?1.BÖLÜM: CEHENNEMİN BAŞLANGICI

3563 Words
Toplum ve Devlet dersine yetişmek için kendimi öyle zorlamıştım ki, okula vardığımda nefes nefese kalmıştım. Yüzüm zaten kırmızıydı, bir de koştuğum için bana merakla bakan insanları görünce daha da kızararak öğrenci kartımı çıkarmak için elimi çantama attım. Uzun boylu güvenlik görevlisini görmezden gelip kartımı okuttuktan sonra çift kanatlı, demir kapıdan geçerek okulumun bahçesine girdim ama değil koşmak, yürüyecek halde bile olmadığım için soluklanmam gerektiğinin bilincine vararak bahçe duvarına yaslandım. Birkaç öğrenci beden eğitimi dersindeydi. Sahil kumuyla doldurulmuş voleybol sahasında oyun oynayan kızlara, koşu sahasında koşu yapan gençlere ve basketbol oynayan erkeklere şöyle bir baktım. Sadece bu kısımları oluşturan sahalar bile kocaman bir arazi sayılırdı. Onun haricinde çimenler ve ağaçlarla kaplı kocaman bir bölüm bahçe için ayrılmıştı. Bir okulun bahçesinin bu kadar geniş olması normal miydi bilmiyorum ama 1994'den beri aktif olan bu özel okula dair en sevdiğim şey buydu. Düşüncelerim yüzünden okulun binasına bakmak için başımı kaldırmak zorunda kaldığımda boynuma hafif bir ağrı saplandı. Kahrolası okul öyle büyüktü ki, ana bina haricinde biri tiyatrodan ve konferans odalarından, biri de soyunma ve duş kabinlerinden oluşan iki ek bina vardı. Nefesim biraz olsun düzene girdikten sonra iç çekerek okulun giriş kapısına çıkan mermer merdivenlere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bazen bu okuldan burs aldığıma inanmak güç geliyordu. Elbette başarımdan şüphe ettiğimden falan değil, ne de olsa akıllı uslu durmasını bilen bir öğrenciydim ama burası çok seçkin bir okuldu. Bahçenin büyüklüğü yetmiyormuş gibi alanı daha da büyütmek için çevredeki tüm evler boşaltılmıştı ve yaz tatilinden sonra inşaat çalışmaları başlatılacaktı. Burayı daha ne kadar büyüteceklerini hayal etmek zordu. Okulun içinde sınıflar hariç kocaman bir kütüphane, laboratuvar, yüzme havuzu, tenis kortu, iki kantin ve bir yemekhane, son model bilgisayarlarla donatılmış kocaman bir bilgisayar odası, okuma salonu ve hâlâ ne işe yaradığını anlamasam da sinema salonu vardı. Evet! Sinema salonu! Tanrı aşkına! Bir sinemanın okulda ne işi olurdu ki? Ama zaten orada sinema kulübünün çektiği kısa filmler oynatılırdı. İç çekerek kocaman kupalarla dolu olan bir vitrinin ve başka bir okulla yapılacak olan basketbol maçı ile okulun geleneksel bir etkinliği olan Güz Balosu'nun afişlerinin asılı olduğu bir panonun önünden geçtim. Biliyordum ki eğer tam burs almamış olsaydım, ailemin bu okulun masraflarını karşılamasına imkân yoktu. Zaten okuldaki çocukların çoğu tanınmış, zengin ailelerin çocuklarıydı. Okulun içine girmek için bile okutmamız gereken bir kart sistemi olduğundan, tek giriş ön cephedeydi ve uzun, pürüzsüz bir duvara tırmanmayı bilmiyorsanız eğer başka bir giriş mümkün değildi. Toplum ve Devlet dersi için kimya laboratuvarının hemen yanındaki sınıfa girmem, kimya laboratuvarına gitmek için de tam tamına yedi kat çıkmam gerekiyordu. Öğrencilerin kullanımına açık olan asansörlerin hepsinin de tadilatta olduğu için çalışmadığını görünce homurdana homurdana koridorun sonundaki merdivenlere yürüdüm. "Amma da şanssız günümdeyim!" diyerek üst kata çıkıyordum ki, merdivenlerin alt katından gelen bir ses ayağımın basamakta donmasına neden oldu. Giriş katın alt kısmı depo olarak kullanılıyordu ve bildiğim kadarıyla öğrencilerin kullanımına tamamen yasaktı; Hem zaten... Zihnime saplanan düşünceyle birlikte bir adım geri çekilerek depoya inen merdivenlere bakmak için eğildim. 