Bunu öneren ben olmama rağmen tek seçeneğimizin o telefon olduğuna inanmak istemiyordum ama ne kadar düşünürsem düşüneyim aklıma başka bir plan da gelmiyordu. O telefona ulaşırsak polisi, ambulansı ya da kimi aramamız gerekiyorsa onu arayabilirdik. Tek bildiğim buydu. Başka bir şey bilmeme gerek yoktu, değil mi? Bir umut, bir şans! Ne yazık ki her şey bu kadar basit değildi. Bu fikri önermek bile bana kendimi berbat hissettiriyordu çünkü oraya gidersek ve biri daha ölürse bu benim suçum olurdu. Belki de bu yüzden sözcükler dudaklarımdan çıktığı anda pişman olduğumu hissetmiştim. Kendi hayatımın yükü bile yeterince ağırken başka insanların hayatlarının sorumluluğunu üzerime almak istemiyordum. Bununla bir daha başa çıkabileceğimi sanmıyordum. Ah, keşke söylediğimiz şeyleri geri almanın sihirli bir yolu olsaydı! Ama yoktu... Bir masalda yaşamıyorduk, tam aksine, her saniye uyanmayı dilediğim bir kabustu bu. Ne yazık ki, söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Artık dediklerimi geri alamazdım.
Samanta oturduğu yerde hafifçe doğrularak "Telefonu bir şekilde geri alabilir miyiz?" diye sordu. Gözlerindeki ifade öyle kararlıydı ki bir an önce bunu denemek için can atıyor gibi bir hâli vardı. Yanında oturan Lee başını hızla ona doğru çevirdi ve güzel, esmer kıza 'Kafayı mı yedin be sen?' diyen gözlerle baktı. Sonra herkese baktı. Kimsenin itiraz etmediğini görünce ayağa fırladı ve ellerini rasgele havada sallayarak tiz bir sesle haykırmaya başladı. Yine kontrolünü kaybediyordu ve bu seferki öncekilerden bile daha kötüydü.
"Ne? Delirdiniz mi siz?"
"Şey... Bence denemeye değer... Yani, tek yol buysa..."
Diego Ashley'e baktı, omuzlarını silkti; İçimden bir ses Ashley'in kararı ne olursa olsun kızla birlikte gideceğini söylüyordu.
Lee bunun üzerine daha da bağırdı.
"Olmaz! Asla olmaz! Hayır! O manyağın sığınağına falan gidemeyiz! Öldürür bizi!"
"Yeter, Lee." Ashley kızı kolundan tutup kendine çevirdi ve meydan okuyan o bakışlarından birini fırlattı. Uzun sarı saçlarıyla, mavi gözleriyle ve kan kırmızısı elbisesiyle güzel, kızgın bir kraliçeyi andırıyordu. "Bu talihsizliği hep birlikte yaşıyoruz. Çıkıntılık edeceğine işbirliği yapmayı denesen ölmezsin çünkü hayatta kalmanın tek yolu o telefona ulaşıp yetkili birini aramak. Öleceksek de en azından çabalamış oluruz."
Son kısmı eklemesen iyiydi.
"Ölmek istemiyorum. Zaten tam da bu yüzden oraya gitmek istemiyorum. Burada bekleyelim. Daha güvenli."
"Uzun süre öyle kalmayacak ama." dedi Dallas Lee'ye. Hızla ona baktım çünkü ses tonunda bana babasını hatırlatan bir şey vardı. Senatör de ne zaman birini bir şeye ikna etmek istese bu tonlamayla konuşurdu. Dallas sakin bir ifadeyle başını hafifçe yana eğdi. O çok... Uzlaşmacı görünüyordu. "Ben de telefonu almayı deneme taraftarıyım ama herkesin riskleri kabul etmesi gerekiyor. Adil olması açısından demokrasiye ne dersiniz? Oylama yapalım. Çoğunluk ne isterse o olur."
Bu çocuğun insanı ürküten bir ikna yeteneği vardı. Yine de ikna ediciliği korkudan ödü patlamak üzere olan kızın kanına işlemedi. "Hayatımı sizin oyunuza falan bırakmayacağım!" diye karşı çıktı Lee. Kolunu Ashley'in elinden çekip alırken yüzündeki öfke aradan geçen her saniyede daha da yoğunlaşıyordu. "Hadi ama! Bu çok saçma! Başka bir yol bulalım, daha güvenli bir yol! Eminim bir tane vardır."
Üzerine düşününce Lee hiç olmadığı kadar haklıydı. Saçmaydı ve muhtemelen aptalcaydı ama görünüşe göre başka bir önerisi de yoktu. Bir korkak gibi bu kütüphanede saklanmaya devam edersek olacakları düşünmek istemiyordum. Bu yüzden ben de çabalama taraftarıydım ama Lee'yi buna zorlama taraftarı değildim. İstemeyen kimseyi buna zorlama taraftarı değildim. Ortak bir karar vermelerini beklerken en ufak bir yorumda bulunmamamın sebebi buydu.
Lee'yle anlaşmanın imkânsız olduğunu düşünmüyor da değildim.
"Peki ya şansına bırakmak ister misin?" diyen Bobby parmaklarını ceketinin cebine attı ve biraz karıştırdıktan sonra altın renginde bir bozuk para çıkardı. Yaz festivallerinde satılan şu dandik süs paralarından biriydi. Bobby herkes görsün diye parasını havaya kaldırdı. "Bu benim şanslı param. Hiçbir zaman yanımdan ayırmam. Yazı tura atalım. Yazı gelirse..."
Lee, çocuğun sözünü hışımla keserek "Hayır, olmaz!" diye karşı çıktı. "Bunu da kabul etmiyorum!"
"Oof, Lee. Ne istiyorsun o zaman?"
"Dedim ya, burada kalalım. Burası güvenli bölge."
Araya girerek "Burası güvenli bölge falan değil!" diye haykırdı Ashley. Sözcükler dudaklarından biraz daha inat ederse kızı tokatlayacakmış gibi çıkmıştı. "Kendini kandırıp durmasana artık. Bir şeyler yapmak zorundayız çünkü okullar iki gün sonra açılıyor. İki gün daha kimse buraya gelmez ama o pislik önünde sonunda buraya gelir."
"Beni oraya gitmeye zorlayamazsınız! Yapmayacağım!"
Can sıkıntısıyla yanaklarımı şişirdiğimde odanın karşı ucunda oturan Elias ile göz göze geldim. Bana hafifçe gülümsediğinde yorgunluğuma ve etrafımızı saran tüm bu kaosa rağmen ben de ona gülümsedim. En azından böylesine tehlikeli bir plan önerdiğim için bana kızgın görünmüyordu. Hatta beni destekliyor gibi bir hâli vardı.
Dallas'ın sesini duyduğumda ona bakmak için başımı çevirdim. Bir parçam ne diyeceğini merak ediyordu. İnsanı rahatsız edecek kadar uysal bir şekilde "Haklısın, seni buna zorlayamayız ama burada yalnız da kalamazsın." dediğinde Lee sakinleşir gibi oldu. Bense hissettiğim endişe yüzünden alt dudağımı ısırdım. Dallas gözlerini herkeste gezdirerek devam etti. "İki gruba ayrılmaya ne dersiniz? İsteyen burada kalabilir. Benimle gelmek isteyen varsa tüm riskleri kabul ederek gelmeli."
Ne? Ama bu çok aptalca! Eğer böyle bir seçenek sunarsa herkes kalmayı tercih eder tabii!
Diego, "Tamam, sen seninle gelirim." dedi.
Ashley, "Ben de," diye ekledi hemen.
Diego, "Ashley, hayır!" diye karşı çıktığında Ashley omuzlarını silkerek eski sevgilisine inatçı bir bakış attı. Diego dudaklarını birbirine bastırdı ama ifadesinden bu karardan ne kadar nefret ettiği okunuyordu.
