Babam yaya geçidinde durup doğurmak üzereymiş gibi görünen hamile bir kadına yol verirken kendimi bir sülük gibi hissetmem normal miydi? Yola çıkalı beş dakika olmamıştı ve ben daha şimdiden Elias'ı görmek istediğim için pişman olmaya başlamıştım. Ya beni gördüğü için kızarsa, diye düşünmekten artık başıma ağrılar saplanıyordu. Bu ihtimali görmezden gelemezdim. Ne de olsa Elias'ın nasıl tepki vereceği hiç belli olmuyordu. Bana 'Benimle dalga mı geçiyorsun? Defol git buradan!' falan derse utançtan yerin yedi kat dibine girerdim herhalde. Bunun düşüncesi bile karnıma krampların girmesine neden oluyordu. Gerginliğim öyle korkunç bir boyuttaydı ki bir an babama arabayı ilk dönemeçten döndürmesini ve beni eve geri götürmesini söyleyecek gibi bile oldum!
Sonra derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım ve emniyet kemerimin kayışını tüm gücümle sıktım. 'İyi düşün, Cassie.' dedim kendi kendime - İyi düşün ki iyi olsun. Her şey olacağına varır. En kötü ihtimalle onun için endişelendiğin için Elias'tan özür diler ve tüm sene boyunca onu görmezden gelmeye devam edersin.
Kulağa o kadar da kötü gelmiyordu aslında.
Hamile kadın öyle ağır hareket ediyordu ki, ancak dakikalar sonra yolun karşısına varmayı başarabilmişti. Babam devam etmek için vitese uzanırken bana kendimi çok garip hissetmeme neden olan bir bakış atarak huzursuzca koltukta kıvranmama neden oldu. Boğazını temizledi ve bu da neyin geldiğini anlamamı sağladı. Nihayet de "Elias adındaki şu 'arkadaşından' daha önce bahsettiğini duymamıştım." diyerek lafa girdi. Hafifçe güldü sonra. "Yanlış anlama, sosyalleşmeye karar verdiğin için çok mutluyum ama bu çocuk birden ortaya çıkmadı herhalde."
"Hayır, çıkmadı."
"Öyleyse, ne?"
Harika. Ne diyecektim şimdi ben?
"Aslında... Daha yeni konuşmaya başladık." diyerek nispeten de olsa doğruyu söyledim, sonrasında hemen ekledim. "İyi biri ama."
"Daha yeni konuşmaya başladıysanız iyi biri olduğunu nasıl bilebiliyorsun?"
İmâlı ses tonu yüzünden durakladım. Çekingen gözlerle babama bakarak "Hissedebiliyorum." diyebildim ve daha söylediğim anda bin pişman oldum. Bu, diyebileceğim en aptalca şeydi herhalde. Babam da yüzünü buruşturdu zaten.
"Cassie... İnsanları 'hissederek' tanıyamazsın. Bundan daha mantıklı olduğunu zannediyordum."
Şey... Bende.
En sonunda "O kadar da yakın değiliz." diye itiraf etmek zorunda kaldım. Yoksa ona aşık olduğumu falan düşünmeye başlayacaktı. Gergin gergin parmaklarımla oynamaya başlamadan önce umutsuz bir tavırla iç çektim. "Sadece onun için üzülüyorum ve babası öldüğü için nasıl olduğunu merak ediyorum. Hepsi bu. Yemin ederim."
"Eh, sen öyle diyorsan öyledir."
Bunu dedikten sonra radyoyu açmak için uzandı. The Beach Boys'un eski şarkılarından biri arabanın içinde duyulurken rahatlayarak nefesimi üfledim. En azından meseleyi uzatmıyordu, bu da bir şeydi. Bakışlarımı camdan dışarıya çevirip etrafta neler olduğuna göz gezdirdim. Birkaç ay önce tamamlanan tramvay hattı, birkaç eski ev ve bir sürü elektrik hattı haricinde pek bir şey yoktu. Hâlâ yağmaya devam eden yağmur yüzünden mi yoksa Elias hakkında öğrendiklerim yüzünden mi bilmem ama bu görüntü beni kasvetli bir hisse boğuyordu. Elias burada mı yaşıyordu? Yabancısı olduğum bu kasabada, evimden sadece bir saat uzaklıkta? Belki biraz sohbet etseydik bunu bilirdim.
Babam bir süre sonra arabayı tek tük evlerin sıralandığı küçük, şirin bir sokağa çevirdi. Gözlerimi etraftaki parklarda, sokak lambalarında gezdirirken hafifçe gülümsemeden edemedim. Elias'ın da benim gibi yüzde yüz bursla okuduğunu biliyordum. Yani bilmem kaç tane kapısı olan bir malikanede ya da kocaman, havuzlu bir villa da yaşamasını beklemiyordum... Yine de yaşadığımız yerlerin birbirine ne kadar benzediğini görmek onunla karşılaşma konusundaki gerginliğimi perçinliyordu, artık çok daha rahat hissediyordum.
Bir şey dediğini duyduğumda meraklı gözlerimi camdan ayırarak babama çevirdim.
"Haberciler çoktan evin ön tarafını doldurmuşlardır. Kimsenin basına bu olayla ilgili bir şeyler sızdırmasını ya da senin yüzünü çekmesini istemiyorum. Arka kapıdan gireceğiz."
Minnettar olarak gülümsedim ve hiç itiraf etmeden "Tamam." dedim. Basına yayılacak olan haberleri önlemek için mantıklı bir tutumdu bu.
"Ve hiçbir şekilde olay yerine girmeyeceksin. Anladın mı beni? Ne olursa olsun, oradan uzak duracaksın."
Aksini hiçbir zaman düşünmemiştim zaten.
Dakikalar sonra Elias'ın evine vardığımızda babamın haklı olduğunu gördüm; Kapının önü haber yapmak için doluşmuş olan gazetecilerle, kameramanlarla doluydu. Ön tarafta duran birkaç polis habercileri evden uzak tutmak için çabalarken evin önü tamamen tıkanmıştı. O yüzden babam direksiyonu kırdı ve arabayı sokağın köşesinden döndürdü. Artık eskimeye başlamış olan bir bahçe duvarının etrafından dolandık. Sonra da babam arabayı kimsenin fark etmeyeceği bir ara sokağa park etti. Onu evin arka kapısına kadar takip ederken o rahatsız edici gerginlik hissi yine gelip beni bulmuştu. Babam 'Olay Yeri - Girilmez' yazılı sarı bir şeridi kaldırıp altından geçerken ve benim de geçmem için yukarıda tutarken bende meraklı gözlerle etrafa bakıyordum. Küçük, şirin bir evdi burası. Mutlu bir aileye aitmiş gibi görünüyordu ama öyle değildi. Öyle olmadığını bilmek canımı sıkıyordu. Babam düşüncelerimden habersiz bir şekilde yanımdan ayrıldı ve iş arkadaşlarından biriyle birkaç dakika görüştükten sonra yanıma geldi.
"Benim olay yerine gitmem gerekiyor. Elias ön verandadaki merdivenlerde oturuyormuş. Gidip 'arkadaşınla' konuşabilirsin ama unutmayın, ikinizin de eve girmesi yasak."
"Tamam, baba."
Duraksadı ve sonra da tereddütle ekledi. "Ben buralarda olacağım ama yine de dikkatli ol."
İması karşısında gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.
"Merak etme baba, iyi olacağım. Elias bana zarar vermez. Onun gayet iyi biri olduğunu düşünüyorum." Bazen biraz kaba olsa da...
Babam ifademe dikkatle baktı ve huysuz bir çocuk gibi surat astığımı görünce tüm ciddiyetini kaybederek gülümsedi. "Cassie, öyle bakma bana. Sen benim tatlı balkabağımsın. Ben sadece senin-" O sırada iş arkadaşı olay yeri inceleme ekibinin geldiğini söyleyerek babama seslendi - şükürler olsun, çünkü bana 'tatlı balkabağım' dediğine göre yine çocukluğumun asla hatırlamak istemediğim utanç verici bir anısından bahsetmeye başlayacaktı. Babam arkadaşına başını salladı ve gitmeden önce gergin bir yüzle omuzlarımdan birine dokunarak "Sadece yarım saatin var." diye hatırlattı bana. "Sonra gideceğiz, tamam mı? Akşam yemeğine vaktinde yetişmezsek annen canımı okur."
Sadece yarım saat...
Bu yeterdi de artardı bile.
"Sorun değil." Kızıl bir tutamı kulağımın ardına götürürken çillerle kaplı burnumu kırıştırdım ve sonra da gülümsemek için kendimi zorladım. "Sen yapman gereken şey neyse onu yap."
"Öyle yapacağım. Ayrıca telefonun açık olsun. Eğer aradığımda açmazsan oraya gelir ve..."
"BABA!"
"Tamam, tamam. Kızma hemen. Sadece şaka yapıyordum." Polis şapkasının duruşunu düzeltti ve kıkır kıkır gülmeme neden olacak kadar tatlı bir şekilde göz kırpınca kızgınlığım hemen geçti. "Gidiyorum."
Yalnız kaldığımda ön verandaya gitmeden önce derin bir nefes aldım ve hırkamın kumaşını avuçlarımın içinde sıktım. Evden aceleyle çıkmadan önce elime gelen ilk şeyleri giymiştim. Elime gelen ilk şeyler ise bedenime tam olarak oturan kolsuz, mavi bluzum, kot pantolonum ve sıcak yaz gecelerinde üzerime geçiririm diye geçen yaz satın aldığım düşük omuzlu, beyaz hırkamdı. Bu pek de 'yağmurlu bir gün' kombini değildi ama babası ölmüş birini ziyaret ederken de bunu düşünecek değildim. Bunu yapabilirdim. Evet, yapabilirdim. Alt tarafı Elias'a babamın polis olduğunu, olanları duyduğumu, onu merak ettiğimi söyleyecektim. Sana ne, falan derse de özür dileyip geri dönerdim.
Elias'ın yanına doğru yürüyor olduğuma göre kendi kendimi gaza getirmekte hiç de fena değildim.
Onu gördüğümde Elias verandanın ön tarafındaydı. Ahşap merdivenlerde oturuyor, başını ellerinin arasına almış, hiç kıpırdamadan duruyordu. Gerçek dünyadan soyutlanmış bir halde düşüncelerinin arasında kaybolmuştu. Öyle ki dibine kadar gidip tentenin altında durduğumda bile varlığımı fark etmedi. Bir an çenesini tutup kaldırmak istediğimi hissettim ama muhtemelen ona dokunmak iyi bir fikir değildi.
Bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladım.
Sonra birden lafa nasıl gireceğimi, nasıl sohbet başlayacağımı hiç düşünmediğimi fark ettim. Kahretsin. Bunu nasıl atlamıştım ben? 'Selam!' desem çok absürt mü olurdu acaba? Ah, ne diyordum ben? Elbette olurdu! Çocuğun babası öldürülmüştü yahu! Kafamı duvara vura vura kıvılcım çıkartasım vardı. Belki böylece söyleyecek bir şeyler bulabilirdim.
Ağzımı açtım ve içime kaçmış gibi çekingen çıkan bir sesle lafa girdim.
"Elias, ben..."
Kara kara lafa nasıl devam edeceğimi düşünürken kelimeler boğazıma dizildi. Tanrım, konuşmayı bile bilmeyen bir salak gibi davranıyordum! Elias oldukça yüksek bir sesle iç geçirdi ve "Gerçekten beni takip etmeyi bırakmalısın, Cassie." diyerek ellerini başından çekip yüzüme bakmak için kehribar rengi gözlerini kaldırdı. Kekeledim. Bocaladım. Kıpkırmızı kesildiğimi hissedebiliyordum. Dediği şey yüzünden sanki onu takip edip duran ürkütücü bir sapık gibi hissediyordum kendimi. Biraz fazla yüksek bir sesle kendimi açıklamaya başlarken ellerimi havada panikle salladım. "Ben seni takip etmiyordum! Yemin ederim! Sadece babam kasabada polis ve ben de-"
"Hey... Sakin ol." Kendini hafifçe gülümsemeye zorlasa da gülümsemesi buruk, ifadesi de üzgündü. Ahşap basamağa avucunu vurdu. "Sadece şaka yapıyorum. Gel, otur."
Yanındaki boşluğa aval aval baktım ve bu dostça daveti reddetmeyi kendime yakıştırmayarak merdivenlerde Elias'ın yanına oturdum. Sonra da onu göz ucuyla süzdüm. Üzerini değiştirmemişti. Ceketini çıkarmış olsa da hâlâ okul gömleği ve kravatı ile duruyordu. Aslında beni yanına davet etmesi beni şaşırtmıştı. Bunu beklediğimi söyleyemezdim. Bu, artık bana sinir olmadığı anlamına mı geliyordu? Bir süre sessizce yan yana oturduk ve çimleri biçilmesi gereken bahçeye baktık. Gözlerimi yabani bir sarmaşığa dikerken endişeyle alt dudağımı ısırdım. Elias yalnızdı, demek istediğim gerçekten yalnız. Etrafta polisler, görevliler ve ben haricinde tek bir kişi bile yoktu. Neden benden başka kimse gelmemişti? Hiç akrabası yok muydu? Ya annesi, o neredeydi? Yarasını deşmek ya da meraklı bir cadı gibi görünmek istemediğim için bunları sormuyor olsam da cevaplarını deli gibi merak ediyordum...
Daha sonra belki de ihtiyacı olan o tek soruyu sordum ona.
"İyi misin?" dedim endişeyle.
Yine iç geçirdi. "Eh. İdare ediyorum diyelim."
Umutla, "Sahiden mi?" dedim.
"Evet. Endişelenme, Cassie. Onun ölümüne o kadar da üzülmüyorum. Ne de olsa pisliğin tekiydi."
Bu durumda babasının ölümü hakkında yorum yapmamaya dikkat etmeyi kendime bininci defa hatırlatmam gerekti. Ne kadar pislik olursa olsun, ne düşündüğümü söylemek, özellikle de oğluna söylemek, benim haddim değildi. "Peki, madem." diye mırıldandım ve tereddüt ettikten sonra uzanıp dizinde duran parmaklarına dokundum. Arkadaşça davranmaya çalışıyordum. Elias'ın her şeyden çok bir desteğe ihtiyacı vardı. Parmaklarına dokunduğunda şaşırarak irkildi ama elini de geri çekmedi. "Yine de... Bilirsin... Tüm bunlar hakkında konuşmak istersen... Ben buradayım, seni istediğin kadar dinlerim."
Yüzüme dikkatle bakarken kaşlarını çatarak elini elimden çekti. Sanırım niyetimin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hakkımda ne düşünürse düşünsün, tamamen iyi niyetliydim. Gözlerime baktığında orada kötü bir his görmesine imkân yoktu. O da bunu anlamış olmalı ki, en sonunda pes ederek "O, benim gerçek babam değil." dedi.
Şaşırarak kaşlarımı kaldırdım, "Öyle mi?" dedim bu bilgiyi sindirmeye çalışırken.
"Bunu sana anlatmam ne kadar doğru bilmiyorum ama..."
"Hayır, öyle düşünme. Bana güvenebilirsin."
Güven kavramı ona yabancıydı. Bu yüzden bundan emin olamıyormuş gibi canı sıkkın bir şekilde bir nefes aldı. Devam etmeden önce başını öne eğerek gözlerini saçlarıyla örttü. Gergin gergin parmaklarıyla oynamaya başlarken bense onu dinlemeye, gerekirse destek olmaya hazırdım.
"Gerçek babam, ben dokuz yaşındayken bir market soygununda öldürüldü. Sonra annem bu ayyaş pislikle evlendi ve o da yeni evliliğinde, kendi deyimiyle, 'babasız bir piç' istemiyordu. Fakat o zamanlar ben küçük bir çocuktum ve annem de fazlasıyla iyimserdi. Aynı evde yaşarsak bir süre sonra adamın bana ısınacağını düşünüyordu. Ben de öyle sanıyordum. Öyle olmadı elbette. Zaten hayat çok nadiren düşündüğümüz gibi gider. Üvey babam, her zaman bir pislikti ama ben küçükken annem onu boşayacak diye bana vurmaya cesaret edemezdi. Yine de sürekli küfür ettiğini, bağırdığını ve beni odama kilitlediğini, günlerce orada bıraktığını hatırlıyorum. Sonra her şey daha da kötüleşti. Annem de onunla birlikte alkol kullanmaya başladı. İki yıl önce sarhoş olduğu için yaptığı bir trafik kazasında ölünce velayetim onda olduğu bu pislikle aynı evde yaşamaya devam etmek zorunda kaldım. Görünüşe göre bana şiddet uygulamasını engelleyen tek şey annemin varlığıymış."
Kelimeler, kelimeler nereye gitmişti böyle?
"Keşke," dedim güçlükle. "Keşke farklı bir hayatın olsaydı."
Fakat Elias beni duymuyor gibiydi.
"Bu senenin benim senem olacağını düşünmüştüm. Üniversite için onun olduğu bu cehennemden çok uzaklara gitmeyi, hayatıma yeni baştan başlamayı hayal ediyordum. Bir daha asla buraya geri dönmeyecektim."
"Elias, ben çok üzgünüm."
Lanet olsun ki, elimden bunu demek dışında bir şey gelmiyordu. Şimdi onu çok daha iyi anlıyordum. Üvey babasının yaptıklarının yanında Andy'nin yaptıklarının hiçbir şeymiş gibi gelmesi o kadar normaldi ki, tepki vermemesine şaşırmıyordum artık. Elias kolundaki morluğa, gömleğinin üzerinden dokundu ve anında acıyla tıslayarak dişlerini birbirine bastırdı. "Çoğu zaman ölse daha iyi diye düşünürdüm ama bir gün bunun gerçek olacağını hiç düşünmemiştim."
"Elias... Ben gerçekten çok üzgünüm."
"Üzülme," dedi yavaşça. "Ben değilim. Bu beni berbat bir insan yapsa da umurumda değil, umarım ölürken acı çekmiştir."
'Ah, umarım!' diye geçirdim içimden ve ölen bir insana karşı hissediyor olduğum bu nefret beni şaşkına çevirdi. Bu hiç benlik bir şey değildi. Babam bir polis olduğu için birini 'öldürmek' yerine 'yasaların önüne çıkartılmasını' tercih etmem gerekirdi ama kahretsin, çocuğuna kötü davranan ebeveynlerin cezası neydi ki zaten? Hiç değilse katilin yakalanmasını istediğimi ama adamın ölümüne hiç üzülmediğimi söyleyebilirdim.
Düşüncelerimin gittiği yön yüzünden neredeyse utandığımı hissederek başımı salladım. "Öyle düşünme. Berbat biri değilsin. Bence yerinde kim olsa aynı şekilde düşünürdü." diyerek teselli etmeye çalıştım onu. Elias cevap vermedi. Ben de daha fazla üstelemedim. Küçük, tatlı sessizliğimizin keyfini çıkararak yan yana oturduk. O an son üç senedir olmadığımız kadar yakındık, ki son üç senedir birbirimize 'selam' bile vermiyorduk. Şimdi ise Elias'ın evimdeydim, yanındaydım ve en karanlık sırrını biliyordum. Üstelik tüm bunlar sadece bir gün içinde olmuştu.
Adım seslerinin bize doğru yaklaştığını duyana kadar hiçbir şey konuşmadık. Babamın bize doğru geldiğini görmek için başımı çevirdiğimde sakinliğim ister istemez uçup gitti çünkü ifadesinde garip bir şey vardı, kızgın görünüyordu ve yüzünde yine o hiç hoşuma gitmeyen 'Ben polisim!' ifadesi vardı. Hemen ayağa kalktım. Ben kalkınca Elias'ta ayağa kalktı. Babam karşımıza gelip çok ciddi bir tonla "Elias, değil mi? Sana birkaç soru sormam gerekiyor." dediğinde homurdanmamak için kendimi zor tutuyordum. Beni görmezden geliyordu ve ciddi ciddi polisçilik oynuyordu.
"Evet, elbette." dedi Elias, babamla konuştuğundan tamamen habersiz bir şekilde.
"Komşunuz Bay Stevens hakkında bildiğin her şeyi bana anlatmanı istiyorum. Diğer komşularınızın dediğine göre baban ve o bu sabah kavga etmişler. Galiba baban adamın köpeğini tekmelemiş."
"Onlar sürekli kavga ederler ama Bay Stevens birini öldürebilecek türden biri değil. Ayrıca babam istediği zaman çok sinir bozucu olabiliyor."
Babam ellerini bir kenarında silah, diğer yanında da telsiz olan kemerinin kenarına koyarak Elias'a dik dik baktı. Neden babası yerine bir şüpheliyi savunduğunu anlamıyor gibiydi. Bana 'Derdi ne bu çocuğun?' der gibi tek kaşını kaldırarak baktığında omuzlarımı silkerek cevap verdim. Bir şeyler öğrenmek istiyorsa bana değil Elias'a sormalıydı. Dudaklarım mühürlüydü ve her ne kadar babamın çok iyi, anlayışlı ve destekçi bir adam olduğunu bilsem de bu konu hakkında benden tek laf alamazdı.
Babam, sessizliğim karşısında iç geçirdi ve "Evde birkaç uyuşturucu aparatı bulduk. Babanın başının bu yüzden belaya girdiğini düşünüyoruz." diyerek pat diye konuya girdi. Elias bundan bahsetmiş olmasına rağmen tiksintiyle ürperdiğimi hissettim. Sonra babam değerlendirir gibi Elias'ı süzdü. Bakışları öyle sertti ki ben bile gerilmiştim. "Babanın hangi tür uyuşturucu kullandığını biliyor musun, evlat?"
"Galiba... Eroindi. Bilmiyorum. Sürekli yeni şeyler dener."
"Anlıyorum." dedi babam o sert ifadesini hiç bozmadan. Huzursuzca yerimde kıpırdanıp durdum. Ah, ne düşündüğünü anlayabilseydim keşke! "Nereden alıyor uyuşturucuyu?"
Elias, çok sakin bir sesle "Bilmiyorum." dedi. "Pek sohbet etmeyiz biz."
Hoşnutsuz bir ifadeyle "Bunu neden ona soruyorsun?" diye sordum.
"Nedeni açık değil mi?" Babam bana bilmiş bir bakış fırlattı ve soğuk ifadesini bir an olsun bozmadan, çenesinin ucuyla Elias'ın durduğu yeri işaret etti. "Belki o da babasıyla birlikte kullanıyordur ve babasının uyuşturucuyu nereden aldığını biliyorsa eğer bu şüpheli listemizi bir hayli azaltır."
Elias, sorudan tiksinerek yüzünü buruşturdu.
"Baba!" dedim müthiş bir öfkeyle. "Hemen kes şunu. Ciddiyim."
"Üzgünüm, tatlım. Prosedür böyle." dedi çok ciddi bir sesle, ardından anlamamı istercesine tane tane söyledi. "Sormak zorundayım."
Sormak zorunda falan değildi. Sadece aşırı korumacı bir baba gibi davranıyordu ve kasten davransa bile ancak bu kadar kaba olabilirdi! Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve suratımı asarak ne kadar bozulduğumu göstermek için anlamsızca bir şeyler homurdandım. O an küçük, huysuz bir kız çocuğuna benziyor olmalıydım. Ortamın ne kadar gerildiğini fark eden Elias yumuşak bir sesle "Sorun değil." diye araya girdi. "Böyle düşünmeniz çok normal. Uyuşturucu kullanmıyorum, efendim."
Babam gözlerini devirdi, pek iknâ olmamış gibiydi ve gayet net bir şekilde babası yüzünden Elias'tan hiç hoşlanmamıştı. Aslında hiç böyle biri değildi. Neden böyle kaba davrandığını bende anlamıyordum. Şu an olay yerinde olduğumuz için miydi? Ya da benim yüzümden miydi?
Sırf konuyu değiştirmek için "Şimdi ne yapacaksın?" diye sordum Elias'a ve sonra da endişeyle devam ettim. "Kalacak bir yerin var mı?"
"Ne yapacağıma karar verene kadar dayım onda kalabileceğimi söyledi." İfademin farkına vardı. Hafifçe güldü ve bu içten bir gülüştü. "O iyi bir adamdır." diye açıklarken geldiğimden beri ilk defa sesinde keyifli bir muziplik vardı. "Merak etme, beni evine götürmene gerek yok."
"Tamam. Şey... Bir şeye ihtiyacın falan olursa..."
"Seni ararım, anladım."
Rahatlarken omuzlarım düştü, beni yine tersleyeceğini falan düşünmüştüm herhalde. Sırt çantamın içinden küçük bir not defteri ve kalem çıkararak hızlıca telefon numaramı yazdım. Sonra da kağıdı koparıp Elias'a uzattım. Elias parmaklarıma dokunmamaya dikkat ederek kağıdı aldı ve bir an dalgın bir ifadeyle numarama baktı. Babam, yüksek sesle boğazını temizleyerek, "Cassie... Akşam yemeği." diye hatırlattı. "Sana söylemiştim. Vaktinde o yemek masasında olmazsak annen delirir."
Pudra pembesi kol saatime baktığımda gerçekten de akşam yemeği saatinin gelmek üzere olduğunu gördüm. Bahçe kapısına doğru yürüyen babamı takip ederken - anlık bir kararla - döndüm ve Elias'a hafifçe el salladım. Şaşırdı. Sonra o da bana el salladı. Bu kavram hâlâ kalbimi kırıyor olsa da biz neredeyse... İki arkadaş gibiydik. Aslında ne Elias ne de Ashley gibi arkadaşlara ihtiyacım olduğunu düşünürdüm. Tek başıma mutluydum ben ama birinin kötü bir anında yanında olduğunuzda, ister istemez, kendinizi ona yakın hissediyordunuz. Tıpkı şimdiki gibi.