O günkü derslerimin bittiğini bildiren zil kulaklarıma dolduğunda elimi yanağımdan çekerek masanın üzerine yayılmış kitaplarımı ve defterlerimi toplamaya başladım. Bunu yaparken biraz ağır hareket ettiğim için sınıftan en son çıkan ben oldum. Bilgisayarına bağlı olan kabloları çıkaran öğretmenimize hafifçe gülümseyip veda ettikten sonra Fransızca, Edebiyat ve Tiyatro kulübünün ortak gösterisi olan ve aynı zamanda da Fransızcadan alacağım notu belirleyecek olan oyunu izlemek için konferans salonuna yöneldim. Okuldan bir an önce çıkmak için can atan öğrenciler yüzünden koridor tıklım tıklım doluydu. Yan yana dizilmiş olan büyük pencerelerden yağmurun yağmaya başladığını görebiliyordum. Gri bulutlarla kaplı gökyüzüne bakarak sıkıntıyla iç geçirdim. Böyle havaların insanı garip bir hüzne sürüklediğini düşündüm. Sonra da telefonumu çıkarmak için çantamın fermuarını çekiştirdim. Böyle günlerde otobüs durağına yürürken ıslanmayayım diye ya babam ya da annem beni okuldan almaya gelirdi. Onları aramalı ve ödevim için biraz daha okulda kalacağımı haber vermeliydim.
Öğrenci dolaplarının yanındaki duvara sırtımı yaslayarak babamı aradım ama birkaç kez çalsa da telefonunu açmadı. Herhalde meşguldü. Annemin numarasını bularak bu defa onu aradım. Neredeyse ilk çalışta açtı.
"Alo?"
"Anne," dedim önümden geçip giden öğrenci akınına bir göz atarak. Her ne kadar numaradan kimin aradığını görüyor olsa da "Benim," diye belirtme ihtiyacı hissettim, sonra da yaptığım aptallık yüzünden yüzümü buruşturdum. Zaten o da "Biliyorum, Cassie." diye alay etti. Arkadan ofis sesleri geliyordu, iş arkadaşlarından biri anneme stajyer dosyalarının nerede olduğunu sorduğunda annemin sesi telefondan uzaklaştı. "Bana bir dakika ver Jeff, hemen sana döneceğim." Sonra da aceleyle bana odaklandı. Anne moduna geri girerek, "Bir şey mi oldu, tatlım?" diye sordu.
"Babama ulaşamadım," dedim önce. "İşi mi var?"
"Şey... Galiba orman civarında bir arama çalışması yürütüyorlardı. Ne için olduğunu bana da söylemedi. Böyle durumlarda telefonunu her zaman kapatır, bilirsin."
Bilirdim.
Rahatlayarak nefesimi üfledim. Neden bu kadar gerildiğimi bile bilmiyordum. Muhtemelen yine oyun oynarken ormanda kaybolan bir çocuğu arıyordu, ya da reşit olmadığı halde evden kaçıp kamp yapan hippi özentisi birkaç genci...
"Yağmur yağıyor. Beni almaya gelecek misin?"
"Evet. Çıkacağım şimdi."
"Hemen gelmene gerek yok," derken ayağına çelme takan arkadaşı yüzünden sendeleyen bir öğrenciden kaçmak için sırtımı iyice duvara yasladım. Arkadaşı kıkır kıkır gülerken çocuk küfür ederek düştüğü yerden kalktı. Neden bu kadar çocuksu davrandıklarını anlamamıştım ama dudaklarım keyifle kıvrıldı. "Halletmem gereken bir ödev çıktı. Birkaç saat sonra gelebilir misin?"
"O halde Theo'yu almaya birlikte gideriz. Olur mu?"
"Tabii."
"Tamam," diye geveledi ağzında ve bir kere daha arkadan Jeff adındaki adamın sesini duydum, görünüşe bakılırsa hâlâ o dosyaları istiyordu. "Hepsi bu kadarsa dönmem gereken çok sıkıcı bir işim var."
"Hepsi bu." dedim gülümseyerek. Bir yandan da asla muhasebeci olmak istemediğimi düşünüyordum. "Sonra görüşürüz. Seni seviyorum, anne."
Bir sessizlik oldu. Her ne kadar görmüyor olsam da annemin gülümsediğini biliyordum.
"Ben de seni seviyorum, tatlım."
Hepsi buydu.
