?17.BÖLÜM: CESET VE KAN

3014 Words
Onu o an orada bulmayı o kadar beklemiyordum ki ağzım hiç de hoş olmayacak bir şekilde bir karış açık kalmıştı. Elias buradaydı, okulda! Galiba o gece olanlar içinde en çok şaşırdığım üçüncü durumdu bu. Kafam karışmıştı; Aklımda dolanıp duran bir yığın soru vardı ve en belirgin olanı da Elias'ın bu gece olanlardan haberi olup olmadığıydı. Ne yani? Bunca zamandır burada müzik mi dinliyordu? Onu daha önce kütüphaneye geldiğimde nasıl fark etmemiştim? Hayır, daha da önemlisi, nasıl bir tehlikenin içinde olduğundan haberi var mıydı? En ufak bir korkudan yoksun olan ifadesi bana olmadığını söylüyordu. Endişemi olduğu kadar dibe bastırmaya çalışarak Elias'ı baştan aşağı süzdüm. Her şeyden önce yaralanıp yaralanmadığını kontrol etmem gerektiğini düşünmüştüm. Şükürler olsun ki hâlâ tek parça halindeydi. Tanrım, bunun için ne kadar şanslı olduğunu biliyor muydu? Matthew onu burada böyle tek başınayken yakalasaydı zarar vermeden bırakmazdı. Kendimle birlikte Elias'a da acımadan edemiyordum. Neden buraya gelmişti ki sanki? Neden bu gece olmak zorundaydı? Şimdi o da bizim gibi birer avdı. Onu katilden önce bulduğum için Elias'ın ne kadar şanslı olduğunu düşünerek durumu açıklamak için acele ettim. Ne kadar erken bilirse o kadar iyiydi. Uzatmak ya da onu olanlardan habersiz bırakmak Matthew denen o pisliğe karşı korunmasız bir konumda olmasına neden olurdu... Fakat düşüncelerimin netliğine rağmen her şeyi anlatmaya nasıl ya da nereden başlayacağıma karar veremedim. Bir süre lafa nasıl gireceğimi düşünerek gözlerimi Elias'ın üzerinde dolaştırdım. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyorum ama o ifade karşısında Elias'ın gülümsemesi yavaşça yok olmuş, kulaklığının diğer tarafını da çıkarmak için uzanmıştı. Aramızdaki sessizliği kırmayı başardığımda diyebileceğim en aptalca şeyi diyeceğimi bilsem muhtemelen ağzımı hiç açmazdım ama konuya bodoslama girmek de Elias'ı şoka sokabilirdi. O yüzden "Oturabilir miyim?" diye izin istedim. Elias'ın sorum karşısında biraz şaşırdığını görebiliyordum. Yüzünde tereddüt vardı. Toparlanmaya çalışırken "Elbette, gel." diyerek bana yer açmak için yana kaydı. Zeminde yanına oturdum ve tıpkı Elias'ın yaptığı gibi sırtımı arkamdaki kitap rafına yasladım. İki rafın arasındaki alan düşündüğümden daha dardı. Omuzlarımız birbirine değerken dizlerimi karnıma çekerek karşımızdaki raflara dizilmiş olan kitaplarda gözlerimi gezdirdim. Aslında kitaplar umurumda falan değildi, sadece olan her şeyin üzerine düşünmek için biraz zaman kazanmaya çalışıyordum. İyi olan tek şey Dallas'ın verdiği ağrı kesicinin işe yaramış olmasıydı. Artık başım patlayacak gibi ağrımıyordu. Basit bir şekilde sohbet etmek için Elias'a "Ne dinliyorsun?" diye sordum. Mp3 çalarını kahverengi ceketinin cebine sokarken hafifçe iç çekti. "Hiç." dedi. "Ama bir şey dinliyordun." diye karşı çıkarak ortamı yumuşatmak için şakacı bir tavırla omzunu omzumla dürttüm. Elias, beni geçiştirip "Sadece eski bir şarkı." diye cevap verirken gülümseyerek başını iki yana salladı ama tepki veremeyecek, ona geri gülümsemeyecek kadar