Gerçekten rahatsız edici bir durum.
Gözlerimi kapamak ve hiçbir şey düşünmemek istiyordum. Yine de koşullar böyleyken mantıksız davranamazdım. Çocuk gibi gözlerimi yumarak bu durumdan kaçamayacağımın farkındaydım, Elias ya da Dallas bileğimi bırakmak gibi bir hamle yapmazken olmazdı. Cidden, donmuş heykeller gibi bileğimden ellerini çekmeyi reddediyorlardı. Zamanımın ne kadar kısıtlı olduğunu bildiğim için bir an önce bu sorunu çözmek istedim. 'İkiniz de beni bırakabilir misiniz?' demek için dudaklarımı araladım ama hissettiğim gerginlikten olsa gerek sözcükler bir türlü ağzımdan çıkmadı. Elias içimdeki duygusal fırtınadan habersiz bir şekilde bileğimi daha kararlı bir şekilde tuttu ve ona kaşlarını çatmış bir halde bakıyor olan Dallas'ı süzdü. "Cassie ile arkadaş olduğunuzu fark etmemiştim." dedi. Sözleri samimi olmasına rağmen sanki hissettiği şaşkınlık açığa çıkma mücadelesi veriyormuş gibi uzak bir nezaket taşıyordu.
Diyecek bir şeyler aradım ama tek bir tane bile bulamadım çünkü 'arkadaşlık' bildiğim bir şey değildi.
Hava gerilimle dolup taşarken Dallas herhangi bir duygu barındırmayan bir sesle "Aynısını senin için söyleyebilirim." dedi ve Elias'ın bileğimi sıkıca kavrayan eline kısa bir bakış attı. Gözlerini yeniden Elias'ın gözlerine çıkarırken dudaklarının kenarlarında hafif bir çizgi belirdi. "Onu bırakmayı düşünüyor musun?" diye sorarken sesinde yumuşak bir alay vardı.
"Peki sen? Düşünüyor musun?"
"Hayır. Sadece yardım etmeye çalışıyorum."
"Yardım mı? Söylediğin kadar fedakar değilsin. Sadece kahramancılık oynamaktan zevk alıyorsun ama herkesi kurtarabileceğini sanma."
Oof...
Neden tartışıyorlardı ki şimdi?
"Herkesi kurtarmak gibi bir amacım yok." dedi Dallas sertçe, bu gece herkesin hakkında yargıda bulunup durmasından bıkmış olmalıydı. "Birisi yardıma ihtiyaç duyduğunda kenarda durup izlemem."
"Ne asilce."
Elias gözlerini devirdiğinde Dallas umursamaz bir hava ile başını yana eğdi. Bakışları sabit, nüfuz ediciydi. Bu duruma neden düştüğüm hakkında bir fikrim yoktu. Garip ve rahatsız edici olmaktan öte, endişe vericiydi. Kavga edecek gibi bir hâlleri yoktu ama havada uçuşan gerilim o kadar fazlaydı ki her an birinin tepesi atabilirdi- Özellikle de benim. Dallas dudaklarını açıp çok sıradan bir tavırla "Neden bu işe karışıyorsun? Açığa kavuştur beni." dediğinde içimdeki gerilimin doruk noktasına ulaştığını hissettim.
"Ben..." dedi Elias. Sonra düşünmeden konuşmuş da şimdi ne diyeceğini bilemiyormuş gibi yüzünü buruşturdu. Bileğimi serbest bırakarak bizden uzaklaşırken merakla kaplı gözlerimi ondan ayırmadım. "Hiçbir şey. Bir nedeni yok. Devam edin."
Ne?
Anlamsızdı ama itiraz etmeye çalıştım.
"Elias..."
Dallas konuşmamızdan uzaklaşarak başını kapıya çevirince panikleyerek sustum çünkü kahretsin, uğursuz ıslık sesi git gide olduğumuz tarafa doğru yaklaşıyordı. Matthew birkaç dakika içinde burada olacaktı! Elias başını iki yana salladı ve saklanacak bir yer bulmak için bize sırtını döndü... Ama merak ediyordum, az önce ne diyecekti? Ne demek istemişti? Keşke konuşmak için yeterince zamanımız olsaydı. Ne yazık ki, yoktu. Hiçbir şey için yeterince zaman yoktu.
Dallas bedenimi peşinden götürürken Elias'ın deney tüplerinin arkasında kalan o bölmeye saklandığını gördüm. En güvenli yer değilse bile saklanmak için kesinlikle iyi bir yerdi çünkü küçük tüpler bölmenin önüne dizilmiş, orada gizli bir sığınak oluşturmuştu. Dallas beni laboratuvar öğretmenlerimizin gömleklerinin asılı olduğu o küçük, dar dolaba çekti. Dolabın çift kanatlı kapısını kapatırken buranın sandığımdan çok daha dar olduğunu fark ettim. Sırtım dolabın duvarına yaslanırken Dallas'da ellerini başımın iki yanına yaslamak zorunda kalmıştı. Başımı kaldırdım ve loş ışıkta göz göze geldik. O kadar yakındık ki birbirimize, kokusu burnuma doldu ve bir an şaşırarak hiç kıpırdamadım. Dolap ışığı nispeten kestiği için açıkta kalan ızgaralardan kaçan ışık Dallas'ın bedeninde siyah, çizgili gölgelerin oluşmasına neden oluyordu. Dallas kolunu uzattı ve beyaz gömlekleri bedenimizi kapatacak bir şekilde önümüze çekti. Kendi kendime, "Neden her zaman bu durumda buluyoruz kendimizi?" diye homurdanmadan edemedim. Parmaklarımı Dallas'ın yavaş yavaş kurumaya başlamasına rağmen hâlâ biraz nemli olan gömleğine yaslarken bir yandan da dışarıdan gelen her bir sese kulak vermeye çalışıyordum. Dolabın karanlığında tek güvenebileceğim şey kulaklarımdı. Dallas ile aramdaki gerginlik beni boğacak kadar yoğunken tüm sesler uzak yankılara dönüşmüştü. Başımı geri attım ve dudaklarımdan kaçan küçük, huysuz bir mırıltıdan sonra "Bu dolap göründüğü kadar geniş değil," diye mırıldanırken utanarak Dallas'ın çene hattına, boynuna ve göğsüne baktım.
"Biliyorum," Sesi yumuşak bir fısıltı şeklinde kulaklarıma ulaşmıştı. "En rahat yer değil ama işe görür."
İş görür, mü? Ne rahatlatıcı bir kelime.
"Cidden mi? Çünkü bir dolaptayız, Dallas."
"Nerede olduğumuzu fark etmediğimi mi düşünüyorsun?"
Şey... Evet, belli ki.
Daha da utandığımı hissederken daha geçen gün annemle yaptığımız konuşma aklıma geldi ve ölüm kalım meselesi bile olsa senatörün oğluyla bu kadar yakın bir şekilde durduğuma inanamadım. Kaderin cilvesi miydi neydi bilmiyorum ama kesinlikle garipsediğim bir durumdu. Hafifçe iç çekerken Dallas ızgaraların arasından dışarıyı kontrol etmek için başını yana çevirdi. Resmen kollarının arasında sıkışmıştım! Dallas'ın bileğimi tutup 'Benimle gel,' deyişini hatırlarken merakın bedenimi sarıp sarmaladığını hissettim. Yanımdaki erkeğe çekinerek baktım. Düşündüğüm bir tek şey vardı; Bunu neden yapıyordu? Neden beni koruyordu? Biz arkadaş değildik, tanıdık bile değildik. Bu geceye kadar birbirini gördüğünde görmezden gelen, merhaba bile demeyen iki yabancıydık.
"Bunu neden yapıyorsun?"
Merak ve kafa karışıklığıyla dolu olan sorum fısıltıyla söylenmiş bir sır gibi havada asılı kalırken Dallas bakışlarını benimkilerle buluşturmak için başını çevirdi. Gözlerinde sakin bir yoğunluk vardı. "Neyi?" diye sorduğunda neden bahsettiğimi anlasın diye onu ve kendimi işaret etmek için elimi kaldırdım.
"Bunu işte... Neden beni koruyorsun?"
"Çünkü yalnızsın."
Yanıtının basitliği, o kelimelerin arkasındaki belirsizliği göz ardı etmeme neden oldu.
Kulaklarıma inanamayarak "Ne?" diye fısıldadım.
"Sebebi bu. Yalnızsın. Bu yüzden seni korumak istiyorum."
Önce benimle alay ettiğini sandım çünkü bu hem çok anlamsız hem de çok saçmaydı! Kim yalnız olduğu için bir başkası uğruna hayatını riske atmayı tercih ederdi ki? Soyunma kabininde korkup ses çıkarabilir, havuzda nefesimi yeterince uzun tutamayabilirdim. Tüm bu gerçeklere rağmen Dallas çok ciddi görünüyordu. Bu daha da şaşırmama neden oldu, daha da merak etmeme...
"Ama birbirimizi neredeyse hiç tanımıyoruz."
Kurduğum cümlede 'neredeyse' kelimesi bile fazlalıktı; Birbirimizi hiç tanımıyorduk. Dünyalarımız nadiren birleşiyordu ve bu geceden önceki her karşılaşmamız geçici bir andan ibaret gibiydi.
Dallas bir şey demek için ne çok kalın ne de çok ince olan dudaklarını aralamıştı ki -Bekle, neden dudaklarına bakıyordum?- laboratuvarın kapısı gürültüyle aralandı. Ani giriş, beni ürküttü ve dikkatimi dağıttı. Kıyafetlerin arasından, ızgaraların arasındaki o küçük boşluktan dışarıya baktım. Deneme tüpleri birbirine çarparken açılan kapının oluşturduğu yapay rüzgar masanın üzerindeki kağıtları uçuşturdu. Dallas'da benim gibi dikkatini ölümcül bir tehlike saçan ziyaretçimize çevirdi. Matthew yine o korkunç domuz maskesini takıyordu. Yüzündeki izlerden nefret ettiği ve kimsenin görmesini istemediği için böyle bir maske taktığını anlamak kolaydı. Keşke daha şirin bir maske taksaydı. Bakışlarım aşağı indiğinde ellerinden birinde sıkı sıkı tuttuğu silahı fark ederek endişeyle yutkundum. Kalbim hızla atıyor, tedirginlik duygusu beni felç ediyordu. Nefesimi tutarak Matthew'in niyetini anlamaya çalıştım. İyi niyetli olmadığı kesindi hani! Zihnimde zehirli bir düşünce filizlenirken bu düşünceyi kovmak isteyerek başımı iki yana salladım ve Dallas'ın gömleğini sıkıca kavrayarak tüm gücümle sıktım; Ya bizi bulursa? Silahı varken Matthew'le karşılaşmak farenin kediyi yenmesini beklemek gibi bir şey olurdu! Adam metrelerce mesafeden bile hedefi tuttururken o kadar yakınında olmak intihar etmek olurdu. Bunu yapmak istiyorsak önce onun silahından kurtulmalıydık ama nasıl? Silaha nasıl baktığını görebiliyordum. Onu ilk evladıymış gibi tutuyordu.
Zihnim sürekli çalışıyor, bir plan, bir çıkış yolu bulmayı umuyordu. Şimdilik burada sessizce beklemek en iyisi gibi görünüyordu çünkü Matthew hiçbir şeyden şüphelenmişe benzemiyordu. Sadece... Dolaşıyordu işte. Muhtemelen seslerimizi duymuştu ama bir şeyler duyduğundan emin değilken onu aksine ikna etmek kolay olurdu.
Sakin olmam gerektiğini kendime yüzüncü kere hatırlatırken Matthew etrafa bakınarak öğrenci masalarının arasında dolaşmaya başladı. Elias'ın olduğu yerin önünden geçerken içimdeki endişenin arttığını hissettim ama şükürler olsun devam etti. Fark ettiğim gerçek yüzünden biraz olsun rahatladığımı hissettim. Burada olduğumuzu gerçekten de bilmiyordu! Saklanacak yerlere bakmıyor, sadece pişkin pişkin etrafta dolanıyordu. Yeterince sessiz kalırsak onu kolayca atlatabilirdik- Derken gözlerim Bobby'nin saklandığı yere takıldı. Bu kaderin bir cilvesi olmalıydı çünkü kolunu masanın altından uzatmıştı. Cidden, uzatmıştı! Panik daha da güçlenirken gözlerimi kısarak çocuğun ne yaptığını anlamaya çalıştım. Dallas'da durumu fark etmişti, sıkılı dişlerinin arasından kısık sesle bir şeyler homurdandığını duyduö.
Nedenini gerçekten anlamadığım için "Ne yapıyor bu?" diye sordum, Dallas'a...
"Aptallık."
"Ne?"
Omuzları gerilen Dallas yumruğunu tüm gücüyle sıkarak "Şanslı parasını almaya çalışıyor." diye açıkladı. O anda yerde parıldayan o küçük metali fark ettim. Bobby masanın altına girerken onu düşürmüştü. Kahretsin ki, tam da Matthew'ın yürüdüğü tarafta olan paradan gözlerimi alamıyordum. Bobby'nin aptallığı beni şaşırtmaktan çok dehşete düşürmüştü. O küçük hurda hayatından daha mı önemliydi gerçekten? Matthew'in uzattığı kolunu fark etmesi için tek gereken gözlerini yere indirmesiydi! Tanrım, buradan çıktıktan sonra ona isterse bin tane o paradan verirdim ama hemen şunu yapmayı kesmeliydi! Bobby'yi uyarmanın bir yolunu düşünmeye çalıştım ama tek bir tane bile yoktu. Endişem aradan geçen her saniyede katlanarak artıyordu ve bir noktada öyle bir seviyeye ulaştı ki, hiçbir şey düşünemez oldum. Durum bundan daha kötü olamazdı herhalde.
Şanslı parasına ulaşamadığı her saniye daha da yoğun bir istekle uzanmaya çalışan Bobby'ye bakarken içimden 'Aptal, aptal, aptal!' deyip duruyordum. Bir yandan da Bobby için müthiş bir korku hissediyordum. Aptal çocuk, Matthew onu fark ederse olacakları tahmin edemiyor olabilirdi ama ben ediyordum. Fark etmemesi için dualar ederken Dallas kaskatı bir çeneyle keskin gözlerini Matthew'den ayırmıyordu. Tek umudum Bobby'nin Matthew'e fark ettirmeden şanslı parasını geri almasıydı çünkü belli ki vazgeçmeyecekti.
Ama tabii ki bu mümkün değildi!
Gözlerimi Bobby'in eline diktiğim için yağmur botu giyen bir ayağın çocuğun eline bastığını tam olarak görebildim. Bobby acıyla çığlık atarken Matthew küçük, sadist bir tebessümle eğilip Bobby'yi yakasından tutarak masanın altından çekip çıkardı. İri yarı bir adam olduğu için bunu kolayca yapmıştı. Silahın kabzasını Bobby'nin çenesine vurduğunda Bobby masalardan birine sırt üstü çarpıp deney tüplerini devirdi. Kırılan tüpleri ve Bobby'nin ağzından çenesine doğru akan kanı gördüm. Birkaç dişini, daha da kötüsü, çenesini kırmış olmalıydı. Matthew, Bobby'nin düşürdüğü telefonu yerden alırken güldü, normal bir gülüş değildi bu, delice bir gülüştü. Dallas öfkeden kaskatı kesilirken yumruğunu hafifçe başımın yanına vurdu. Neyse ki Matthew bu sesi duymayacak kadar kendini avın heyecanına kaptırmıştı. Telefonu havaya kaldırıp inceledi. Sonra da yere attı ve nişan alıp art arda dört el ateş ederek telefonun ekranını paramparça etti. Tek umudumuzdu o telefon! Artık kullanılmayacak bir hâle geldiğinden emin olunca Bobby'ye geri döndü. Bobby o sırada kapıya doğru kaçmaya çalışıyordu. Matthew nişan aldı ve hiç düşünmeden yeniden ateş etti. Bu sefer Bobby'nin ayağını vurmuştu. Çocuk yere düşerken ve Matthew'in sesi laboratuvarda yankılanırken istemsiz bir biçimde titriyordum.
"Ne kadar zavallısın. Öylece kaçmana müsaade eder miyim sence? Önce biraz oyun oynayacağız, tatlı çocuk."
Bobby kulaklarımı acıtacak kadar yüksek sesle "Rahat bırak beni!" diye haykırdı, cümlenin ortasında sesi çatlamış ve tizleşmişti. Bir yandan da sürünerek kapıya gitmeye devam ediyor, hayatı için yalvarıyordu. "Lütfen! Ben ölmeyi hak edecek hiçbir şey yapmadım! Gitmeme izin ver!"
"Gitmene izin vermek mi?" diyen Matthew silahını tembel bir tavırla indirdi. Sonra yine o deli gülüşünü sergiledi. "Peki. Bir anlaşma yapalım. Ben seni kör bir tavuk gibi kafandan vurmadan önce o kapıya ulaşırsan kaçmak için bir şansın olur."
Başarmasına imkân yok. O pislik de bunu biliyor ve bu durumdan aldığı o sadistçe keyfi saklama gereği bile duymadan Bobby'yle oyun oynuyor.
Matthew, avını pençelerinin arasına almış bir aslanın bakışıyla bir süre Bobby'nin yerde sürünmesini izledi. Bundan öyle keyif alıyordu ki etrafta olup biten diğer şeylerin farkında bile değildi. Bense berbat bir haldeydim. Bu sadist katili izlerken kontrol edemediğim bir şekilde titremem artıyor, nefes alamıyordum. Matthew korkunç bir insandı. Hayır, bu tabir bile bu adam için yeterli değildi. O, delinin tekiydi. Ve bunu derken ciddiydim. Gerçek bir deliydi. Hastaneye yatırılması, önlük giydirilmesi gereken türden! Bunun yerine burada, bu okulda, bizimleydi. Midem bu düşüncelerle çalkalanırken Matthew silahını yeniden kaldırdı, neredeyse kapıya ulaşmak üzere olan Bobby'ye nişan alırken hareketlerinde en ufak bir tereddüt yoktu.
Onu vuracaktı.
Dallas'ın bedenindeki her bir kaskaskatı kesildi. Kendiyle çekiştiğini görebiliyordum. "Seni şerefsiz-" Bir anda dışarı çıkmak için hamle yapınca panikledim, korktum ve gerildim. Bu üç duygu beni boğarken atıldım ve kalan tüm gücümle Dallas'ın yakasını tuttum. Kısık bir sesle "Hayır, gitme." diye yalvarırken parmaklarım Dallas'a umutsuz bir kuvvetle yapışmıştı. Tırnaklarım tutuşumun gücüyle acırken umursamadan onu bana doğru çekerken Dallas hazırlıksız yakalandı ve dengesini sağlayamayarak üzerime doğru yalpaladı. Kollarını iki yanımdan sabitlerken dudakları saçlarıma, yanağı yanağıma sürttü. Etrafımızdaki dünya anlamını yitirip belirsizleşirken dondum kaldım. Kalbim uzun süre maraton koşmuşum gibi çarpıyordu, Dallas'ın boynuma nazik bir meltem gibi çarpan nefesiyle ritmini bulmakta zorlanıyordu. Neredeyse sarılıyor gibiydik. Yine de onun varlığı tüm bu kaos da bir can simidi bulmuşum gibi hissettiriyor, beni yerimde tutuyordu. Yeniden gitmeye çalışmasından korkuyordum. Bu yüzden ellerimi gömleğinin yakasından çekmeden onu sıkı sıkı tutmaya devam ediyordum. "Lütfen gitme." derken beni çevreleyen endişe çaresizliğimin ağırlığını taşıyordu. "Ona yardım edemezsin. Silahı var. Gözünü kırpadan seni de öldürür."
Dallas geri çekildi, yüzü benimkinden sadece santimetrelerce uzaktaydı. Gözlerimiz buluştu ve sessizce, anlayış için yalvardım ama Dallas kaşlarını çatarak baktı bana.
"Cassie..."
Ellerimi yakasından çekmeden başımı hızlı bir biçimde iki yana sallayarak itiraz ettim. "Oraya gidemezsin, delirdin mi sen?"
"Ama bu..."
"Hayır, lütfen. Burada, benimle kal." Ben atlatıp kaçmasından korkarak gömleğinin yakasını daha sıkı bir biçimde tuttum. Yeşil gözlerine daha iyi bakmak için yüzümü yüzüne doğru kaldırdım. "Oraya gitmeyeceğini söyle bana. Lütfen, Dallas. Bu delilikten başka bir şey değil. Ölmek mi istiyorsun?"
Onu ikna etmek için ne söylemem gerekiyorsa söylemeye hazırdım. Kahretsin! Bobby'ye ben de yardım etmek istiyordum, hem de çok. Sonuçta babam bir polisti ve bana her zaman yardıma ihtiyaç duyan insanlara yardım etmem gerektiğini öğretmişti... Ama tehlike anında kendi güvenliğimi ön planda tutmam gerektiğini de öğretmişti. Bu dolabın sınırından çıktığımız anda Matthew bizi alnımızın ortasından vururdu. Tek yaptığımız o pisliğe daha fazla eğlence çıkarmak olurdu. Elinde silah olduğu sürece ona yaklaşmayı düşünemezdik bile.
Dallas'ın alnında çizgiler belirdi. "Onu öldürecek." derken sözlerinin her birinde bir öfke fırtınası vardı. Genelde yeşil yosunlarla kaplı bir gölet gibi sakin olan gözleri şimdi cümlelerimdeki hırçınlıkla eşleşen bir yoğunlukla yanıyordu. Karşılık olarak dudaklarımdan yumuşak bir onay çıktı.
"Biliyorum." dedim; Yapabileceğimiz bir şey olmadığını da biliyorum. "Ama oraya gidemezsin. Bunu yapmazsın. Hadi ama. Her zaman, ne olursa olsun, mantığıyla hareket eden birisin sen. Neden şimdi aynısını yapmıyorsun?"
"Birinin hayatı tehlikede."
"Senin de hayatın tehlikede."
Kalbim durumun ciddiyetinin büyüklüğünü fark edip bunun için sızlarken sözlerimin ağırlığı karşısında aramıza bir sessizlik çöktü. Bakışlarımı kaldırarak Dallas'ın gözlerinde biraz güvence aradım ama hiç bulamadım. Yumruklarını başımın yakındaki duvarda yaslamış, yüzüme okuyamadığım gözlerle bakıyordu. Bekledim ama başka bir şey demedi. İtiraz da etmedi. Sanırım bu onun dilinde 'tamam' demekti. Rahatlamış hissederek parmaklarımı yavaşça gömleğinin yakasından çektim. Aniden yakınlığının farkına varınca duyularım harekete geçti. "P-pardon." dedim kekeleyerek. Avuç içlerim hafif bir güçle göğsündeki sıcaklığa karşı aramızda fiziksel bir sınır yarattı ve Dallas'ı göğsünden nazikçe ittirdim. Başımı yana çevirdim... Yüzüm yanıyordu ama içinde bulunduğumuz durumu hatırlayınca utancım çok kısa sürdü. Panikle bakışlarımı ızgaraların arasından görünen korkunç manzaraya çevirdim.
Matthew, sanki cansız bir hedefe ateş ediyormuş gibi sakin bir tavırla kendisinden kaçmaya çalışan çocuğu kafasının arkasından vurdu. Bobby'nin bedeni cansız bir ağırlık olarak yere düşerken gözlerim şok içinde genişledi. Bir yandan da Dallas'ı durdurduğum için çok şanslı olduğumu düşündüm çünkü bu durumda dolaptan çıksa bile Bobby zaten ölmüş olacaktı. Matthew yüksek sesleri birkaç argo sözcük homurdanarak etrafında döndü. Zaten kullanılmayacak bir halde olan telefona baktı ve bir anda öfkeden köpürerek hurda haline gelene kadar telefona tekmeler attı. Tüm umudumuzun uçarak bizden uzaklaştığını hissederken yorgun bir tavırla iç çektim. Telefonla işi biten Matthew silahını elinden bırakmadan Booby'yi gömleğinin arkasından tuttu ve cesedi peşinden sürükleyerek laboratuvardan çıkardı. Kahretsin ki adamın bir sınırının olmadığını, hiçbir şeyden korkmadığını görebiliyordum. Sayı olarak ondan üstün olmamız bile onu endişelendirmiyordu. Birilerine zarar verme, onları avlama isteği öyle yoğun ve mantıksız bir noktadaydı ki kütüphaneden çıkmasaydık bizi almak için oraya gelirdi. Karşı karşıya olduğumuz tehdidin derinliğini daha iyi anlayamazdım.
Laboratuvara ölümcül bir sessizlik çöktüğünde birkaç dakika boyunca hiçbir hareket olmadı. Loş tavan lambaları soğuk, metalik yüzeylere ve Booby'nin kanının olduğu noktaya uzun gölgeler düşürerek ürkütücü bir atmosfer yaratıyordu. Dikkatli olmaya çalışırken olabildiğince sessiz bir şekilde etrafı dinledim. Dallas'ın da aynısını yaptığını fark ettim. Koridordan gelen sesler tamamen kesilmiş olmasına rağmen saklanma yerimden çıkmakta tereddüt ettim. Korkuyordum.
"Galiba gitti," dedi Dallas. Gözleri ızgaraların arasından odayı süzüyordu. Yüzüme baktı ve bir an hiçbir şey demeden bekledi. "Çıkalım buradan."
Kelimeler titrek bir akışla dudaklarımdan dökülürken hızlıca "Hayır." dedim, sesim içimde dolaşan endişeyi ele veriyordu.
"Sonsuza kadar burada kalamayız, Cassie."
"Biliyorum ama... Korkuyorum."
"Bobby'nin cesedini diğerlerinin yanına götürdükten sonra kontrol etmek için buraya geri gelecektir. O gelmeden önce gitmeliyiz. Başka bir şansımız olmayacak."
Mantığı insanı etkiliyordu ancak korku duygusu beni bir mengene gibi sıkı sıkı tutarken bir adım dahi kıpırdayacak gücü kendimde bulamıyordum.
Dallas dolabın kapağını araladığında titreyen dizlerime rağmen onu takip etmek için bacaklarıma kuvvet vermeye çalıştım. Önce o çıktı. Etrafın yeterince güvenli olduğundan emin olduktan sonra dönüp bana parmaklarını uzattı. Hissettiğim tereddüte rağmen aramızdaki boşluğu kapattım, parmaklarımı avucunun içine bıraktım. Dolaptan çıkarken gözlerim etrafta dolandı. İçeride tam bir kargaşa hakimdi, her yer birbirine girmişti. Bakışlarım kapının önündeki kan birikintisine kayınca yavaşça yutkundum. Oraya bakmak büyük bir hataydı. Adımlarım, aceleci ve düzensizdi. Kendi ayaklarıma takılarak Dallas'ın tam üzerine düştüm. "Hey, dikkat et." dedi ama artık çok gerçti. Bedenlerimiz birbirine çarptı. Ağırlığım altında Dallas sert bir şekilde sırt üstü yere düştü. Ben de üzerine düştüm. Yüzüm göğsüne çarparken sersem bir halde soludum. Dallas'ın hafif bir acıyla "Daha yumuşak bir çıkış yapabilirdin." dediğini duydum...
İç çekerek karşılık verdim; Ben de öyle düşünüyordum.
Kendimi nispeten toparladığımda olabilecek en hızlı şekilde Dallas'ın üzerinden kalktım. Yüzüme işlenen suçluluk duygusuyla dizlerimin üzerine otururken Dallas'da düştüğü yerden doğruldu. Üzerine yapışmış tozları silkelerken onu seyrettim fakat o bana bakmıyordu. Gözleri yerdeki bir noktaya takılmıştı. Önce telefona bakıyor sandım ama baktığı şey Bobby'nin şanslı parasıydı. Dallas parayı parmaklarının arasına alıp incelerken açıklama yapmaya çalıştım.
"Özür dilerim. Kasıtlı değildi-"
"Özür dilemene gerek yok."
Şaşırdım. "Nasıl yok?" diye sordum.
Dallas, bir öneminin olmadığını göstermek için omuzlarını silkti. "Yok işte."
"Yine de özür dilemek istiyorum. Canını yaktım mı?"
"Hayır. Unuttun mu, ben ragbi takımındayım. Bundan daha kötü inişlerim de oldu."
Şey... Doğru.
Dallas bıkkın bir tavırla parayı yere geri bırakırken gözlerim paramparça olmuş telefona kaydı. Dizlerimin üzerinde uzanıp kırılmış hattı elime aldım. Sanki yapışacakmış gibi parçaları birbirine yaklaştırırken gerçek bana bir tokat gibi çarptı. Polisi arayamayacaktık. Kimseyi arayamayacaktık. Burada tamamen kapana kısılmıştık. Üzgün üzgün soluduğumda Dallas hiçbir şey demeden yüzüme bakıyordu. Gözleri elimdeki kırık hatta kayınca bakışlarının katılaştığını gördüm. "Buradan çıkmanın bir yolunu bulacağız." dediğini duyduğumda hafif bir sesle güldüm çünkü sinirlerim bozulmuştu ve hiç inancım yoktu. Kurtuluş şu an o kadar uzak görünüyordu ki asla ona ulaşamayacağımızdan emindim.
"Nasıl? Bahçeden çıkamıyoruz çünkü vurulma ihtimalimiz var. Polisi arayamıyoruz çünkü o pislik tek şansımızı ayaklarıyla parçaladı. Şimdiden üç öğrenciyi, iki güvenlikçiyi öldürdü ve..." Sesim git gide alçaldı. "Ve tamamen çaresiziz."
"Çaresiz değildir. En karanlık anlarda bile umut vardır."
Etrafı işaret ettim. "Burada bir umut görebiliyor musun ki?"
"Hâlâ hayattayız."
"Uzun sürmeyecek ama."
Dallas kaşlarını çatınca gözlerimi kapatarak yüksek sesle iç çektim. Neden bu kadar karamsar ve umutsuz olduğumu ben de bilmiyordum. Sonuçta o pisliği üç kere atlatmıştık. Avantajlar onda olsa bile o kadar da dikkatli ve planlı hareket etmiyordu. Ondan daha zeki olduğumuza emindim...
Düşüncelerim yüzünden dalgın olduğum için saçlarıma dokunan parmakları çok geç fark ettim. Korkuyla ürpererek gözlerimi araladım. Dallas'dı. Gözümün önüne düşen kızıl, nemli saç tutamını omzumun üzerine ittirerek yüz hatlarımı açığa çıkardı. "Bu kadar ümitsiz olma." dediğinde bana dokunmasını beklemediğim için iri, kahverengi gözlerimle şaşkın şaşkın ona bakıyordum. Bir şey demedim. Bir şey de yapmadım. Dallas, gözlerini saçlarıma dokunan parmaklarına indirdi. Bakışlarından hafif bir şaşkınlık geçerken aceleyle elini yanağımdan çekti ve sakladıkları yerden çıkan Ashley ve Diego'ya odaklandı. Benim gözlerimse Elias'taydı. Tek parça halindeydi ve hâlâ nefes alıyordu. Bu iyi bir şeydi. Elias ceketindeki kırışıklığı düzeltirken kapıdanın önündeki kana baktı ve iğrenerek gözlerini camın ardındaki gökyüzüne sabitledi.
Ashley içeri girdiğinde ilk fark ettiği şey paramparça olmuş cep telefonunun kalıntılarıydı. Kızın dudaklarından hayal kırıklığı ile korku barındıran bir nida kaçarken Diego alçak sesle homurdanarak yerdeki parçaları ayağıyla dürttü.
Epey yüksek bir sesle "Ah, hayır!" diye homurdandı Ashley. "Kırıldı mı? Belki tamir edebiliriz?"
Parmaklarını saçlarından geçirerek "İşe yarayacağını sanmıyorum, Ashley." diye yanıt verdi Dallas. Yerden kalktığında ben de melankolik bir iç çekişle öğrenci masalarından birinden destek alarak ayağa kalktım. Elias nihayet gözlerini yıldızlarla kaplı gökyüzünden ayırdı ve iyi olup olmadığımı anlamak ister gibi bedenimi baştan aşağı süzdü. Biraz sersemdim ama yaşayacaktım. Yani, sorun yoktu. Diego'nun sesi dikkatimi çekene kadar Elias'a bakmaya devam ettim.
"Polise haber vermemizin başka bir yolu yok mu? Ya da çekmecede başka bir telefon?
"Başka telefon görmedim."
Başladığımız yere geri döndük, değil mi?
"O çocuğa ne oldu... Adı neydi... Bobby... Öldü mü?"
Korkunç bir sessizlik oldu. Cevap çok açıktı. Elias başını eğerek dişlerini sıktı ve Ashley'de gözlerini kaçırdı. Dallas sessizliği kıran kişi olarak Diego'ya "Evet," diyerek yanıt verdi. "Biz de ölmek istemiyorsak burada kalmaya devam edemeyiz. O ruh hastası geri gelmeden önce gidelim."
Laboratuvardan çıkarken Elias'ın hâlâ orada duruyor olduğunu fark edene kadar Ashley, Diego ve Dallas'ın peşinden gittim. Kıpırdamamıştı. Hâlâ gökyüzüne bakıyordu. Bir şey düşünüyor gibiydi.
Onu düşüncelerinden çıkarmak için "Elias," diye seslendim. Sesimi duyunca bana bakmak için yavaşça döndü. Zoraki bir gülümsemeyle, biraz nazik bir ton ve alaycılık karışımıyla sordum. "Gelmiyor musun?" Cevabı tereddütlü bir gülümseme oldu ve bana doğru yürümeye başladı, her adımı boş laboratuvarda yankılandı.
"Kütüphanede verdiğimiz o aptal sözü gerçekten ciddiye alıyorsun, değil mi?"
Az önce umutsuz ve karamsar olabilirdim ama garip bir şekilde Elias'ın bu basit sorusu beni kendime getiren şey olmuştu. Bu konuda tereddüt bile etmeden, emin bir şekilde, "Evet, alıyorum." diye yanıt verdim; Ve senin de almanı istiyorum...
Ne olursa olsun bu ölüm çıkmazından birlikte kurtulacaktık.