Telefonumu kapatıp çantama geri atarken ezilme tehlikesi geçirmek istemediğim için koridordaki kalabalığın dinmesini beklemeye karar verdim. Zaten oyunun başlamasına daha vardı. Bu sırada bakışlarım camekanın yanındaki duvarda asılı olan afişe kaydı. Afişin arka planı rengarenk yaldızlarla süslüydü ve üzerinde kalın puntolu, siyah harflerle yarın gecenin tarihi yazıyordu. 'GELENEKSEL GECEYARISI BALOSU... Unutulmaz bir gece geçirmek için...' diye de eklenmişti altına. Okulumuz her yıl bu zırvalıktan mutlaka yapardı. Henüz bir kere bile bu baloya katılmamış olsam da insanların oraya çiftler ya da arkadaş grupları halinde gittiğini biliyordum. Eh, ikisinden de bende yoktu. Bu durumda evde oturup gece boyunca film izlemeyi ya da kitap okumayı, tüm gece bir duvar kenarında takılıp fazlalık muamelesi görmeye yeğlerdim. Zaten kimsenin de beni davet etme nezaketini göstereceğini sanmıyordum. Tüm bu insanlar için ben... Görünmez gibiydim.
Görünmez olmakla bir derdim olduğundan değil ama hiç arkadaşımın olmamasının annemi ve babamı endişelendirdiğini biliyordum. İnsanlardan korkmaktan çok kendimden korkuyordum sanırım. Hayatım boyunca da böyle olacağımdan emindim ve bir noktada da yalnızlığı hak ettiğimi biliyordum. Kendim hakkında acımasızca düşünüyor olabilirdim, bu hiç sağlıklı değildi.
İç çekerek gözlerimi afişten çekerken 'Zaten bu aptal baloya gitmek istemiyordum.' diye düşündüm. İstediğim tek şey son senemin bir an önce bitmesiydi. Bir an önce üniversiteye gitmek, anılarımla dolu olan o kasabadan ayrılmak istiyordum. Gerçi daha hangi üniversiteye başvuru yapacağımı bile seçmemiştim. Bir an önce karar vermem gerektiğini de biliyordum. Bana verilen danışman öğretmen not ortalamam ve katıldığım bazı kulüpler yüzünden istediğim herhangi bir üniversitenin beni kabul edeceğini, bu konuda endişelenmemem gerektiğini söylüyordu. Çok ilgiliydi. Benim için bir liste bile yapmıştı. Stanford, California ve Yale üniversiteleri kulağa en iyi seçeneklermiş gibi geliyordu ama henüz tam olarak karar vermemiştim. Anne ve babam da bu konuda hiç yardımcı olmuyordu doğrusu. Ne zaman fikirlerini soracak olsam o küçük gülümsemeyi dudaklarına yerleştiriyor, 'Kalbin nereyi istiyorsa oraya başvur, bebeğim.' diyorlardı. Takıldığım nokta da orasıydı zaten; Kalbimin nereyi istediğini bilmiyordum ki!
Belki de Theo'ya fikrini sormalıydım?
Küçük erkek kardeşimin bana ne diyeceğini az çok tahmin ederek kıkır kıkır gülmeye başladım. Ah, o veledi ve o sinir bozucu, ukala cevaplarını seviyordum.
Bam!
Bir dolabın çarpılma sesiyle birlikte irkilerek düşüncelerimden sıyrıldım. Koridor neredeyse boş sayılırdı. Merakıma yenik düşerek sırtımı duvardan ayırdım ve hiç ses çıkarmamaya gayret ederek dolabın kenarından az önceki sesin geldiği yöne baktım. Sırtı bana dönük olan uzun boylu, dalgalı saçlı çocuğu hemen tanıdım. Elias. Bu sabahki karşılaşmamızdan sonra onu unutmam imkânsızdı. Ve, Tanrım, kuş beyinli Andy'de hemen önünde duruyordu, yumruğunu dolabın kapağına geçirmiş, öfkeli öfkeli soluyordu. Bu sefer yanına yandaşlarını almamıştı ama zorbalık yapmak için o pisliklere ihtiyacı olmadığını da biliyordum. Yine mi, diye haykırarak çığlık atmak istedim. Yemin ederim, bu zorbanın beyin yaşı köpeğimin beyin yaşından küçüktü. Ayrıca ben nasıl bu duruma düşüp duruyordum? Sanki Elias'ın başı belada olduğunda beni uyarıp duran bir sinyal vardı da, nasıl oluyorsa, o an orada oluyordum.
Boş ver, dedim kendi kendime. Bu sabah yeterince yardımımı istemediğini belli etmişti zaten. Hem Elias çelimsiz biri değildi, o kolej ceketinin altında birkaç kas barındırdığı belli oluyordu, eminim istese Andy'ye karşılık verebilirdi... Ama kahretsin, vermiyordu işte! Orada öylece duruyor, sessizce, buz gibi bir ifadeyle Andy'ye bakıyordu. Bir ara bu çocuğa nefsi müdafaanın ne demek olduğunu anlatmam gerekecekti.
"Senin yüzünden tam iki hafta boyunca cezalıyız, mankafa!" Andy yumruğunu bir daha dolaba geçirdi. "Şu an ne yapmam gerekiyor sence?"
Elias düşünür gibi başını yana yatırdı. Sonra çok ama çok sakin bir şekilde, "Daha fazla ceza almamak için okul malına zarar vermemen mi gerekiyor?" dedi ve ben neredeyse bu aşağılayıcı cevap yüzünden kahkaha atacaktım. Biliyordum! O sessiz görüntüsünün altında birazcık da olsa öfke yattığını biliyordum! Kimse, hiç kimse Andy gibi bir salağın karşısında bu kadar sakin kalamazdı.
Andy, Elias'ın dediğini anlamak için birkaç saniye duraksadıktan sonra şaşkınlıkla karışık bir öfkeyle güldü ve sabrının zorlandığını belli eden bir ifadeyle başını Elias'a doğru eğdi, bir yandan da kaslarını göstermek istercesine şişirmişti kendini. "Seni koruyacak güzel bir hatun olmadan ne yapmayı düşünüyorsun, Elias?" dedi imâlı bir sesle.
Şaşkın şaşkın dudaklarımı büzdüm.
Bu pislik az önce 'hatun' mu demişti bana?
Iyyy...
Etrafta Elias, Andy ve benden başka birkaç öğrenci daha vardı ama kimse müdahale etmek için kılını kıpırdatmıyor, yalnızca huzursuz bir şekilde birbirlerine bakıp duruyorlardı. Bazıları da hızlı adımlarla buradan uzaklaşmıştı. Ah, evet. Hiç şaşırtıcı değil. Zorbalık, toplumumuzun kabul ettiği görünmez suçlardan biridir. Kimsenin sesini çıkarmıyor olması Andy'nin kaba domuzun önde gideni olmasından daha çok sinirlendiriyordu beni.
Elias sabırlı olmaya çalışan bir ifadeyle gitmek için kenara bir adım attığında Andy'de aynı anda o tarafa adım attı. Elbette öylece gitmesine izin vermeyecekti. Sabah olanlardan sonra bunu görmezden gelip gelmemem gerektiğini düşünürken kahrolası bir nöbetçi öğretmen arayarak etrafa bakındım. Oof, hayır. Hiç kimse yoktu. Andy, Elias'a vurmak için yumruğunu kaldırdığında gözlerim iri iri açıldı ve o noktada susup kalamayacağımı anladım. Bedenim ben ne olduğunu anlamadan hareket ederek Elias ve Andy'ye doğru yürüdü. "Hey!" diyerek Andy'nin dikkatini üzerime çektiğimde Andy yumruğunu hızla indirerek bana nefret dolu bir bakış fırlattı. İşlerini bozup durmamdan hiç hoşlanmıyor olmalıydı. Neredeyse gözlerimi devirecektim. Elias'ın tepkisi ise canımı sıkmıştı. Kaşlarını çatarak bakıyordu bana. Sanki 'Sen yine nereden çıktın?' der gibiydi. Aman Tanrım. Ona yardım etmek istediğimi anlamıyor muydu gerçekten? Kim olursa olsun, zorbalık görmesine izin veremezdim.
Andy, son derece memnunsuz bir sesle "Yine mi sen?" diyerek gözlerini kıstı.
Evet, yine ben, seni dangalak.
Okulun ortasında kavga falan çıksın istemediğim için aklımdakini dile getirmedim. Onun yerine en sevecen halimle, "Selam!" dedim ve sırt çantamın kulpunu sıkı sıkı tutarken aklıma gelen ilk yalanı söyleyiverdim. "Konuşmanızı bölmek istemezdim ama Elias'ı alabilir miyim? Bana sözü var, birlikte ders çalışacağız."
Bunu dediğim anda Elias bana öyle şaşkın bir bakış fırlattı ki, anında yanaklarım ısınmaya başladı ama neyse ki, beni bozacak bir şey de söylemedi.
Andy ise kıkırdayarak omzunu az önce yumruk attığı dolaba yasladı. Dolap çocuğun ağırlığı altında hafifçe titredi, gerçekten de iri yarı biriydi. Çoğu öğrencinin ondan neden çekindiğin anlayabiliyordum. Bana omuz atacak olsa muhtemelen omzum yerinden çıkardı. "İstediğin zaman gerçekten konuşmayı seviyorsun, ha? Bir günde iki defa. Senin dilsiz olduğunu düşünmeye başlayacaktım neredeyse."
Gözlerimi Andy'den çekmeden, olabildiğince cesur ve tehditkâr görünmeye çalışarak, "Bence bir günde iki kez müdürün odasına gitmek istemezsin." dedim.
"Burnunu senin işin olmayan şeylere sokmayı seviyorsun, değil mi Cassie?"
"Elias'ı rahat bırak."
Bu dediğim onu sadece güldürdü.
"Bırakmazsam ne olur? Ne yaparsın?"
Verecek bir cevabım yoktu ama yüzüne bir tane patlatmak için can atıyordum. Aslında hiç şiddete meyilli bir insan değildim, babam polis olduğu için hayatım boyunca yasalara uymam gerektiği gerçeğiyle büyümüştüm. Nefsi müdafaa olmadığı sürece birine vurmanın, ona zarar vermenin yanlış olduğunu biliyordum ama Andy insanın sabrını zorlayacak kadar kötü olabiliyordu. Elias sanki Andy'ye vurmak istediğimi hissetmişti. Anlamadığım bir şeyler homurdanarak etrafına bakındı. Etrafta nöbetçi öğretmen yoktu. Diğer öğrenciler de müdahale etmek yerine sadece duruyor, izliyorlardı. Zavallı Elias, tekrardan bize bakarken yanakları hafifçe kızarmıştı ve gözleri yoğun bir hiddetle parlıyordu, bu durum yüzünden fazlasıyla huzursuz ve öfkeli görünüyordu.
Andy başını salladı ve birden doğrularak üzerime doğru eğildi. Çocuktan yayılan nane ve sigara kokusu midemi bulandırıp ağzıma kadar getirirken yavaşça yutkundum. Yemin ederim, bir an bana vuracağını sandım. Bunun yerine tehlikeli bir şekilde, "Bu yaptığını asla unutmayacağım. Seninle daha sonra illa ki karşılaşacağız, kızıl kafa. Bakalım o zaman da bu kadar cesur olabilecek misin?" dedi ve geri çekilip Elias'a son bir kez nefret dolu bir bakış atarak yanımızdan öfkeyle yürüyüp geçti.
Şey...
Galiba çocuğun nefretini iyice üzerime çekmiştim.
Tamamen şaşkına dönmüş bir halde Elias'a baktığımda Elias sırtını dolabın kapağına yasladı ve gözlerini kapatıp şakağını ovdu. Onu süzmeden yapamadım. Dalgalı saçlar ve o güzel, kehribar rengi gözler ona çok yakışıyordu. Bir süre sustuktan sonra gözlerini araladı ve alaycı bir sesle, "Tanrım, cidden Wonder Woman'cılık oynamayı seviyorsun, değil mi?" dedi. Sesi her ne kadar hoşnutsuz olsa da dediği şey beni güldürmüştü.
"Daha çok Black Widow'a benzediğimi söylerler." diyerek onu konuşturmak istedim.
Elias esprime gülmedi, tebessüm bile etmedi. Sadece onaylamaz bir şekilde başını iki yana sallayıp gözlerimin tam içine baktı. "Bana acımana ihtiyacım yok, Cassie."
"Sana acımıyorum," dedim telaşla. Elias'a konuşmak o kadar kolay geliyordu ki, başka biriyle konuşacak olsam kaçacak olmama rağmen kendimi çok rahat hissediyordum. Sanki onu yıllardır tanıyordum, yıllardır konuşuyorduk. Yüzüme düşen kızıl tutamı çekerek gözlerine samimi bir ifadeyle geri baktım ve hatta hafifçe gülümsedim. Minik minik çillerle kaplı burnum, küçük, toplu dudaklarım ve açık kahverengi gözlerimle tatlı ve arkadaş canlısı görünüyor olduğumu umdum. "Sadece buna neden izin verdiğini anlayamıyorum. Cinayet bir suç olduğu kadar zorbalık da bir suç. Bence onlara karşılık vermelisin. Kimseye geri vur demiyorum sana ama en azından bir şeyler söyle. Böylece nerede durmaları gerektiğini bilirler ve..."
"Tamam. Dur. Bekle," dedi ve hâlâ bir şeyler demeye çalışıyor olduğum için ellerini bana doğru kaldırarak beni susturmaya çalıştı. Ne yaptığımı fark edince sustum birden. Fazla konuşmuştum ve bu benim için bir ilkti. Normalde yabancı insanlara karşı asla bu kadar geveze davranmazdım.
Elias, parmaklarını çok hoş dalgalarla kaplı olan saçlarına götürdü ve zaten dağınık olan bukleleri biraz daha dağıttı. Bana ne diyeceğini düşünürken alnı sıkıntıyla kırışmıştı. "Cassie, yardım etmeye çalıştığın için minnettarım ama Andy'in nasıl davrandığı umurumda değil." diyerek ikna etmeye çalıştı beni.
"Nasıl değil?" Şaşkınlık ile öfke arasında kalan bir duygu hissettiğim için sesim istemsiz bir biçimde yükselmişti. Hınçla Andy'nin gittiği yönü işaret ederken resmen delirecekmiş gibi hissediyordum. "Sana böyle davranması sorun değil mi yani?"
"Değil. Çünkü ondan daha kötüleriyle de karşılaştım, tamam mı? Artık kes şunu. Bunu yapmana gerek yok. Başını belaya sokacaksın."
"Açıkçası... Ondan daha kötüsünü hayal etmekte zorlanıyorum."
Elias bana öyle bir bakış attı ki, birden kendimi çok huzursuz hissetmeye başladım. Yine onu rahatsız edecek bir şey mi söylemiştim yoksa? Gerçi kibar davranmak için elimden geleni yapıyordum. Ne olursa olsun, çekingen bir şekilde, "Ben... Özür dilerim," dediğimde Elias tereddütle kaplı yüzüme bakarak derin bir nefes aldı. Sonra sırtını yaslandığı dolaptan ayırdı ve kolej ceketini çıkarmak için yakasına uzandı. Bir an ne yaptığını anlamayarak ona garip garip baktım. Koridorun ortasında soyunuyor muydu? Ceketini çıkarıp bir koluna astıktan sonra gömleğinin kol düğmesini çözdü ve manşetlerini dirseğine kadar kıvırdı. Tenini açığa çıkarırken ister istemez gözlerim oraya kaydı. Beyaz tenini yer yer kaplayan mor, yeşil ve sarı izleri gördüğümde başım dönmeye başladı. Yoksa bunlar...
Elias, "Bu izlerden tüm vücudumda var. Bacaklarımda, sırtımda ve göğsümde. Ne yapacaksın?" diyerek dikkatimi yeniden gür kirpiklerle kaplı, kehribar rengi gözlerine çekti. Yüzüne bakarken kağıt gibi bembeyaz kesilmiştim. İfademi görünce dudakları alaycı bir şekilde kıvrıldı. "Evime kadar gelip alkolik ve madde bağımlısı babama 'Durun! Şiddet çözüm değil!' mi diyeceksin? Eminim işe yarar."
Kulağa güzel bir fikir gibi geliyordu ama bu durum beni aşıyordu. Ne de olsa harika bir babaya sahiptim. Hayatım boyunca her konuda beni desteklemiş, arkamda durmuştu ve Tanrı biliyor ya, asla bana vurmamıştı. O yüzden böyle bir durumda ne yapılıyor hiç bilmiyordum. Hem neden bunu bana söylemişti ki? Kolay kolay paylaşılacak bir şey değilmiş gibi geliyordu kulağa ve Elias'ta kolay kolay böyle bir şey söyleyecek biri değildi, değil göstermek...
"Ben... Ben..."
Bir şey söyle, seni aptal! İyi misin, gibi? Yardımcı olabileceğim bir şey var mı, gibi? Polise gitmek ister misin, gibi? Ve sakın ona üzgün olduğunu söyleme!
Ama kahretsin, üzgündüm işte! Şaşkınlığımı bile bastıran bir üzüntü hissediyordum. Belki de babam polis olduğu içindir, daha önce hiç bu şekilde şiddete uğrayan biriyle karşılaşmamıştım. Bunu Elias'a yapanın babası olması ise daha da kötü bir şeydi. Bir insan babasından nasıl kaçar, nasıl saklanırdı ki? Ona yardımcı olmak istiyordum... Ama sanırım bana asla izin vermezdi.
Ne cevap vereceğini bilsem de sormak istediğimi hissettim.
"Senin için yapabileceğim bir şey var mı?"
Sert bir sesle, adeta beni uyarır gibi, "Hayır," dedi. Gömleğinin kolunu indirip düğmesini hızlıca bağlarken, "Üstelik benim yüzümden sürekli bir yerlere geç kalmaya devam edemezsin." diye devam etti. Hâlâ tenindeki izleri düşündüğüm için dediklerini duysam bile anlamakta zorluk çekiyordum. Geç kalmak? Onun yüzünden? Devam etmek?
Gözlerimi kırpıştırarak, "Ne?" dedim aval aval.
"Fransızca dersi almıyor musun sen?"
"Evet. Neden?" dedim kısık bir sesle.
"Ödeviniz yok mu? Gitmen gereken tiyatro birkaç dakika önce başladı." Kaşlarını kaldırdı ve çenesiyle duvardaki saati işaret etti, hâlâ yüzüne aval aval bakıyor olduğum için hafif bir gülümsemeyle "Yine geç kalacaksın." diye açıkladı.
Birden neyi unuttuğumu hatırlayıverdim.
Ah, kahretsin!
Tiyatro gösterisi!
Daha da önemlisi, Fransızca ödevim!
Geç kalma takıntısı olan bir kıza göre bir günde gitmem gereken yere iki kez geç kalmayı becermem büyük marifetti bence.
Elias, "Bende öyle düşünmüştüm zaten." diyerek ceketini yeniden bir çırpıda omuzlarına geçirdi.
"Ben... Gitmeliyim. Sonra gö..." diyordum ki, ne demek üzere olduğumu fark edince dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım. Hayır, yine olmaz. Başımı hızla iki yana salladım ve hiç olmadığım kadar samimi bir şekilde, affedilmeyi uman bir çocuğun ses tonuyla, "Kendine iyi bak, olur mu?" dedim onun yerine.
Elias dondu kaldı ve bir an sonra soğuk bir şekilde gülümsedi. "Tabi. Sen de." diyerek veda eder gibi elini kaldırırken bu konuşmayı sürdürme niyetinde olmadığını anladım. Sonra da çıkışa doğru yürüdü. Benim gitmem gereken yer ise tam aksi yöndeydi. Ona sırtımı dönerken yüzüm hüzünle asıldı. Konferans salonuna yürürken bile aklım hâlâ ondaydı. Dünyada böyle şeyler olduğu gerçeğini bilmeme rağmen babasının Elias'ı dövdüğü gerçeği beni çok sarsmıştı. Onu düşünmeden edemiyordum. Belki de babamla bu konuyu konuşmalıydım. Bir polis olduğu için böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bilirdi ve belki, bir ihtimal, Elias'a yardım etmem için bana akıl verirdi. Bu konu hakkında daha sonra babamla ve annemle konuşmayı aklımın bir köşesine not ederken en alt katta olan konferans salonunun çift kanatlı kapısını ittirerek içeri girdim.
Geç kaldığım için yan yana dizilmiş kırmızı koltukların çoğunda öğrenciler vardı. Kenarda bekleyen öğretmenlerden birine geç kaldığım için özür dileyen bir gülümseme gönderdikten sonra daha boş olan ön koltuklara yürüdüm. İnsanlardan en uzak olan köşeye oturdum ve not yazmak için çantamdan bir not defteri ve dolma kalem çıkardım. Loş sahnede birkaç tahta ev, ahır, çimen ve çit dekoru vardı. Tavandan ise pamuklardan yapılmış yapay bulutlar, soluk bir ışık saçan yıldızlar ve kocaman, parlak bir topu andıran dolunay sarkıyordu. Sahne dekorunu ayarlayan her kimse, epey uğraşmış olsa gerekti.
Oyunun insanlardan oluşacağını sanmıştım ama tam aksine, hayvan kostümü giymiş oyuncular sahneye çıkınca şaşırdım. Sadece tek bir insan vardı. O da elinde bir içki şişesiyle sızmış, yüksek sesle horluyordu. Bir sürü hayvanla birlikte kocaman kulaklı, çirkin ve yaşlı bir domuz maskesi takan şişman bir oyuncu sahneye çıktığında ve birkaç Fransızca kelime söylediğinde, dediğinden hiçbir halt anlamasam da, çok kitap okuyan biri olduğum için oyunun ne olduğunu anlamıştım.
Hayvan Çiftliği...
Bu oyun, Hayvan Çiftliği'ydi.
On beş yaşında okuduğum bir kitabın tiyatrosunu izlemek biraz garip hissettirse de en azından kitapları replikleri bildiğim için oyuncuların ne konuştuğunu kafamda canlandırabiliyordum ve bunun bu kadar eğlenceli olacağını kim tahmin ederdi ki? Kendi kafamdan komik konuşmalar uydurduğum için kıkır kıkır gülüyor, arada sırada da yapabildiğim kadarıyla Fransızca notlar alıyordum.
Sahneden gür bir ses yükseldi;
"Kurdeleler giysi sayılır. Giysilerse insanlara özgüdür. Bütün hayvanlar çıplak dolaşmalı."
Boxer toynağını yere vurarak kulaklarını sineklerden korumak için takıyor olduğu şapkasını çıkarıp yere atarken bu replik kafamın içinde dönmüştü ve yeniden kısık bir sesle gülmeme neden olmuştu. Neden bu repliği ezbere bildiğimi bende bilmiyordum. Çok garipti. Galiba küçükken beni en çok güldüren kısım bu olduğu içindi.
Bay Jones'ın kısmı geldiğinde aldığım notlar bütün bir sayfayı kaplıyordu. Fransızcam o kadar iyi olmadığı için bilmediğim kelimeleri kendi dilimde yazmıştım, daha sonra bu kelimeleri çevirecektim. Kalemimi dişleyerek Snowball ve Napoleon adlı domuzların konuşmalarını izliyor, bir yandan da 'tartışmanın' Fransızcasının ne demek olduğunu düşünüyordum. Kelime dilimin ucundaydı ama bir türlü hatırlayamıyordum. Kafama vurma isteğini bastırarak kendi kendime homurdandım. Bir dil nasıl bu kadar zor olabilirdi ki? Sorun bende miydi? Belki de dil öğrenmek konusunda yeterince kabiliyetli değildim? En sonunda boş vererek çevirisine daha sonra bakmak için 'tartışma' ve 'kavga' kelimesini sayfanın kenarına not ettim.
Bu ödev aklımı biraz olsun Elias'tan uzaklaştırdığı için daha rahat olsam da hâlâ az önceki karşılaşmamızın etkisini üzerimde hissediyordum. Bu çocuk aklımdan çıkmıyordu. Andy'nin saçma sapan tehdidi bile umurumda değildi. Yumruk yaptığım elimi yanağıma yaslayarak iç geçirdim. Acaba eve mi gitmişti? Gitmediğini umuyordum ama gitmemiş bile olsa akşam olunca gitmek zorunda kalmayacak mıydı?
Umarım iyidir, diye düşündüm.
Elias'a karşı yine ne kadar anaç davrandığımı fark edince yüzümü buruşturdum. Tanrım, buna bir son vermeliydim! Dediği gibi, ona acımama ihtiyacı yoktu. Onu düşünmeme de ihtiyacı yoktu.
Arka tarafımda bir hareketlenme hissedince yerimden hafifçe sıçradım. Burayı diğer öğrencilerden en uzak olan nokta olduğu için seçmiştim ama görünüşe göre bu yalnızlığım fazla uzun sürmeyecekti. Şaşkın bir halde sadece bir koltuk geride oturan öğrencilere bakmak için döndüm çünkü çok fazla gülüşüyorlardı. Ashley'i hemen tanıdım. Ah, benim şansım! O da hemen fark etti beni. Beni gördüğü için şaşırmış gibiydi ama şaşkınlığını hemen üzerinden attı ve başını yana eğip pırıl pırıl bir gülümsemeyle bana el salladı. Galiba gerçekten iyi niyetliydi. Yanında oturan ve gerçekten de esmer güzeli olan Lee, Ashley'in bana el salladığını görünce kısık sesle bir şeyler söyledi. Hemen yanlarında Derek adında bir çocuk ve birkaç kızlı erkekli öğrenci daha duruyordu. Tek bir arkadaşım bile yokken bu kadar kalabalık bir arkadaş grubunu görmek benim için biraz şaşırtıcıydı. Fazla kabalık edip de gözlerimi onlara dikip bakmak istemediğim için önüme döndüm ve yapmam gereken ödeve odaklanmaya çalıştım.
Yanımdaki koltuğa biri oturduğunda şaşkınlıktan olsa gerek, kalemimi koltukların arasındaki boşluğa düşürdüm. Panikle eğilip kalemimi yerden alırken, 'Tek istediğim yalnız başıma ödev yapmaktı!' diye geçirdim içimden. Gerçekten de çok talihsiz bir gün geçiriyordum. Kalemimi alıp doğrulurken kızıl saçlarımın arasından yanımda oturan çocuğa baktım. Loş sahne ışıklandırması yüzünden başta onu uzun boylu, koyu saçlı bir gölge şeklinde görsem de ışıklandırma değişince yüz hatları hafifçe aydınlandı. Sahneye bakan Dallas'a bakarken az kalsın küçük dilimi yutacaktım. Bana bakmıyordu, ki bakmasını da beklemiyordum zaten. Kaşının üzerine düşen saç tutamını düzeltmek istediğimi hissederken, ona fazla bakmış olmalıyım ki, Dallas gözlerini sahneden ayırdı ve şaşkın, kahverengi gözlerime çevirdi. Kahretsin! Ona bakarken yakalanmıştım! 'Neye bakıyorsun sen?' der gibi başını yana eğip gözlerimin tam içine bakınca daha da panikledim. Hemen doğruldum ve belki de sorabileceğim en saçma şeyi sordum.
"Neden?"
Üç yıldır ilk kez konuşuyorduk ve ona sorduğum ilk şey de buydu. Ben ve benim muhteşem iletişim becerilerim...
Dallas'da sorumun saçmalığını fark etmiş olmalı ki, bana anlamadığını gösteren bir bakış attı. "Anlamadım."
Kapa. Çeneni. Hemen. Seni. Geri. Zekalı.
"Neden buraya oturuyorsun?"
Şaşkın şaşkın kaşlarını çattı. Sonra da elini koltuğumun arkasına atıp hafifçe üzerime eğildi. Hâlâ kişisel mesafemizi fazlasıyla koruyor olsa da böyle bir harekete alışkın olmadığım için ister istemez gerilmiştim. Yine gözlerimin tam içine bakarak, biraz bilmiş bir tavırla, "Buraya oturmanın yasak olduğunu bilmiyordum." dediğinde arkaya kısa bir bakış attım.
"Değil ama... Arkadaşların... Orada..."
Tanrım, derdim neydi benim? Neden konuşmayı yeni öğrenen biri gibi davranıyordum? Benim iki kelimeyi bile bir araya getiremeyen salağın teki olduğumu düşünecekti.
Dallas, omzunun üzerinden gülüşen arkadaşlarına bir göz atarken ondan yayılan pahalı parfüm ve bana dışarıdaki yağmuru hatırlatan toprak kokusu burnuma doldu. Güzel kokuyor, diye düşündüm istemeden. Gözlerim saçlarına, annesinden yadigâr olan o ufak, daha açık tutama kaydı bir an. Saçları da oldukça yumuşak görünüyordu. Çocuğun kendine baktığı kesindi. "Onlarla vakit geçirmekle bir sorunum yok ama tiyatro izlemek için fazla gürültülüler. Bildiğim kadarıyla buradaki en sessiz kişi sensin." diye açıklayarak şaşkın, paniklemiş yüzüme geri baktı. Sesi onay bekler gibiydi fakat o anda ne demek istediğini kesinlikle anlamamıştım. Çok rahat, çok basit bir şekilde konuşuyordu benimle; Buna, insanlarla bu şekilde sohbet etmeye alışkın olduğu her halinden belliydi. "Neden öyle bakıyorsun?"
"Nasıl bakıyorum?" Sesim mi titredi?
"Korkmuş gibi. Cidden buraya oturmak için senden izin almam mı gerekiyor?"
Ciddi miydi yoksa dalga mı geçiyordu emin değildim fakat her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, başımla onaylayıp, "Evet," dedim panikle ve Dallas hafif bir şaşkınlıkla kaşlarını çatarken gözlerim de iri iri açıldı. Kahretsin ya! İyice panikledim ve bu defa başımı hayır anlamında sallarken ellerimi ona doğru savurup durdum. "Yani, demek istediğim... Hayır, istediğin yere oturabilirsin. Özür dilerim."
"Özür mü diliyorsun? Ne için?"
Biri beni susturabilir mi acaba?
Zor duyulur bir sesle, "Şey... Affedersin," diyerek yine bir nevi özür dileyince Dallas kaşlarını kaldırdı, bu da diyebileceği her türlü şeyden daha çok utandırdı beni. Kelime dağarcığı 'Özür dilerim' 'Ne?' Neden?' gibi birkaç sözcükten oluşan bir geri zekalı gibi görünüyor olmalıydım. Yüzümün kıpkırmızı kesildiğinden emin bir şekilde, teslim olurcasına avuçlarımı havaya kaldırdım. Tamam, yeter, sus artık, diye kızdım kendime. Yeniden önümdeki sahneye odaklanırken Dallas'ın bir süre yüzüme baktığını, sonra onun da aynısını yaptığını fark ettim. Sanırım garip, anlam verilmez hallerimi umursamamaya karar vermişti. Ne büyük rahatlama ama! Gevşeyerek nefesimi üfledim, zira biraz daha konuşmaya devam etseydik kendi mezarımı kendi ellerimle kazacak, bir de içine girip ölmeyi bekleyecektim.