Vay canına.
Gerçekten cesurlardı.
Andy ve Alfred gözlerini pencerenin dışına, bahçeye diktiler. Oyları burada kalmaktı. Tom başını iki yana sallayarak bir adım geri çekildi. Lee ise bu karardan hoşnut olmuştu, rahatlayarak omuzlarını düşürdü ve kendi küçük, güvenli köşesine çekildi. Samanta, Oliver ve Bobby'den de bir ses gelmedi. Elias da bir şey demiyordu. Tanrım... Plan o kadar korkunç ve riskliydi ki bu üç kişi dışında kimse telefonu almak için gitmek istemiyordu! Ben de onlar korkuyordum, hem de çok! Kim güvenli bölge yerine ölüm bölgesini tercih ederdi ki? Ama bu karanlık kütüphanede oturup bekleyerek olmayan şansımın bana neler getireceğini görmek istemiyordum. Dallas'ın tüm riskler derken öldürülme ihtimalinden bahsettiğini biliyordum ama ben de hayatım için çabalamak istiyordum.
Biraz cesaret bulduğumda titreyen dudaklarımın arasından çıkan sözcükler cılız, korkak bir fısıltıdan başka bir şey değildi.
"Ben de gelebilir miyim?"
Ashley ve Diego şaşkın şaşkın bana bakarken Elias ve Dallas aynı anda kaşlarını çatmıştı. Geri kalanların tepkileri de pek farklı değildi. Sanırım kimse bu kararı vermemi beklemiyordu. Eh, ben de beklemiyordum. Hayatım boyunca kendi küçük güvenli fanusumda yaşamıştım. Böyle cesur kararlar vermek pek ben gibi değildi.
İlk konuşan Ashley oldu. Yumuşak ve anlayışlı bir ifadeyle "Gelmek istediğine emin misin?" diye sordu.
"Evet, eminim. Gerçekten sorun değil. Bana hayır deme hakkı verdiniz zaten."
O ana kadar sessizliğini koruyan Dallas omuzlarımdan bir şelale gibi dökülen uzun, kızıl saçlarıma bakıyordu. Ne düşündüğünü biliyordum. Gergin bir şekilde buklelerimin ucuyla oynamaya başladığımda o yoğun, yeşil gözlerini açık kahverengi gözlerime çıkardı. "Risklerin senin için daha fazla olduğunun farkında mısın, Cassie?" diye sorduğunda çillerle kaplı burnumun ucunu kırıştırdım. Gerçekten de 'geliyorum' dememe ihtimal vermemişti.
Riskler, ha?
Bakışlarım ağırlaştı. Başımı salladım.
"Sanırım ben de geleceğim."
Bedenimin ruhumdan bağımsız bir şekilde ürperdiğini hissettim çünkü bunu diyen Elias'tı. Ona kısa bir bakış attım. Umarım birbirimize verdiğimiz söz yüzünden gelmeyi kabul etmemiştir, diye düşünürken kütüphanenin içinde ikinci bir ses daha duyuldu.
"Ben de gelmek istiyorum."
Bunu diyen de Bobby'ydi.
Tom, ağır ağır gözlerini devirerek "Ciddi misin yahu sen?" diye homurdandı.
"Ah, merak etme. Bu yanımdayken bana hiçbir şey olmaz." diyen Bobby parlak, uğurlu parasını hayatı ona bağlıymış gibi öperek ceketinin cebine geri attı. Ona bakarken şaşırdığımı hissettim. Ne de olsa tüm hayatının aptal bir paraya bağlı olduğunu düşünmek için peri masallarına inanan bir çocuk olmak gerekirdi ama mutluydum çünkü şimdi yeterince kalabalık olmuştuk. Ashley. Diego. Dallas. Elias. Bobby ve ben. Altı kişi. Altı kişi olarak buraya dönmeyi umuyordum, bir de yanımızda bir telefonla...