'Öğrenci Kullanımına Kapalıdır, Girmeyiniz!' yazan tabela yerdeydi ve biri kırmızı bariyerleri kenara çekmişti. Sesler yoğunlaşınca ve bir kavga olduğunu belli edince, girmek için canımı dişime taktığım dersi boş vererek parmak uçlarımla merdiven sahanlığına kadar indim. Aşağısı hafif karanlıktı. Kim olduklarını tam olarak seçemesem de üst üste yığılmış sıraların, sandalyelerin önünde dört adam duruyordu. Bir tanesi sandalyelerden birine ters bir şekilde oturmuş kıkır kıkır gülüyordu. Sandalyede oturan çocuk "Çok gösterişçisin." dediğinde, duvara daha yakın olan çocuk "Sende çok ukalasın." diye alay etti. "Hey! Ne dedin bana sen?" "Sağır mısın? Ukala olduğunu söyledim ya." Çok daha kalın, kaba saba bir sese sahip olan çocuk öfkeyle bir tanesinin ensesine şaplak atarak laf dalaşına girmiş olan arkadaşlarını böldü; "Siz çocukların dikkati ancak beş yaşındaki bir velet kadar. Odaklanın, aptallar!" Bu sesleri tanıyordum. Andy, Barry ve Alfred. Andy, okulun futbol takımının kaptanıydı. Kocaman kolları ve iri yarı bedeniyle adeta yürüyen bir dağa benziyordu. Bunun dışında her zaman beyin gelişiminin beş yaşında durduğunu düşünürdüm. Bunun başka bir açıklaması olamazdı çünkü aptal herif lisenin aygırı olmak konusunda oldukça kararlıydı. Ondan ve arkadaşlarından iliklerime kadar nefret ediyordum, zorba pisliklerin önde gideniydiler. Anlaşılan bu sabah da pençelerine birilerini kıstırmayı başarmışlardı. Kafamı duvara duvara vurma isteğiyle dolup taşıyordum. Tanrım... Bu mallıklar için çok erken. Andy, Barry ve Alfred'in beni görmeyeceklerinden emin olana kadar bekledikten sonra temkinli bir şekilde başımı çıkarıp aşağı kata baktım. Kimi sıkıştırdıklarını anlamaya çalışırken içimden bir ses 'Neden umursuyorsun ki? Yetişmen gereken bir ders var ve bu senin işin değil, kahraman olmak zorunda değilsin.' diyordu. Muhtemelen başımı belaya sokmak istemeyen tarafımdı. Olduğum yere mıhlanmamı sağlayan ise yüreğimi dağlayan vicdanım ve merakımdı. Birinin incinmediğinden emin olana kadar arkamı dönüp gidemezdim. Andy'nin, Ofis Uygulamaları ve Biyoloji dersini birlikte aldığımız Elias'ın karnına yumruk attığını gördüğümde yüreğim diğer organları da yanına alarak ağzıma kadar geldi. Elias darbenin etkisiyle acı içinde sarsıldı ve homurdanarak bir eliyle karnını tuttu, diğer elinin tersini de midesi bulanıyormuşçasına ağzına bastırdı. Onun hakkında bildiğim tek şey fazlasıyla sessiz bir tip olduğuydu. Aynı benim gibi. Dalgalı saçları alnını ve kulaklarını kapatıyor, burnunun üzerini kaplayan minik çiller onu karakterinin tam aksi bir biçimde sevecen gösteriyordu... Fakat Elias'ın sevecenlikle uzaktan yakından alakası yoktu. Şimdi bile yüzünde ilk defa bir duygu görüyordum; Genelde sakin bakan, bana her zaman bir çift kehribarı hatırlatan o iri gözleri sessiz bir öfkeyle yanıyordu. Teni beyazdı ve bu yüzden de yanağının bir tarafını kaplayan morluklar ve çizikler hemen kendini belli ediyordu. Parmaklarını