yorgun ve ölü hissediyordum kendimi. O da bunu fark etmiş olmalıydı. Gerçi fark etmemesi mümkün değildi. Bedenim hafifçe titriyordu ve tüm enerjim çekilmiş gibi bitkin bir biçimde bakıyordum ona. "Cassie... Her şey yolunda mı?" Sinirlerimin ne kadar bozuk olduğunu belli etmemeye çalışırken omuzlarımı silktim. "Değmeyin keyfime." "Sen iyi misin?" Değilim, hem de hiç. "Her şey çok berbat." diye mırıldanırken sakinleşmek için tırnaklarımı dizlerime sürttüm. Başım bana ağır gelince arkamdaki kitaplık rafına yasladım. "Ve muhtemelen daha da berbat olacak." "Neden? Ne oluyor?" Kendimi gülümsemeye zorlamak istedim ama gerçekten yapamıyordum. Sinirlerim bozulmuştu ve çığlık atmamı ya da ağlamamı engelleyen tek şey bunun hiçbir faydasının olmayacağını bilmemdi. Aramızdaki sessizlik uzayıp giderken Elias gözlerini yüzümden indirdi ve şüpheci bir şekilde üzerimdeki bol spor takımı süzdü. Ceketime, tişörtüme, şortuma ve bağcıklı spor ayakkabılarıma bakarken okulun balosundan döndüğümü belli eden tek bir şeyin bile olmadığını düşündüm. Yüzümü yıkarken makyajımı çıkarmıştım ve saçlarım da dalgalı bir şekilde omuzlarımdan sarkıyordu. O an çok sıradan görünüyor olmalıydım. Sıradanlığıma üzüntüyle parlayan iri, açık kahverengi gözler de eklenince iyice berbat hâle bürünmüş olmalıydım. Gerçi Elias'da çok sıradandı. Yakasında ve kenarlarında cepler olan kahverengi ceketi, düz mavi tişörtü ve pantolonuyla buraya balodan gelmediği belli oluyordu. Bilmiyorum. Belki de onu Andy, Barry ve Alfred ile 'Hazine Avı' gibi bir oyun oynarken hayal edemediğim içindi. Onu pek tanımıyordum ama bunu asla yapmayacağını biliyordum. Birden başımı çevirip Elias'a baktım. Sonra sanki en önemli sorun buymuş gibi "Ya sen nasılsın?" diye sordum. Elias bu soruyu neden sorduğumu anlamayarak kaşlarını çatınca yumuşak bir şekilde gülümsedim ve her ne kadar özel hayatına burnumu sokuyormuş gibi hissetsem de "Babanı defnettiniz mi?" diye sordum... Ne hissettiğini ele vermeyen bir ses tonuyla "Evet," diye cevap verdi. Bekledim ama tek dediği buydu. Devam etmeyecekti. "Peki kendini nasıl hissediyorsun?" Bir an sessizliğini korudu. Sanki cevabı bana söyleyip söylememekte tereddüt ediyordu. En sonunda dürüst olmakta karar kılarak "Normal," diye cevap verdi. Hemen sonra başını eğdi, elleriyle yüzünü kapattı ve boğazının gerisinden isyan eder gibi bir inilti yükselirken boğuk bir sesle devam etti. "Hatta katiline kin gütmeyecek kadar normal. Benim derdim ne? Berbat bir evladım, değil mi?" "Hayır, böyle düşünme. Öyle bir babayı sevmek zorunda değilsin, Elias." Ellerini yüzünden çekti. Çaresiz, küçük bir çocuğun ifadesi vardı yüzünde. "Değil miyim gerçekten?" diye sordu umutla. "Hayır, değilsin. Bunun sana yanlış hissettirdiğini biliyorum ama bazı insanlar onları sevmemizi hak etmezler. Anne babamız bile olsalar. Bazen sadece... Bilirsin, her şeyi kabullenip yoluna devam etmek gerekir. Bazen boş vermek kendin için yapabileceğin en iyi şeydir." Ne dediğimi fark ettiğimde dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne yani? Şimdi de psikolojik tavsiyeler vermeye mi başlamıştım? Aman ne harika. Halletmem gereken daha önemli sorunlarım vardı ama buna rağmen Elias'a yardımcı olmak için elimden gelen her şeyi yapmak istiyordum. Geçmişte yapmamıştım ve bunun pişmanlığını hâlâ kalbimin en derin köşelerinde hissediyordum ama şimdi değişmiştim ve yapabilirdim. "Güzel tavsiyeler veriyorsun. İyi bir arkadaş olurdun." Niye son günlerde herkes benim- Ah, neyse! Önemli değil şimdi. "Sadece zamana ihtiyacın var. Her şey iyi olacak, güven bana." Böyle bir söz verdiğim için anında pişman olduğumu hissederken -Sonuçta sadist bir katil ile karşı karşıyaydık ve bu okuldan canlı çıkıp çıkamayacağımız bile belli değildi!- Elias sözlerim üzerine gözle görülür bir biçimde rahatladı. Doğal olarak sözümü geri de alamadım. İfademi yeniden süzdü. "Peki senin niye canın sıkkın? Hem okulda ne yapıyorsun bu saatte?" diye sorunca bir an için yok saymayı başarabildiğim o acımasız gerçek yüzüme tokat gibi çarptı; Cesetler ve Matthew... Bu okuldan canlı bile çıkmayabilirdik ve ben az önce bu çocuğa her şeyin düzeleceğine dair aptalca bir söz vermiştim. Böyle büyük bir sorumluluğun altına girmek de neyin nesiydi? Lafa girmeden önce cesaretimi bulmak için ciğerlerimi derin bir nefesle doldurdum. Ona burada neler olduğunu söylemek zorundaydım, daha fazla bu meseleyi geciktiremezdim. Söyle gitsin sadece. "Sana söylemem gereken bir şey var, Elias." "Öyle mi? Nedir?" "Önce iyi haberi mi istersin, kötü haberi mi istersin?" Bu sorum hoşuna gitmiş olmalı ki Elias alçak sesle güldü. Küçük, güvenli bir alandaydık ve kimsenin beni aramak için gelmeyişi yüzünden rahatça konuşabiliyorduk. Yumruğunu yanağına yaslayarak şirin bir şekilde "Kötü haberi ver. Bunu iple çekiyorum." diye alay ettiğinde buruk bir şekilde gülümseyerek ona baktım. Neden bahsettiğinden haberi bile yoktu. "Okulda..." Kelimenin sonuna doğru sesim çatlayıp tizleşirken devam edecek gücü ne kendimde ne ruhumda bulamadım. Elias bakışlarını yüzümden ayırmadan bana bakıyor, ne diyeceğimi duymayı bekliyordu. Rahatlamaya çalışarak gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Gözlerimi geri açtığımda kendimi çok daha iyi hissediyordum. Hatta bir çırpıda konuşacak kadar iyi hissediyordum. "Okulun içinde bir katil var. Geçen sabah haberlere çıkmıştı, belki görmüşsündür. Adam kırmızı listede aranıyor. Yemin ederim, doğruyu söylüyorum." Haberi o da görmüş olmalı ki inanmamazlık etmek yerine ifademe işlenmiş olan korkuyu inceledi. Korku ve endişeyle "Sen ciddi misin?" diye fısıldayınca başımı hızlı bir biçimde öne doğru salladım. "Evet, ne yazık ki." "Ama bu nasıl mümkün olabilir?" "Bilmiyorum. Sanırım okulu bir süreliğine gizlenmek için seçmiş ve biz de buraya gelince..." Ona resmen yeni bir eğlence çıkardık. "Biz mi? Siz kimsiniz?" "Okuldan birkaç genç işte. Ashley, Andy, Lee falan. Dallas'da var. Bazıları oyun oynamak için gelmiş, ben de biraz yalnız kalmak istemiştim. Kimsenin yanında telefon yok. Senin var mı, Elias? Lütfen olduğunu söyle. Polise bir şekilde ulaşmalıyız." Sesimde fark edilmemesi imkânsız olan bir umut vardı. Elias yüksek sesle iç çekti ve beni hayal kırıklığına uğratmaktan nefret