Dallas, siyah ceketini alıp omuzlarına geçirdi. Ceketinin yakalarını düzeltirken Tom'a "Telefonunun şifresi ne?" diye sordu. Acil aramalar için şifreyi bilmeye gerek yok, demek istedim ama sonra sustum çünkü kahretsin, ben de babamı aramak isterdim.
"Sekiz bin dokuz yüz elli iki ama yazmadan önce başına iki sıfır eklemelisin."
Ashley "Çıkalım o zaman?" deyince bu plan için zihinsel olarak hazır hâle gelene dek beklemeyeceğimizi anladım. Buna ayıracak zamanımız yoktu zaten. Sandalyeden kalkarken içinden kendime sürekli 'Bunu yapabilirsin, bunu yapabilirsin, bunu yapabilirsin...' deyip duruyordum. Aldığım her nefes göğsümü yakıyordu. Kütüphanenin kapısına baktım ve onun ardında, gölgelerde gizlenen canavarı düşününce aklıma küçükken yatağımın altında canavar olduğunu düşünmem geldi. Bu defa canavar gerçekti.
Düşüncelerimin içinden sıyrılmaya çalışırken Dallas'ın Samanta'ya yaklaştığını, omzuna dokunduğunu gördüm. Onları süzdüm. Biri güzel biri yakışıklıydı. Birbirlerine yakışıyorlardı. Neden ayrılmışlardı acaba? Dallas'ın kıza "Zorunda olmadığınız sürece birbirinizden ayrılmayın. Bir arada kalmak daha güvenli." diye öğüt verdiğini duydum ve kütüphaneden çıkarken bunu ben de aklıma kazımaya çalıştım. Kapı ardımızdan kapandı ve ürkütücü sessizliğin içinde birkaç ışığı yanan uzun, ıssız koridora baktım. Öğrenci dolaplarının ve renkli etkinlik panolarının yanından geçerken bu koridorun öğrencilerle dolu olduğunda bu kadar ürpertici görünmediği düşündüm. Koridorda yankılanan adım seslerimiz bile bir korku oyununun içine girmişiz gibi hissettiriyordu.
Yanımda yürüyen Elias tüm bu atmosfer yüzünden nasıl hissettiğimi anlayarak "Burası ıssızken korkunç görünüyor." dedi. Onu dinlerken gözlerimi önümüzde yürüyen Dallas, Diego ve Ashley'den ayırmamıştım. "Ama belki de sebebi buralarda bir katilin dolaştığını biliyor olmamızdır." Kesinlikle sebebi buydu çünkü onun burada olduğunu bilmezken ellerim böyle titremiyordu. Bunun hakkında konuşmak midemi bulandırdığı için konuyu başka bir yöne çekmeye çalıştım.
"Neden gelmek istedin? Benim yüzümden değildir umarım."
"Sen neden geldin?"
"Ben... Bilmiyorum."
Gerçekten de bilmiyordum.
Elias olan her şeye rağmen usulca güldü. O sırada onun için Andy ile kavga ettiğim dolapların yanından geçiyorduk. "Wonder Woman'cılık oynamayı seviyorsun, değil mi?" dedi o da aynı şeyi hatırlarken.
"Hayır, o yüzden burada değilim. Sandığın kadar cesur değilim Elias. Ben sadece..." Koridorda sadece biz olduğumuz için diğerlerinin de konuşmalarımızı duyduğunu biliyordum. Diego, Dallas'a göz ucuyla baktı. Yüksek sesle çektim ve konuşmaya devam ederken sesimi biraz alçaltma ihtiyacı hissettim. "Sanırım sadece hayatım için bir şeyler yapmak istiyorum. Orada durup beklemek çok... Acizceydi."
"Ben de öyle düşünüyorum. Yani senin yüzünden burada değilim. Sen sadece bana ilham verdin. O yüzden bu konuda endişelenme."
Dallas'ın sesinin koridorda yankılandığını duyunca ikimiz de bu konuşmaya bir son vermek zorunda kaldık. Orada, koridorun ilerisindeki dairesel alanda öğrenciler için ayrılmış renkli kaşmirlerle kaplı sandalyelerin ortasında duruyordu. Ciddi bir simayla bize doğru dönmüştü. "Üst kata çıkmadan önce birkaç silah bulmaya ne dersiniz?" diye sorunca sözlerinin ağırlığı ortama karanlık bir ağırlığın çökmesine neden oldu. O ana kadar silahlanma fikri aklımın ucundan bile geçmemişti. Bir silahı nerede bulabileceğimi düşünürken alnımda kırışıklıklar belirdi çünkü okul gibi bir kurumda böyle bir şey pek mümkün değil gibiydi. Matthew'a saldırmak için defterlere, kitaplara, kalemlere ve silgilere başvurmanın saçmalığını düşünürken durumun ironisi buruk bir gülümsemenin dudaklarıma yayılmasına neden oldu.
Ashley merakını dile getirerek "Bir silahı nereden temin edebiliriz?" diye sordu. Seçenekleri sorgularken böylesi bir talebin eğitim ortamıyla olan yersizliğini göstermek için etrafı işaret etti ve dudaklarını süsleyen alaycı bir gülümsemeyle devam etti. "Burası bir okul, Dallas. Test kitaplarıyla birini, özellikle de bir katili incitebileceğimizi düşünüyor musun?"
"Aslında, varsayımsal olarak, bu mümkün."
"Tabii, eminim mümkündür."
"Ne kadar karamsarsın, Ashley." Dallas'ın sesinde incelikli bir dostluğun ve nazik bir cüretkârlığın karışımı vardı. Çenesini hafifçe kaldırdı. Belirgin elmacık kemiklerini tamamlayan güçlü, keskin bir çene çizgisine sahipti. "Annen bize masal anlatırken 'Her şey sadece hayal gücünün ne kadar kuvvetli olduğuna bağlı,' demiyor muydu?"
"O zaman beş yaşındaydık ve sen buna hiçbir zaman inanmadın. Bu çok tuhaf. Çocukluğumuz birlikte geçti ve ben her zaman senin daha gerçekçi bir düşünce yapısına sahip olduğunu düşünmüşümdür."
O söyleyene kadar ben de öyle düşünüyordum. Loş ışıklı koridorda konuşma ilgi çekici bir hal alırken hava beklentiyle çıtırdıyor gibiydi. Konunun değiştiğini ve daha ilgi çekici bir hâl aldığını hisseden Dallas her biri başarıların ve anlatılmamış hikayelerin simgesi olan ışıltılı kupalarla süslenmiş bir rafa kayıtsızca yaslandı. Kendine güvenen duruşu geniş omuzlarını vurguluyor ve evcilleşmemiş, dağınık saçları yüzüne sağlam bir çekicilik katıyordu. Yüzeyin ötesindeki bir derinliği gizleyen yeşil gözlerinde hâlâ haylazlık parıltısı vardı...
"Gerçekçilik abartılıyor. Bazen hayata renk katan şey beklenmeyendir. Bu tamamen sınırları zorlamakla keşfetmekle ilgili. Ayrıca gerçekten bir silaha ihtiyacımız var. En azından neler bulabileceğimize bir bakalım, olur mu?"
"Dallas'a katılıyorum." Diego, Dallas'a bakıyor olduğu için Ashley'in ona attığı o hüzünlü, üzgün bakıştan haberi olmadan devam etti. Ne garip, diye düşündüm. Onu seviyorsa onu neden terk etmişti? "Bence silah aramak mantıklı, işimize yarayacak her şeyi aramak mantıklı."
Bence de.
"Yemekhaneye bakmaya ne dersiniz... Ya da kantine..." diye bir öneride bulundum. "Belki oralarda birkaç bıçak bulabiliriz. Sonuçta oralar yemek yapılan yerler."
Diego bana bir bakış attı ve bunu mantıklı bulmuş olmalı ki önerimi onaylayarak başını salladı. Havadaki gerilimden ve içimdeki huzursuzluk hissinden habersiz bir şekilde "İyi fikir. Hadi ayrılalım ve her iki bölgeyi de araştıralım. Ben Elias ve Bobby ile yemek salonunu kontrol etmeye gideceğim, siz de bu sırada kantine gidebilirsiniz." diye devam ettiğinde şaşırıp kaldım.
Ayrılmak mı? Ama ayrılmamız gerektiğini hiçbir zaman söylemedim ki!
Ashley alçak ve ciddi bir sesle "Tamam." dedi. "Yirmi dakika sonra burada buluşalım."
Elias başını öne salladı ve kimse de itiraz etmek gibi bir şey yapmayınca sesimi çıkaramadım. Üçer kişilik gruplar halinde okulun boş koridorlarına dağılırken gerginlik yoğun bir sis gibi havada asılı kalmıştı. Fazla uzakta olmayan kantine ulaştığımızda Dallas kapıyı dikkatlice iterek gölgelerle kaplanmış salonu ortaya çıkardı. İçeri girmeden önce herhangi bir potansiyel tehlike belirtisi olup olmadığını kontrol etti. Şükürler olsun kimse yoktu. Ashley ve Diego'nun arkasından boş kantin alanına girerken sakarlığım tuttu ve dizimi bir sandalyeye çarptım. Dudaklarımdan acı dolu bir homurtu dökülürken çarpmanın garip sesi sessizlikte yankılandı. Ashley ve Dallas bana doğru döndüler. Bir miktar utanç hissederek "Özür dilerim." diye itiraf ettim. Eğilip dizime dokundum. Bu harbiden acıtmıştı. Oof. Kesin moraracaktı...
Ashley öfkeyle gülerek karşılık verdi ve parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. "Vay! Özür dinleyebiliyor musun yani? Çok şaşırtıcı."
"Ashley," Dallas kuzenine keskin bir bakış attı. "Şimdi bunun yeri değil."
"Sadece söylüyorum işte."
Dudaklarımı birbirine bastırarak Ashley'in alaycı öfkesine cevap vermedim, bu kabalığı dibine kadar hak ettiğimi biliyordum. Onunkilerin aksine Dallas'ın gözleri herhangi bir sıkıntı belirtisi bulmak için benimkileri arıyordu. "İyi misin?" diye sordu. Sesi karanlıkta gizlenmiş olsa da ne öfke ne de soğukluk yayıyordu; daha ziyade dile getirilmemiş bir güvence gibi havada asılı kalan ilgiyi yansıtıyordu. Bu ikisine olan tavrım yüzünden daha utangaç hissedebilir miydim acaba?
"Evet. Sadece... Sadece benim sakarlığım işte."
"Sakarlık yetersiz bir ifade. Nereye gittiğine dikkat etmelisin." Kızardığımı hissedebiliyordum. Neyse ki kantinin ışıkları yanmıyordu da Dallas bunu göremezdi. "Devam edebilir misin?"
Başımı olumlu anlamda sallayarak parmaklarımı zonklayan diz kapağımdan ihtiyatlı bir şekilde çektim. Doğrulurken acıyı bastırmaya çalışarak irkildim ve beceriksizliğimin daha ciddi bir yaralanmaya yol açmadığına şükrederek rahatladım. Küçük bir aksiliğin görevimizi rayından çıkarmasına izin vermemeye kararlıydım. "Sorun değil, idare edebilirim." derken olabildiğim kadar kararlı görünmeye çalışıyordum. "Hadi devam edelim, oyalanacak kadar bol vaktimiz yok."
Devam etmek konusunda bu kadar istekli olmama rağmen kantinin kapısının kilitli olduğunu görmek hayal kırıklığını omuzlarıma bir yük gibi bindirdi. Dallas asma kilidi parmaklarının arasında çevirirken zincirlerden yayılan metalik çınlamalar kulaklarımı sızlattı. Tüm ümitlerim boşa çıkmıştı. İçimi bir umutsuzluk duygusu kaplarken omuzlarım çaresizlikten düştü. İçeri girmek sandığımdan daha zor olacaktı, belki de imkânsız.
"Kilitli. Harika." Ashley hüsrana uğramış bir homurtuyla "Ne yapacağız şimdi?" diye sordu.
Durumu kurtarmaya çalışarak, "Yan tarafta havuz var." dedim. Aklımdan geçen tek alternatife tutunmaya çalışıyordum. "Yüzme hocamızın teknik ekiplerin bulunduğu depoyu kilitlemediklerinden şikayet ettiğini duymuştum. Belki orada asma kilidi kırmamıza yardımcı olacak bir şeyler bulabiliriz."
Dallas ve Ashley birbirlerine baktılar. Aralarındaki sessiz iletişim hazırlıksız planımıza karanlık bir hava katıyordu, üstelik sadece planımıza da değil, ruhuma da... İkisinin ne diyeceğini beklerken karnıma krampların girdiğini hissedebiliyordum. Ashley içini çekti, dudaklarında gönülsüz bir gülümseme belirirken "Bundan emin misin?" diye sordu.
"Evet, eminim. Silah bulmamız gerekiyor ve zaten buraya kadar geldik, öylece pes edemeyiz. Basit bir pense bile işimizi görür."
"Şey... Denemeye değer. Değil mi, Dallas?"
"Evet, değer."
Oybirliğiyle alınan bir kararla havuz alanına doğru gitmek için kantinin arka kapısına yöneldik. Temkinli bir tavırla dışarı çıktığımızda özellikle Derek'in olduğu tarafa bakmamaya çalışıyordum. Yakınlardaki bir sokak lambasının loş ışığı ıssız okul arazisine uzun gölgeler düşürüyor ve içinde bulunduğumuz durumu daha da can sıkıcı bir hale getiriyordu. Gece sessizdi, yalnızca yaprakların yumuşak hışırtısı ve çok uzaktan geçen bir arabanın uğultusu tarafından kesiliyordu. Havuz alanının girişine ulaşmak için iki basamağı çıkıp içeri girerken kapının hiç direnç göstermeden gıcırdayarak açılması bizi şaşırttı. Buna rağmen içerisi dingin ve güzeldi. Yüzme havuzunun parlak yüzeyi ay ışığını yansıtıyor, sakin bir fon oluşturuyordu. Loş ışıkta, görevimizde bize yardımcı olabilecek herhangi bir şey bulmak için her yeri araştırdık. Bir köşeye saklanmış yıpranmış bir alet çantasına rastlayan kişi Ashley'di. Mandalı bastırarak kutuyu açtı ve daha iyi görebilmek için öne eğilirken uzun, sarı saçları yanaklarından sarktı.
"Hey! Sanırım burada işe yarar bir şeyler buldum. Bir pense var ve bir de- Bu da neydi?"
Yaklaşan adım seslerini işittiğimizde Dallas parmağını dudağına bastırarak odanı karşı tarafında, deponun hemen yanında duran Ashley'e sessiz olmasını işaret etti. İğrenç bir ürperti birden tüm bedenimi kaplarken gelenlerin Elias'lar olabileceğini düşündüm. Hemen panik yapmaya ne gerek vardı, değil mi? Ama hızla atan kalbim içten içe kimin geldiğini bildiğimi söylüyordu. Dallas'da öyle düşünüyor olmalı ki Ashley'ye keskin bir bakış attı. "Depoya saklan hemen." diye emrettiğinde Ashley'in aceleyle yüzme takımlarıyla dolu olan depoya girdiğini ve kapıyı kapattığını gördüm. Tam da o anda havuzun buğulu camdan yapılmış duvarının ardında koyu bir siluet belirdi. Aklım hızla çalışıyordu, yaklaşan tehlike karşısında umutsuzca bir çözüm arıyordum. Her köşe, her gölge benim için potansiyel bir saklanma yeri haline gelmişti ancak gerçek çok açıktı; burada kendimizi gizleyebileceğimiz hiçbir yer yoktu!
Dallas'ın "Bu iyi değil." dediğini duydum. "Tam da buraya geliyor."
Korku duygusu kaba bir yumru şeklinde boğazıma takıldı.
"Belki de Elias..."
"Hayır, Elias değil." Dallas bileğimi tutup beni kendine doğru çevirdi. Uzun boylu ve yapılıydı, özgüvenle hareket ediyor, hareketlerinden güç yayılıyordu. "Panik yapma sakın. Ses de yapma. Burada olduğumuzu biliyor olsaydı bu kadar sakin bir şekilde hareket etmezdi."
"Ama buraya geliyor. Bizi zaten fark edecek." Fısıldadığım sözlerime panik sızdıkça içinde bulunduğumuz kötü durum Dallas'ın daha da gerilmesine neden oldu. Depo kısmı sadece bir kişinin girebileceği kadar dar bir alandı ve onu da Ashley almıştı. Havuzun sınırlı boyutu ve olmayan eşyaları, kaçma ve saklanma seçeneklerini acı verici derecede kıt bir hale getirmişti. Damarlarımda dolaşan adrenalin, depodaki hafif gıcırtıları ve yankıları güçlendiriyor, uğursuz bir korku senfonisi yaratıyordu. "Ne yapacağız? Burada saklanacak yer yok. Silahımız da yok. Üstelik o pisliğin silahı var. Onunla hiçbir şekilde dövüşemeyiz." diye korkularımı dile getirdim, sözler havada asılı kalırken Dallas bana dikkatle baktı. Derin ve etkileyici gözleri yoğun bir bakışla beni içine çekti. Uzun, koyu kirpikler gözlerini zarafetle çerçeveleyerek derinliklerini vurguluyordu.
"Nefesini ne kadar tutabilirsin?"
"Ne?"
Sanki yaklaşan fırtınaya karşı bir rota çiziyormuş gibi tekrar sordu. "Nefesini ne kadar tutabilirsin, Cassie?"
"Bilmiyorum... İki dakika falan sanırım."
"Güzel. Şunu dört yap."
"Ne-" diye haykırıyordum ki Dallas'ın sıcak ve güven verici kolu belime sarıldı. Üzerime uzanırken bana konuşma ya da başka bir plan sunma fırsatı bile vermemişti. Ne yaptığını anladığımda elimden hiçbir çey gelmedi çünkü -Aman Tanrım!- vücudunun ağırlığı benimkine baskı yapıyor, ortak bir ivme yaratarak bizi kristal berraklığındaki havuza sırt üstü düşürüyordu. Dünya bir an için altüst olurken içgüdüsel olarak nefesimi tuttum ve suyun serin kucağına düşmeyi bekledim. Çarpma hızlıydı ve canlandırıcıydı. Soğuk tüm varlığımı sararken omurgamdan aşağı bir ürperti süründü. Bir anlığına suya giren başımı sudan çıkardım. Oksijen ihtiyacıyla başım geriye atıp derin bir nefes alırken Dallas'ın bunu cidden yaptığına inanamıyordum. Aynı anda havuzun kapısı gürültüyle açıldı. Dallas kısık sesle küfür ederek kollarıma uzandı ve beni suyun daha da altına çekerek meraklı gözlerden gizledi. Yüzeyin altında zamanın askıya alındığı ve dış dünyanın kaosunun uzak bir mırıltıya dönüştüğü başka bir dünya vardı. Geçici bir sığınak olan bu dünya bizi yaklaşan tehlikeden koruyor olabilirdi ancak sonrasındaki belirsizlik suyun üzerindeydi ve bir hayalet gibi varlığını sürdürüyordu.