ağzından çekince dudaklarının arasından kırmızı bir sıvının aktığını gördüm. Şaşkınlık bana bir darbe gibi çarptı. Onu dövmüş müydüler? Hem de okulun tam ortasında? Bu zorba pislikler cesur muydular yoksa aptal mıydılar bir türlü karar veremiyordum. Hem kahrolası nöbetçi öğretmenler neredeydi? Andy, duyamadığım bir şeyler söyledikten sonra Elias'ın omzunu tutup sırtını duvara çarptığında çıkan ses dudaklarımdan dökülen endişe nidasını bastıracak kadar yüksekti. Diğer çocuklar kıkır kıkır gülerek birbirlerine bakarlarken bende Elias'ın acı içindeki sesini işitene kadar merdivenlerin korkuluklarını sımsıkı tutmaya devam ettim. Sapsarı kesildiğimi hissedebiliyordum. "Madem ki laf dinlemiyorsun o halde seni dinlemeye ikna etmemiz gerekecek." Ne yapacağımı şaşırmış bir halde, dediklerinden hiçbir şey anlamayarak, Andy'nin, iki yandaşının ve Elias'ın yüzüne bakakaldım. "Sınava çalışmıyorsunuz ve düşük aldığınız için ben mi suçlu oluyorum?" Kelimeler Elias'ın ağzından kan yüzünden kısık ve boğuk çıkıyordu, öfkeyle homurdanmıştı. "Düşük aldık çünkü bize kopya vermedin!" Andy, Elias'ın yakasını tutup bir kere daha duvara ittirdiğinde çocuğun neden bu zorbalığa karşılık vermediğini bir türlü anlamadım. Ne de olsa Elias zayıf bir çocuk değildi. Yapılı, hatta kaslı bir bedeni vardı ama her zaman... Böyle susardı. Bu yüzden Andy daha da üzerine gitti. "Sana ne dersem çeneni kapatıp yapacaksın, ucube! Duydun mu beni? Yoksa dünyaya geldiğine pişman ederim seni!" Kocaman, pofuduk bir ayıyı andırmasına rağmen tam bir öküz olan Barry, "Bence elini kolunu bağlayıp onu dolaplardan birine kilitleyelim." diyerek saçma sapan bir öneride bulundu. "Tüm gün de orada bırakalım. Bundan daha iyi bir ceza düşünemiyorum." Tüm kalbimle Andy'nin bu çocukça öneriyi reddedeceğini, bir noktada çocuğun gitmesine izin vereceğini umuyordum ama ifadesinden bu salakça fikrin ne kadar da hoşuna gittiği belli oluyordu. Kahretsin, kahretsin, kahretsin! Bunu yapacaktı! Elim ayağım birbirine dolaştı. Bilinçaltımda yatan şeytan 'Görmemiş gibi yapabilirsin. Bilmiyormuş gibi yapabilirsin. Burada kimse yok. Kimse seni suçlamaz. Üstelik Elias ve sen arkadaş bile değilsiniz. Ona karşı kendini neden sorumlu hissedesin ki? Bahse varım, yardımını bile istemiyordur.' diyerek beni dürttü. Andy bir şeyler daha söylese de tek duyabildim bu şeytandı. Korku, güçlü ve görmezden gelinmesi zor bir duyguydu... Ama acı ve pişmanlık ondan daha da güçlüydü. Bunu daha önce bir kez deneyimlemiştim ve asla öyle bir şeyi tekrar yaşamak istemiyordum - Elias arkadaşım olsun ya da olmasın. On üç yaşında değildim artık. Andy ve Elias'a son bir kez daha endişeyle bakarak sessizce merdivenleri geri çıktım. Ufak bir aramadan sonra nöbetçi öğretmeni daha önceki panonun önünde gördüm. Kadın telefonla konuşuyor, bir yandan da üzgün bir şekilde bir şeyler homurdanıyordu. Konuşmasına kulak misafiri olmamak için çabalayarak okuldaki fizik öğretmenlerinden biri olan Bayan Kristen'a seslendim. Bayan Kristen bana bakmak için döndü ve yüzümde nasıl bir ifade varsa artık, hemen "Bir sorun mu var?" diye sordu. "Evet, efendim." Zaman yoktu. Elimden geldiği kadar hızlı bir şekilde durumu anlattım. Andy ve tayfasının nasıl bir baş belası olduğunu herkes gibi Bayan Kristen’da bildiği için "Bu çocuk hiç uslanmayacak!" diye homurdanarak telefonunu kot pantolonunun cebine sıkıştırdı. "Yolu göster, Cassie." Rahatlama öyle aniydi ki, göğsüm hafifçe yanmaya başladı. Vakit kaybetmekten korktuğum için elimden geldiği kadar acele ederek Bayan Kristen’ı bodrum kata inen merdivenlerin olduğu tarafa götürdüm. Bu kadını seviyordum. Harika bir öğretmendi ve yumuşak yüz hatları onun tatlı, dürüst kişiliğine uyum sağlıyordu. Biz ilerledikçe sesler daha da yoğunlaştı. Andy'nin öfkeyle gürleyen sesini duyunca Bayan Kristen’nın ifadesi değişti ve endişenin yerini saf bir panik duygusu aldı. Yine de önce benim güvenliğimi düşündü ve o aksini belirtene kadar merdivenlerde beklememi söyleyerek aşağıya indi. Dudaklarımı ısırarak dediğini yaparken bir yandan da Elias'ın iyi olması için dualar ediyordum. Bu çocukla ilgili neden bu kadar endişeliydim acaba? Yardımımı istemediğini bilmeme rağmen anaç tavrım beni bile rahatsız ediyorken Elias gibi soğuk bir çocuğu kesinlikle huzursuz ederdi. Yine de ona yardım ettiğim için artık kendimi çok daha iyi hissediyordum. Sanırım bu yüzden kaçıp gitme dürtüme aldırmadan orada durup zorbaların yakalandıklarını anladığında yüzlerinde beliren ifadelerin tadını çıkardım. "Hey! Siz üçünüz! Hemen durun!" Bayan Kristen, kollarını göğsünde kavuşturarak Andy ve arkadaşlarına öfkeli gözlerle baktı. Bu ifadeyi onda pek sık görmezdiniz. "Ne yapıyorsunuz siz?" Andy, Barry ve Alfred endişeyle birbirlerine uzun uzun baktılar. Bir an herkes suspus oldu. Andy ilk konuşandı. Gergin olduğu her halinden belli olacak bir şekilde gülerek parmaklarını sarıya çalan saçlarının arasından geçirdi. "Biz sadece şakalaşıyorduk." diye bir adım öne çıktı. "Gerçekten. Kötü bir niyetimiz yoktu." Böyle bir yalan söylemek için karşınızdaki kişinin geri zekalı olduğunu düşünüyor olmalısınız. "Şakalaşıyordunuz, öyle mi?" Bayan Kristen alaycı bir şekilde güldü ve bakışlarını Elias'ın kanayan dudağına, sonra da tahriş olduğu için hafifçe kızarmış olan sol elmacık kemiğine çevirdi. Yüzündeki öfkenin yerini bir an derin bir şefkat aldı. "Sen iyi misin?" diye sorarak Elias'a uzanmak, yardım etmek istedi ama Elias hızla geri çekildi ve her zamanki gibi tam anlamıyla hiçbir duygu barındırmayan gözlerle öğretmene baktıktan sonra sessiz bir öfke içinde parmaklarını dizine vurarak yerden doğruldu. Bacağından darbe almış olmalı ki, bunu yaparken tek eliyle duvardan destek aldı. Bayan Kristen öfkeyle zorbalara doğru gürledi. "Siz üçünüz müdürün odasına gidiyorsunuz! Belki iyi bir ceza bu tür kaba şakalar konusundaki fikrinizi değiştirir, çocuklar!" "Ama efendim, biz gerçekten-" "Kes! Konuşma daha fazla!" Bayan Kristen, elini kaldırarak rengi kül grisine dönen Barry'i susturdu. "İkinci kez tekrar etmeyeceğim. Kıpırdayın. Bu işten paçayı kolayca sıyırmanıza izin vereceğimi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz." Bu defa sesinin altında ince bir tehdit vardı. Zorbalar birbirlerine kısa bir bakış attıktan sonra Bayan Kristen’a itiraz etmenin durumu daha da kötüleştirdiğini fark etmiş olacaklar ki, aynı anda başlarını salladılar. Andy yanından geçerken Elias'a yüzümü buruşturmama neden olacak kadar kaba bir şekilde omuz attı. Elias sırtı duvara çarparken öfkeyle homurdanarak omzunu tuttu ama onun canının yanmasından daha önemli bir sorunum vardı. Andy, Barry ve Alfred, tek çıkış bu tarafta olduğu için benim olduğum yöne geliyorlardı. Başıma bela almak istemiyordum ama şaşkınlıktan mıdır nedir - ayaklarımda tonlarca ağırlık vardı sanki, hareket edemiyordum. Yüzümdeki şiddetli üzüntü yerini paniğe bırakırken yürüyen, kocaman bir dağa çarpmadan bir saniye önce bir adım geriledim. Andy'ydi. KAHRETSİN. Neler olabileceğini düşündükçe yüreğim duracak gibi oldu ama görünmezlik pelerinim olmadığı ya da bir anda mucizevi bir şekilde Flash'a dönüşemeyeceğim için bundan kaçınmanın da bir yolu yoktu. Andy tam orada durduğumu fark etti ve ürkütücü bir öfkeyle burnundan derin bir nefes aldı. "Şu işe bakın çocuklar," dediğinde şaşkınlıktan ağzımı açıp tek kelime edemedim. Öfkeli görünmüyordu ama sakin de görünmüyordu - Daha çok şaşkın bir hiddet içindeydi. "Galiba ispiyoncunun kim olduğunu bulduk." "Bu kim ki?" Barry çenesini kaşıyarak rahatsız edici bir dikkatle yüzüme uzun uzun baktı. "Yüzü çok tanıdık geliyor. Bizim sınıftan mı?" O ana kadar sessiz kalan Alfred arkadaşının arkasından çıkarak keyifle güldü ve Andy'nin yanından eğilip yüzüme bakarken "Yok artık!" diyerek şaşkınlığını belirtti. Kimya dersini birlikte alıyorduk. Şimdiye kadar tek bir sohbetimiz olmasa da beni tanıyor, hiç değilse hatırlıyordu. "Bu Cassie." diyerek beni Andy ve Alfred'e tanıttı. "Okul birincisi, bizi ispiyonlamasını bekleyeceğim son kişi doğrusu." Kül rengi yanaklarıma renk gelirken kötü bir şey dememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kaçmak için yana kaydığımda Andy'de aynı anda hareket ederek yolumu tıkadı. O bunu yapınca tüm beyin hücrelerim alarma geçmişti. Gitmeme izin vermeyecekti! Onları ispiyonladığım için beni de döver miydi acaba? Yavaşça yutkunduğumda Andy tehditkâr bir ifadeyle üzerime doğru geldi ve bende korkuyla bir adım geriledim. "Kimse sana ispiyonculuğun kötü bir şey olduğunu öğretmedi mi, Cassie?" Sessizce ona baktım ama sırtım dümdüzdü ve hâlâ kalbimin korkunç bir hızla attığını duyabiliyordum, sersemlemiştim. "Yaptığınız şey iğrençti." "Şuna bakın. Konuşabiliyormuş." Andy çok hızlı hareket etti. Kolej ceketimin yakasını tutup çekince ciyakladım ve üzerimde uyguladığı kaba kuvvet yüzünden ayak uçlarımda yükselmek zorunda kaldım. Bazen bu kadar sevimsiz olmak için çabalayıp çabalamadığını merak ediyordum. Götün tekiydi! Tehditkâr bir tebessümle yüzünü yüzüme yaklaştırdığında çocuğun üzerinden yayılan pahalı erkek parfümü burnuma bir dalga halinde çarptı. "Bizi şikâyet etmek çok aptalca bir hataydı, Cassie. Hep yaptığın gibi o çeneni kapatıp yoluna bakmalıydın. Şimdi sana ne yapsak acaba?" Yüzümü tiksintiyle buruşturup ellerimi göğsüne koyarak onu ittirmeye, kendimden uzaklaştırmaya çalıştım ama öyle güçlüydü ki.. "Bırak beni." diyebildim sadece. Gözlerini sertçe kıstı. "Bunu yapmaya hiç niyetim yok." Normalde bu kadar kaba konuşmazdım, aslında normalde hiç konuşmazdım ama bir anlık gafletle, kendi kendime, "Bu kadar götün teki olmak zorunda mısın?" diye mırıldandım. Andy'nin beni duymasını istemediğim için olabilecek en alçak ses tonuyla konuşmuştum ama beni duymuş olmalı ki, öfkeyle homurdanıp yakamı ileri geri sarstı. Kumaşı ne kadar iyi olursa olsun, ceketimin yırtılacağından korktum bir an. "Az önce ne dedin bana sen?" diye tısladı. "Kahretsin. Bunun yeri değil dostum." Alfred bunu diyor, bir yandan da göz ucuyla merdivenlerden aşağıya bakıyordu. Alçak sesle bir küfür homurdandıktan sonra Andy'nin dirseğini tuttu ve biraz kaba kuvvet uygulayarak ellerini yakamdan çekti. Ayaklarımın üzerine geri inerken nefes nefese Andy'nin öfkeli, mavi gözlerine baktım. "Bayan Kristen bakıyor. Bırak onu. Hadi. Yoksa cezan iki katına çıkacak." Birinin mantığın sesi olması güzeldi. Andy, bana son bir kez 'Sen bittin!' bakışı atarak yanımdan geçip gitti. İki arkadaşı onu koridorun sonundaki müdürün odasına doğru takip ederken göğsüm hâlâ panikten hızla inip kalkıyordu. Dizlerimin bağı çözülür gibi olunca tırabzanlara tutunarak destek aldım. Adım sesleri duyana kadar kendi kendimi telkin edip durdum. Gelenin Bayan Kristen olduğunu sanıyordum ama Elias'tı. Yüz yüze gelince sadece bir an, kim olduğumu anlamak için yüzümü inceledi. Bakışlarında herhangi bir minnet yoktu, hatta herhangi bir duygu da yoktu. Neler olduğunu anlatmak için ağzımı açtım ama Elias başını iki yana salladı ve bana konuşma fırsatı bile vermeden yanımdan geçip gitti. Kabalığı karşısında donup kalarak çocuğun arkasından bakakaldım. Adımları hızlı ve sertti. Tanrım, ne kadar da kabaydı! Onu kurtarmak için az kalsın dayak yiyecektim! Bir teşekkür hiç fena olmazdı doğrusu. İyilikten maraz doğar, diye boşuna dememişler. Bu sıradışı sabahın ardından nihayet Toplum ve Devlet dersime gitmek için merdivenlere bir adım atmıştım ki, Bayan Kristin’nın sesi kulaklarıma ulaşarak durmama neden oldu. "Cassie, Elias'ın durumunun iyi olduğundan emin olabilir misin? Gerekirse revire götür." diye rica etti benden. İlk aklıma gelen hayır demekti. Ne de olsa Elias ve ben arkadaş bile değildik ama bencil tarafım karar vermeden önce vicdanım harekete geçti. Bir de baktım ki, başımı evet anlamında sallıyorum. Bayan Kristen, yorgun ama minnettar bir gülümsemeyle "Teşekkür ederim." dedi ve iç çekerek parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. "Şimdi gidip beyin gelişimini fazla tamamlamamış olan şu çocukları iyi bir paylayayım da diğer öğrencilere nasıl davranmaları gerektiğini iyice öğrensinler. Yemin ederim, hiç akıllanmıyorlar. Bu ay bu üçüncü." Sonra ifademi fark etti ve anaç bir tavırla uzanıp omzuma dokundu. Gözleri biraz hüzünlüydü. "Sen doğru olanı yaptın. Sakın kendinden şüphe etme, Cassie. Elias sadece insanlara nasıl davranması gerektiğini bilmiyor. Eminim içten içe sana minnettardır." Bundan son derece şüpheliydim ama... Kuru bir sesle "İyi olduğundan emin olacağım." diye söz vererek başımı kararlı bir tavırla salladım. Ondan sonra döndüm ve Elias'ın gittiği yönü koşar adımlarla takip ettim. Çok değil, birkaç dakika sonra da onu gördüm. Neyse ki fazla uzaklaşmamıştı. Aramızdaki birkaç metreyi korumaya gayret ederek çocuğu arkasından takip ettim. Zaten revire gittiğini, tek yapmam gerekenin Hemşire Agnes ona pansuman yaparken köşede beklemek olduğunu zannediyordum ama Elias revire giden koridoru bilerek es geçti. Şaşkınlıkla bir an koridorda dursam da hemen kendime gelerek peşinden gittim. Mırın kırın ederek, "Hey... Revir o tarafta değil." dedim. Sanki bunu bilmiyordu! Elias beni duysa da hiçbir şey demeden ilerlemeye devam etti. Sırt çantamın kulpuna asılarak homurdandım. "Tamam, tamam. Revire gitmiyorsun. Anladım." Bu durumda, iki seçeneğim vardı; Ya geri dönüp dersimin olduğu sınıfa gidecektim ya da tescilli bir sapık gibi onu takip edecektim. Bayan Kristen'a söz vermeseydim birinciyi seçeceğimden emindim. Sadece iyi olduğundan emin olacağım, dedim kendi kendime; Sonra da defolup gideceğim. Onunla konuşmama bile gerek yok. Ona bakmama bile gerek yok. Elias biraz ilerledikten sonra koridordan sağa dönüp kare şeklinde tasarlanmış olan yaylı, mavi kapıyı ittirdi. 'Bekle!' demek için ağzımı açtım ama daha dudaklarımdan bir harf çıkmadan içeri girmişti bile! Ayaklarımın üzerinde mıhlanıp kaldım. Kapının üzerindeki parlak, beyaz logoya bir bakış atarken midemin altı üstüne geldi. Erkekler tuvaleti. Girmek ve girmemek arasında mekik dokudum. Daha önce hiç erkekler tuvaletine girmemiştim. Ders saatinde olduğumuz için içeride Elias'tan başka kimsenin olmadığını umut ederek kapıyı ittirip içeri girdim. Aşırı pahalı bir kolejde olduğumuz için mi bilmem ama eski okulumun tuvaletleri her zaman sigara kokarken buranın temiz, ferah bir kokusu vardı. Muhtemelen duvarlara belirli aralıklarla yerleştirilmiş oda parfümleri yüzündendi. Kokunun ne olduğunu anımsamaya çalışırken derin bir nefes aldım. Annemin en sevdiği koku olduğu için neredeyse anında aklıma geldi; Orman esintisi ve okyanus. Üstelik bu sadece tuvaletlere özel bir durum değildi. Hademeler okulun her tarafını düzenli aralıklarla temizlediğinden ayak bastığınız her yer her zaman tertemiz olurdu. Elias'da orada, birkaç adım ötemdeydi. Sanırım gelenin bir kız olmasını beklemiyordu. "Ne yapıyorsun sen?" derken nihayet o kehribar rengi gözlerini yüzüme çevirdi. Şimdi biraz şaşkın görünüyordu. "Burası erkekler tuvaleti." "Farkındayım." Sesim neden bu kadar alçaktı ki? "Sana yardım etmeye çalışıyorum sadece." Yüzde yüz iyi niyetli olmama rağmen Elias'ın memnunsuz bir edayla kaşlarını çattığını gördüğümde moralim bozuldu ve huzursuzca dudaklarımı ısırdım. O böyle davrandıkça buraya geldiğim için daha da pişman oluyordum. Kaçıp gitsem çok mu garip olurdu acaba? Sonsuz gibi gelen bir sürenin ardından Elias beni görmezden gelmeye karar vererek musluklardan birini açtı ve yüzündeki kan izlerini silmeye başladı. Tüm bu süre boyunca sessizce durup onu seyrettim. Ne kadar kötü durumda olduğunu test etmek için elmacık kemiğindeki morluğa parmak uçlarıyla dokundu. Dişlerinin arasından homurdandığında daha fazla sessiz kalamadım ve başımı öne uzatıp çekingen bir tavırla, "Çok acıyor mu?" diye sordum. Elias parmaklarını yanağından çekti. Sanırım çocuk gerçekten de yardımımı istemiyordu. Bende burada durup onun sinirlerini bozmaktan başka bir şey yapmıyordum. Elias yumuşak bir sesle konuşmak için gayret ederek ama başaramayarak, "Dinle." dedi. Musluğu kapattıktan sonra kenarından destek aldı ve iri kirpiklerinden yanağına damlayan suları umursamadan yüzümü süzdü. "İyi kız ayakların çok sevimli ama yardımını istemiyorum, ihtiyacım da yok zaten. Beni yalnız bırakır mısın?" "Ama... Seni bu halde bırakıp gidemem ki. Ben sadece... O pisliklerin sana öyle davranmasından nefret ediyorum." Ne söylediğimi fark ettiğimde artık çok geçti. Bunu neden demiştim ki? Çok aptalcaydı. Üstelik yanlış anlaşılmaya da müsaitti. Ne de olsa tepkimin nedenini ben 'biliyordum' ama Elias bilmiyordu. Hiçbir şey anlamayarak bana uzun uzun baktı. Kıpkırmızı kesildiğimi hissettim, kulak uçlarım bile yanıyordu. "Y-yani, kimseye öyle davranmalarını istemem. Yanlış anlama." İfadesindeki sertlik biraz giderken başını yana eğdi. "Öğretmene haber veren sen miydin?" "Evet." "Neden?" diye sordu. "Dedim ya, insanlara öyle davranmalarından nefret ediyorum." Kapıya kısa bir bakış fırlattım. Gitmek istiyordum ama omuzlarımda bu kadar yük varken ayrılmaya cüret edemiyordum. Geçmiş daha dünmüş gibi gözümün önüne gelirken saklayamayacağım kadar üzgün gözlerle Elias'ı süzdüm. Kolej ceketinin yakasında kan izleri vardı, kravatı çözülmüştü ve gömleği de kırış kırıştı. Söylenecek çok şey vardı ama sadece, "Onları durdurmak için bir şey yapmazsan devam edecekler, bunu biliyorsun, değil mi?" diyebildim. "Etrafta her zaman onları durduracak öğretmenler olmaz. Hem bu durum çok daha korkunç bir şekilde bile sonlanabilirdi. Neden onlara karşılık vermediğini anlamıyorum. Aslında oldukça güçlü görünüyorsun." Şimdi ona bakıyordum da fazla kısa bir kız olmamama rağmen boyum ancak çenesine denk geliyordu. "Buraya gelip de aklından geçeni söyleyebileceğini mi sanıyorsun? Bana nasihat verme." Göz açıp kapayana kadar yine o eski, sessiz, soğuk haline geri dönmüştü. Musluğu açıp avucuna su doldururken sesi az öncekine göre çok daha aksi çıktı. "Hem sen ne anlarsın ki." "Zannettiğinden daha çok anlayabilirim." "Daha önce dayak mı yedin?" Sesindeki şey merak mıydı yoksa ıstırap mıydı anlamıyordum. "Hayır, yemedim. İnan bana, hayatta dayak yemekten çok daha kötü şeyler var. Biraz daha çabala diyorum sadece." Vazgeçmeden önce elimi çantama attım ve temiz bir kağıt mendil çıkararak Elias'a uzattım. Elias ona uzattığım mendile baktı. Bakışlarında öyle bir kuşku vardı ki, gören de ona zehir uzatıyorum falan sanardı. "Yüzünü silmen için." diye güvence verirken gülümsedim. Lavaboda mendil olduğu için gereksiz bir jest olsa da Elias düşman olmadığımızı anlasın istiyordum. Genelde başka insanların yanında kendimi rahat hissetmezdim ama bu çocuk bana bir zamanlar çok iyi tanıdığım birini hatırlatıyordu. Elias başını sallayarak mendili aldı, bunu yaparken parmaklarıma dokunmamaya dikkat etmişti. "Yani? Bu saatte burada ne yapıyorsun? Girmen gereken dersler falan yok mu?" diye sordu. Bir yandan da yanağını ona verdiğim mendille siliyordu. Benimle sohbet etme çabasını taktir etmeden edemedim. "Şey... Vardı ama senin durumunu fark ettim ve..." Birden hatırlayarak susuverdim. İfadem komik olmalı ki, bana bakarken Elias'ın dudaklarında minik bir tebessüm oynaştı. Bu, onu gülerken gördüğüm ilk andı. Elimi saçlarımın arasından geçirip kapıya doğru gerilemeye başladım. "Kahretsin! Çok geç kaldım! Gitmeliyim! Kendine iyi bak, tamam mı? Sonra görüşürüz!" Cevabını bekleyecek zamanım yoktu. Nefes alacak kadar bile zamanım yoktu. Bir kez olsun geriye bakmadan erkekler tuvaletinden çıktım. Sonra da herkes derste olduğu için kimsenin olmadığı koridorda koşmaya başladım fakat birkaç adım sonra durdum ve kendi kendime kızarak elimi alnıma vurdum; Az önce Elias'a görüşürüz mü demiştim ben?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD