?2.BÖLÜM: SENATÖRÜN OĞLU

3340 Words
Toplum ve Devlet sınıfının önüne geldiğimde sınıf kapısının yeni temizlenmiş olan camından dersin çoktan başlamış olduğunu gördüm. Sınıfa sonradan giren olmak kadar berbat olan çok az şey vardır, özellikle de benim gibi okula hiç geç kalmama rekorunu elinde tutuyorsanız. Bardağa dolu tarafından bakarsak, Bay Arthur çok anlayışlı ve tatlı bir öğretmendi. Kolay kolay bir öğrenciye kızdığını görmezdiniz - Ama görünüşe göre şans beni terk edeli uzun zaman olmuştu. Kapıyı işaret parmağımın tersiyle üç kere çalıp çekingen bir ifadeyle içeri girdiğimde Bay Arthur masasında oturmuş, biraz agresif görünen bir tavırla dersini anlatıyordu. "Avrupa Rönesans'ı sırasında, özellikle de on altıncı yüzyılda, simya üzerine çalışmalar dünya çapında yaygın olmaya başlamıştı. Bu da o dönemde toplum üzerinde büyük bir etki yarattı. Üst düzey yetkililer, bilhassa da devlet liderleri..." Bay Arthur, beni fark etti. Sesi yavaş yavaş kısıldı. Tipik ılımlı halinden eser kalmadığını gösterircesine kaşlarını çatmıştı. Her ne kadar çok tatlı bir öğretmen olsa da her öğretmen gibi o da dersinin bölünmesinden nefret ederdi. Bu arada da sınıftaki herkes en az bir kere de olsa bana bakmıştı. Bu ise rahatsızlığımı daha da ön plana çıkarmıştı. Göz önünde olmak beni acayip geriyordu. Onun yerine kendi küçük, yalnız köşemde kalmayı tercih ederdim. Bir an önce sandalyeme geçmek istediğim için acele etmeye çalışarak dudaklarımı araladım, saygılı ve yumuşak bir sesle konuştum. "İyi günler, Bay Arthur. Böldüğüm için özür dilerim." Ağır ağır, "Pekâlâ," diyerek dolmakaleminin ucunu birkaç defa masaya vurdu ve bana bilmiş bir bakış fırlattı. Dökülmeye başlamış beyaz saçları, yuvarlak gözleri ve zebra desenli gözlükleriyle Bay Arthur adeta sevimli bir çizgi film karakterini andırıyordu. "Bu ilginç işte. Sen geç kalır mıydın, Cassie?" dedi şakacı bir şekilde. Çantamın kulpunu suyunu çıkarmak istercesine sıktıktan sonra cılız bir gülümsemeyle, kendimi savunmak adına, "Özür dilerim. Bu sabah..." diye lafa girdim. Sonra aniden vazgeçtim. Hayır, Elias ve Andy ile olanları tüm bir sınıfın önünde anlatmak doğru olmazdı. "Birkaç aksilik oldu. Geç kalmak istemezdim. Girebilir miyim?" "Geç bakalım. Bir dahakine evden daha erken çık ama." Gülümseyerek başımı tamam anlamında salladım. Sınıflarda belli bir oturma düzeni yoktu. O yüzden ön sıralarda oturan ve notlarının kenarına çiçekler ve böcekler karalayan bir kızın yanındaki boş sandalyeyi çektim. Kız bana baktı ve hafif bir gülümseme verdi ama ondan tarafa bakmadan uzun, kızıl saçlarımı yanıma atarak aramıza bir bariyer ördüm. Kız bariz bir şekilde bozularak önüne döndü. Defterimi ve ders kitabımı çantamdan çıkarıp not almak için yeni bir sayfa açarken aklım hâlâ Elias'taydı. Kalemimi parmaklarımın arasında sıkmaya başladım. Onun umurunda bile olmasa da iyi olup olmadığını bilmek istiyordum. Bunu bilmeye ihtiyacım vardı ama Elias ile yeniden konuşmamın imkânı olmadığının da farkındaydım. Sıkıntıyla soluyarak parmaklarımı yüzümde gezdirdim. Böyle hissetmem hem garip hem de anlamsızdı çünkü Elias ve ben arkadaş falan değildik. Galiba sadece vicdan yapıyordum. Kafamı iki yana saklayıp derin bir nefes alarak Bay Arthur'un dediklerine odaklanmaya, her zamanki gibi dikkatli bir şekilde notlarımı almaya başladım. En azından derse odaklanmak biraz olsun aklımı dağıttı da bir noktadan sonra sabah olanları unutarak her zamanki gibi hissetmeye başladım ama içimden bir ses, Andy ve o baş belası arkadaşlarına karşı dikkatli olmam gerektiğini söylüyordu. Ne olursa olsun, onun gibi zorbalardan nefret ediyordum. 🔸🔸🔸 Sabah olanlar yüzünden mi bilmem, o gün her zamankinden daha ağır geçiyor gibiydi. Trigonometri, ABD tarihi ve psikoloji sınıfına girip parmaklarım ağrıyana kadar not tuttuktan sonra öğlen arasının geldiğini belli eden zil okul koridorlarında yankı yaptı. Bakışlarımı duvar saatinden çekerken ani bir mutlulukla 'Nihayet!' diye düşündüm. Normalde ders dinlemeyi seven bir öğrenci olmama rağmen Andy ve arkadaşları yüzünden bir şeylere tahammül etme seviyem bir hayli düşmüştü. Bir an önce okul bitsin de eve gideyim, yatağıma gireyim, Netflix açıp film izleyeyim istiyordum. Hatırladığım kadarıyla izleme listem bir hayli kabarmıştı. Yine de içten içe yeni bir şeyler aramak yerine Family Guy'un eski bölümlerini açıp yeniden izleyeceğimi biliyordum. "Sınavın kompozisyon bölümü için sizden bu dönem işlemediğimiz bir çalışmayı araştırıp kaleme almanızı istiyorum. Yazdığınız kompozisyonun sınavın yüzde yirmi beşini oluşturacağını unutmayın lütfen. Sadece bir gününüz var. İyi günler, çocuklar." Psikoloji öğretmenimiz kritik bir bilgi verdiği halde öğrenciler çantalarını omuzlarına yüklemeye, yemekhaneye ve kantine inmek için toparlanmaya başladı. Arkamda oturan çocuklar bugünkü menünün köfteden, spagettiden ve çorbadan oluştuğunu söyleyince kendimi tutamayıp yüzümü buruşturdum. Hayır, köfte ve spagettiyle bir derdim yoktu ama şu an dünyadaki her türlü yemeği kulağa kötü getiren bir mide ağrısı çekiyordum. Bende o günkü yemek faslını atlamaya karar verdim. Annem bunu öğrenecek olsa çok kızardı ama kaçırılan bir öğün beni öldürmezdi. Defterimi kapatıp çantama yerleştirdiğim sırada öğrencilerden bir tanesi yüksek sesle "Oof. Verdiği ödeve bak. Bugün nasıl bitireceğiz?" diye yakındı. Başımı çevirip yakınan öğrenciye bakmadan edemedim. Oliver'dı. Oliver çekik gözleri olan, ince dudaklı, kısa saçlı, zayıfça bir öğrenciydi. Taktığı siyah, kare çerçeveli gözlükler ona zekice bir hava veriyordu. Aslında Oliver'ı pek tanımıyordum ama onun gibi insanları memnun etmenin zor olduğunu biliyordum. Oliver her zaman söylenir, bir şeylerden yakınırdı. Sürekli söylenen insanlar beni rahatsız ederdi. Yine de bu sefer biraz haklıydı aslında. Bir gün bir kompozisyon yazmak için yeterli bir süre değildi. Tüm bir gecemi bu ödeve ayırmam gerekecekti ama düşününce, Family Guy izlemek dışında yapacak başka bir işim de yoktu zaten. Kompozisyon için birkaç araştırma kitabı bulmak, biraz da