?11.BÖLÜM: KIRIK KALPLER

3518 Words
Kulağa delice geliyor, biliyorum ama burada olanlar konusunda bu kadar kötü hissetmem normal mi? Belki de sadece hüsnü-kuruntuydu ama kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı bile. Ne garip, ne rahatsız edici bir durumun içine düşmüştüm ben böyle? Aradan dakikalar geçmiş olmasına rağmen adam hâlâ tek kelime etmemişti. Tavandan sarkan kırmızı ışıklandırmalar yüzünden yüzünü doğru düzgün seçemesem de orada durduğunu, beni incelediğini hissedebiliyordum. Elindeki çöp poşetini düşmemesi için daha da sıkı tutarken - neredeyse hevesli bir tavırla - bana doğru bir adım daha attı. Kahretsin! Kahretsin! Kahretsin! Korku içinde biraz daha geriledim ve kalan enerjimi de kendimi gülümsetmek için kullanarak kısık bir sesle "Affedersiniz. Sorun değil. Devam edin." diyerek adamı başımdan savmaya çalıştım. Diğer yandan da içimden yalvarmaya devam ediyordum; Lütfen, lütfen git. Lütfen beni görmezden gel. Neden orada duruyor ve hiçbir şey demeden bana bakıp duruyorsun? Bu çok rahatsız edici! Kaçsa mıydım ki? Yoo, hayır. Bu çok garip olurdu. Hem çıkış adamın diğer tarafındaydı ama belki Geceyarısı Balosu'na geri dönebilir ve şu arkadaş edinme konusunu yeni baştan düşünebilirdim. En iyi fikir bu olduğu için partinin tadını çıkarmakta karar kılarak etrafımda döndüm; Adam bir şeyler homurdandı ve sanki bana engel olmak için can atıyormuş gibi bir adım daha attı. Eyvah! Olabilecek en kötü senaryoyu kafama getirirken koşmaya hazırlandım. Bu işte bir gariplik vardı ve ben kesinlikle daha fazla burada kalmak istemiyordum. Tam da o sırada tanıdık birinin sesini duydum. Bunu duyan adamsa ürktü ve poşetten damlayan koyu sıvıyı umursamadan loş, kırmızı ışığın altında çıkışa doğru koşarak gözden kayboldu. Çok garipti ama bastırılmış bir hıçkırık sesi duyduğumda bunu daha fazla sorgulamak istemedim ve merakla başımı koridorun diğer tarafına, sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Ashley'di. Onu acil çıkışın olduğu koridorda görmek beni şaşırttı çünkü en son Diego'yla dans ediyordu. O... Üzgün görünüyordu. Demek istediğim, gerçekten üzgün görünüyordu; Ağlıyordu. Böyle bir partide onun gibi popüler bir kızı ağlarken görmek gerçekten tuhaftı. İçeride kraliçe seçilmeyi beklemesi falan gerekmez miydi? Oysa burada durmuş, tek başına bir halde sessizce ağlıyordu. Gergin bir tavırla 'ÇIKIŞ' yazısının olduğu tarafa baktım. Kahretsin ki içimde çekip gitmemi engelleyen bir taraf vardı. O yüzden nasıl olduğundan emin olmak için Ashley'in konuşmasının bitmesini bekledim. Kız gergin bir şekilde elbisesinin kumaşını avucunun içinde yumruk yaptı ve başını iki yana sallayarak güçsüz bir sesle "Seni anlıyorum ama istediğim bu değil. Lütfen." diye mırıldandı. Karşı taraf her ne dediyse artık, suratı daha da düştü ve makyajını bozmayı umursamadan parmaklarının tersiyle nemli yanaklarını sildi. Birden burada durup onu dinlediğim için kendimi çok kötü hissettim. Belki de bu konuşmaya şahit olmamalıydım. "Hayır," dedi Ashley küçük bir hıçkırığı zorla bastırırken. "Baba, lütfen. Hayat benim hayatım ve onunla ne yapmak istediğimi biliyorsun. Bu konuda neden bu kadar ısrarcısın?" Kesinlikle bu konuşmaya şahit olmamalıydım. İçimden bir ses bu yerden bir an önce defolup gitmemi söylerken Ashley yüksek sesle iç çekti. Babası her ne sorduysa artık, yüzünü hafifçe buruşturdu ve gözlerinin üzerine düşen sarı tutamı kulağının ardına ittirirken kararsız bir tavırla "Hayır. Elbette hayır. Bunu da istemiyorum. Ben... Bilmiyorum. Kafam çok karışık." diye cevap vererek konuşmayı sürdürdü. Gitmem gerektiğini biliyordum ama ayaklarıma kazık çakılmış gibi hissettiğim için hareket edemiyordum. Babasının dediği şey üzerine Ashley suratını daha da asarak gözlerini kapattı. "Tamam. Bunu bir düşüneceğim." diye mırıldandı isteksiz bir biçimde. "Hem daha zaman var zaten." Gitmek için dönüyordum ki, kahretsin ki, Ashley beni fark etti. Aceleyle telefonunu kapatırken gerçekten şaşkın bir tavırla "Cassie?" diye adımı söyledi. Muhtemelen masaya dönmemişti ve balodan çıktığımı bile fark etmemişti. Beni gördüğü için bu kadar şaşırmasının başka bir anlamı olamazdı. "Nereye gidiyorsun?" diye sorarken kendini toparlamaya çalışarak gergin bir tavırla başını iki yana salladı. Yalandan kim ölmüş? "Acil bir işim çıktı. Gerçekten eğlenceli bir geceydi. Davet ettiğin için teşekkürler." "Gitmek istediğine emin misin?" "Kesinlikle." Tereddütle ifademi süzdü ve aklına her ne geldiyse, neredeyse panikleyerek "Gitmek istemenin Samanta'yla bir ilgisi yok, öyle değil mi?" diye sordu. Tam on ikiden vurmuştu. Ashley'in güzel, mavi gözleri hafifçe irileşti. "Canını sıkacak bir şey yaptıysa lütfen söyle bana, ben onunla konuşurum." Hemen "Hayır," dedim tam da böyle olmasına rağmen. "Gerçekten halletmem gereken bir iş var. Ailevi bir mesele. Kusura bakma. Babam gelmem konusunda çok ısrarcı." "Aileler bazen çok ısrarcı olabiliyorlar, değil mi?" Kızın üzgün ifadesini incelerken babasının Ashley'e hangi konuda ısrar ettiğini merak etmeden edemedim; Ama beni ilgilendirmezdi. "Neyse, ben gideyim o zaman." diyerek müsaade istedim. Ashley sorun değil der gibi omuzlarını silkti. Vay be. Gitmemem için ısrar eder sanıyordum. Herhalde babası onu sandığımdan daha çok üzmüştü, biraz daha kal tarzında bir şeyler gevelemek yerine üzgünce iç geçirdi ve aklına her ne geldiyse hafif bir sesle gülerek benim de şaşırmama neden oldu. Şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım. "Neden gülüyorsun? Komik bir şey mi var?" diye sordum anlamayarak. "Hayır, yok. Pardon. Bu gece hiç de hayal ettiğim gibi gitmiyor. Ah, seni buraya neden davet ettim biliyor musun?" En ufak bir fikrim olmadığı için başımı hayır anlamında iki yana salladım. Ashley belli belirsiz gülümsedi ve utana sıkıla açıkladı. "Okuldayken, geçen sabah, o çocuğu Andy'nin elinden kurtarmaya çalıştığını görmüştüm." dediğinde yine şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım. O çocuk? Ah, Elias'tan mı bahsediyordu? Ashley taktir eden bir tavırla başını aşağı yukarı salladı. "Bence yaptığın şey çok hoştu. Sen çok... İnatçıydın. İyi anlamda yani. Bunu pek kimse yapmazdı. Gerçekten arkadaş olabiliriz diye düşünmüştüm." Demek tüm bu davet meselesi bu yüzdendi, bu oldukça... Anlaşılırdı aslında, evet. En azından Ashley gibi insanlarla kolayca arkadaş olabilen bir kız için. Benim içinse... Şey... Derin bir şaşkınlıktı sadece. "Ne?" dedim kaşlarımı çatarak. Kızmak ve gülmek arasında mekik dokuyordum ama "Ciddi misin sen?" derken sesim üzgün çıkmıştı. "Evet, elbette. Seninle arkadaş olmak istiyorum. Sen istemez misin?" Aynı anda zihnimin içinde patlayan eski bir ses beni dumura uğrattı. Oysa unuttum sanmıştım. Bir daha sanki yanımda, bana yeniden aynı şeyi söylüyormuş gibi hissetmem sanmıştım. 'Arkadaş mı? Arkadaşlar böyle mi yapar? Senin gibi arkadaşım olacağına hiç olmasın daha iyi. Sen bu dünyadaki en boktan arkadaşsın.' Ashley'in bunu bilerek yapmadığını biliyordum çünkü nereden bilecekti ama kahretsin, dediği şey bu dünyada beni tetikleyecek tek şeydi. Sanki bana tokat atmış gibi sendeleyerek gerilerken tepemizdeki kırmızı ışıklandırmalar yüzünden Ashley asla fark etmeyecek olsa da yüzümün rengi attı. Gözlerimi kapatırken güçsüzce bir soluk döküldü dudaklarımdan. Tanıdık cümle, yabancı ses. Bunu duymak bana kendimi öyle kötü hissettirdi ki, geçmişim tüm karanlığıyla üstüme döküldü. Yeniden on iki yaşındaydım. Bahçedeki kum havuzunda dünyadaki en büyük kumdan kaleyi yapacağıma inanarak oynuyordum. Taşıma aracı yan tarafımızdaki eve geleli üç saat olmuştu. Benimle aynı yaşlardaki bir erkek çocuğuna ait o ses de 'Seninle arkadaş olmak istiyorum. Sen istemez misin?' diyordu... Neden böyle olmuştu? Parmaklarımı yumuşak dalgalar halinde omuzlarıma dökülen kızıl buklelerin arasından geçirirken fiziksel bir acı duyuyormuşçasına yüzümü buruşturdum. Kaşlarım seğirdi, dudağımın kenarı büzüştü. Zihnimi kurşun gibi delip geçen düşünceler yüzünden sahip olduğum tüm kibarlık tuzla buz oldu. "Bence şansını fazla zorluyorsun, Ashley." derken sesimin tonu hiç olmadığı kadar soğuk ve kabaydı. Gerçi yumuşak yüz hatlarım sayesinde istesem de sert ve kaba görünemezdim ama işe yaradı. Ashley, "Neden?" dedi sert tepkim yüzünden şaşırarak. "Biriyle arkadaş olmaya karar vermeden önce ona seninle arkadaş olmayı isteyip istemediğini sorman gerekmez mi? Dinle. Sana bunu sadece bir kez söyleyeceğim. Arkadaşlara ihtiyacım yok ve bu durumdan da gayet memnunum. Yani, böyle yapmana gerek yok." Zavallı Ashley, dediğim şey yüzünden açık renk kaşlarını iyice yukarı kaldırarak gözlerini üzerime dikti. O an mavi gözlerinde gördüğüm tek şey içine düştüğü bu durumdan ne kadar hoşlanmadığını gösteren derin bir pişmanlıktı. Nedense bunu görmek beni biraz üzdü. Özür dilerim, dememek için kendimi zor tuttum, ya da 'Durumun seninle bir ilgisi yok. Korkarım pek iyi bir arkadaş olamayacağım.' dememek için. "Vay canına. Bu çok... Kabaydı." "Ama gerçekti." "Sen ciddisin." dedi hayretle. "Senin hatandı. Eğer bana daha önce sormuş olsaydın bu duruma düşmemiş olurduk." Kaşları daha da yukarı kalktı. Aynı benim gibi ellerini uzun, sarı buklelerinin arasından geçirdi. Elbisesiyle uyumlu olan ve sarı saçlarının arasında dikkatleri üzerine çeken küçük, kırmızı küpelerine baktım. Güzel küpeler, diye geçirdim içimden. Sonra gözlerinin içine geri baktım. Ağzı birkaç kere açılıp kapandı. Kızın ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bir hâli vardı. Muhtemelen kimse daha önce onun bu tatlı, dost canlısı tavırlarına böyle küstahça karşılık vermemişti. Yaptığım şey kötüydü, biliyordum ama o an kendimi o kadar değersiz hissediyordum ki... Ashley "Senin derdin ne Cassie?" diye sorduğunda gözlerimi kıstım. "Şu anda mı? Sensin. Benden uzak dur." "Şaka mı yapıyorsun? Eğer yapıyorsan bu hiç de..." "Benden uzak dur." diye yineledim kendimi zorlayarak. "Tek istediğim bu. Ben senin gibi değilim." Bunu diyerek şansımı fazlasıyla zorlamış olmalıyım ki, Ashley'in yüzünde ilk defa öyle bir öfke gördüm. Kaşlarını sertçe çattı ve makyaj yüzünden daha da zarif görünen yüz hatları kızgınlıkla gerildi. Kendini zorlukla kontrol ediyordu, bunu görebiliyordum; Dişlerini sertçe birbirine bastırırken yumruklarını iki yanında tüm gücüyle sıkıyordu. Sonra bana doğru bir adım attı. Kızın topuklu ayakkabılarının zeminde çıkardığı sesi duydum. Neredeyse aynı boyda olduğumuz için yüz yüze geldik. İfadesi en az benimki kadar sertti şimdi. Aynı soğuk sesle "Artık neden hiç arkadaşın olmadığını daha iyi anlıyorum." diyerek yüzüme tokat gibi çarpan bir cümleyle bana karşılık verdi. Ne kadar kırılsam da ifademi korudum çünkü zaten olduğumdan daha fazla kıramazdı beni. Daha sonra çenesini gururla dikleştirdi ve "İyi." dedi sertçe. "İstediğin gibi olsun. Senden uzak duracağım. Hayatta tek başına iyi eğlenceler." Sonra da gözlerimin içine son bir kez daha öfkeli bir bakış atıp gitmek için döndü. Omuzlarım düşerken öfkeyle söylenen Ashley'in arkasından üzgün üzgün baktım; Acaba ona fazla mı sert davranmıştım? Andy'ye kaba saba tavırları yüzünden o kadar kızdıktan sonra hem de... Avucumu alnıma vurdum, kafamı duvara duvara sürtesim vardı. Ah, özür dilese miydim ki? Ashley koridorda ilerlerken uzun boylu bir erkek figürüyle karşı karşıya gelince yüreğim ağzıma geldi ve onu korumak için bir adım öne çıktım çünkü figürün az önceki tuhaf adam olduğundan emindim; Ama değildi. Daha tanıdık biriydi. Dallas'dı. Dallas, her zamanki gibi varlığımı yok saydı. "Diego seni kontrol etmemi istedi." diyerek Ashley'in yüzüne baktı ve kuzeninin ne kadar kızgın olduğunu fark edince de "Senin neyin var?" diye sordu. Benim var, dememek için kendimi zor tuttum. Ashley benden daha kibar davrandı ve onu bu hale getiren ben olmama rağmen adımı ağzına almadı bile. "Bir şeyim yok. Biraz başım ağrıyor sadece. Her neyse. Ben partiye dönüyorum." diyerek öfkeli bir kraliçe gibi Dallas'ın yanından geçip partiye geri döndü. Ah, evet. Onu gerçekten gıcık etmiştim. Bravo bana. Dallas, Ashley'in peşinden gidecek gibi oldu ama her ne düşünüyorsa artık, gitmekten vazgeçerek başını çevirdi ve benim olduğum tarafa baktı. Oof. Kendimi daha korkunç hissedebilir miydim acaba? Çünkü burada sadece ben vardım ve Ashley'in de kime öfkelendiği çok açıktı. Dallas'ın bakışları altında gergin bir tavırla avucumun içini kaşıyarak alt dudağımı ısırdım. İtiraf edeyim, senatörün oğlunu görmek bana kendimi daha da korkunç hissettirmişti; Beni Andy'den ve tayfasından kurtardıktan sonra çocuğun kuzenine nasıl da kötü davranmıştım! Tamam, tamam. Bir düşünelim. Önümde iki seçenek vardı. Ya bir şeyler diyecek ya da buradan en kısa süre içinde topuklayacaktım. Tercihimi ikinciden yana kullandım çünkü ben tam bir korkaktım. Bu düşüncelerle bir an önce oradan gitmek için can atan hızlı adımlarla partinin olduğu alana yöneldim. Ne de olsa az önceki tuhaf adamın çıktığı kapıdan çıkmama imkân yoktu. Tek istediğim bir an önce bu çocuktan uzaklaşmaktı. Zaten varlığımı o kadar da umursamadığını biliyordum. Belki de bu yüzden ben yanından geçmek isterken kolunu uzatıp elini duvara yaslayarak önümü sertçe tıkadığında bu kadar şaşırdım. Neler olduğunu anlamayarak şaşkın bir halde Dallas'a bakmak için çeneni kaldırdım. Bir an dondum kaldım çünkü kahretsin, çok çekiciydi. Kırmızı gölgelerin dans ettiği koyu saçlarıyla, biçimli kaşlarıyla, meşe ağacının yaprakları gibi yeşil olan gözleriyle yakışıklı görünüyordu, üzerinde sadece gömlek ve pantolon varken bile. Güzel de kokuyordu. Her konuda başarılıydı da. Bir sürü dil de biliyordu. Bir sürü de ülke gezmişti. Üstelik cesurdu da. Şimdi bile Andy'ye nasıl kafa tuttuğunu anımsıyordum. Dallas'ın neden bu kadar popüler olduğunu anlamak kolaydı. Anlamadığım şey neden beni bu şekilde durdurduğuydu. Kolunu tutup önümden indirmeyi düşündüm bir an ama ona dokunma düşüncesi beni deli gibi gerdiği için bunu yapmaya cesaret edemedim. Dallas kolunu önümden çekmeden üzerine doğru bir adım attı, bedeni bedenime yaklaşırken yüzümdeki şaşkınlık daha da yoğunlaştı ve bir adım gerilemek istememe rağmen ayaklarım kıpırdamadı. Zaten üzerimde olan kokusu varlığıyla birlikte daha da yoğun bir şekilde bana çarparken bir an sersemledim. Olduğumuz pozisyon yüzünden dışarıdan bakan biri durumu çok yanlış anlardı çünkü ben bile bir an beni öpecek falan sandım, ki bu çok aptalca bir düşünceydi. O beni asla öpmezdi. Zaten hiç de beni öpecekmiş gibi bir yüz ifadesi yoktu. Aslında o biraz... Öfkeli görünüyordu. Suratıma bakmak için başını hafifçe eğdi ve gözlerinin içinde parıldayan bir sertlikle "Seninle arkadaş olmak isteyen insanlara böyle mi davranıyorsun?" diye sorduğunda yüzüm renkten renge girdi. Demek her şeyi duymuştu. Ona bunun onu ilgilendirmediğini söyleyecektim ama sonra beni Andy'den nasıl kurtardığını anımsadım. İçime kaçmış gibi çıkan bir sesle "Sadece ne düşünüyorsam onu söyledim." diye cevap verdim. Dallas cevabımdan hiç mi hiç memnun olmadı, üzerime doğru sertçe bir adım daha atınca refleksle geriledim. "Bu daha da büyük bir sorun işte." "Çekil önümden." "Neden?" Çok yakınsın ve bu da beni gerçekten geriyor. Bunu ona asla söylemedim tabii ki. Dallas, alaycı bir ifadeyle üzerime biraz daha geldi. Yine refleksle geriledim. Bu kedi-fare oyunu da neyin nesiydi? Alaycı bir ifade yeşil gözlerine bulaşırken başını yana yatırdı. "Yoksa benimle de mi arkadaş olmak istemiyorsun, Cassie?" Harika. Benimle dalga geçiyordu. Cidden, ben nasıl bu durumun içine düşmüştüm? Gülmek ve kızmak arasında mekik dokurken umurumda olmadığını göstermek için omuzlarımı silktim ve ona dokunma fikri beni hâlâ gerdiği için etrafından dolandım. Yanından geçip giderken Dallas'ın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum ve içten içe beni kurtardığı için pişman olduğunu düşünmekten kendimi alamıyordum. Ne de olsa kuzenine pek hoş davranmamıştım ve şimdi de resmen ondan kaçıyordum. Bu düşünceyle üzerimdeki erkek ceketine sarınıp iç geçirdim. Gerçekten berbat bir geceydi. Parti hâlâ tıklım tıklım kalabalık olduğu için insanların arasından geçmem fazladan on dakikama mâl oldu. "Pardon? Affedersiniz? İzin verir misiniz? Geçebilir miyim? Lütfen?" diye diye ön kapıya çıkmayı başardım. Telefonumu yanıma alacaktım ama ön taraftaki sıra o kadar uzundu ki, bir an şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Tüm okul baloya gelmiş olmalıydı çünkü neredeyse caddeye kadar uzanacak olan bu uzun sıranın başka bir açıklaması olamazdı. "Okuma yazman yok mu?" diyen güvenlik görevlisi her hafta saçlarının rengini değiştiren yeşil saçlı çocuğa duvardaki pankartı işaret ediyordu. "Telefon ve kamera yasak!" Telefonumu almam için o uzun sıranın sonuna girmem gerekiyordu ve açıkçası bunu yapmaya çok üşeniyordum. Hem bu saatte evime dönersem annem beni zorla buraya geri gönderirdi. O yüzden parti bitene kadar en sevdiğim yerde vakit geçirmeye karar verdim. Yedi yirmi dört açık olan merkez kütüphanesini tercih ederdim ama en yakınımdaki kütüphane okulumuzdaydı. O yüzden okulun olduğu tarafa doğru yürümeye başladım. Tek tük evlerle dolu olan caddenin yerini bir süre sonra ıssız inşaat alanları aldı. Daha sonra okulumuza ait olan dev binayı gördüm. Ne olur ne olmaz diye etrafı kontrol ettim ama ne inşaatın bekçi kulübesinde ne de okulun girişindeki alanda güvenlik görevlisi yoktu. İşe yarayıp yaramayacağından pek emin olmasam da cüzdanımdan öğrenci kartını çıkardım ve sisteme okuttum. İşe yaradı. Sistem anında açılırken bariyeri ittirip okulun bahçesine girdim. Güvenlik görevlisine yakalanırsam ve içeri girmek yasaksa bunun yasak olduğunu bilmediğimi söyleyecektim, hem yerinde beklemediği için kısmen suçlu olan oydu. Genelde öğrencilerle dolu olan bahçeyi bomboş görmek biraz garipti. O yüzden bu detaya fazla takılmamaya çalışarak okulun iç kısmına girdim. Kapıda güvenlik görevlisi her zaman beklediği ve duvarlar da aşılamayacak kadar uzun olduğu için - Bu gece hariç - okulun iç kapılarının hepsi açıktı. Giriş katında ilerlerken karanlık koridorda duyulan tek ses ayaklarımın topuklarının çıkardığı sesti. Bir an gözlerim duyuru panolarından birine asılmış olan Geceyarısı Balosu'nun afişine kaydı. Yaptığım çok çocukça olsa da afişi söküp aldım ve söylenerek avucumda buruşturup çöp kutusuna fırlattım. Işıkları açarsam güvenliğin dikkatini çekeceğimi düşündüğüm için önümde iki seçenek vardı; Karanlık koridorlarda dolanmak ya da asansöre binmek. Asansörün düğmesine basarken gergin bir tavırla ayağımla yerde ritim tutmaya başladım. Karanlıktan ve yalnızlıktan korkmazdım. Ya da tek başıma okulda dolaşmaktan ama bunun biraz gerici olduğu görmezden gelemeyeceğim bir gerçekti, özellikle de okul güvenliğine yakalanacak olursam. Asansörün düğmesi yanıp söndü ve kat sensörü öttü. Aynı anda koridorda "Hey, biri mi var orada?" diyen bir ses duydum. Bir el feneri koridoru aydınlatırken belli belirsiz güvenlikçinin üniformasını gördüm ama o beni fark etmeden önce kendimi camekanın diğer tarafına atmayı başardım. Ses yapmamak için nefesimi bile tutarken güvenlikçi fenerin ışığını koridorda bir tur gezdirdi. Işık yüzümün önünü sıyırıp duvarda asılı olan panoya vururken gözlerimi yumdum ve içimden 'Lütfen beni fark etme. Lütfen beni fark etme. Lütfen beni fark etme.' diye geçirerek gözlerimi yumdum. Şükürler olsun, adam söylene söylene diğer koridora doğru yürüdü. Ben de kendimi aceleyle asansöre attım ve kütüphanenin olduğu kata basarken parmaklarımın hafifçe titrediğini fark ettim. Hayatımda ilk kez yapmamam gereken bir şey yaptığım için olsa gerekti. Babam bir polis olduğu için bana her zaman kurallara uymam gerektiğini aşılamıştı ama bu istemediğim bir baloya zorla gönderilmeden önceydi. Hem hırsızlık falan yapmıyordum ya! 'Sessiz Olun Ve Lütfen Dışarıdan Yiyecek İçecek Getirmeyin' yazan çift kanatlı kapıyı ittirerek kütüphaneye girdim. Ay ışığı yüzünden az çok mekanda neler olduğunu seçebildim. Duvardaki dev saat bu kez öğlen vaktini değil, gecenin bir yarısını gösteriyordu. Yine her şey aşırı temiz, aşırı düzenliydi. Alt dudağımı ısırdım ve hevesle ne okuyacağıma karar vermeye çalıştım. En sonunda pembeye boyanmış rafa yöneldim. Çocuk Klasikleri. Lise kütüphanesinde böyle bir rafın olması biraz garip olsa da böyle büyük ve gösterişli bir okul için o kadar da şaşırtıcı bir şey değildi. Parmaklarımı tatlı ciltlerin üzerinde gezdirirken pencerelerden sızan ay ışığı yüzünden kitapların adlarını rahatça seçebildim; Peter Pan, Oliver Twist, Balonla Beş Hafta, Küçük Prens, Pinokyo, Robin Hood... Ezop Masalları... Parmaklarımı raflarda gezdirmeyi durdurdum. Ezop Masalları'nın kalın cildini çekip aldım ve en son ne zaman masal okuduğumu hatırlamaya çalışırken gözlerimi üzerinde bir sürü küçük, sevimli hayvan olan kitap kapağında dolaştırdım. Dudaklarımın üzerini minik bir tebessüm kapladı. Masallara bayılırdım. Demek istediğim, gerçekten bayılırdım. Büyükannemi ziyarete gittiğimiz gecelerde sık sık bana uyku masalları okurdu ve masal okumak bana her zaman o tatlı, yaz gecelerini anımsatırdı. Genelde kütüphane görevlisinin oturduğu masada bir gece lambası olduğu için o masaya geçtim ve lambayı bulduğum ilk prize takıp en düşük ayarda açtım. Balo bitene kadar burada durup masal okuyacaktım ve bana sorarsanız bu harika bir plandı. Ne kadar zamandır orada durup kitap okuduğumu bilmesem de kütüphanenin kapısı aralandığında kitabın yarısına gelmiştim. İlk düşündüğüm şey gelenin güvenlik görevlisi olduğu ve yakayı feci halde ele verdiğimdi. Tam kendimi özür dilemeye ve bir açıklama yapmaya hazırlıyordum ki, gelenin güvenlik görevlisi olmadığını fark ettim. Güvenlik görevlisinin üniformasının aksine kütüphaneye gelen kişi gömlek ve pantolon giyiyordu. Nefesimi üfleyerek gözlerimi masal kitabının 'Fare ve Aslan' kısmına çevirirken kendimi biraz garip hissettim ama aynı zamanda da ona karşı kendimi mahcup da hissettiğimden, çok daha ılımlı bir sesle, "Çok ilginç. Bu saatte kütüphanede ne yapıyorsun?" diye sordum. Ashley ile olanlardan sonra Dallas'ı yeniden görmeyi beklemiyordum. Hem de bu kadar çabuk bir şekilde... "Ben de aynı soruyu sana sorabilirim." "İlk ben sordum bir kere." diye karşılık verirken gözlerimi kitaptan ayırmadım, bir an yanaklarımın kızarıp kızarmadığını merak etmedim değil. İç çektim. "Işığın açık olduğunu gördüm." Sıra artık ben de olduğu için hafif bir sesle iç çekerek avucumu yanağıma yasladım ve gözlerimi kitabın kıvrımlı yazılarında gezdirirken "Yalnızca biraz kitap okumak istedim." diye açıkladım. Derin bir sessizlik ortalığı kapladı. Gerginlikten parmaklarımla yanağımda ritim tuttum. Dallas'ın bir şey demeden gideceğini sanarken adım seslerinin bana doğru yaklaştığını duydum. Gözlerimi kapattım. Yanıma mı geliyordu? İyi de neden? Ashley yüzünden bana kızgın değil miydi? Oturduğum sandalyede huzursuzca hafifçe kıpırdandım. Tam da tahmin ettiğin gibi Dallas yanıma geldi ve kalçasını masamın kenarına, kitabı tutan kolumun hemen yanına yasladı. Onu yok saymayı tercih ederdim ama varlığı görmezden gelemeyeceğim kadar yoğundu. "Ne yapıyorsun?" diyerek gözlerine bakmak için başımı yukarı kaldırdım. O sırada Dallas bakışlarını kütüphanede gezdiriyordu. Ay bulutların arkasına saklanırken gölgelerin dirseklerine kadar kıvırdığı beyaz gömleğine ve çekici yüz hatlarında oynaştığını gördüm. Bana geri bakarken kaşlarını hafifçe çatmıştı. "Gerçekten. Burada ne işin var?" Hmm... Dürüst oldum. "İnsanlar can sıkıcı. Bu yüzden buradayım." "Karanlık bir kütüphanede yalnız olmak seni korkutmuyor mu?" Hafif bir biçimde güldüm ve kütüphanenin beni en gevşeten yerlerden biri olduğunu düşünürken başımı hayır anlamında iki yana salladım. "Bir insanın kitaplar tarafından öldürülme olasılığının bir insan tarafından öldürülme olasılığından düşük olduğuna eminim. Buraya gelirken ölme ihtimalin bile daha yüksek." "Öyle mi?" Öyle olduğunu biliyordu. Bu kısımda duraksadım. Artık çok daha sakin olduğuma göre yapmam gereken bir şey daha vardı. Kendimi konuşmak için zorladım ve utanarak mırıldandım. "Ben... Üzgünüm. Özür dilerim." Dallas ondan özür dilememi beklemiyor olmalı ki, ilgili bir tavırla, "Ne için?" diye sordu. "Ashley için. Ona o şekilde davranmam büyük kabalıktı ve savunulacak hiçbir tarafı yoktu. En kısa sürede ondan da özür dileyeceğim, yemin ederim. Öyle tepki vermek istemezdim. Ben sadece... Dediği şey..." "Seni korkuttu mu?" diyerek devam ettirdi cümlemi. "Evet, ifadenden anladım." Şaşkın bir şekilde "Ashley'e öyle davrandığım için bana kızgın değil misin?" diye sordum. Demek istediğim, biri arkadaşıma ya da kuzenime o şekilde davransa ben çok kızardım ve ona cehenneme gitmesini söylerdim. Dallas aklımdan ne geçtiğini tahmin ediyor olmalı ki, yumuşak bir şekilde homurdandı. "Biraz can sıkıcıydın ama hepsi bu, beni kızdırmak için bundan daha fazlası gerekir." Vay be. Omuzlarımdan büyük bir yükün kalktığını hissederken başımı öne salladım. Bu konuşmanın bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. Dallas tahmin ettiğimden bile daha... Kontrollüydü. Bu da hangi noktada birinin onu öfkelendirebileceğini merak etmeme neden oldu. Bunun haricinde meseleyi uzatmadığı için o kadar minnettardım ki! Yani bana 'Cehenneme kadar yolun var!' da diyebilirdi, değil mi? Ama o Andy gibi değildi, bunu bu gece anlamıştım. Gözlerimi yeniden Ezop Masalları cildine çevirirken okulda, kütüphanede, Dallas ile birlikte olmanın beni artık o kadar da rahatsız etmediğini fark etmeden edemedim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD