?12.BÖLÜM: KAN BANYOSU

2920 Words
Akrep ve yelkovan yer değiştirdikçe kendimi daha da rahat hissettim. Bunun anlamı neydi bilmiyordum, belki de Dallas'a ve onun varlığının üzerimde bıraktığı etkiye alışıyordum - ama kötü bir şey olduğunu zannetmiyordum. Kendimi gergin ve utangaç hissetmekten daha iyi olduğu gerçekti çünkü öyle hissettiğim zamanlarda saçma sapan konuşurdum. Tıpkı Ashley'e yaptığım gibi. Olanları bir kere daha hatırlayınca kendimi tokatlamak istedim. Benim derdim neydi? Zavallı kızın tek amacı benimle konuşmak ve iyi geçinmekti ve ben resmen onu azarlamıştım! Ondan mutlaka ama mutlaka özür dilemem gerekiyordu. Yaptığım kabalığın hiçbir bahanesi olamazdı ve kendimi böyle suçlu hissetmekten de nefret ediyordum. Ashley yüzündeki öfkeli ifade bir an olsun aklımdan çıkmıyordu ve... Ve galiba kırılmıştı da... Pişmanlığım her saniye biraz daha depreşirken yanımdaki oğlanın varlığını biraz olsun yok sayabildim. Bunda zorlanmadım da çünkü zaten ona bakmıyordum. Gözlerim önümde açık duran çocuk kitabının üzerindeki yazılardaydı ama okumuyordum. Düşüncelerimde kaybolmuştum. Dallas bunu fark etmiş miydi bilmiyorum ama "Masal kitabı mı okuyorsun?" diye sorduğunu duyduğumda çok şaşırmış ve utanmıştım. Okumak için masal kitabı seçmek kendimi sekiz yaşında bir çocuk gibi hissetmeme neden olmuştu ama Dallas yargılamaktan çok buna anlam veremiyormuş gibi söylemişti. Sadece araştırma kitapları okuyan biri için garip bir durum olsa gerekti. Bunu hatırlayınca yüzümü buruşturmadan edemedim. Ah, asıl bu garipti. Reddetmek aklıma gelen ilk şey olsa da gerçek ortadaydı ve açıkçası okumayı sevdiğim bir şeyi itiraf etmekten çekinmek bana çok aptalca geliyordu. O yüzden "Evet." diye kabul ettim. Sayfayı çevirdim. Bir sonraki sayfada 'Fare ve Aslan' hikayesi vardı. En sevdiğim hikayelerden biriydi bu. "Masallar eğlenceli. Üstelik öğreticiler." "Ve çocuklar içinler, değil mi?" "Hmm..." Çocuklar için ha? Oof. Boş versenize. Zaten küstah bir kız olduğumu düşünüyordu. Gözlerimi sayfadan ayırmadan aynı alaycı ses tonuyla karşılık verdim. "Yoksa annen sana masal okumuyor muydu, zengin çocuk?" Garip bir sessizlik oldu. Dallas'ın ciddi bir sesle "Gerçekten de küstahsın." dediğini duyunca iç çektim. Bilmiyorum, belki de böyle konuşarak haddimi aşmıştım. Yine de Dallas bunu düşünürken parmaklarını ve gözlerini masal kitabının köşesindeki fare ve aslan resminin üzerinde dolaştırdı. "Dürüst olmak gerekirse, babam ve annem bana masal okumaya vakit ayıramayacak kadar meşgul insanlardı. Babam senatör olduğu için çok yoğun bir adamdı. Annem ise işinden dolayı çok sık seyahat ederdi ve beni elinden geldiğince yanında götürmeye çalışsa da çoğu zaman evde yalnız kalırdım. Büyük bir kütüphanemiz vardı ama içini babam döşediği için orada sadece araştırma ve makale kitapları bulunuyordu. O yüzden pek masal okumadım." Yani bu yüzden mi sadece araştırma kitapları okuyordu? Küçük bir çocuğu büyük bir kütüphanede tek başına otururken ve kalın ciltli bir kitabı okumaya çalışırken hayal ettim. Bunu hayal etmek dudaklarımın aşağı doğru kıvrılmasına neden oldu çünkü bu kulağa biraz hüzünlü geliyordu. Özellikle de babam ve annemin ne kadar iyi ebeveynler olduklarını düşününce, demek istediğim, beni aptal bir baloya gelmem için zorlamalarını saymazsak ikisi de oldukça anlayışlı insanlardı. "Özür dilerim. Ben..." Ben, ne? Dürüst müyüm? Samimi bir tavırla "Öyle dememeliydim." diye devam ettim. "Sorun değil." dedi ve gerçekten de sorun değilmiş gibi konuşuyordu. Yine de hafifçe iç geçirdiğini duydum. "Sahip oldukları her şeyi çok çalışarak aldılar, bu yüzden şikayet etmiyorum." "Şey... Bir bakmak ister misin?" Neyi kast ettiğimi fark edince masal kitabından parmaklarını çekerek "Hayır." diye yanıt verdi. "Hâlâ masalların çocuklar için olduğunu düşünüyorum." Kitabı ona uzattım ve kararlı bir ifadeyle yüzüne bakmaya çalıştım. İşe yaramış olmalı ki, "Tamam." diye homurdanıp kitabı elimden aldı. Fare ve Aslan, hikayesinin olduğu sayfaya baktı ve bu yaptığına anlam veremese de hafif bir sesle okumaya başladı. "Ve fare ipi kemirerek aslanı yakalandığı ağdan kurtarmış." derken oturduğum sandalyede arkama yaslandım. Ahşap sandalyenin gıcırtısı ay ışığının aydınlattığı karanlık kütüphanede yankılandı. Dudaklarımın üzerini hafif bir tebessüm kaplarken başımı iki yana salladım. "Hikayeden alınacak ders şu; Aslan kadar heybetli olsanız bile bazen sadece küçük bir fareye ihtiyaç duyarsınız. Bu yüzden kimseyi küçük görme. Bak. Gördün mü? Sana masalların oldukça öğretici olduklarını söylemiştim." Dallas düşünceli bir tavırla kaşlarını çattı ama yorum yapmadı ve bir sonraki sayfayı çevirdi. Tilki ve Maymun masalını okumaya başladı. Bu hikaye ormandaki hayvanların en güzel dans ettiği için aptal, sorumsuz bir maymunu kral olarak seçmeleriyle alakalıydı. "Tilki, maymuna 'Bu kadar düşüncesiz ve aciz durumdayken kral olmayı mı düşünüyorsun? Şu haline bak! Kendine faydan yok.' demiş." "Gerçek bir lider bunu karakteriyle gösterir." diyerek nefesimi üfledim. Yanlış görmüş olabilirim ama galiba Dallas hafifçe, çok hafifçe gülümsedi. Bir şey demeden diğer sayfaya geçti. Bir sonraki hikaye tilki ve kirpinin arkadaş olmasından ve sonunda da tilkinin kirpiye ihanet etmesinden bahsediyordu. Elbette bu hikaye olmak zorundaydı. Üzerime birden berbat bir his çökerken gözlerimi kaçırıp pencereden gökyüzüne baktım. Kalbim derin bir acıyla sızladı. Hikayenin sonunda tilki ihanetinin bedelini kendi canıyla ödüyordu. "Kimseye ihanet etme." derken sesim bastırmaya çalıştığım bir hüzünle durgunlaştı. Dallas bana şaşkın bir bakış attı ama karanlık yüzünden ne kadar üzgün olduğumu fark etmeyeceğini düşündüm. Masal kitabını masanın üzerine geri bırakırken çıkan tok ses beni yeniden kendime getirdi. Ne düşündüğünü anlamak için gözlerimi Dallas'a çevirdim. "Tamam. Kabul edeceğim, bu biraz eğlenceli." "Öyle." dedim duvardaki saate göz ucuyla bakarak. Tek istediğim evime dönmekti. Üstelik öncesine balo alanına dönüp telefonumu almalıydım, ki bu da benim için fazladan zaman kaybı demekti. "Şey... Saat çok geç oldu. Artık gitmem lazım." Masadan aceleyle kalkarken Dallas sessizce beni izliyordu. Onun yeşil bakışları altında kendimi giderek daha da huzursuz hissederken, çünkü içimi okuyormuş gibi bakıyordu bana, saçımı kulağımın ardına ittirdim. Sonra birden hatırlayarak ceketini çıkarıp ona geri uzattım. Elbisemin yırtılan askısını zor olmuştu ama küçük bir düğümle birleştirmeyi başarmıştım. Yani artık onun ceketine ihtiyacım yoktu. "Her şey için teşekkür ederim. Gerçekten, minnettarım." diye mırıldandım olanları bir kere daha hatırlarken. Dallas ceketini alırken gözlerini yüzümden ayırmadı. Neredeyse yumuşak bir sesle "Sorun ne? Bir hikaye seni neden bu kadar üzüyor?" diye sorduğunda sertçe irkildim. Kahretsin! Fark etmişti demek. Kendimi gülümsemek için zorlarken aşırı hızlı bir şekilde başımı iki yana salladım. "Hayır, üzgün değilim. Sana öyle gelmiş olmalı." diye geçiştirdim onu ama gerçeği nasıl saklayabilirdim? Berbat yalancılardan biriydim ben, hem de en berbatlarından... Zaten Dallas'ın bana inanmadığı her halinden belliydi. Yüzündeki şüphe yoğunlaşmıştı ama neyse ki anlatmak istemediğimi fark etti ve gitmeme izin verdi. Veda eder gibi başımı salladıktan sonra kütüphaneden kaçar gibi çıkarken hâlâ tek istediğim evime gitmekti, onu geçiştirmek için söylememiştim bunu. Ortalıkta dolaşıp duran güvenlik görevlisine yakalanmamaya dikkat ederek asansörün olduğu tarafa yürüdüm. Asansörün kabinine girerken hâlâ biraz hüzünlü hissediyordum. Parmaklarımı üzgün üzgün saçlarımın arasından geçirdim ve sırtımı aynaya yaslayarak alt kata inen düğmeye bastım. Asansör durup kapılar aralanınca kısık sesle bir küfür savurdum çünkü dalgınlıktan yanlış kata basmıştım. Burası giriş katı değildi. Tepede yanıp sönen eksi bir yazısına bakarken söylenerek kapıları kapatmak için düğmeye uzandım. O sırada gözlerim ışıkların hepsi açık olan koridora değdi. Kapıları geri açmak için düğmeye uzanırken şaşkın gözlerimi koridor boyunca uzanan kırmızı, yoğun sıvıda gezdirdim. Burnuma hafif bir kan kokusu dolarken sessizlik yüzünden kulaklarım uğuldadı. Alt kat iki kısımdan oluşuyordu. Depo kısmı ve soyunma odalarından oluşan başka bir kısım... Aklıma gelen ilk şey birinin yaralanmış olabileceğiydi. Bu berbat bir fikir olsa da kanlar noktalar halinde koridor boyunca ilerliyordu. Sanki birinin burnu ya da ağzı kanamıştı. Daha da kötüsü, birinin ambulansa ihtiyacı olabilirdi. Koridora adım attım ve asansörün kapıları kapanırken izlerin erkeklere ait olan soyunma odasına doğru gittiğini fark ettim. Yaralan her kimse, havlu falan almak için oraya gitmiş olmalıydı. Bir kontrol edip hızlıca gideceğim, diye düşünürken soyunma odasına yöneldim. Kanlara basmamaya dikkat ederek ne olur ne olmaz diye kapıya birkaç kez tıkladım. "Hey, orada kimse var mı? İyi misin? Bir yerin mi kanıyor?" Ses yoktu. Belki de bu çok kötü bir fikirdi. Kapıyı usulca araladım. İçimden bir ses 'Kimse yok! Geri dön!' diye beni uyarsa da kan damlalarının gittiği yönü bakışlarımla takip ettim ve sonunda nihayet kaynağını gördüm. Yüzümün rengi anında atarken kalp atışlarım giderek hızlanmaya başladı çünkü burada bir... Bir sürü kan vardı. "N-ne?" Kan, kapısı hafifçe aralık olan soyunma kabinlerinden birinin altından geliyordu ve neredeyse küçük bir gölcük oluşturmuştu. Yoğun kan kokusu burun deliklerime dolarken oracığa kusacak gibi oldum. Parmaklarımı ağzıma bastırdım ve belli belirsiz, benden yardım isteyen bir haykırış sesi duydum. Ses kabinden geliyordu. Bedenim mantığından önce hareket etti ve birinin yardıma ihtiyacı olabileceği gerçeğini düşünerek kabine doğru yürüdüm. Kan ayakkabılarım altından süzülürken titreyen ellerimle hafifçe aralık olan kabinin kapısını ittirdim. İçeride korkudan yüzünün rengi atmış, orta yaşlı bir adam vardı. Üzerinde güvenlik üniforması vardı. Bu daha önce, koridorda gördüğüm o güvenlik görevlisiydi! Elini paramparça edilmiş boynuna bastırırken ve kanamayı durdurmak için elinden geleni yaparken aşırı hızlı bir şekilde nefes alıp veriyordu. "Yardım... Yardım..." derken gözlerini bana odaklamaya çalıştı ama o kadar çok kan kaybediyordu ki, beni gördüğünden bile emin değildim. Tir tir titreyen elimi çığlık atmamak için ağzıma bastırdım ve başımı 'tamam' anlamında salladım. "Ben... Ben hemen döneceğim! Yardım getireceğim, tamam mı?" deyip yardım getireceğimden emin bir şekilde döndüm ve koşarak soyunma odasından çıktım. Asansöre doğru tüm gücümle koştum. Bacaklarındaki kaslar aşırı kullanmanın etkisiyle sertçe kasıldı, bel boşluğuma keskin bir ağrı saplandı ama asla durmadım. Buradan gitmeliydim! Polise, ambulansa... Babama haber vermeliydim! Asansörün çoktan yukarı çağrıldığını görünce titreyen ellerimi kapalı kapıya panikle, öfkeyle geçirdim. Korkudan titreyen bir sesle "Hayır! Hayır, hayır, hayır!" deyip durdum. Asansör en üst kata çıkıyordu ve oradan geri gelmesi en az beş dakika sürerdi! Beş dakika daha burada bekleyemezdim ve açıkçası yaralı adamın beş dakikası olduğunu bile sanmıyordum. O yüzden ikinci kez düşünmeden merdivenlerin olduğu yan tarafa doğru koştum. Az önce şahit olduğum şey... Ah, aman Tanrım! Orada gerçekten de yaralı, ambulansa ihtiyacı olan bir adam vardı! Hızla kan kaybediyordu! Ölmek üzereydi! Bu bir kabus olmalıydı! Kocaman, berbat bir kabus! Giriş katına girmek ve bir an önce bu lanet okuldan çıkıp 911'i arayabileceğim bir telefon bulmak için koridordan dönerken sert bir şeye çarpmamla düşüncelerim biri bir düğmeye basmışçasına kesildi. Kendimi yerde bulmadan önce iki güçlü kol beni kollarımdan tutup çekti. Beni tutan kişinin kim olduğunu karanlıkta ışıl ışıl parıldayan yeşil gözlerden anladım. Bu Dallas'dı. Yüzümü daha iyi görmek için beni ay ışığının olduğu noktaya çekti. Ona şaşkın şaşkın baktım ama tanıdık birini gördüğüm ve bu lanet yerde yalnız olmadığım için mutluydum! Yüz ifadesi sertleşirken öfkeyle karışan bir merakla "Neler oluyor? Neden bu haldesin?" diye sordu Dallas ve ifademi görünce ifadesine başka bir şey karıştı. Endişeydi galiba, çünkü gerçekten berbat bir haldeydim. "Cassie! Bir şey söyle? Ne oldu? Biri bir şey mi yaptı? Andy'le mi karşılaştın?" diye sordu. Şaşkınlıkla Dallas'ın yüzüne bakmaya devam ettim. Ne? Andy burada mıydı? Ah, o pislik umurumda bile değildi. Tir tir titriyordum ve yanaklarım da ıslaktı. Ağlamış mıydım emin değildim ama burun direğimin hıçkıra hıçkıra ağlama isteğiyle sızladığını hissedebiliyordum. Hissettiğim korku ve endişe fiziksel bir şeymişçesine göğsümü yakıyordu. "Orada..." Dallas kaşlarını çatarak işaret ettiğim merdivenlere bakmak için başını çevirdi. "Biri var. Yaralı... Çok kan kaybetmiş... Lütfen yardım et. Ne yapacağımı bilmiyorum." "Yaralı biri mi var?" dedi bariz bir şüpheyle gözlerimin içine geri bakarak, ay ışığı yeşil gözlerinden yansıdı. "Emin misin, Cassie?" "Evet! Böyle bir şeyi nasıl uydurabilirim ki?" "Beni burada bekle, tamam mı? Seni almak için mutlaka geri geleceğim." "N-Ne?" dedim kekeleyerek, başımı iki yana salladım. "Nereye gidiyorsun?" "Gidip neden söz ettiğine bir bakacağım." Yanımdan geçip gitmeye yeltendiğinde panikle üzerine atıldım ve iki elimle bileğine sıkı sıkı yapıştım. Ona bu şekilde dokunmak biraz garip olsa da tek düşündüğüm oraya gitmesine engel olmaktı. Dallas benim tutuşum altında şaşkınlıkla durdu. Bunu hiç umursamadan endişeyle hızı hızlı konuşmaya başladım. "Hayır, oraya gitme! Tek gitme! Belli ki bunu ona biri yapmış! Bizim birilerine haber vermemiz gerekiyor. Hemen polise gitmeliyiz!" "Ben ilk yardım biliyorum, eğer dediğin gibi kan kaybediyorsa çok fazla zamanı yoktur." O bunu deyince bariz bir biçimde durakladım. İlk yardım mı? Ah, o zavallı adamcağızın ihtiyacı olan şey tam olarak bu olabilirdi ve ben de burada durmuş buna ulaşmasına engel oluyordum. Kararsızlık dolu bir anın sonrasında, korku içinde, "Ben de seninle gelebilir miyim? Yalnız kalamam." dedim. Ne kadar korktuğumu fark ettiği için olsa gerek Dallas'ın ifadesi daha da ciddileşti ve başını tamam anlamında salladı. Aşağı inen merdivenlere yönelirken ona olabildiğince yakın durmaya çalışarak - Neredeyse yavru bir maymun gibi sırtına yapışacaktım!- takip ettim. Yeniden oraya döneceğim düşüncesiyle kalp atışlarım daha da hızlandı. Hayal gördüğümü ya da delirmeye başladığımı umuyordum ama kahretsin ki, hayal değildi. Her şey gerçekti. Adam hâlâ aynı yerinde duruyordu... Ama bu defa hiç kıpırdamıyordu. Kanla kaplı eli güçsüz bir şekilde yanında sallanıyor, parmak uçlarından damlayan kan yerdeki diğer kırmızı sıvı birikintisine damlayarak ürkütücü bir ses çıkarıyordu. O ana kadar soğukkanlılığını koruyan Dallas'ın bile bu manzara karşısında gözleri hafifçe irileşti. Sonra kısık sesle bir lanet savurdu ve ben gerileyip sırtımı başka bir kabinin kapısına hafifçe çarparken benden daha mantıklı hareket ederek kıpırtısız duran adamın nabzını kontrol etmek için eğildi. Lütfen, diye geçirdim içimden; Lütfen ölmüş olmasın! Dallas geri çekilirken "Çok geç, birkaç dakika önce ölmüş." dedi ve ne halde olduğumu görmek için bana şöyle bir baktı. "Haklıydın. Bunu ona biri yapmış. Kazayla bir bıçağın üzerine düşüp kendi şah damarını kesmediyse tabii." Yüzümün rengi aradan geçen her saniye daha da atarken "Ah, hayır! Hayır!" diye homurdandım. Daha önce hiç ceset görmemiştim. Ciddiyim. Hiç. Galiba kusacaktım! "Telefonun var mı? Yanında mı? Lütfen, bana yanında olduğunu söyle." "Hayır. Baloda bıraktım. Diğer güvenliği gördün mü? İki tane olmaları gerekmiyor muydu?" O ve ölen adam hariç okulda kimseyi görmediğim için başımı hayır anlamında iki yana salladım. Bunu yaparken özellikle cesedin olduğu yere bakmamaya çalışıyordum. Yoksa Dallas bunu diğer güvenlikçinin mi yaptığını düşünüyordu? Umurumda değildi. Bunu bulmak polisin işiydi, benim değil. "Buradan gidebilir miyiz? Lütfen? Kendimi çok kötü hissediyorum." diye fısıldadım. Kesin bir şekilde "Olmaz," dediğinde ona aklını kaçırdığını düşünüyormuş gibi bakmaktan kendini alamadım. Burada mı kalmak istiyordu? Neden? Deli miydi? Dallas, "Okulda bizden başkaları da var." diye devam ederken yumruklarını sıktı. "Hazine Avı oynamak için gelmişlerdi. Bu büyük ihtimalle onları paniğe sokacak ama diğerlerine haber vermekten başka seçenek yok." Şey... Eminim Hazine Avı listelerinde bir 'ceset' yoktur. "Kim Hazine Avı oynamak için gece vakti okula gelir?" Dallas, merakla "Kim kitap okumak için gece vakti okula gelir?" diye sorunca dudaklarım düz bir çizgi halini aldı. Buna cevap vermedim. Haklıydı. Ben de buradaydım sonuçta. "Bu bir tür gelenek gibi bir şey." diye açıklandığında daha önce baloya hiç gelmediğim için bunu bilmiyor olmamın mantıklı olduğunu düşündüm. "Sen de bu yüzden mi okuldaydın?" diye sordum cılız bir sesle. "Oynamak istemedim. Sessiz bir yer arıyordum." Demek bu yüzden kütüphanedeydi. "Anladım." dedim şu an en önemli sorunum bu olmadığı için. "Öyleyse onları da bulup gidelim buradan. Nerede olabilirler bir fikrin var mı?" İşte, tam da o anda odaya doğru yaklaşan adım seslerini duyduk. İkimizin de başı aynı anda kapıya yöneldi. Adım sesleri giderek daha da net bir hâle geliyordu. Biri buraya geliyordu. İçimde çırpınan o çaresiz umut parçasıyla "B-Belki diğer güvenliktir? İki tane olduklarını söylemiştin, değil mi?" dedim ama Dallas'ın ifadesi sakinleşmedi, aksine, daha da sertleşti. Bana birkaç adım yaklaştı... "Bunu duyuyor musun?" Neyi, diye soracaktım ama sonra fark ettim. Adım seslerine karışan başka bir ses vardı. Sanki ağır bir şey yerde zor bela sürükleniyordu. Başım hissettiğim korkudan dönerken Dallas öfkeyle bir küfür savurup parmaklarını uzattı, beni dirseğimden sertçe yakaladı. Bana dokunuş şekli beni ürkütürken bedenimi sürükledi ve ikimizi birden cesedin yanındaki kabinin içine çekti. Sırtım sert bir biçimde kabinin duvarına yaslanırken Dallas'ın yüzüne bakmak için başımı kaldırdım. Çok şaşkındım. "N-ne oluyor? Sen ne yapı-" Ellerinden birini dudaklarıma sertçe bastırıp sesimi yarıda kesti. Şimdi tek görebildiğim gözleriydi. Kabin zaten çok dardı. Bana çok yakın duruyordu. Olduğumuz pozisyon yüzünden vücut ısısını, karın kaslarını ve çam kokusunu hissedebiliyordum. Kıpırdandığımda bacağı bacağıma değdi. "Şşş." diye fısıldadı, parmaklarını yavaşça dudaklarımın üzerinden aşağı kaydırırken. "Sessiz ol. Ses çıkarma." Alçak bir sesle konuştum onunla. "Burası çok dar ve yan tarafta bir ceset varken burada olmak istemiyorum." "O cesede katılmak istemiyorsan susmalısın, Cassie. Çok ciddiyim. Başımız belada." "Başımız belada mı? Sen neden bahsediyorsun?" İşaret parmağını dudaklarına bastırdı. İfadesi çok ciddiydi. Bu yüzden ona ayak uydurmaya karar verirken kabinin hafifçe aralık olan kapısından dışarıya baktım. Soyunma odasının kapısı sert bir tekmeyle açıldı ve içeri uzun boylu bir adam girdi. Parmaklarım Dallas'ın gömleğine yapıştı ve suyunu çıkarmak istercesine sıktı. Adam daha önce Hayvan Çiftliği tiyatrosunda kullanılan Snowball'un maskesini takıyordu, domuzun bu kadar ürkütücü olduğunu o ana dek fark etmemiştim. Bir elinde bir pala, diğer elinde de bir insanın bacağı vardı. Zar zor çekiştirdiği şişman ceset diğer güvenlik görevlisine aitti. Maskeli Adam, söylenerek cesedi pis yere bıraktı ve ceplerini karıştırmak için eğildi. Ne aradığını bulana kadar anlamadım. Para dolu cüzdanı sanki değersiz bir çöpmüş gibi kenara fırlattı ve istediği şey olan telefonu çıkardı. Telefonu ne yapacağını düşünürken onu yere fırlatıp parçalarına ayırdığını ve çalışma imkânı kalmasın diye de ayağıyla iyice ezdiğini gördüm. Daha sonra elindeki kanlı palayı yıkamak için musluk kısmına yöneldi. Maskesini çıkardı ve yüzünü net olarak görme imkânı buldum. Kör bir göz ve yarısı yanık bir surat... Bu yüzü daha önce görmüştüm, babamın odasında, o seri katilin dosyasında! Bu O'ydu! Başım korkudan dönerken Matthew maskeyi suratına geri taktı ve söylene söylene cesede geri uzandı. Onu diğer cesedin yanına, yani hemen yanımızdaki kabine getirirken Dallas katil bizi görmesin diye beni kabinin köşesine ittirdi ve olası bir saldırıya karşı bedenini önümde tuttu. Neredeyse yere yığılacaktım. Ben kolunun üst tarafına tutunurken Dallas beni belimden tutup göğsüne yasladı. "İyi misin? Titrediğini hissedebiliyorum." diye fısıldadı bana doğru. Gözlerimi sımsıkı kapatırken midem ağzıma geldi ve başımı hayır anlamında iki yana salladım. Nasıl iyi olabilirdim? Yan tarafımızda kırmızı listede aranan bir seri katil vardı! "Sakin ol. Birazdan gidecek." dedi. Birkaç tekmeleme, birkaç çirkin küfür sesi duydum. Muhtemelen cesedi diğer cesedin yanına sığdırmaya çalışıyor ama beceremiyordu. Gözlerimi daha da sıkı yumdum ve hissettiğim dehşet duygusuyla alnım Dallas'ın göğsüne düştü; Lütfen git! Lütfen git! Lütfen git! O ana dek hiç duymadığım yabancı, kaba saba bir erkek sesi "Sikeyim. Niye uğraşıyorum ki?" dedi. Bir an sonra sıvı bir şeyin yan taraftaki kabinin altından ayakkabılarımın altına doğru sızdığını hissedince midem bulanıp ağzıma kadar geldi. Kan... Çok fazla kan... Neler olduğunu o an olduğunu kadar net algılayamazdım çünkü adamın ne yaptığını görmesem de biliyordum, kabine sığsın diye adamın bacaklarını kesiyordu. Kahretsin! Başımız cidden beladaydı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD