Düşünecek bir durumda olmamama rağmen her geçen an bir öncekinden daha merhametsiz bir soruyu kafamda canlandırıyordu; Matthew suyun sesini duymuş muydu? Sıvı perdenin altında gizlenen varlığımızı görmüş müydü? Yoksa başından beri burada olduğumuzu biliyor muydu? Tüm bunlar yine bir tuzak mıydı? Yanında silah var mıydı?
Bir sürü cevapsız, mühim soru...
Matthew'ın varlığı odanın içinde belirirken havuzun derinlikleri bizi koruyan bir sığınak haline gelmişti. Daha berbat bir halde olamazdım herhalde. Sırtımı suyun altında bile soğukluğunu belli eden mermere yaslarken görünmemek için dualar ediyordum. Öyle çaresizdim ki nefessiz bekleyiş ile yukarıdaki kaos arasında asılı kalmıştım. Her iki türlü de öleceğim için boğulmak pahasına bile olsa suyun altında kalmaya razıydım. Su altında uçuşarak yanaklarıma sürtünen kızıl saçları kenara çektim ve dikkatli bir hareketle başımı suyun yüzeyine doğru kaldırdım. Maviye boyanmış ve beyaz, led ışıklarla döşenmiş tavanın yansımasını görebiliyordum. Adımlarının ritmik sesleri kulaklarıma ulaşırken Matthew odayı dolaşıyor, ürkütücü bir melodiyle ıslık çalıyordu. Havuzun kenarına yaklaştığında varlığını suyun altından bir gölge şeklinde gördüm. Doğrudan üzerimizdeydi! Gözleri havuzun üzerinde, ilerimizde dolandı. Ayaklarının ucundaki suya bakacak olursa kızıl saçlarımı görürdü ve işte o zaman işimiz biterdi. Panikle uzanıp yanımdaki çocuğun ceketine yapıştım. Tüm gücümle sıktım. Dallas'ın varlığı bana güven verse de riskler o kadar fazlaydı ki rahatlayamıyordum.
Lütfen bizi fark etmesin. Lütfen bizi fark etmesin. Tanrım, lütfen...
Dişlerimi birbirine bastırarak sahip olduğum tek havanın çıkmasını engellemeye çalışırken Dallas parmaklarıyla dudaklarımın ve burnumun üzerini sıkıca kapattı. Başını iki yana salladı. Gözlerinin derinliklerinde silinmez bir izlenim bırakan bir kararlılık vardı. Rahatsızlığımı fark etmiş, mücadelemi hissetmişti. Oysa o nefesini kontrol etmekte hiç zorlanmıyordu. Gerçi üzerine düşününce şaşırtıcı bir şey değildi. Dallas bir sporcuydu. Doğal olarak nefes kontrolü konusunda benden çok daha iyiydi. Bense sadece yapmaya mecbur kaldığımda yürürdüm. Yaptığım tek spor kitap sayfalarını ritmik bir şekilde çevirmekti. Şimdi spor yapmamanın pişmanlığını hissetmemek mümkün değildi. Nefessizlikten ciğerlerim sızlıyor, boğazım şişiyor ve bedenim suyun üzerine çıkıp birazcık hava almam için beni kışkırtıyordu ama yapamazdım. Artık iş görmez bir hâle gelmiş olan soluğumu bile bırakamazdım. Bunu yaparsam ciğerlerimdeki hava baloncuk şeklinde suyun üzerine çıkardı ve Matthew'de ayaklarının altında olduğumuzu fark ederdi.
Neden gitmiyor? Yoksa bizi fark etti mi? Ama fark etse böyle beklemez değil mi? Ayaklarına kadar gelmiş üç kurban bulmuşken hem de.
Bence burada olduğumuzu bilmiyordu. Evet, şüphelenmiş ve gelmişti ama yüzde yüz emin değildi. Olmamız gerektiği kadar sessiz olursak bu saklambaç oyunuyla onu kandırmayı başarabilirdik.
Tanrım, nefes almaya ihtiyacım var!
Varlığım yoğun bir sıcaklıkla sarıldı, sadece göğsüm ve burnum değil, bütün vücudum yanıyordu. Nefessizlikten bayılma korkusu üzerimde dikilirken mücadele etmekten kaçınmak için son irade kırıntılarımı kullanmak iyi bir fikir değildi. Tekrar bilincimi kaybedebilirdim, hem de suyun içinde, üzerimizde bir seri katil varken! Öyle bir durumda mezar taşımı yaptırmaya başlayabilirlerdi... Ama tüm risklere rağmen kendimi zorladım. Nefessizlikten gözlerimin önünde siyah noktacıklar belirmeye başladığında Matthew -Nihayet!- havuzun kenarından uzaklaştı. Beni saran kaygı dalgası hafiflemeye başladı ancak sonra yeni bir endişe belirdi - Ashley! Ah, kahretsin! Matthew onu bulabilirdi ve öyle bir durumda Dallas kesinlikle suyun altında gizlenmeye devam etmezdi. Bense böylesi bir senaryoya hazır değildim. Neyse ki, bu sefer şans yanımızdaydı. Yüzme odasının kimseyi barındırmadığına ikna olan Matthew, salondan aceleyle çıkarak kapıyı gürültüyle kapattı. Kapının kapanma yankıları gergin havada yankılanırken su yutmamak için iç çekme isteğime direndim. Tehlikeli bir durumda geçici bir ferahlamaydı bu, biliyordum. Yine de hâlâ hayatta olduğumuz için müthiş bir sevinç hissediyordum.
Dallas parmaklarını dudaklarımdan çektiğinde suyun altından bir an önce çıkma ihtiyacı ile yukarı doğru yüzdüm. Başım suyun ısrarcı kucaklayışından kurtulduğunda ciğerlerime umutsuzca havayı çektim ve havuzun serin, mermer kenarına tutundum. Nefes almanın beni rahatlatacağını düşünmüştüm ama tam aksi olmuştu. Başım felaket bir şekilde dönerken boş bir sakinlik arayışı içinde şakaklarımı mermerin güven verici sağlamlığına yasladım. Ellerim titriyordu; Bu, beni hâlâ etkisi altına alan korkunun fiziksel bir sembolüydü. O sırada Dallas'da suyun derinliklerinden çıktı. Nefes nefeseydi. Saçlarından süzülen damlacıklara omuzlarına doğru akan cılız bir su şelalesi eşlik ediyordu. Bende olmayan bir güçle havuzun kenarına tutunarak kendini sudan çekti; kolumu yakalamak için uzandı ve beni de sudan çıkardı. Yüzüme yapışan ıslak saçları kenara çekerken şaşkınlık ve geride kalan dehşetin karışımından oluşan bir titreme bedenimi yalayıp geçti. Ay ışığının aydınlattığı odanın dinginliği, az önce yaşadığımız adrenalin yüklü anlara tam bir tezat oluşturuyordu. Sersem bir halde Dallas'a baktım. İkimiz de baştan aşağı sırılsıklamdık. Beyaz gömleği göğsüne yapışmıştı. Islanınca rengi daha da koyulaşmış olan ceketini çıkarıp ihmalkârca bir kenara attıktan sonra nemli saçları arasında parmaklarını gezdirdi. Sonra başını çevirip bana baktı. Gözlerimiz buluştuğunda kendimi daha da yorgun hissettim. "İyi misin?" diye sorduğunda sesi havada süregelen gerilimi kırdı. Ellerimden birini kor gibi sızlayan göğsüme bastırdım. Konuşmadan önce dudaklarımdan ufak bir öksürük, biraz da su kaçtı. Nasıl mıydım? Her nefes bir çaba gibi hissediliyordu ve kafamın içindeki kasırga kontrolsüz baş dönmesine neden oluyordu...
"Nefes almakta zorlanıyorum ve başım felaket dönüyor."
"Havasızlıktan olmalı. Suyun altında çok fazla kaldık. Birazdan daha iyi hissedeceksin."
Başımı salladım ve ona küçük, minnettar bir gülümseme sundum. O gece hayatımı ikinci kez kurtarmıştı. Hem de ona ve kuzenine gösterdiğim tüm o kaba tavra rağmen! Teşekkür etmek istiyordum ama kelimeler yetersiz geliyordu ve tükürdüğüm şeyi yalamaktan uzanıyordum. İç çekerek gözlerimi uzaklara kaçırdım. Sonrasında Ashley saklandığı yerden çıkarak yanımıza yaklaştı. Bu arada da ben vücuduma yapışan suyu atma çabasındaydım, ıslak saçımı sıkarak kurulamaya çalışıyordum. Yüzündeki endişeli ifade belirginleşirken Ashley dizlerinin üzerine çökerek Dallas'ın omuzlarından birine dokundu. Sessizliğimi koruyarak saçlarımla ilgilenmeye devam ettim. Kendimi gergin ve antisosyal hissettiğim o anlardan birini yaşıyordum. Sohbete katılmak istememekten ziyade bu konuşmada yerim yokmuş gibi hissediyordum.
"Siz iyisiniz değil mi? Yaralandınız mı?"
"Sadece ıslandık." diye yanıt verdi Dallas. Kuzenine bakarken koyu saçlarından damlayan sular mermer zeminde izler bırakıyordu. "Sen iyi misin?"
"Evet, bir şeyim yok. Ben daha çok sizin için endişeleniyorum. Bunca zamandır havuzun içinde miydiniz? O pislik neredeyse beş dakika boyunca gitmedi."
Neredeyse beş dakika mı? Bu suyun altında kalmak için çok uzun bir zamandı. Demek bu yüzden ölecek gibi hissediyordum.
Kafamı geriye attım ve suyun altında o kadar uzun süre kaldığım için gedikli çıkan bir sesle güldüm. Deliriyor olmalıydım. Bunun başka açıklaması olamazdı ama Durumumuzun absürtlüğü... Matthew'ı atlatmak, hem de suyun altında kalarak... Sinir bozacak kadar şansımız yaver gitmişti. Ashley'nin bakışları gülmem devam ettikçe karışık bir şüphe ve endişe karışımıyla üzerime saplandı. Onun rahatsızlığını hissederek sessiz kalmaya çalıştım ve hafifçe kıkırdarken ellerimi saçlarımdan çektim.
"Böyle bir zamanda gülüyor musun cidden?" Ashley'nin sorusu havayı keserken, ifadesi hayret ve gerçek endişenin bir yansımasıydı. "Tam olarak komik bulduğun şey ne? Gülünecek ne var?"
"Hiçbir şey. Üzgünüm. Tüm bunlar... Gerçekten sinir bozucu. Hâlâ hayatta olmamız mucize. Matthew'ı su altında kalarak atlattık. İnanabiliyor musunuz?"
"Ve bu komik mi?"
Cevap olarak tekrar güldüm. Gerçekten de deliriyor olmalıydım. Dallas kolunu dizinin üzerine koydu ve düşünceli bir bakışla başını yana çevirirken dudaklarını birbirine bastırdı. Islak saç telleri rahat bir zarafetle kaşının üzerine dökülürken saçlarına yapışan su damlacıkları minyatür mücevherler gibi parlıyordu. Beklenmedik bir şekilde ironinin anısına uyum sağladı, gülmemek için kendini tutarken dudaklarını zarif bir tebessüm esir almıştı...
Ashley'de fark etti bunu. Gözleri genişledi, "Dallas!" diye çığlık attı; sesi havuz alanında yankılanırken harfler dudaklarında öfkeyle dans ediyordu. Dallas karşılık olarak geniş omuzlarını hafifçe silkti. Islak kumaş bedenine ikinci bir cilt gibi yapıştığından bu hareketi gömleğinin yüzeyinde bir dalgalanma yaratmıştı. Ashley isyan ettiğini hissettiren bir homurdanmayla suratını astı. "Tamam, tamam. Artık şu kahrolası havuzdan çıkabilir miyiz? Burada bir saniye daha kalmak istemiyorum. Tabii siz ikiniz biraz daha yüzmek istemiyorsanız."
"Hayır," dedim düz bir sesle. "Ben almayayım, teşekkürler. Bir daha asla yüzmek isteyeceğimi sanmıyorum."
"Güzel," dedi Ashley, sonra da destek olmak ister gibi dizlerimden birine hafifçe vurdu. "Hadi gidelim."
"Tamam." dedim. "Gidelim."
"Ah, bekle. Neredeyse unutuyordum. Önce penseyi alayım."
Havuz alanını terk ederken kollarımı bedenime sardım ve üzerimden damlayan suların arkamda uzun bir iz bırakmasını umursamadım. Kantin alanına dönmek için bahçeden geçmemiz gerekiyordu. Serin hava bedenimden aşağı akan sularla birleşince soğuğun insanı nasıl yakabildiğini hissettim. 'Bahçe buz gibi. Daha hızlı yürüyebilir miyiz? Yoksa buzdan bir heykele dönüşeceğim!' dememek için dudaklarımı birbirine bastırırken acele ederek adımlarımı hızlandırdım. Nihayet kantin kısmına girdik. Ashley havuzdan aldığı penseyi kilidin demirine vurup kırmaya çalışırken olabildiğince sessiz olmaya çalışıyordu. Kulaklarım her darbede sızlarken kalın, asma kilide ümitsizce baktım. Pek kırılacak gibi görünmüyordu. Ashley giderek daha sabırsız bir hâle bürünürken Dallas ona yaklaştı. "Daha sert vurman lazım. Bırak ben deneyeyim." diyerek penseyi Ashley'in elinden aldı. Pensenin ince ağzını kilidin birleşim kısmına vurduğunda çıkan ses yüzünden hafifçe irkildim ama teknik işe yaramıştı! Asma kilit sağlam bir gürültüyle düştü ve kantinin kilitli kapısı gıcırdayarak açıldı. İçerisi zifiri karanlıktı. Bu yüzden duvar boyunca körü körüne dolaşarak kafeteryanın karanlığını aydınlatmak için bir ışık düğmesi aradım. Çok geçmeden buldum. Beyaz florasan lambalar cızırdayarak açılırken abur cuburlarla dolu raflar ilk ilgimi çeken şey oldu. Garip ama olanlara rağmen girmememiz gereken bir yere izinsiz girmek sanki yasadışı bir şey yapıyormuşuz hissi veriyordu...
Dallas bir silah bulmak için arka taraftaki çekmeceleri karıştırırken Ashley ve ben tezgaha bakınıyorduk. Tost makinesini öne çektiğim sırada Ashley raftan bir çikolata kaptı. "Biraz atıştırmalık ister misin?" Çikolatasını ikiye bölerek yarısını bana uzattığında jestinin tatlılığı bir an için dikkatimi dağıttı.
"Hayır. Gerçekten şu an çikolata mı yiyeceksin?"
"Evet," diye onayladı. Bir parçayı koparıp ağzına attı. "Tüm bu stres beni gerçekten acıktırıyor." Benimse iştahımı kesiyordu. Ashley'e baktım; 'Öğrenciler Giremez!' yazan tabelaya dikilmiş mavi gözlerinde hem hüzün hem de korku vardı. "Bu işi başarabileceğimizi düşünüyor musun, Cassie? Tom'un telefonunu almayı yani?"
"Neden bana soruyorsun?" diye karşılık verdim, sorumluluğun ağırlığını omuzlarımda hissederek.
Aramızda ağır bir bulut gibi duran açık bir gerçeği vurgulayarak "Çünkü bu senin fikrindi." diye belirtti.
Evet, ne yazık ki...
"Bilmiyorum." diye itiraf ettim. Tek düşündüğüm içimizden biri ölürse 'benim' fikrim yüzünden öleceğiydi. Bunu düşünmek bile büyük bir vicdan azabına neden olurken Ashley'le bunun hakkında konuşmak istemiyordum. Bakışlarımı ondan kaçırdım ve yüzümü buruşturdum. Konuşmak istemediğimi daha nasıl belli edebilirdim? Tost makinesinin altındaki göze bakarken Ashley yüksek sesle iç çekerek çikolatasını bir kenara bıraktı. Benimle sohbet etmeye çalışmanın bir işe yarayacağını anlamış olmalı ki rafların diğer tarafına bakmak için yanımdan ayrıldı. Bu gece ona söylediklerimden sonra benimle arkadaş olmaya çalışmaktan vazgeçtiğini görebiliyordum. Sadece hayatı için güvence istemişti ama kimsenin bunu garanti edemeyeceğini bilmiyor muydu?
Bunun hakkında çok fazla düşünmemeye çalışarak tost makinesinin diğer yanında kalan çekmeceyi kontrol ettim. Birkaç paketlenmiş ekmek dışında bir şey yoktu. Plastik kaşıkları, çatalları ve peçeteleri köşeye ittirdim ve yine de bir şey bulamayınca öfkeyle söylenerek doğruldum. Uzun bir karar sürecinden geçtikten sonra Dallas'ın yanına doğru yürüdüm. Bir şeyler bulup bulamadığını öğrenmek istiyordum. Tuhaf ama onun yanına vardığımda kafamın içinde dolanan tüm düşünceler durdu. Kendimi garip bir şekilde çekingen hissederek "Bir şeyler buldun mu?" diye sorduğumda sesim bir kedinin mırıltısını andırıyordu.
Dallas, "Pek değil." derken boyumun asla yetmeyeceği bir dolaba uzandı. Genetik havuzumuzdaki boy uzunluğunun adaletsiz dağılımını düşünerek onu sessizce izledim. Tuhaf bir hayranlık ve rahatsızlık karışımı hissediyordum. İlgilenecek bir şeyler bulmak için etrafıma bakındım ama tek ilgi çekici şey önümde duruyordu. Kısa bir tereddütten sonra hayal kırıklığımı ve merakımı ifade etmekten kendimi alamadım.
"Sana bir şey sorabilir miyim?"
"Neden?"
Bunu bana hiç bakmadan söylemişti. Rafları karıştırmaya devam ettiği için yüzümü nasıl buruşturduğumu görmezdi. Ya da huzursuzca mırıldandığımı...
"Ne demek neden?"
"Hakkımda bilmek istediğin bir şeyler olduğu izlenimi vermedin."
"Şey... Bu bir 'evet' mi? Yoksa hayır mı?"
Keşke daha açık olsaydı da böyle aptalca sorular sormak zorunda kalmasaydım. Hayır diyeceğini düşünüyordum çünkü neden evet desindi ki? Ama "Evet." dedi. Şaşırtıcı bir şekilde sormak istediğim soruyu soracak cesareti kendimde bulabildim.
"Her konuda sinir bozucu derecede iyi olmak nasıl bir şey?"
Ben bunu sorduğum sırada Dallas siyah bir poşete uzanmıştı. Belirgin bir şekilde duraksadı. Şaşkınlıktandı sanırım. Bana beni ilk kez görüyormuş gibi baktı ve sorgularcasına kaşlarını kaldırdı. Sonsuzluktan daha uzun gelen bir sessizliğin ardından şaşkın bir kızgınlıkla "Sinir bozucu derecede iyi, ha?" derken sözcükler havada asılı kalmıştı.
"Bilmiyormuş gibi yapma."
"Hayır. Cidden neden bahsettiğini anlamıyorum."
"Hadi ama! Baban senatör. Zengin bir aileden geliyorsun. Notların süper. Bir sürü dil biliyorsun. Her şeyi hiç çaba sarf etmeden yapıyorsun. İnsanları çok kolay bir şekilde seni dinlemeye ikna edebiliyorsun. Herkes senden hoşlanıyor ve bu geceden anladığım kadarıyla çok da cesursun."
Dallas bana bakmak için başını eğdi. Gözleri bir ressamın tuvalini incelediği gibi bedenimi süzerken suratımı astım çünkü ıslak, geveze bir kedi yavrusuna benziyor olmalıydım. Aramızda yerleşmiş ciddiyeti ve gerilimi bozarak "Her konuda iyi değilim. Okul birincisi sensin." dediğinde maskesinin altından sızan o soğukluğu hissedebiliyordum. Kahretsin. Kesinlikle az önce dediğim şeyden hoşlanmamıştı. Yüzümü kızartan utançla ve boğuştuğum kelimelerle derin bir iç çektim. Dallas devam etmeden önce biraz geri çekildi. "Ve hiçbir şeyi çaba sarf etmeden yapmıyorum. Dünya öyle bir yer değil." derken buna inanmakta güçlük çekiyordum. Ya da sadece önyargılı davranıyordum. İçimde çekingen bir his, beklenmedik bir savunmasızlık vardı.
"Ama her şeyi çözmüş gibi görünüyorsun."
"Birbirimizi pek tanımıyoruz, değil mi?"
"Hayır. Adımı bile yeni öğrendiğine eminim."
Dallas muzip gülüşüme bakarken yalan söylemek gibi bir saçmalık yapmayarak -Çünkü beni aksine inandırmasına imkân yoktu,- "Evet," diye kabul etti ve yumuşak, imalı bir sesle "Cassie," diye ekledi. Adımın dudaklarından çıkışı, bir tanıdıklık ve yabancılık arasında bir şeydi. Bir süre sessiz kaldıktan sonra benimle konuşmaya devam etti. "Hiç seni tanımlamayan bir şey için yargılanmış hissettin mi? Yüzeysel şeylere dayanarak insanları tanımlamak kolay. Hepimiz bize verilen etiketlerden daha fazlasını ifade ediyoruz. Senin deyiminle, her konuda sinir bozacak kadar 'iyi' olmak küçüklüğümden gelen bir şey çünkü bana böyle öğretildi. Ailem en iyisinden daha azını kabul etmez. Bense sadece beklentilerini karşılamak istiyorum çünkü benim için ellerinden geleni yapıyorlar ama onların standartlarına uymak bitmeyen bir zorluk. Çoğu zaman 'iyi' olma ihtiyacından sıyrılmak istediğim günler oluyor." Ardından gelen duraklamada ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi bilemedim. Böyle hissettiğini tahmin etmemiştim. Ne kadar önyargılı olduğumu da... Daha sonra Dallas bana bir şey uzattı. "Hazır aklıma gelmişken, bu senin için. Çekmecelerden birinde buldum." Alevlenen merakıma engel olamayarak açık avcuna baktım; Yara bandı.
"Neden bana bunu veriyorsun?"
"Dizin için. İhtiyacın var gibiydi."
Hafif bir şekilde sızlıyor olan dizime bakmak için başımı eğdim. Sonra Dallas'a geri baktım. Sersemliğim hâlâ geçmemişti, Dallas'tan böyle bir jest beklemiyordum. Muhtemelen teşekkür etmeliydim.
"Şey... Teşekkürler."
"Kullanmayacak mısın?"
Hâlâ kıpırdamadığımı fark edince aceleyle başımı salladım.
"Evet, elbette. Gerçekten teşekkürler."
Odanın yumuşak ışığı sıcak bir ambiyans yaratırken yara bandını Dallas'tan aldım ve çizilip morarmaya başlayan dizimle ilgilenmek için eğildim. Yara bandını çiziğin üzerine yapıştırırlen gözlerimi özellikle ilgilendiğim işe dikmiştim. Bu arada da Dallas çekmeceleri karıştırmaya geri dönmüştü. Ondan sonra pek konuşmadık ve uzun bir arayışın sonunda Dallas birkaç ekmek bıçağıyla dolu bir çekmece buldu. Bana bir tanesini uzattığında daha önce hiç kimseye zarar vermediğim gerçeğini göz ardı ederek Dallas'ın sunduğu bıçağı kabul ettim. Tahmin ettiğimden daha hafif olan silahı kavrarken Dallas düşüncelerimi fark ederek tavsiyede bulundu. "Eğer kullanmak zorunda kalırsan ölümcül bir bölgeyi hedefle." dedi. Bu omurgama bir ürperme gönderen türden bir öneriydi. Bunu aklımda tutmaya çalışırken atardamarların olduğu bölgeleri düşündüm. Bir polis olduğu için ilk yardım eğitimi almamda ısrarcı olan babama içimden teşekkür ederken başımı öne salladım. Dallas, Ashley'ye de bir tane verdi ve kendi için de kalan son bıçağı aldı. Diğerlerinin yanına dönerken her sese dikkat ediyor, her zamankinden daha dikkatli davranmaya çalışıyor ve parmaklarımın arasındaki bıçağı hayatım buna bağlıymış gibi sıkı sıkı tutuyordum, ki teknik olarak öyleydi de. Buluşma yerine sapasağlam bir şekilde geldiğimizde diğerlerinin çoktan orada olduğunu gördüm. Fark ettiğim ilk şey hiçbirinde tek bir silahın bile olmamasıydı. Yemekhaneden işe yarar bir şey çıkmamış olmalıydı.
Diego'nun gözleri sahneyi taradığında ilk fark ettiği şey Dallas ve ben olduk. "Siz ikiniz neden ıslaksınız?" diye sorunca elimi kaldırdım, saçlarıma dokunduğumda ıslaklığı ve her telin üzerine yapışan serinliği hissettim. Dallas'ın durumu da pek benden farklı değildi. Koridorun loş ışığı ağır saç tellerinin üzerinde parlıyordu. Cevap verdiğinde kısa ve öz olmayı tercih etti; sözleri gerilimle dolu olan havayı kesip geçti.
"Ufak bir aksilik."
"Aksilik mi? Ne oldu?"
"Havuza girmemiz gerekti."
Merak yüzüne işlenirken Diego "Belayı bulma gibi bir yeteneğin mi var?" diye sordu. Dudaklarının üzerinde alaylı bir gülümseme kol geziyordu.
"Bence bela beni buluyor." Sanırım ben de o belalardan biriydim. Dallas konudan uzaklaşmak istemeyerek "Yemekhaneden bir şey çıkmadı mı?" diye sordu.
"Hayır. Her yerde kilitler vardı ve onları kırmak için de bir şey bulamadık. Ya siz?"
"Bunları bulduk."
Kendi için aldığı bıçağı Diego'ya uzattı. Bir anda beliren o umut duygusuyla Bobby'nin gözlerinin nasıl parladığını görürken Elias pek tepki vermeden, pek de bir şey demeden arkalarında dikiliyordu. Sadede üç bıçağa sahip olduğumuz için Ashley ikili gruplar halinde yürümemizi önerdi. Böylece biri saldırıya uğrarsa diğeri onu koruyabilecekti. Oldukça mantıklı bir fikir olduğu için kimse buna itiraz etmedi. Hızlıca gruplara ayrıldık; Ashley Diego'yla, Bobby Dallas'la, Elias da benimle olacaktı. Üst kata çıkan merdivenlerin olduğu koridora doğru yürürken bıçağı Elias'a vermeyi tercih ettim çünkü onu saklamak için bir yerim yoktu. Ona uzattığım bıçağa bakan Elias umursamaz gibi görünen bir jestle bıçağı ellerimden aldı. Biraz... Gergin görülüyordu. Diğer çiftlerin gölgesinden yürürken parmaklarını dalgalı, kabarık saçlarının arasından geçirdi. Kehribar rengi gözlerini bir an üzerime diktiğinde yüzüne bakmak için gözlerimi kaldırdım. Yüz hatlarımı yumuşatan tek şey burnunun üzerindeki o tatlı çillerdi. Elias dokunaklı gerilimi kesen bir soru sorduğunda aynı soruyu ben de ona sormak üzereydim.
"Nasılsın?"
"Harika." dedim. "Sen?"
Elias güldü, merdiven boyunca yankılanan hafif bir sesti bu. Ona şaşkın bir bakış attım, benimle dalga mı geçiyor yoksa durumu gerçekten komik mi buluyor emin değildim. "Aslında ben de neden ıslak olduğunu merak ediyordum." dediğinde merdivenlerin oraya varmıştık. O anı yeniden yaşıyormuşum gibi hissedince kısa bir süre için hafifleyen korku geri döndü. Ondan destek almak için tırabzanı tuttum ve parmaklarım acıyacak kadar sert bir şekilde sıktım. Soğuk metal elimi yakarken bir yanıt düşündüm. Bu sırada attığımız her adım önümüzdeki belirsizlikle yankılanıyordu.
"Havuza düştüm."
Teknik olarak doğru bir cevaptı ama kelimelerimin basitliği durumun karmaşıklığını tam olarak karşılamıyordu.
"Cidden mi? İyi misin?"
"Fiziksel olarak evet. Zihinsel olarak pek değil." Konuşmaya devam ederken sesim şaşkınlığın ve teslimiyetin ağırlığını taşıyordu. "Ben... Bu akşamı hiç böyle hayal etmemiştim."
"Kimse etmemiştir. Ben de televizyon başında akşam yemeği düşünüyordum, maskeli bir katilden kaçmayı değil."
"Kulağa güzel bir plan gibi geliyor."
Ne kadar normal bir konuşmaydı bu böyle. Sanki az önce boğularak ölüm tehlikesi geçiren ben değildim! Ama birileriyle sıradan bir şekilde sohbet etmek insana gerçekten kendini daha rahat hissettiriyordu. Bu yüzden Elias ile konuşmaya devam etmekte bir sakınca görmedim...
"O halde neden okula geldin?"
"Biraz yalnız kalmak istedim sanırım ama keşke istemeseydim."
Tek keşkeleri olan o değildi ama olan olmuştu bir kere. Şimdi bir aradaydık ve hayatta kalmaya odaklanmalıydık. Sürekli 'keşke' demek hiçbir şeyi düzeltmezdi. Tecrübeyle sabitti.
Elias, "Sen neden baloya geldin? Alınma ama pek parti kızına benzemiyorsun." deyince tüm bedenim kaskatı kesildi çünkü kahretsin, nedeni tam yanımda duruyordu ama Elias'a ona yardım ettiğim için annemin beni o aptal baloya gelmem için tehdit ettiğini anlatamazdım. Bu çok utanç verici bir şeydi! Uyduracak mantıklı bir yalan ararken endişeyle alt dudağımı ısırdım.
"Biraz değişiklik yapmak istedim sanırım."
"Neden? Hayatından memnun değil misin?"
Memnunum ama annem değil.
"Şey... Öyleyim ama bazen her şey o kadar sıradan hissettiriyor ki insan hayatında değişiklikler arıyor. Anlıyorsun, değil mi?"
"Evet, anlıyorum."
Üçüncü kattaki koridordan geçerken teras pencerelerinden bakmak gibi bir hata yaptığımda az kalsın yeniden bayılacaktım. Okul bahçesinin ön yüzüne bakan pencereler Derek'in hâlâ orada olan cesedini gözler önüne seriyordu. Midemin bulandığını hissederek gözlerimi önümde yürüyen Ashley'e odaklandım. Derek benim arkadaşım değildi ve bundan sonra da asla olamayacağını bilmek kalbimi garip bir hüzünle kaplıyordu. Ölüm kavramının ne kadar ürkütücü olduğunu bu geceye dek fark etmemiştim. Birini sonsuza dek kaybetmek... Acı verici olmaktan öte, acının ta kendisiydi. Bunun sevdiğim birinin başına geldiğini düşündükçe hissettiğim kederden delirecek gibi oluyordum. Kaldı ki Derek ve Barry için de üzülüyordum. Sonuçta onlar da annesi, babası kardeşleri olan insanlardı. Bir yerlerde onları seven birileri olmalıydı. Bu gece Derek ve Barry'e olanların o insanlara neler hissettireceğini hayal bile edemiyordum. Ölürsem annemin, babamın, küçük erkek kardeşimin neler hissedeceğini düşünmek bile işkenceydi. Bu onları mahvederdi. Onlar için yaşamak zorundaydım.
Çok düşünmeyi kes ve sadece ulaşman gereken şeye odaklan, dedim kendi kendime. Tom'un telefonunu ele geçirirsek polisin okula gelmesi on dakika sürmezdi. Sonra her şey düzelecekti, düzelmek zorundaydı; Başka bir yol yoktu. Sonunda ulaşmamız gereken kata ulaşırken koridorun bomboş olduğunu görmek beni rahatlattı. Hiçbir kan izi de yoktu ama sonra üst katımızda olan sığınağı düşündüm. Eğer asansör kullandıysa Matthew orada bekliyor olabilirdi, bu yüzden Tom'un telefonunu ararken olabildiğince sessiz olmak zorundaydık.
Ne ters gidebilirdi ki?
Dallas, fen laboratuvarının ışıklarını yaktığında tavanı boydan boya kaplayan parlak ışık gözlerimi kamaştırdı. Sonra uzun sıraları ve deney malzemeleriyle dolu olan rafları gördüm. Herkes odanın bir köşesine ayrılıp çekmeceleri karıştırırken Ashley ile ben deney tüplerinin sıralı olduğu rafı seçtik. Kimyasalların olduğu bölmeyi araştırırken gözlerim Dallas'ı yakaladığında neden ona baktığımı anlamasam da gözlerimi ondan çekmedim. Duygusuz bir çehreyle çekmeceleri karıştırıyordu. Öfkeyle söylenerek kapalı olan son çekmeceye uzandığında çekmecenin kilitli olduğunu fark etti. İç çektim çünkü muhtemelen telefon oradaydı. Bir öğretmen olsam ve öğrencimin telefonunu alsam, çalınma ihtimaline karşı onu mutlaka kilidi olan bir çekmeceye koyardım. Merakıma yenik düşerek Dallas'ın olduğu tarafa doğru yürüdüm. O sırada Dallas bıçağı kilidin altına yerleştirdi ve kilitli çekmecenin ağız kısmına sert bir yumruk attı, kilit kırılarak yere düştü.
Şimdi hatırladım da, daha önceki asma kilidi de kolayca açmıştı.
"Kilitleri nasıl bu kadar kolay açabiliyorsun?"
"Bu sadece fizik ve matematik," Bıçağı öğrenciler için hazırlanmış masalardan birine koyarak içinde ne olduğunu görmek için çekmeceyi açtı. "Güç merkezini bilirsen ve doğru bir açıyla vurursan bu tarz kilitleri açmak kolaydır."
Çekmecenin içinde bir bilezik, üç yüzük, biraz ıslak mendil, bir makas, bir de tanıdık bir telefon vardı. Evet, telefon! Sevinçten çığlık atmamak için kendimi zor tutarken Dallas telefonu eline alıp çevirerek inceledi. Sonra bana baktı. Ben de emin bir şekilde başımı salladım. Daha önce gördüğüm için emindim, kesinlikle Tom'un telefonuydu bu.
Bobby, benden sonra telefonu bulduğumuz fark eden kişiydi. "Onu bulduk! İnanamıyorum! Lütfen, bana ver şunu!" diyerek telefonu Dallas'ın elinden kaptı. Sonra da ekranı öptü. Evet, cidden yaptı bunu. Diego, Ashley ve Elias bize doğru yürürken Bobby telefonun güç tuşuna bastı. Telefon yüksek bir sesle açılırken şarjının yüz de seksen olduğunu gördüm. "Şifresi neydi bunun?"
"Acil numaraları aramak için şifreye gerek yok." diye yineledim, otomatik bir şekilde.
"Biliyorum. Ailemi aramak istiyorum. Onlarla konuşmam gerekiyor. En son babamla kavga ettik ve... Şimdi ne kadar da anlamsız geliyor."
Vay canına. Birileri öncelik listesini gözden geçirmeliydi.
"Önce polis," dedi Dallas, sesi derindi ve emreden bir tonu vardı. Bobby, "Bir dakika..." diyerek itiraz etmeye kalktığında Dallas öfkeyle homurdanarak atılıp çocuğu ceketinin yakasından sertçe tuttu. Kuzgun siyahı saç telleri alnının üzerine düşerken öfkesi dokunabilir bir güç gibi havada yayılıyordu. Büyüleyici bir yeşil tonunda olan bakışları fırtınalı ve çalkantılıydı. "Kimsenin aptallığını çekecek halim yok. Dediğimi yap hemen, polisi ara. Yerimizi söyle ve durumu anlat. Sonra da kimi aramak istiyorsan ara." diye emrettiğinde bakışlarının yoğunluğu Bobby'nin iradesini parçaladı. Yüzüne kazınmış öfkeye rağmen inkar edilemez bir ikna ediciliği vardı. Şaşırarak kaşlarımı kaldırdım. Dallas istediği zaman ne kadar da korkutucu olabiliyordu! Bobby'nin gözleri hafifçe irileşti ve mekanik bir şekilde başını öne salladı.
"Tamam, tamam. Polisin numarası neydi? Hatırlayan var mı?"
Gözlerimi kısarak Bobby'ye baktım. İçimden homurdanıp duruyordum. Acil numaraları ilkokulda öğretmiyorlar mıydı? Sonuçta bu bilgiler temel şeylerdi. Kimse cevap vermeyince biraz tükenmiş bir tonla "Dokuz yüz on bir." diye yanıt verdim. Dallas bıkkın bir ifadeyle Bobby'nin üzerindeki kavrayışını serbest bıraktı; Çocuk titreyen elleriyle polisin numarasını tuşlamaya çalışırken gözlerini ona dikmiş, dudakları sert bir çizgi şeklini almıştı.
Elias, "Sadece üç numara tuşlayacaksın. Nasıl bu kadar yavaş olabiliyorsun?" diye sorunca ben de aynı şeyi düşündüğüm için iç çektim.
"Parmaklarımı titriyor, elimde değil!"
"O zaman lanet telefonu elleri titremeyen birine ver."
Yine Elias ile aynı şeyi düşünmüştük ama buna gerek kalmadı çünkü Bobby numarayı tuşlamayı bitirdi ve telefon yüksek sesle çalmaya başladı. Ne yazık ki, arama açılmadan önce duyabileceğimiz en berbat sesi duyduk. Çok yakından gelen bir silah sesi kulaklarımı sızlatırken yüzümü buruşturdum. Sonra panikleyerek sınıfın kapısına doğru baktım.
"Bu hiç iyi değil." dedi Diego.
"Geliyor mu? Ne yapacağız? Burada ölmek istemiyorum."
Ashley'e cevap vermek bile istemedim.
Dallas gözlerini kapıdan ayırmadan "Telefonu kapat hemen." dedi, Bobby'e.
"Ne? Ama polis..."
"Dediğini yap." Elias, Bobby'nin elinden telefonu sertçe alıp tamamen kapattı. Bobby hayatı buna bağlıymış gibi -Teknik olarak gerçekten de öyleydi- telefonu Elias'ın elinden aldı. Onlara bakıyordum ama kulağım koridordaydı. Giderek güçlenen bir ıslık sesi duydum...
Ashley, endişeden kısık çıkan bir sesle "Herkes hemen saklanacak bir yer bulsun." diye uyardı. "Acele edin. Doğruca buraya geliyor."
Ah, bir kere daha mı?
Diego ve Ashley malzeme odasının içindeki kırmızı perdenin arkasına gizlenirken Bobby öğrenci sıralarından birinin altına girmeye çalıştı. Panik, insanı daha sakar bir hâle getiriyordu. Bir an düştü ama pes etmedi, sürünerek tamamen sıranın altına girmeyi başardı. Neler olduğunu tam olarak kavradığımda şaşkın bir halde etrafıma baktım. Nereye saklanabileceğimi bulmaya çalışırken güçlü bir şekilde bileklerimi tutan iki elle daha da şaşırdığımı hissettim. Şaşkınlığımı üzerimden atamadan "Benimle gel." diyen iki farklı ses duydum. Seslerden biri Elias'a aitti, diğeri de Dallas'a... Aynı anda bileklerimi tutmuşlardı. İkisi de fark edilmemesi imkânsız olan hoşnutsuz bir bakışla birbirlerine bakmak için döndüler. Açıkça ifade edilmemiş bir rekabetle ağırlaşan atmosferin beni boğduğunu hissederken Elias'a ve Dallas'a anlam vermeyerek baktım. Onlar da birbirlerine benim onlara baktığım gibi bakıyorlardı. Sanırım her ikisi de karşı tarafın bunu demesini beklemiyordu.