ediyormuş gibi bir ifadeyle başını iki yana salladı. "Üzgünüm Cassie, balo alanında bıraktım. Çok sıra vardı. Daha sonra alırım diye düşünmüştüm." Tıpkı benim gibi. Ne hayal kırıklığı ama! Eh, bu plan da suya düştüğüne göre... O kadar da önemli değildi ama "Sen neden okula geldin?" diye sordum Elias'a. "Son günlerde kendimi pek iyi hissetmiyorum. Kafamı dağıtacağını düşünerek baloya geldim ama o kalabalık her şeyi daha da kötü bir hâle getirdi. Ben de biraz yalnız kalmak istedim." Hafifçe gülümsedi ama keyifli bir gülümseme değildi bu. Tam aksine, duygusuzdu. Hatta öyle duygusuzdu ki, gözlerine en ufak bir his ulaşmıyordu. Başını yana yatırdı. "Bu arada, bu ceket sana diğerinden daha çok yakışmış." deyince başta bir aptal gibi neyi kast ettiğini anlamadım çünkü o gece giydiğim tek ceket... Ah, Dallas'ın ceketi... Ne yani? Elias beni görmüş müydü? Garip bir utanç dalgası hissederek gözlerimi gözlerinden kaçırırken Elias çok daha gergin ve çok daha ciddi bir sesle konuşmaya devam etti. "Peki iyi haber neydi?" "Hâlâ hayattasın, yani Barry ve Derek'ten daha şanslısın." "Kaç ölü var?" "Dört, en azından şimdilik." Sözcükler bazen insana işkence ediyordu ve bunu bu şekilde fark etmek insana kendini iğrenç hissettiriyordu. 'Dört' rakamını ya da 'şimdilik' kelimesini söylemekte hiç bu kadar zorlandığım olmamıştı. Eminim duymak da iğrenç hissettiriyordur. Zira bunu söyledikten sonra Elias ile aramızda rahatsız edici bir sessizlik olmuştu. Bu sessizlik beni rahatsız etse de kendimi tuttum ve hiçbir şey demeden Elias'ın yanında durmaya devam ettim. Ona biraz zaman vermek istemiştim çünkü tüm bunları sindirmenin ne kadar zor olduğunu daha az önce deneyimlemiştim. Bir süre sonra Elias "Ya diğerleri nerede?" diye sordu. "Ön taraftalar." derken farkındalıkla iç geçirdim çünkü Elias onlardan bahsedene kadar diğerlerini unutmuştum. "Aslında biz de yanlarına gitsek iyi olur. En son bir plan yapmaya çalışıyorlardı. Belki onlara yardımcı olabiliriz. Ölmek istemiyorum. Eminim sen de istemezsin." "O kadar da umurumda değil aslında." Kulaklarıma inanamayarak ona garip garip baktım. Kesinlikle yanlış duymuş olmalıydım. "Ne?" "Ölüp ölmemek umurumda değil." "Ne demek umurumda değil? Bu senin için hiçbir şey ifade etmiyor mu?" "Hayır. Herkes önünde sonunda ölür zaten. Ha şimdi ha yetmiş yıl sonra. Ne fark eder?" "Ama hayata bir kere geliyorsun, değil mi? Ve bu senin hayatın. Bu yüzden onu korumak için her şeyi yapmalısın. Dinle Elias, birbirimizi pek tanımadığımızı biliyorum ama yine de senin için endişeleniyorum." Hayat konusunda bu kadar ümitsiz ve keyifsiz konuşuyor olması beni o kadar endişelendiriyordu ki yapacağım şeyi yapmak istedim. Öne eğilerek ona serçe parmağımı uzattığımda Elias ne yaptığımı anlamayarak gözlerime düz düz baktı. İçten bir şekilde gülümsedim ona. Sonra da işaret parmağımı biraz daha uzattım. "Hadi, birbirimize söz verelim. Ne olursa olsun bu okuldan birlikte çıkacağız. Birbirimizi asla bırakmayacağız ve ikimiz de yaşamak için elimizden geleni yapacağız." "Cassie..." "Hadi, Elias. Söz ver bana." Israrım karşısında yüzünü buruşturdu. Verdiğim sözde