kitap okumak amacıyla okul kütüphanesine gitmeye karar verdim. Herkesle birlikte sınıftan çıkarak kütüphaneye doğru, tam aksi yöne yürümeye başladım. Üzerinde, 'Sessiz Olun ve Lütfen Dışarıdan Yiyecek Getirmeyin!' yazan çift kanatlı kapıyı ittirip içeri girdiğimde kütüphane görevlisi ve benim gibi ders çalışmak için oraya gelmiş birkaç öğrenci dışında kütüphanenin pek de kalabalık olmadığını gördüm. Kapının hemen kenarındaki duvara süs amacıyla konulmuş dev duvar saati on ikiyi yirmi beş geçiyordu. Okulumuzun kütüphanesi oldukça renkliydi. Her bir bölümün kendi rengi vardı ve üst katla birleştiği için dört tane sarmal merdivenle diğer kata bağlanan dev bir odaydı. Buradaki her şey her zaman aşırı temiz, aşırı düzenli görünürdü. Harf sırasına göre ayrılmış kitaplarla dolu raflar bile simetri hastası birini rahatlatacak kadar düzgün bir şekilde art arda dizilmişti. Çantamı ders çalışma masalarından birine koyarak büyük bir istekle psikoloji bölümünün olduğu raflara gittim. İçinde daha önceki araştırmalar hakkında bilgiler yer alan kalın bir kitap buldum. Daha sonra da okumak için babamın en sevdiği eserlerden biri olan Beyaz Diş'i yanıma aldım. Bir süre kendimi tamamen derse vererek deneyleri ve analiz sonuçlarını okudum. Başta kompozisyon için Lauretta Bender'in şizofreni hastası çocuklara uyguladığı LSD deneyini tercih edecektim. Çocukların en küçüğünü üç yaşında olduğunu öğrenince ve okuduklarım beni giderek rahatsız etmeye başlayınca fikrimi hemen değiştirerek Milgram'in itaat deneyi üzerinde çalışmaya karar verdim. Bu... Daha insancıldı. En azından deneklerin rızası vardı ve kimsenin canı da yanmıyordu. Öğlen arasının yarısı bittiğinde bir sürü not almış, yazmam gereken kompozisyonun yarısını bitirmiştim. Ödevin geri kalanını evde yapmaya karar vererek biraz kafa dağıtmak için Beyaz Diş'i ilk sayfasını açtım ve daha önce defalarca okumuş olmama karşın yeniden okumaya başladım. Her şeyden önce, bu kitaba karşı ayrı bir sempatim olduğunu inkâr edemezdim. Belki de babamın hediye ettiği ilk kitaplardan biri olduğu içindi. Kitabın ilk çeyreğine geldiğimde zamanı kontrol etmek için duvardaki dev saate baktım. 13.17'ydi. Diğer dersim Fransızcaydı ve başlamasına sadece birkaç dakika kalmıştı. Sabahki durumdan sonra bir kere daha derse geç kalmayı göze alamazdım. Hızlı ama kimseyi rahatsız etmeyecek kadar sessiz bir biçimde eşyalarımı toparladım ve kütüphaneden çıkmadan önce Beyaz Diş'i yerine geri bırakmak için üstünde 'Klasikler' yazan mavi rafa yöneldim. Dar bir araya girip Jack London kitaplarının sıralı olduğu kısma doğru yürüdüm. Beyaz Diş'i, Martin Eden'nin yanındaki yerine geri koyarken sol tarafımdaki bir hareketlilik dikkatimi çekti. Genelde çevremdeki insanlarla pek ilgilenmezdim ama bu kısımda bizden başka kimse olmadığı için göz ucuyla o tarafa bakmaktan kendimi alamadım. Kuytu köşedeki çalışma masalarından birinde milyarlık işler yapan bir film yapımcısının kızı olduğu için neredeyse okuldaki herkesin tanıyor olduğu Ashley ve daha bu sabah TV'de gördüğüm o senatörün oğlunu gördüm. Sadece birkaç adım ötemdeydiler. Sohbet ediyor gibi bir havaları vardı. Ashley neşeli bir şekilde hiç durmadan bir şeyler anlatırken, senatörün oğlu da sandalyesinde arkaya yaslandı ve dudakları düz bir çizgi halini alırken rahatsız olduğunu belli eden net bir ifadeyle başını olumsuz anlamda iki yana salladı. Ellerinden birinde göz gezdirdiği, kalınca bir kitap vardı. Kitap tamamen İspanyolca yazıldığı için konusunun ne olduğunu anlayamasam da bir araştırma kitabı olduğu kapağından belli oluyordu. Ashley birden bana baktığında irkildim ve dikkatim dağıldığı için Beyaz Diş'i yere düşürdüm. Kısık sesle sakarlığıma lanetler ederek kitabı almak için eğildim. Onları izlerken yakalandığıma inanamıyordum! Bu çok utanç vericiydi! Bir an önce oradan uzaklaşmak istediğim için aceleyle kitabı yerine geri yerleştirdim. Fakat kahrolası kitap onu düzgün yerleştiremediğim için yine düştü! Derin bir iç çekerek ciğerlerimi havayla doldurdum ve bir an kitabı yerde bırakıp gitmeyi bile düşündüm. Sonra Ashley birden dibimde bitti. "Selam!" Benimle konuştuğu için biraz şaşırarak, kuru bir sesle, "Ah, selam?" dedim. Okulun ilk yılından beri Ashley ve ben her sene en az birkaç dersi ortak alırdık. Bu sene de Fransızca ve Biyoloji dersini birlikte alıyorduk ama bildiğim kadarıyla birbirimizle bir kere bile konuşmamıştık. Şimdi benimle konuşuyor olması garipti yani. Ben hâlâ bu durumu sindirmeye çalışırken Ashley yumuşak bir sesle, "Kitabı düşürmüşsün." diyerek zaten kabak gibi ortada olan bir gerçeği dile getirdi. "Evet, bende tam..." "Ben yardım ederim!" Ashley bana 'Gerek yok,' deme fırsatı bile tanımadan eğildi ve Beyaz Diş'i alıp çok dikkatli bir şekilde yerine geri koydu. "İşte, şimdi oldu." Saçını kulağının ardına ittirdi ve bana parlak, sevecen bir gülümseme verdi. Kabul edeceğim, Ashley çok güzel bir kızdı. Benim saçlarımla aynı boyda olan sarı saçları, bir çift mücevher gibi parlayan masmavi gözleri ve düzenli olarak bakım yaptığını gösteren parlak, pürüzsüz bir teni vardı. Üstelik atletikti de. Bildiğim kadarıyla okulun voleybol takımının en iyi oyuncusu ve kaptanıydı. Okuldaki çoğu erkeğin - hatta birkaç kızın bile - ona içten içe hayranlık duyduğundan, onunla çıkmak istediğinden eminim. Zaten işittiğim kadarıyla bu aralar Diego adındaki İspanyol bir mankenle çıkıyordu. Ya da onun gibi bir şey. Emin değilim. Sonuçta bu sadece bir dedikodu da olabilirdi. Kızın gözlerinin içine bakmayı reddederek, "Teşekkürler," deyip sırt çantamın kulpunu sertçe sıktım. Sesimin ilgisiz çıkması için elimden gelen her şeyi yapmayı ihmal etmemiştim. Açıkçası, kimseyle konuşacak havada değildim. Ashley, o sevecen gülümsemesini bir an olsun bozmadan "N'aber?" dediğinde benimle konuşmaya devam ettiği için afallayarak gözlerimi kırpıştırdım. Kısık bir sesle, çok klasik bir şekilde, "İyi," dedim. Bu da neydi böyle? Ne diye benimle konuşmaya çalışıyordu ki şimdi? Gitmek ister gibi etrafıma bakındığımda ne düşündüğümü fark etmiş olmalı ki, Ashley'in gülümsemesi soldu. "Bende iyiyim. Sorduğun için sağ ol." dedi bozulmuş bir şekilde. İç geçirdim bende. Yaptığım kabalıktan başka bir şey değildi, farkındaydım ama gerçekten şaşırmıştım, daha önce hiç denememişken bir anda böyle benimle konuşmaya çalışması... Nefesimi üfleyerek gözlerimi Ashley'in gözlerinden kaçırdığımda bakışlarım nedense biraz ilerimizde oturan senatörün oğluna kilitlendi. Bana soracak olursanız, Dallas'ın en ilginç özelliği gözleriydi, babasından yadigâr olan gözleri meşe ağacının yaprakları kadar yeşildi fakat o gözlerin hiçbir zaman bana baktığını görmezdim. Şimdi bile tamamen okuyor olduğu araştırma kitabına odaklanmıştı. Belli ki arkadaşıyla olan konuşmam umurunda değildi. Hatta çatık kaşları yüzünden bunu biraz can sıkıcı buluyor gibi bir hâli vardı. Bu noktada dürüst olacağım ve Dallas'ın gerçekten yakışıklı bir çocuk olduğunu kabul edeceğim. Yemyeşil gözleriyle, hafif uzun olan siyah saçlarıyla, yüz hatlarıyla ve upuzun, spor yaptığı için de yapılı ve kaslı olan bedeniyle çok hoş görünüyor, dergi kapaklarından fırlamış bir model gibi duruyordu. Şakağından çıkan incecik bir açık ton bukle, saçlarının siyahlığı biraz olsun bozuyordu. Daha önce Dallas'ın annesini bir kere televizyonda görmüştüm. O açık tutam şüphesiz genetikti. Üstelik Dallas sadece yakışıklı değildi, aynı zamanda da zeki ve kültürlüydü. Çoğu ülkeyi gezdiğini, hemen hemen her konu hakkında bir fikrinin olduğunu, notlarının da neredeyse benimki kadar yüksek olduğunu biliyordum. Her zaman kendinden emin ve güçlü görünür, sanki dediği her şeyden eminmiş gibi konuşurdu. Aslında herhangi birinin bu kadar mükemmel olması beni rahatsız ediyordu. Demek istediğim, ona baktığımda neden bu kadar popüler olduğunu anlayabiliyordum. Muhtemelen senatörün oğlu olmasaydı da durum aynı olurdu. Benden farklı olarak, bazı insanlar doğuştan böyledir. Ona fazla uzun bakarsam durum yanlış anlaşılacağı ve öyle utanç verici bir duruma düşmek istemeyeceğim için gözlerimi Ashley'e çevirdiğimde bir sonraki dersimin zili kütüphanede yankı yaptı. Bu garip konuşma bana zaman kaybettirmekten başka bir şey yapmamıştı. Aceleyle dönerek bir sonraki sınıfıma gitmeye çalıştığımda, Ashley şaşkın şaşkın, "Ama bu daha ilk zil." diye karşı çıktı. "Evet. Özür dilerim. Derse geç kalmayı göze alamam." Gerçi bir sonraki dersim Fransızcaydı ve o dersi de birlikte alıyorduk, ama neyse ne. "Biraz dakik misin?" "Galiba, genelde öyle olduğumu söylerler." Bekletilmekten ve bir iş üzerindeyken bölünmekten nefret ettiğim için bunu başka insanlara yapmamaya özen göstermek dakiklikse, evet, dakiktim. Hiçbir şey demeden çekip gitsem kabalık olur mu acaba, diye düşünüyordum ki Ashley tereddüt ederek, "Hey, baksana. Merak ediyordum da... Okuldan sonra benimle ve arkadaşlarımla takılmak ister misin? Kahve içmeye falan gideceğiz. Kahve sever misin, bilmiyorum ama bir sürü tatlı da satıyorlar. Profiterolleri mükemmeldir. Mutlaka denemelisin." diyerek beni kendi planına davet ettiğinde dondum kaldım. Yok artık! Şaka falan yapıyordu herhalde? Ashley'in arkadaş canlısı bir kız olduğunu hep biliyordum. Hatta çoğu zaman tatlı, küçük Tinker Bell'i andırıyordu ama bu davet de nereden çıkmıştı durduk yere? Yoksa onun hakkında yanılıyor muydum? Pek öyle birine benzemiyordu ama... Benim üzerimden arkadaşlarıyla şakalaşıyor falan olabilir miydi ki? Amacı ne olursa olsun, teklifi beni memnun etmek yerine canımı sıkmıştı. Hemen bir bahane bulmalıydım. Bende soğuk bir şekilde, "Üzgünüm. Okuldan sonra yapmam gereken bir iş var. Erkek kardeşimi almaya gitmeliyim." diyerek aklıma gelen ilk mantıklı, sorgulanmayacak yalanı söyleyiverdim. Ashley'in yüzü hafifçe asıldı. Galiba yalan söylediğimi o da anlamıştı. Biraz üzgün görünüyordu şimdi. Sarı saçlarını kulağının arkasına ittirdikten sonra cılız bir gülümsemeyle, "Şey... Başka zaman o zaman." diyerek yine de açık bir kapı bıraktı bana. İçten içe bunun hiçbir zaman olmayacağını bilsem de az önceki kabalığım yüzünden biraz pişmanlık hissediyordum. Galiba bu yüzden başımı tamam anlamında salladım ve gitmeden önce kıza hafif, içten bir gülümseme hediye ettim. Kütüphaneden çıkarken bu garip, anlaşılmaz durum karşısında omuzlarım çöktü ve kafam karıştı. Ashley gibi dışadönük ve sevecen bir kızın benimle bu şekilde konuşması bana pek mümkün gelmiyordu, özellikle de son birkaç yıldır bunun için hiçbir girişimde bulunmamışken. Düşüncelerimin içinde yüzerken ikinci zil çaldığında bu defa gerçekten derse geç kalmamak için acele ettim. Fransızca sınıfına girdiğimde şanslıydım çünkü Bayan Yseult henüz gelmemişti. Rahatladığımı hissederek sohbet eden öğrencileri umursamadan ön taraflardaki boş masalardan birine geçtim. Ashley hemen arkamdan sınıfa girdi ve gülüşüp, sohbet eden bir kız grubunun yanına doğru yürürken ona hayranlıkla bakan en az beş erkek gördüm fakat Ashley onların farkında bile değil gibiydi, ya da umursamıyordu. Hiç bocalamadan kızların sohbetlerine katılırken bende çantamı karıştırıp içi notlarla dolu kalın ders kitabımı çıkardım ve ister istemez ofladım. Her ne kadar notum yüksek olsa da Fransızcayı sevmiyordum. Üstelik okulun ilk yılında, daha ilk dersimizdeyken buna karar vermiştim. Öğretmenimizin adını telaffuz etmek bile güçtü ve Fransız aksanı yapmak hâlâ hiç kolay değildi. Sanki o gün her şey tepetaklak gitmeye ant içmiş gibi, Bayan Yseult sınıfa girer girmez, "Kitaplarınızın yüz on yedinci sayfasını açın. Okuma alıştırması yapacağız. Sonra da neler anladığınızı ölçmek için bir quiz yapacağım." diyerek müthiş haberi verdiğinde başımı masaya vurmamak için kendimi zor tuttum. Öğretmenimiz sınıf listesine göre sırayla, beşer dakikalık okuma alıştırması yapacağımızı söyledi. Bu iyi haberdi çünkü listede en sondaydım fakat kötü haber şuydu ki, sınıflarımızın hepsi en fazla on dört kişilik gruplardan oluşuyordu. Dolayısıyla sıranın bana gelmesi pek uzun sürmedi. Bayan Yseult birkaç kelime haricinde okumamın gayet düzgün olduğunu söyledi. Fransızcada kendime pek güvenmediğim için bunu ondan duymak beni çok memnun etti. Benden sonra beş öğrenci daha okudu. En güzel olansa Ashley'in okumasıydı. Kendisi bir Fransız değildi ve ilk derslerde de okumasının bu kadar düzgün olmadığını hatırlıyordum. Fransızca bildiği için Dallas ona ders veriyor olmalı, diye düşündüm kendi kendime. Zaten bu yüzden bu dersten muaftı. Bu düşünceyle üzgün üzgün iç çekerek elimi yanıma yasladım çünkü bende bir özel hocaya hayır demezdim ama ne ileri derecede Fransızca bilen bir arkadaşım ne de Fransızca derslerinin fiyatını ödeyecek kadar nakidim vardı. O parayı karşılamama imkân yoktu. Anne ve babamdan da bunun için para istemek istemiyordum. Belki yazın çalışır, biraz birikim yaptıktan sonra ders alırdım. Okuma birkaç dakika sonra bittiğinde, genel olarak anladığım kadarıyla, metin tiyatroda dramaturji hakkındaydı. Sonra nihayet, Bayan Yseult dosyasını kapattı ve bu kadar okumanın 'şimdilik' yeterli olduğunu söyledi. Rahatladığımı, omuzlarımın gevşediğini fark ettim. Öğretmenimiz tam bir şeyler daha söylemek için ağzını açıyordu ki, arka taraftaki masalardan bir gürültü koptu. Merakıma yenik düşerek omzumun üzerinden geriye doğru bir bakış attığımda bilgiç tipli, gözlüklü bir çocuğun sırasında popo üstü düştüğünü, kıvırcık saçlı arkadaşının ve birkaç kişinin de bu duruma karşın kıkır kıkır güldüğünü gördüm. Şey... Her zaman dersi aksatan birileri vardır. Yine de, hâlâ, bu durumun neden komik olduğunu anlamıyordum. İçimde bir yerlerde anaç bir tarafım vardı ve o taraf gidip çocuğa yardım etmek istiyordu ama bunu yapacak değildim, hele ki çocuk bile neredeyse eğleniyor görünürken. Öyle sanıyorum ki, sadece şakalaşıyorlardı. "Ne oluyor?" diyen Bayan Yseult, düşen öğrenciye doğru yürümeye başlamıştı bile. "Yok bir şey, hocam. Takıldım sadece." "Kalk o zaman," Bayan Yseult, sabırlı olmaya çalışarak ama pek de başaramayarak burun kemerini sıkıp iç geçirdi. "Devam edelim, çocuklar. Şimdi ellinci sayfada..." Talihsizlik bu ki, tam da o sırada ders yine bölündü. Birinin telefonu Indiana Jones müziği eşliğinde, yüksek sesle çalmaya başladı. Sınıftaki kıkırtılar ve gülüşmeler giderek artarken bense tam aksi bir biçimde sıkılgan bir tavırla kalemimle oynuyor, kendi kendime 'Bu saçmalık ne zaman bitecek acaba?' diye düşünüyordum. Fransızca dersini sevmiyor olmam bu tür çocukluklara katlanmak istediğim anlamına gelmiyordu. Telefonu çalan ileri seviye programında olan Tom adında bir çocuktu. Tom gergin gergin gülerek parmaklarını çok tatlı bulduğum, kıvır kıvır saçlarının arasından geçirdi. Eh, gerilmekte hakkı da vardı. Okulumuzun ders esnasında cep telefonlarının kapalı olması gerektiğine dair katı bir kuralı vardı ve her ne kadar öğrencilerin çoğu parayla okuyor olsa da öğretmenlerimizin hiçbiri böyle durumlara müsemma göstermezdi. Bayan Yseult, Tom'a elini uzattı. "Ver şunu." "Ama..." "Ver şu telefonu, Tom. Yoksa beni müdüre hanımı da bu sohbete katmak zorunda bırakacaksın ve emin ol, işlerin o kadar büyümesini istemezsin." Sınıftaki gülüşmeler artarken bense bu durumda bu kadar komik olanın ne olduğunu anlamıyordum. Evet. Hâlâ. Tom, son bir ümitle "Ama telefonuma ihtiyacım var, efendim!" diye itiraz etti. "O halde hafta sonu ailenle gelip telefonunu idareden alabilirsin. O kadar da zor bir şey değil, ha? Şimdi, telefonunu ver. Üçüncü kez söylemeyeceğim." Tom hiç istemese de söylene söylene telefonunu kapatıp Bayan Yseult'a uzattı. İçten içe telefonunu en az üç hafta sonuna kadar alamayacağını biliyordum. Ailesinin uluslararası şirketi vardı ve çoğu zaman yurt dışında çalışıyorlardı ve geri gelmeleri için haftalar gerektiğinden Tom daha şimdiden telefonuna veda edebilirdi. Yine de yeni bir telefon alamayacak da değildi. Zengin olmanın iyi tarafları, diye düşündüm kendi kendime. Bizim durumumuz da o kadar kötü değildi ama yeni bir telefon almam için eskisinin bozulması ya da kırılması gerekirdi. Yani, çoğu insanda olduğu gibi. Eğitimim ve geleceğim için çok önemli bir basamak olsa da bazen bu okula ait hissetmiyordum kendimi. O sırada arkadaki bir çocuk da çenesini kapalı tutmayı beceremeyip alçak sesle söylendi. "Ne dangalaksın yahu!" Sonra ağzıma alamayacağım bir şey daha söyledi. Bayan Yseult bunu duyunca bir hışımla geri döndü. Zaten yeterince kızmıştı. Böyle bir küstahlıkla karşılaşmak sabrını taşımış olmalıydı. "Ve sen, adını hatırlamadığım çocuk. Cezayı kaptın. Sende Tom. Siz ikiniz okuldan sonra en az iki saat daha buradasınız." diyerek yaka cebinden bir not ile dolma kalemini çıkarıp hızlıca iki adet ceza notu yazdı. En son Tom'un arkaya dönüp "Aferin sana sersem," diye homurdandığını duydum. Bayan Yseult onları duymazdan gelerek dersine devam etmek için yeniden ön tarafa yürüdü. Zil yüksek sesle çalınca yeniden iç çekti ve toparlanmaya başlayan öğrencilerin dikkatlerini ellerini çırparak üzerine çekti. "Bu arada, diğerleriniz bugün okuldan sonra konferans salonuna inip iki perdelik bir tiyatro gösterisi izleyeceksiniz. Gösteri Fransızca. Bu yüzden sizden diğer ders için en az iki sayfalık bir özet çıkarmanızı bekliyorum. Bu ödevden not alacaksınız. Yani biraz çabalasanız çok iyi olur." dedi az önceki sinirine tam aksi bir biçimde, bir sakinlikle. Sınıftan itiraz dolu homurtular yükseldi ve bu sefer bende onlara katılmadan edemedim. Harika. Yetişmesi gereken bir ödev daha. Kitabımı ve kalemlerimi çantama yerleştirirken yüzümden düşen bin parçaydı. Tiyatro izlemekle bir derdim yoktu, hatta hoşlanıyordum da. Kim hoşlanmazdı ki? Ama bu gösteri Fransızcaydı! Berbat telaffuzlu, A2 Fransızcamla oyundan hiç de zevk alamayacağımdan gayet emin bir şekilde sınıftan çıkıp diğer dersimin olduğu koridora yürüdüm. Derse erkenden girip masalardan birine geçtim ve çantamdan kalın bir okuma kitabı çıkardım. Sınıfta benden başka kimse yoktu. Zaten bu okulda derse erken girebilecek tek kişi vardı: Bendeniz. Bu düşünceyle sıkıntıyla soluyarak gözlerimi kitabımda dolaştırdım, bir yandan da omuzlarımdan dökülen kızıl buklelerle oynadım. Keşke bugün bir an önce bitseydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD