
"Cassie!"
Adımın söylenişiyle irkilip yerimden sıçradım ve babamın dosyayı elimden kapıp alması için etrafımda döndüm. Hem şaşkın hem de çok kızgın görünüyordu. Birkaç adım gerileyip kalçamı masanın kenarına çarparken, "Baba, ben..." dedim ama devam edemedim, ne de olsa bunun için hiçbir bahanem yoktu. Resmen dosyayı karıştırırken yakalamıştı beni. Ne diyecektim? Bir göz atıyordum, mu? Berbat bir savunma olurdu.
Babam sakin olmaya çalışırken ama başaramazken dosyayı havada salladı. "Bu odada ne işin var senin? Buna bakmaman gerekiyordu!"
'Fark ettim.' dememek için kendimi zor tuttum ve artık biraz daha sakin göründüğü için çekingen bir şekilde, "Bu dosyadaki adam sabah haberlerde bahsedilen katil mı?" diye sordum.
Bu noktada inkâr etmek bir işe yaramayacağı için "Evet, öyle." diye kabul etti, başı ağrıyor olmalı ki bir yandan da alnını ovuyordu.
"Orada yazanların hepsi doğru mu? O adam... İnsanları öldürmüş ve etini mi yemiş?"
"Evet, ve tam da bu yüzden bu dosyayı okumaman gerekiyordu! Bunların hepsi gizli bilgi ve sen... Tanrım, böyle bir şey yapmaman gerektiğini bildiğini sanıyordum."
Yediğim bu haklı azar karşısında kıpkırmızı oldum çünkü haklıydı. Ne kadar merak edersem edeyim eşyalarını asla karıştırmamalıydım. Ben ve benim kahrolası merakım!
Bir an sessizce bekledim ve sonra yine merakla, "Bu dosyanın sende ne işi var?" diye sordum.
Babam cevap vermeden önce tekli koltuklardan birine çöktü. Üzerini bile değiştirmemişti, hâlâ polis üniformasıyla duruyordu. Bana yumuşak bir bakış attı ve "Az önce bir telefon aldım." diye açıkladı sakince. "Bu civardaki kasabalardan birinde bir cinayet işlenmiş. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik bir adam öğleden sonra, saat üç sularında öldürülmüş."
Dosyaya baktım istemsizce, yoksa...
Sesimi kaplayan derin bir korkuyla, "B-bu adam mı yapmış?" diye sordum ve içten içe öyle olmadığını umdum.
İç çekti ve "Hayır," dedi, yorgun yorgun. "Korkmana gerek yok Cassie. Onun olduğunu düşünmüyoruz. Kırmızı listede olduğu için etrafta öylece dolaşamaz. Zaten bunun bir nefret suçu olduğu belli. Onu sadece öldürmemiş, öldürdükten sonra kafasını da kesmiş. Komşulardan biri gözaltında şu an. Sabah kavga etmişler galiba. Yine de ne olur ne olmaz diye tüm birimlere bu pisliğin dosyasını veriyorlar."
"Ah, anlıyorum." dedim. Sonra bir rahatlamayla omuzlarım çöktü. Manyak bir katille aynı yerde olmak çok can sıkıcı bir bilgi olurdu. Ama beni rahatsız eden bir şey vardı, nefret suçu olduğunu söylüyordu ama bir seri katil karşısındaki kurbandan nefret etmese bile böyle canice eylemler yapmaz mıydı? Gerçi ben seri katiller hakkında ne bilirdim ki? Bu benim işim değildi. Babama, "Özür dilerim. Dosyayı okumamalıydım." diyerek demem gereken şeyi dedim.
"Sorun değil. Sadece bir daha bunu asla yapma, tamam mı? Şimdi benim çıkmam lazım. Bir an önce olay mahalline gitmem için çağrı verdiler."
"Öldürülen adamı tanıyor musun?" diye sordum. Babam eli kolu uzun bir adamdı, tanıyor olsa bu hiç de şaşırtıcı olmazdı.
"Hayır ama belki sen oğlunu tanıyorsundur, sizin okuldaymış galiba. Aynı senedensiniz."
Önce anlamadım ama anladığımda kalbim müthiş bir hızla çarpmaya başladı; Alkolik ve uyuşturucu bağımlısı adam ve benimle aynı seneden olan oğlu...
Kimden bahsettiğini biliyordum sanırım.
Şaşkın ve üzgün halimi yanlış yorumlayan babam, konu hakkında konuşmayı bırakıp "Neyse ne." diyerek koltuktan kalktı. Polis üniformasının yakalarını düzeltti ve önce kol saatine, sonra da kapıdan tarafa baktı. "Gidip şu zavallı çocukla konuşmam lazım. Gerçi tüm gün okuldaymış ama işimize yarar bir şeyler biliyordur diye umuyorum."
Babam kapıya yönelirken donmuş kalmış gibiydim, konuşması gereken çocuğun 'O' olduğundan neredeyse emindim. Elias'ın kollarındaki izleri hatırlayınca içimi müthiş bir panik kapladı. Hiç düşünmeden, "Baba!" dedim. Babam kapıda durdu ve bana bakmak için döndü. "Bende gelebilir miyim?" dedim büyük bir umutla.
"Hayır, Cassie."
"Lütfen, ben..." Onu ikna etmenin bir yolu olmalıydı. Hadi ama. Düşün, düşün. "Çocuğun adı Elias, değil mi?"
"Sen bunu nereden..."
"O benim arkadaşım." diye yalan söyledim birden. Ağzımdan çıkana ben bile inanmıyordum. Arkadaş demiştim resmen. Elias ile arkadaş olmak ancak rüyamda görebileceğim bir şeydi ama şimdi babamı beni de yanında götürmeye ikna etmem gerekiyordu. "Gelebilir miyim? Böyle bir şeyden sonra onu yalnız bırakamam. Yanında olmalıyım."
Babamın Elias ile arkadaş olduğumuza inanıp inanmadığını bilmiyordum ama tereddüt ettiğini görebiliyordum. Yine de 'arkadaş' olduğumuza inanmak istiyor gibi bir hâli vardı. Yüzündeki umut bana aksini söyleyemezdi. "Herhangi bir insanın içeri girmesine izin veremem ama sanırım arkadaşınla konuşabilirsin." diyerek hafifçe gülümseyip kapıyı işaret etti. "Tamam, gel. Gitmeden önce üzerini değiştirmek ister misin?"
Üzerimde pembe, salaş bir tişört ile onunla uyumlu olan şortlarımdan biri vardı. Bir cinayet mahalline gitmek için pek de uygun bir kıyafet değildi bu. Dağınık topuzumdan çıkan bir tutamı kulağımın arkasına sıkıştırırken, sersem bir halde, "Evet." dediğimde babam hafif bir tebessümle arabasının anahtarlarını cebinden çıkardı.
"Tamam. Git üzerini değiştir. Seni bekleyeceğim ve unutma, bu dosyada yazanlardan kimseye bahsetmek yok."
O kadarını kendim de akıl edebilecek olsam da uyarmadan geçmek istememişti herhalde.
"Kimseye söylemeyeceğim, söz." dedim çok ciddi bir sesle.
"Hadi, acele et şimdi. Hemen çıkmamız gerekiyor. Ben annene durumu anlatırım."
Üzerimi değiştirmek için odama yönelirken aklım okuduğum dosyadan çok Elias'taydı. Neden babama arkadaş olduğumuz yalanını söylemiştim ki? Bu doğru değildi ama bugün babası hakkında öğrendiklerimden sonra böyle bir şey olduğunu duyup da onu yalnız bırakamazdım. Beni birden karşısında gördüğü için- Evet, bir gün de üçüncü defa!- mutlu olacağını umarken babasının ölümü hakkında nasıl hissettiğini bilmesem de kalbim onun adına kırıldı. Nasıl hissettiğini bilmek istiyordum. Üzülmüş müydü? Kızmış mıydı? Hayal kırıklığına mı uğramıştı? Yoksa sevinmiş miydi? Adamın Elias'a nasıl vurduğunu düşününce delirecek gibi olsam da biz onun hakkında konuşurken babasının canice öldürüldüğünü bilmek midemi gerçekten bulandırıyordu.