ciddiydim. Muhtemelen sadece aptallık ediyordum. Sonuçta burada hayatımız söz konusuydu ve her koyun kendi bacağından asılırdı. Birine böyle ciddi bir söz vermek... Elias tehlikedeyse ve bu okuldan gitme imkânım varsa gerçekten reddedebilir miydim bilmiyordum ama ona uzattığım bu söz ödemek zorunda olduğum bir kefaletmiş gibi geliyordu. Elias parmağıma baktı, tereddüt ettiğini görebiliyordum. Ben de hemen bunun üzerine gittim. "Ciddiyim, Elias. Bu işten birlikte çıkmak istiyorum. Bana bu sözü verirsen ne olursa olsun seni arkamda bırakmam." "Neden yapıyorsun bunu? Bana ilk görüşte aşık falan mı oldun?" Sert alayı karşısında dayanamadım ve yüksek sesle güldüm. "Hayır, sana aşık falan değilim. Bu konuda endişelenmene gerek yok. Gerçekten. Ben sadece..." Ne? Ben sadece ne yapıyorum? Aptallık mı ediyorum? Çünkü bu durum tamamen aptallıktan ibaretmiş gibi görünüyor. "Sadece yanında olmak istiyorum, izin verirsen eğer." diye devam ettim dürüstçe. "Çok garip bir kızsın. Bunu biliyorsun, değil mi? Ama istediğin gibi olsun." Serçe parmağını serçe parmağımın etrafına doladı. En son biriyle böyle bir anlaşma yapmamın üzerinden asırlar geçmişti. "Söz veriyorum, Cassie." "Gerçekten ama gerçekten mi?" "Evet, gerçekten." Parmağımı Elias'ın parmağından çekerken onu ikna etmenin bu kadar kolay olduğunu görmek beni rahatlatmıştı. Ne de olsa bu yaşamından tamamen vazgeçmediğini, içinde bir yerlerde hâlâ devam etmek isteyen bir parça olduğunu gösteriyordu. Ben de o parçaya tutunuyordum çünkü bir anlaşmayla hayatlarımızı birbirine bağlamak ne kadar aptalca bir karar olsa da o an bu okuldan birlikte çıkacağımıza olan inancım tamdı. Evet, birlikte. Bu sözü tutmaya niyetliydim. Saçımı kulağımın ardına ittirdim ve kitap raflarının arkasında daha fazla gizlenemeyeceğimizi fark ederek "Ee? Diğerlerinin yanına dönelim mi?" diye sordum. "Andy de oradaydı, değil mi?" "Maalesef," diye ekledim. Elias, duygularını saklamak için en ufak bir çaba göstermeden "Harika." diye homurdandı. Omuzlarımı silktim. Bu gece yaptığı kabalığa rağmen Andy umursamam gereken şeyler listemde en son da yer alıyordu. "Yine de oraya dönmek zorundayız." "Tamam, dönelim öyleyse." Elias kıpırdandı ve oturduğu yerden kalkmak için raflardan birine tutundu. Ben de aynısını yaparken o kalın, ciltli kitaplardan bir tanesini az kalsın kafama düşürüyordum. Neyse ki reflekslerim hızlıydı. Son anda İletişim Kuramları kitabını tutmayı başardım ve Elias yanımdan geçip ön tarafa doğru yürürken ona yetişmek için acele ederek kitabı yerine geri yerleştirdim. Belki de kitap okumayı sevdiğim için böyle hissediyordum ama rafların arasındaki o dar, küçük yerden ayrılmak benim için gerçeğe dönmek gibi bir şeydi. Herkes hâlâ oradaydı ve iyi haber, tartışmayı kesmişlerdi. İronik bir şekilde Elias'ı ilk fark eden Andy oldu. Tam da beklediğim gibi bir tepki vererek bıkkın bir tavırla gözlerini devirdi. Sonra da dirseğiyle yanında duran arkadaşını dürttü ama Alfred onun aksine en ufak bir tepki vermedi. Ciddiyim. Kıpırdamadı bile. Fiziksel olarak orada olsa da zihinsel olarak kim bilir neredeydi? Belki de hâlâ ölen arkadaşını düşünüyordu? Gözlerimi Andy ve Alfred'den çekerken Elias'ın tüm bedeninin bir kaya gibi kaskatı kesildiğini gördüm. Kesinlikle Andy ve çetesinden hoşlanmıyordu. Gerçi o zorbalardan neden hoşlansındı ki? Elias'ı ikinci fark eden ise Ashley'di. Titreyen dudaklarını usulca aralarken kızın iri, mavi gözlerine bir şaşkınlık parıltısı yerleşmişti. "Of, hayır. Bir kişi daha mı?" diye isyan ettiğinde Dallas arkadaşının kime böyle tepki verdiğini görmek için başını çevirdi ve Elias'ı gördü. Ona ilgisiz bir bakış atmakla yetinerek gözlerini yeniden önüne çevirirken diğerlerinin de en az onun kadar kayıtsız olduğunu gördüm. Aslında şaşırtıcı değildi; Hissediyor oldukları endişe diğer duyguların önüne geçmiş olmalıydı... Elias sessizce bir sandalye çekip otururken ben de kendim için bir tane sandalye aldım. Oturmak için herkesten en uzak olan köşeyi seçerken suratım asıktı. Evet, böyle bir tehlikede bile asosyalliğimden vazgeçemiyordum. Benim bir parçam olmuştu o artık. Andy ağzını açan ilk kişi olmak konusunda sandığımdan daha hevesli davranınca dikkatimi üzerine çekmeyi başardı. "Burada bekleyelim," dedi. "Sabah olunca..." Gerisini dinleme zahmetine girmezken gözlerimi devirdim ve Andy'ye 'Teşekkürler. Çok yardımcı oldun, geri zekalı!' diye çıkışmamak için kendimi zor tuttum. Birden dünyanın en ilgi çekici şeyiymiş gibi gelmeye başlayan tırnaklarımla oynamaya başladım. Bir yandan da başarısızlığa uğrama ihtimali düşük bir plan düşünmeye çalışıyordum. "Buradan gitmezsek önünde sonunda bize gelecektir." dedi Dallas, tam da aklımdan geçeni söyleyerek... "Kapıdan çıkamıyoruz, ona saldıramıyoruz, polise haber veremiyoruz. Burada hayatımız söz konusu. Ne yapalım? Öylece teslim mi olalım? Boş versene! O herif yaşlı, ona önce biz saldırmalıyız. Hadi Alfred. Gidelim." Andy'nin hem bir katile saldırmak isteyecek kadar cesur hem de bunu yapmayı düşünecek kadar aptal olduğuna inanamıyordum. "Ne? Saçmalama, Andy! Otur oturduğun yerde. Bir arada kalmalıyız." Lee'nin sanki Andy onu dinleyecekmiş gibi konuşmasını gülünç buluyordum. Dinlemeyeceğini bildiğim için ağzımı bile açmamıştım. "Burada durup ölümü beklemeye hiç niyetim yok. Hadi, Alfred." Alfred tereddüt etse de Andy'ye ve aptal kararlarına anlam veremediğim bir şekilde güveniyordu, çocuğun dediğini yaparak peşinden bir adım attı. Herkesin sinirleri birden gerilmişti. Elias'ın bile. Andy'nin bir aptal olduğunu düşünüyor olmalı ki, başını çevirerek birden raflardaki kitaplara bakmaya başladı. Dallas ise gözlerini ondan ayırmadan küçük, kurnaz bir gülümsemeyle Andy'ye bakıyordu. Kollarını göğsünde kavuşturdu ve Andy'yi izledi. Kapıya doğru yürürken Andy Dallas'ın yanından geçmek zorundaydı. Tam da o sırada Dallas küstah bir ciddiyetle "Çok cesursun, Andy. Katilin Alfred'i öldüremeyeceğine, sonra da peşine düşmeyeceğine emin misin?" diye sorunca Andy duraksadı. Sadece saldırma düşüncesine odaklandığı için öldürülme ihtimalini pek düşünmemiş gibiydi. Kapıya bakarken kaskatı kesildi ve daha o anda yapmayacağını anladım. Yüksek sesle küfür ederek camın kenarına geri döndü ve başka tek kelime etmezken ölümcül bir nefretle dolu olan gözlerini Dallas'a dikti. Bu çocukça çekişmeyi bu durumda bile devam ettirdiğini görmek şaşırtıcıydı. Diego, "Dallas haklı." diyerek düşüncelerini belirtti. "Sayı olarak kalabalığız. Herkes beraberken saldırması pek olası değil." Ama bu durumda kendisine gitmemizi bekler. Tıpkı az önce Andy'nin yapacak olduğu gibi. Ya da daha kötüsü, bize tuzak kurar. Tıpkı Derek'e yaptığı gibi. Tanrım... Cesedi hâlâ bahçede ve gidip onu alamıyoruz bile! "Ne kadar olası değil?" diye sorarak lafa girdi Lee. Yorgun bir tavırla başını iki yana salladı. Tom ve Oliver birbirlerine baktılar. Daha sonra Oliver huysuz bir tavırla "Tüm hayatımızın bir olasılık üzerine mi kurulu olduğunu söylüyorsunuz bize?" diye mırıldandı. Evet, maalesef. Elias, oraya geldiğinden beri ilk kez konuşarak "Sayı olarak yeterince fazlaysak saldırmaya cesaret edemez." diye yorum yaptığında Dallas çenesiyle Elias'ın oturduğu noktayı işaret etti. "Adını bilmediğim şu çocuk haklı." diyerek Elias'a katıldığında her şeye rağmen hafifçe gülümsedim. "Bu yüzden Derek'in yaptığını yapmayın. Ne olursa olsun herkesle bir arada kalmaya çalışın. Bu şimdilik işe yarar." Bunun mantıklı olduğunu düşündüm ama bir noktaya kadar. Matthew'in sabrı taşana kadar bu plan bizi idare ederdi. Yine de bir plana ihtiyacımız vardı. Burada saklanmaya devam edemezdik. Düşünmeye çalıştım. Bahçe kapısından çıkamıyorduk, katil ile yüzleşemiyorduk. O halde... Aklına gelen tek bir plan vardı ve o da midemi bulandıracak kadar berbat bir plandı. Yine de... Söyledim. "Aslında benim bir fikrim var." Herkes birden bana bakınca kendimi huzursuz hissederek yerimde hafifçe kıpırdandım. Ruhumun bir parçasında biraz cesaret bulmaya çalışırken parmaklarım şortumun açıkta bıraktığı dizlerimin üzerinde yumruk halini aldı. Bir şeyler yapmak zorundaydık. Kendimi buna ikna etmeye çalıştım ve garip bir şekilde başardım da. "Bir telefon var. Onunla polisi arayabiliriz." Oliver, "Nasıl var?" diye sordu şaşkın şaşkın. Dediğim şeye inanmakta zorlasa da yüzünde umut vardı. "Herkese sorduk. Kimsede yok işte." "Hayır, birimizde var." diye itiraz ettim ve onu kast ettiğimi anlasın diye gözlerimi bir köşede duran Tom'un üzerine diktim. "Senin telefonun." dedim yumuşak bir sesle. "Ne? Ama telefonum yanımda değil ki. Baloya bile getirmedim çünkü aptal..." Tom'un sesi giderek bariz orada olan gerçeğin farkındalığıyla yavaşladı. "Öğretmen el koymuştu." Harika. Beni anlıyordu. Emin olmak için "Almadın, değil mi?" diye sordum. "Hayır ama..." Tom devam etmese de o ama'nın ne olduğunu biliyordum. Telefonu muhtemelen o kilitli çekmecelerden birindeydi. Kilidi bir şekilde patlatabilirdik, sorun o değildi. Sorun öğretmenlerimizin telefonları koydukları odanın okulun en üst katının bir altında olmasıydı. Katile o kadar yakın bir yerde kurtuluşumuzun olduğu düşüncesi her türlü riski göze almak istememe neden oluyordu ama bu ne tek başıma yapabileceğim ne de tek başıma karar verebileceğim bir şeydi. Bir telefon için ölüme o kadar yakın olan bir yere gitmeye kim 'evet' oyu verirdi ki?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD