Hızlı adımlarla Dallas'ın yanından ayrılıp diğerlerinin yanına dönerken kalbime sızmaya başlayan pişmanlığı bastırmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Bir katilin hedef tahtası haline gelmişken doğru düzgün tanımadığım birinin, bir yabancının dediklerinin beni üzmesine izin verecek değildim. Bunun yerine umurumda değilmiş gibi davranmayı tercih ederdim. Dallas'ın kafamı karıştırmasına izin vermeyecektim. Arkadaş edinmek ya da başkaları tarafından görünmek gibi bir derdim yoktu. Kendi yalnızlığımda mutluydum ben. İrademin kolay kolay parçalanmayacağını bilecek kadar da kendimi tanıyordum. O halde neydi içimdeki bu hüzün? Geçmişte yaşananlar yüzünden mi böyle hissediyordum? Dallas'ı terslememin nedeni bu muydu? Çünkü kesinlikle terslenmeyi hak edecek bir şey yapmamıştı. Aksine en içten tavrımla teşekkür etmeliydim ona. Cesetleri gördüğümüz o ilk an yanımda olmasaydı eğer alt kattaki cesetlerin yanında ölü bir halde yatıyor olurdum... Ama ben ne yapmıştım? Teşekkür etmek yerine çocuğu tersleyip durmuştum! Aferin bana! Hiç arkadaşım olmamasına şaşmamak gerekirdi. Gidip özür dilemeyecek kadar da berbat bir haldeydim. Bunu daha sonra, bu okuldan sapasağlam çıktıktan sonra, yapacaktım. Şimdi sadece bu okuldan çıkmaya odaklanmalıydım.
Diğerlerinin olduğu tarafa yürürken daha önceki konuşmamızı hatırlamadan edemedim. Bu durum beni rahatsız etse de bu defa her zamanki yalnız köşeme çekilemeyeceğimi biliyordum. Onların yanına gitmek zorundaydım. Derin bir nefes aldım ve yumruklarımı iki yanımda sıkarak kendimi gruba doğru ilerlemeye zorladım. Herkesin yüzüne yerleşmiş olan korku ifadesine bakarken alt dudağımı ısırdım ve ceketimin altındaki bedenimden çok ruhumun ürperdiğini hissettim. Umutsuzluğa kapılmamam gerektiğini düşünerek yüzüme cesur bir ifade yerleştirmeye çalıştım. Bir köşede homurdanıp duran Lee'yi görmezden gelmek sandığımdan daha kolaydı.
"Tamam. Bir planı olan var mı?" diye sordu Oliver, gözlüklerini parmağıyla yukarı ittirerek. Her zaman bir şeyler hakkında söylenip duran çocuğun şimdi böyle kısa cümleler kurduğunu görmek biraz garipti. Koridorda yankılanan adım sesleri duydum ama dönüp bakmadım çünkü Dallas'ın geldiğini biliyordum. Oliver devam etti. "Burada kalmayacağız, değil mi? Yani... Önünde sonunda buraya gelmez mi?"
Muhtemelen gelir, demek istedim ama Andy konuşmakta benden önce davrandığı için vazgeçerek dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Muhtemelen gelecektir. Yanında bir görgü tanığı varken birini öldürmeye cüret etti. Pek sabırlı birine benzemiyor bence."
Dallas, Andy'ye bakarken keyiften yoksun bir şekilde gülerek sırtını duvarlardan birine yasladı. Aynı şeyi düşündüğümüz için ben de aynı tepkiyi vermek üzereydim. Oysa içimden tam tersi bir düşünce geçiyordu; Kahretsin! Matthew'in Barry'yi benim gözlerimin önünde öldürmesinin ve varlığını fark etmemizi zerre kadar umursamamasının tek bir anlamı olabilirdi; Bir tekimizi bile bu okuldan canlı çıkarmayı düşünmüyordu. O psikopatın bizi öldürmek için elinden geleni yapacağını zaten biliyordum ama bunu resmileştirmiş olması her şeyi daha da can sıkıcı bir hâle getiriyordu.
Öfkesini gizleyemeyen Lee yüksek sesle inledi ve herkesin ona bakıyor olmasını umursamadan omzunun üzerinden Andy'ye ölümcül bir bakış attı. Koridorun ışıkları altında kızın solgun yüz hatları derin bir kızgınlığı açığa vuruyordu. "Birini mi? O biri senin arkadaşındı! Biraz daha duyarlı olamaz mısın? Amma da kötüsün be!" diye bağırdığında Andy cevap olarak hiç kıpırdamadan baygın baygın gözlerini devirdi. Başımı eğip alt dudağımı ısırırken kaşlarımı hafifçe çattım. Lee sanırım buradaki asıl 'kötünün' kim olduğunu anlamıyordu. Andy zorba, pislik ve birazcık beyinsiz olabilirdi ama kimseyi öldürmezdi. Onu koruyacağım aklıma gelmezdi ama böyle bir durumda kendi hayatını düşündüğü için onu suçlayabilir miydik? Kendini korumak zorundaydı ve bencillik her insanın tabiatında biraz vardı.
Andy, Lee'ye "Fikirlerini kendine saklamaya ne dersin? Çünkü kimse senin ne düşündüğünü umursamıyor!" diyerek karşılık verdi. Neredeyse bağırıyordu. Sonra alaycı bir öfkeyle devam etti. "Kendini bu kadar önemli görmen gülünç aslında."
"En azından senin gibi bir pislik değilim, değil mi?"
"Ne dedin bana sen?"
"Ne dediğimi duydun!"
"Bana bak..."
"Zaten sana bakıyorum, mankafa!"
Ah, yine mi?
Aralarına girse miydim acaba?
Hayır, muhtemelen iyi bir fikir değildi bu.
Lee bu kavgayı daha da kötü bir hâle getirmek için can atıyor gibiydi. Saçlarını omzundan ittirdi ve dünyanın en sakin insanını bile sinir edecek kadar inatçı bir tavırla "Orada ölen sen olmalıydın! En azından daha az üzülürdüm!" dediğinde herkesin yüzünde aynı ifade, aynı şaşkınlık belirdi. Daha sözcükler ağzından çıktığı anda dediklerinin Andy'yi çileden çıkaracağını biliyordum. Buna engel olamayacağımı da biliyordum. Aslında Lee hiç de böyle kavgacı bir tip değildi. Hele ki Andy'ye böyle diklenecek bir tip hiç değildi. Bu gece olanlar onu tahmin ettiğimden çok daha fazla sarsmış olmalıydı. Hissettiği korku onu böyle vahşileştiriyorsa bu kızı kontrol altında tutmak konusunda daha dikkatli davranmalıydık. Ah, hazır kontrol altında tutmaktan bahsetmişken, kontrol altında tutmamız gereken bir kişi daha var...
Andy.
"Sana üzücü bir şey daha söyleyeyim mi, Lee? Hakkımda tek kelime daha edecek olursan seni öldürmesi için o pisliğin önüne atarım! O zaman bakalım bu kadar geveze olacak mısın?"
Andy'nin bağırışından çok dedikleri irkilmeme neden olmuştu. Ciddi olmadığını biliyordum, sadece kabadayılık taslıyordu ama içinde bulunduğumuz şu durumda böyle bir tehdit savurmak zorunda mıydı cidden?
Lee katıksız bir dehşetle nefesini tuttu. Bir saniye kadar duyduklarını sindirmeyi bekledi. Kıpkırmızı bir suratla ve titreyen bir sesle "Beni ne cüretle böyle tehdit edersin?" diye çıkıştığında Andy hiç umursamayarak elini havada şöyle bir salladı.
"Ağzını kapalı tutmayı bilsen böyle tehditler duymazsın, şekerim."
"Biliyor musun, sen tam bir-"
"Yeter artık!" Gözlerimi çevirip konuşarak herkesin dikkatini üzerine toplamış olan Samanta'ya baktım. Başını ellerinin arasına almış, isyan edercesine haykırmıştı. "İkiniz de çenenizi kapatın! Çocuk gibisiniz! Birbirinizle kavga etmekten daha büyük sorunlarınız yok mu sizce?"
Alfred kafayı yemiş gibi güldü ve cılız bir sesle "Katılıyorum." diye ekledi, yüzünde Barry'nin başına gelenlerin ona hissettirdiği o hüzün vardı. Onu gerçekten arkadaş olarak görüyormuş diye düşünmeden edemedim.
"Bir planı olan var mı?" diye ekledi Oliver, yine.
Ashley yorgun bir tavırla başını sallarken diğerleri de aynı hareketi yaptılar. Ben de öyle. Bir planım yoktu ama bildiğim bir şey varsa o da okulun kapısından çıkmaya çalışmamızın ne kadar tehlikeli bir şey olduğuydu.
Bir rüyadan uyanır gibi Derek'in "Yetti artık!" dediğini duydum. "Sizi bilmem ama ben bu okuldan hemen çıkıyorum! Bu saçmalığa bir saniye daha katlanacak değilim! Ben gidiyorum!" dediğini duyduğumda tüm bilincim yerine geldi. Ona bunun ne kadar tehlikeli olduğunu söylemek için ağzımı açtım ama Derek'de Lee gibi bir çeşit sinir krizi geçiriyor gibiydi. Dönüp ana binanın dış kapısına doğru yürümeye başladı. Onun bu hareketi Lee'ye ve Oliver'a cesaret vermiş gibiydi. İkisi de Derek'in peşinden giderken diğerleri de onları takip etti. Hiçbir şey düşünemiyordum çünkü aklımdan geçen tek bir cümle vardı; ONLARI DURDUR HEMEN! Adımlarımı hızlandırdım ve tedirginlik içinde koşmaya başlayarak en önde yürüyen Derek'e ulaşmaya çalıştım. Elimi kaldırdım ve onu tam da binanın kapısından çıkmak üzereyken tuttum. Şimdi ölümcül bir ıssızlığa gömülmüş olan okulun bahçesi önümüzde uzanıyordu. Seçkin ailelerin seçkin çocuklarının eğitildiği bir okulda her şey fazlasıyla abartıydı. Bahçe de öyle. Sadece birkaç uzun, beyaz lâmbanın aydınlattığı alan bir futbol, voleybol, basketbol ve ragbi sahasını kapsayacak kadar büyüktü. Bahçeyi aşıp dış kapıdan çıkmak için bu alanı yürüyerek geçmek zorundaydık.
Derek kolunu tutan parmaklarıma kötü kötü baktığında iliklerime kadar hissettiğim bir çaresizlikle "Bunu yapma," dedim. "Bahçeden yürüyerek geçmen mümkün değil." diye eklerken sesimi kaplayan panik hissi yoğunlaştı.
Derek, anlamayarak "Ne?" diye fısıldadı. "Ne saçmalıyorsun sen?"
"Çok büyük ve güvenliksiz... Eğer katil de bir..."
Derek sözümü kesmek için yüksek sesle homurdandı ve artık sabrı kalmamış bir ifadeyle kolunu elimden çekip kurtardı. Bahçeyi aydınlatan sokak lambalarının ışığı yüzündeki kararlı ifadeyi ortaya seriyordu ama gözlerinde hâlâ korku vardı. "Bir manyakla burada kalacağımı düşünüyorsanız düşünmeye devam edin ama bununla bensiz uğraşmanız gerekecek!" dediğinde panik dolu bir ifadeyle diğerlerinin yüzüne baktım. Gitmek istedikleri yüz hatlarından belli oluyordu; Dallas hariç. Gözlerindeki ifade okunmazdı ve her zamanki gibi kaşlarını çatmıştı. Tepkimin nedenini anlamaya çalışırken kaşları daha da çatıldı. Belki de yanılıyordum? Belki de bu bahçeden yürüyüp çıkabilir, polise gidebilirdik.
Tereddüt ederek "Bilmiyorum," diye mırıldandım. "Demek istediğim, bu... Bahçeden çekip gidebilmek... Bu, aşırı kolay olmaz mı? Katilin haberini duydun mu? O adam gerçek bir psikopat ve şimdi de bizi av olarak görüyor. Bu kadar kolay gitmemize izin vermez."
"Sorun değil, çok hızlı koşarım."
"Sorun ne kadar hızlı koştuğun değil. Beni dinlemiyorsun. Babam bir polis ve o pisliğin dosyasını okudum. Sana oradan öylece çekip gidemeyeceğini söylüyorsam gidemezsin çünkü katil..."
"Oof, Cassie. Çek git başımdan. Burada konuşup durarak vakit kaybediyoruz sadece."
Derek bana durumun tehlikesini açıklama fırsatı vermeden dönüp kararlı adımlarla merdivenlerden indi, dış kapıya doğru yürümeye başladığında gözlerim iri iri açıldı. Kahretsin! Neden kimse beni dinlemiyordu? Lee bir adım atacak gibi oldu ama ben Derek'in arkasından "Hey! Yapma bunu! Orası güvenli değil!" dediğimde panikle olduğu yerde durdu. Andy'de durmuştu. Derek dışında herkes bir terslik olduğunu fark etmişti. Aptal çocuk beni dinlemeyerek yürümeye devam ettiğinde kararsızca merdivenlere doğru bir adım attım. Onu tutup sürükleyerek geri getirebilir miydim? Barry'nin ölümüne engel olamamıştım ama Derek'in ölümünü durdurabilecekken ona engel olmak için elimden gelen her şeyi yapmak istiyordum. Bir adım daha attığımda Ashley beni omzumdan tutup kendine çevirdi.
"Senin derdin ne?"
Başımı salladım. "Derek'i durdurmak zorundayız!"
"Neden? Okulda kalamayacağımızı biliyorsun, Cassie. O herif bizi öldürmek istiyor."
"Kalmak zorundayız çünkü katil şu an kamera odasında, en üst katta. Orayı tesadüf eseri seçmiş olamaz. Dosyasını okudum. O..." Tanrım... "Askerliğini keskin nişancı olarak yapmış."
Ashley dehşet içinde fısıldadığım bu bilgiyi almakta zorlanırken gözlerini kırpıştırdı. Sonra sanki ona vurmuşum gibi bir adım gerilerken Diego atıldı ve yere kapaklanmadan önce kızı omuzlarından tuttu. Ashley'i göğsüne çekerek ona sıkı sıkı sarıldı ve saçlarını okşayarak kulağına doğru sakinleştirici bir şeyler mırıldandı. Her ne dediyse işe yarıyor gibiydi, Ashley çok daha sakin görünüyordu. En azından birbirlerine sahipler, diye düşündüm üzgün bir şekilde. Yalnız olmak berbat bir şeydi. Lee, "Aman Tanrım!" diye haykırırken Andy kısık sesle küfür savurarak dış kapıya doğru yürüyor olan Derek'e baktı. "Aptal! Kendini öldürtecek!" dediğinde gözlerimi hızla büyük bir tehlike içinde olan çocuğa çevirdim, Derek bahçenin yarısını geçmişti. Hâlâ yaşıyordu ama seslensem bile duyamayacak kadar korkmuş bir seviyedeydi. Merdivenlere doğru hızlı bir adım attım. Belki ölmeden önce yanına gidip katilin bir keskin nişancı olduğunu ve silahı varsa bizi kör bir tavuğu vurur gibi vuracağını söyleyerek onu buraya geri getirebilirdim. Başka bir çıkış bulurduk; Daha güvenli bir çıkış...
Gerçi katilin silahı olup olmadığını bile bilmiyorduk. Belki de yoktu? Belki de sadece paranoyaklık ediyordum? Belki de gerçekten bu bahçeden yürüyerek çıkıp gidebilirdik? Ama bu riske değer miydi? Ya da kurban için birini göndermeye?
'Hayır!' diye haykırdı içimden bir duygu, muhtemelen vicdanım.
Kıpırdamak, bir şeyler yapmak, Derek'in bu lanet okuldan çıkmaya çalışmasına bir şekilde engel olmak zorundaydım ve olacaktım da. Bir an bile tereddüt etmedim çünkü kendimi bu kadar kararlı hissettiğim bir an daha olmamıştı. Düşüncelerimin gittiği yönü bedenimle takip ederek merdivenlere doğru bir adım attım. Sonra bir adım daha ve bir adım daha...
Bunu yapıyordum, cidden yapıyordum.
"Derek, dur! Dur, seni aptal çocuk!"
Ama Derek çoktan beni duymayacak kadar uzaklaşmıştı, neredeyse bahçenin diğer ucundaydı.
Bir adım daha attığımda olmasına hiç ihtimal vermediğim bir şey gerçekleşti. Biri... Yo, hayır. Biri değil... Dallas... Hızlı bir biçimde üzerime atıldı ve kollarından birini belimin çevresine dolayarak bedenimi sertçe geriye çekti. Sırtımın yarısı göğsüne yaslanırken sanki mümkünmüş gibi daha da paniklediğimi hissettim. Gerçek ve hayal arasında dolaştığım o ince çizgide Dallas'ın kulağıma doğru "Delirdin mi sen? Oraya gidemezsin!" diye çıkıştığını duydum. Doğruyu söylediğini, mantıklı düşündüğünü, oraya gitmenin ölümün taa kendisiyle tanışmak olduğunu biliyordum. Derek neredeyse yolu tamamlamıştı, dış kapıyla arasında birkaç metre vardı sadece. Hâlâ hayattaydı ve bu iyi bir şeydi, değil mi? Bu durum katilin silahının olmadığı anlamına mı geliyordu? Umut parçası öyle ani bir şekilde kalbimde yeşermişti ki canımı yaktığını hissettim. Aynı umutla "Silahı yok." diye mırıldanırken Dallas kolunu belimden çekmek için hiçbir hamle yapmadı. Acımasız bir sessizlikten sonra "Hayır, var." dedi. Kaskatı kesildim, bunu onun da hissettiğine emindim. Yine de devam etti. "Bu bir tuzak. Bekliyor çünkü Derek'in peşinden gidip gitmeyeceğimizi görmek istiyor." Hayır, diye düşünürken çırpınarak Dallas'tan uzaklaştım ve korkuyla dolu olan gözlerimi Derek'in üzerine diktim. Karanlıktı ama onu görebiliyordum. Gecenin soğuğu tenimi yakıp geçerken tek duyabildiğim rüzgarın ve nefeslerimin sesiydi. Derek okulun kapısına varmak üzereyken içimdeki umut parçası biraz daha yeşerdi...
Ama Matthew düşündüğümden bile daha hasta bir manyaktı! Derek'e umut vermek, sonra da o umudu ondan çekip almak istemiş olmalı ki, tam da kapıya ulaştığı anda babam polis olduğu için ne olduğunu çok net anladığım bir ses duydum. Ses tepemizden, okulun en üstünden gelmişti. Kulaklarım ince bir sızıyla acırken yutkunmuş, yüksek sesle nefes almış ve gözlerimi Derek'ten ayırmamıştım. Birden durdu. Ciddiyim. Hiç hareket etmedi. Bu hem tuhaf hem de can sıkıcı bir durumdu. Neresinden vurulduğunu anlamaya çalışırken kalbim kafesinin içinde küt küt atıyordu. Barry'den tanıdık gelen o acı çığlığın okulun bahçesini kapladığını duyduğumda dizlerim boşalır gibi oldu. Çok geçti artık. Oraya gidip Derek'i geri getirmemiz mümkün değildi. Derek korkutucu derece ani bir şekilde yere düştü ve can havliyle çırpınarak sol bacağını tutmak için uzandı. Gölgelerden daha koyu bir sıvının ayağının altına doğru aktığını, biriktiğini görebiliyordum. Midemi bulandıran ve tüylerimi diken diken eden bir sıvıydı bu, kandı.
Lütfen... Tanrım, lütfen... Daha fazla kan olmaz...
Neden bu gece buradaydım? Neden yaşadığımız her şey berbat bir kabustan ibaret değildi? Neden gözlerimi açıp kendimi evimde, ailemin yanında, yatak odamda bulamıyordum? Neden? Neden? Neden? Ölmek istemiyordum. Kimsenin de ölmesini istemiyordum. Bunları yaşamak da istemiyordum ama orada olduğumun, yaşadığımız her şeyin gerçeğin kendisi olduğunun farkındaydım. Burada ölecektik. Matthew denen pislik herif hepimizi tek tek avlayacaktı ve sonunda birileri bizi bulduğunda her şey için çok geç kalmış olacaklardı. Tıpkı bizim Derek için geç kalmış olmamız gibi.
Bir an sonra bir el ateş sesi daha duydum. Bu sefer Derek'in diğer bacağını hedef almıştı. İşin en berbat tarafı Matthew'in insanların acı çekmesinden aldığı zevki izliyor olmaktı. Derek'i bacaklarından vurmuştu, kafasından ya da kalbinden değil. Ya gidip ona yardım etmemiz için bizi kışkırtmaya çalışıyordu ya da avının kıvranmasını izlemek istiyordu. İki seçenek de birbirinden berbattı. Herkes şaşkınlıktan bir şey diyemez bir haldeyken bir ateş sesi daha duyuldu. Bu sefer ölümcül bir noktayı nişan almış olmalı ki Derek kıvranmayı keserek cansız bir halde yerde yatmaya başladı. Arada uzun bir mesafe olmasına rağmen Matthew bir atış bile ıskalamamıştı. Mesleğinde ne kadar iyi olduğunu görmek yüreğimi ağzıma getirirken o pisliğin bu kapıdan tek parça halinde çıkmamıza asla izin vermeyeceğini düşündüm. Okulun duvarları o kadar yüksekti ki, tırmanmamıza imkân yoktu ve tırmansak bile Matthew'in oraya ateş etmeyeceğinin garantisini kimse veremezdi. Bu okulda kapana kısılmıştık.
Şok halindeki Ashley kelimeleri bulmakta zorlanarak "O... O..." diye kekeledi. Derek'in cansız bedenine bakarken bir teselli arar gibi Diego'ya biraz daha sıkı sarıldı. O kadar titriyordu ki, bunu fark etmek rahatsız edici bir farkındalıktı. "I-ıskalamadı bile."
Andy, "Boku yedik." diyerek kibar bir yorumda bulundu.
"N-ne yapacağız şimdi?" Bunu diyen Bobby'ydi. Bize bakarken başını öyle hızlı bir şekilde iki yana salladı ki boynunu kırmamasına şaşırdım. "Oradan çıkamayız. O pislik yukarıda ve elinde bir silah var. Sizi bilmem ama ben tavuk gibi avlanarak ölmek istemiyorum!"
Parmaklarını saçlarının arasından geçirerek "Kimse istemiyor, dostum." dedi Tom. O gece pek sık konuşmadığı için sesini duymak biraz garipti. "Kahretsin! Şimdi ne yapacağız? Kapıdan çıkamayız!"
Ben de tam bunu sormak üzereydim.
Dallas'ın "Okulun içine geri dönelim." dediğini duyduğumda neredeyse küçük dilimi yutacaktım. 'Okulun içine mi? Katilin olduğu okulun içine mi?' diye çıkışmamak için dudaklarımı birbirine bastırırken Lee'nin "Ne? Hayır! Sen kafayı mı yedin?" dediğini duydum. Ne gariptir ki, Andy bu fikre karşı çıkmıyor, aksine başını onaylarcasına sallıyordu. Dallas anlaşılmaz bir ifadeyle döndü ve okulun içine doğru ilerledi. Ashley ve Diego onu takip etmek için dönerken Samanta'nın ve Tom'un da aynısını yaptığını gördüm. Kısa bir an için tereddüt ettikten sonra bunun en iyi karar olduğuna kanaat getirip grubu arkalarından takip ettim. Matthew bir keskin nişancıyken ve elinde bir silah varken korunmasız açık alanda bekleyip durmak şuursuzluk olurdu. Okulun içi daha güvenliydi. Kapalı alanda potansiyel bir tehditten ve silahın namlusundan kaçmak çok daha kolay olurdu... Ya da bir silah bulmak...
Sadece hayatta kalmak istiyordum, başka hiçbir şey değil.
🔸🔸🔸
Sığınmak için kütüphaneyi tercih etmek mantıklı bir seçenek gibi görünüyordu çünkü tek bir kapısı vardı ve girişi kapatmak için bir sürü eşya bulabileceğimiz bir alandı. Yeterince güvenli değilse bile diğer alanlardan daha güvenli olduğu kesindi. Böyle bir yerde bir arada kalmak kolay olurdu. Yine de herkes bir yere dağılmıştı. Andy ve Alfred camın kenarındaydı; Ashley, Lee ve Samanta rafların olduğu tarafta; Diego, Tom, Bobby ve Oliver iade yerinin önünde... Dallas'da daha önce yaptığı gibi kütüphanecinin masasına yaslanmıştı. Bense gölgelerin olduğu bir yere sığınmıştım çünkü ne görünmek ne de duyulmak istiyordum.
Ne kadardır burada olduğumuzu bilmiyordum ama giderek uykusuzluğa yorgun düşmeye başlıyordum.
Yatağıma gitmek istediğimi düşünürken Samanta'nın Dallas'a bakıyor olduğunu fark ettim. Neden yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama ben de aynısını yaptım. Eski sevgili olmaları bir yana kızın ona bakması beni şaşırtmamıştı. Dallas gerçekten yakışıklı bir erkekti. Zekayla parıldayan çarpıcı yeşil gözleri hem derinliği hem de sıcaklığı yansıtıyordu. Koyu, dağınık saçları ve düz burnu yüzünün simetrisine katkıda bulunarak kendinden emin simasını ortaya çıkarmıştı. Bu kadar popüler olmasına şaşmamak gerekirdi ama Dallas'ta yüzeysel çekiciliğin ötesinde bir şey vardı. Bunu bu gece anlamıştım. Doğal bir karizma yayıyor, cesaretin ve zerafetin karışımından oluşuyordu. Ne olursa olsun soğukkanlılığını koruması insanda hayranlık uyandırıyordu çünkü biliyordum ki derinlerde bir yerde o da bizim kadar ne yapacağını bilmiyordu. Yine de durumu kontrol altında tutmak için elinden geleni yapıyordu. Bunu kesinlikle babasından öğrenmiş olmalıydı çünkü bilirsiniz, politikacılar biraz öyledir...
Ah, bekle! Neden ona bakıyordum ki şimdi?
Sanırım daha önceki konuşmamız yüzündendi. Hâlâ vicdan azabı çektiğime inanamayarak gözlerimi Dallas'tan çekerken herkesin bu kadar sessiz olmasının ne kadar garip olduğunu düşünmeden edemedim. Raflara
"Belki de yeniden çıkmayı denemeliyiz." diye lafa girdi Alfred. Andy'nin ona bir aptal gibi bakıyor olmasını umursamadan devam etti. "Sonsuza kadar o çatıda elinde bir silahla bekleyemez ki."
"Az önce birinin vurularak ölümüne şahit olmuşken mi? Ben almayayım, sağ ol. Hiçbir zaman şansım yaver gitmez."
Herkes Lee'ye katılıyor olmalı ki kimseden itiraz yükselmedi. Şaşırmadım. Katil gerçekten de orada olmayabilirdi ama olma riskini göze almak da kolay değildi. Bu bir bilgisayar oyunu değildi. Orada ölüp 'Hadi, başla bir yöntem demeyelim!' diyemezdiniz.
Dallas, "Telefonu yanında olan var mı?" diye sorunca herkes rahatsız bir ifadeyle birbirine bakmaya başladı. Kimseden ses çıkmayınca umutsuz bir tavırla iç çekerek gözlerimi yere diktim. Telefon yoksa polis de yoktu. Burada tamamen kendi başımıza kalmıştık. Bu şey her saniye daha da korkunç bir hâle gelmek zorunda mıydı?
"Oyunun kuralları gereği telefon getirmek yasaktı," diye cevap verdi Alfred. "O yüzden hepimiz balo salonunda bıraktık... Ama cidden, kimsenin bir planı yok mu? Ya da o pislik hakkında hakkında bir şey bilen?"
Bu kısımda konuşmaya karar vererek "O pisliğin adı Matthew." dedim. Okuduğum dosyayı hatırlamaya çalıştım ama hissettiğim korku yüzünden hafızamda hiçbir şey kalmamıştı. "Bir seri katil ve kurbanlarını sadece öldürmüyor. İşkence de ediyor. Demek istediğim, Derek'i alnından vurup öldürebilirdi ama bunun yerine bacaklarını nişan aldı. Acı çekmesini ve öleceğini anlamasını istedi. Aynısını Barry'ye de yaptı. Bence o bir çeşit.."
Söyleyemedim.
"Sadist mi?" diyerek tamamladı Dallas. Ona bakmak için gözlerimi kaldırdım. Kollarını göğsünde kavuşturdu ve bakışlarını üzerimden çekmeden kaşlarını hafifçe çattı. "Orası gayet anlaşılıyordu. Dosyasını okuduğunu söylemiştin. Bir zayıflığı ya da zaafı var mı?"
"Hayır. Bir sınırı olduğunu da sanmıyorum. Ahlaki açıdan yanlış bulduğu hiçbir şey yok. Bu yüzden ona karşı çok dikkatli olmalıyız."
Andy, kararlı bir edayla "Onu indiremez miyiz? Sayı olarak fazlayız. O pisliği hareket edemeyecek hale gelene kadar döversek bu kahrolası okuldan elimizi kolumuzu sallayarak çıkabiliriz." deyince irkildim. Mantıklı bir seçenekti aslında. Gerçekten de sayı üstünlüğü bizdeydi. Keşke katil keskin nişancı olmasaydı. Onunla öylece yüzleşmek, saldırmak ne kadar akıllıca bir plandı? Andy'nin düşündüğü şekilde Matthew'e saldırmaya kalkarsak daha beş metre bile yaklaşamadan adam bizi delik deşik ederdi.
Tüm bu konuşmalardan ve korkudan bunaldığımı hissederek her şeyden biraz uzaklaşmak istedim. Kütüphanenin içi güvenli bölgeydi. Bunu bilerek gölgelerin içine kaçtım ve arka tarafa, rafların arasında geçmek için yürüdüm. Normalde olsa bir kütüphanede olmak beni çok mutlu ederdi. Ne de olsa gerçek dünyadan kaçmak için kitaplardan daha iyi ne vardı, değil mi? Ama buraya gelmeme sebep olan şeyin bu kütüphane olduğunu düşündükçe delirecek gibi oluyordum. Hayatım için hissettiğim endişe ruhumu boğacak kadar yoğundu. Ailemi bir daha görebilecek miydim? Görmeyi umuyordum çünkü ölürsem kahrolurlardı.
Kollarımı savunmasız bedenime sararak çocuk klasiklerinin olduğu alana girmek için sola döndüm. Rafa sırtını vermiş, yerde oturan bir gölge görünce tiksintiyle irkildim ve başka bir ceset bulduğumu sandım. Berbat bir şeydi. Bir ceset daha görmeye katlanamazdım ama sonra figürün ayaklarından biriyle yerde hafif bir ritim tuttuğunu gördüm. Hâlâ canlıydı. Şükürler olsun! Gölgeli figürün kim olduğunu görmek için eğilirken figür kulaklıklarından birini -O kadar yüksek sesle müzik dinliyordu ki, şarkının sesini ben bile duyuyordum- çıkararak başını kaldırıp gözlerini yüzüme çevirdi. Güldüğünü duydum, hafif ama bir şekilde de tanıdık hissettiren bir gülüştü bu.
"Seni gecenin bu saattinde okulda bulduğum için şaşırmalı mıyım, Cassie?"
Kaskatı kesildim çünkü bu ses...
"Elias?"