Timur’dan
Bazı insanlar dünyaya sıradan olarak gelir; hayatlarını sıradan olayların akışında yaşar ve sonra da sıradan bir şekilde aramızdan ayrılırlar. Ben ise farklıydım. Ailemin yüzyıllardır taşıdığı ve yalnızca bir kişiye verilen bir güçle doğmuştum. Bu güç, ölülerin ruhlarını konuşabilme, insan auralarını görebilme yeteneğiydi. Nesiller boyu bu yetenek sadece bir kişiye aktarılırdı ve bu sefer benimle devam ediyordu.
Bu yeteneğim sayesinde, insanların gerçek yüzlerini görebiliyor, auralarının derinliklerinde sakladıkları korkuları, arzuları ve bazen de karanlık sırlarını hissedebiliyordum. Ancak işim yalnızca yaşayanlarla sınırlı değildi. Ölülerin ruhları da benimle iletişim kurabilir, kendi dünyalarında takılıp kalmış olanlar için bir nevi yol gösterici olabilirdim. Bu yetenek dünya üzerinde bulunan birçok doğaüstü varlıkla ilgili bilgi toplayıp onlara karşı kendimizi korumamızı da sağlıyordu. Bu güç ailemizin hem sırrı hem de zenginliğimizin kaynağıydı. Çünkü insan ruhunu ve kaderini görebilmek, bir anlamda onun zayıf noktalarını bulmak, onu çözmek demekti.
Çoğu kişi, benim gibi zengin ve ayrıcalıklı birinin neden üniversite kampüsünde vakit geçirdiğini anlayamazdı. Oysa, maddi zenginlik insana her şeyi sağlasa da, bilgiye olan açlığı asla doyuramazdı. Üniversitede olmak, benim için yalnızca bir prestij ya da zorunluluk değil, bir keşif yolculuğuydu.
Sosyoloji ve felsefe okumak, insan doğasının en derin sırlarını ve gizemlerini keşfetmeme yardımcı oluyordu. Ailemden bana miras kalan yetenek sayesinde insan ruhuna dair çok şey görüyordum; auralarını, iç dünyalarını, sırlarını... Ancak bu yetenek, tam anlamıyla kontrolümde değildi. Kendimi ve bu gücü daha iyi anlamak istiyordum, çünkü ruhların nasıl şekillendiğini, karmaşık duyguların ve düşüncelerin nasıl oluştuğunu bilmek, bana dünyayı daha iyi bir yer yapma fırsatını sunabilirdi.
Ailem zengin ve güçlüydü; bu bana maddi bir rahatlık sağlıyordu ama aynı zamanda sorumluluklar da getiriyordu. Bu yetenek, ailemde nesilden nesile geçiyordu ve şimdi o mirasın bir parçasıydım. Bu güç yalnızca bir lütuf değil; aynı zamanda bir yük ve görevdi. İnsanların ruhlarını anlamadan, onları gerçekten yönlendiremezdim.
Bu yüzden oradaydım. Üniversite kampüsünde insanlarla iç içe olmak, her gün yeni hikayelere tanık olmak, insanları gözlemlemek, onların zihinlerinde ve ruhlarında izler bulmak… Bunlar, benim için birer hazineydi. Her yeni bilgi, her yeni deneyim, beni kendi yeteneklerime daha yakınlaştırıyordu.
Ve işte bu yüzden, Boğaziçi'nin kampüsünde insan doğasının derinliklerini öğrenmeye ve bu mirasla başa çıkmanın yollarını bulmaya çalışıyordum.
Etrafta dolaşan ruhlar, çoğu zaman tanımadığım insanların yanından geçerken bile dikkatimi çekmezdi. Onların varlığına o kadar alışmıştım ki çok sıradan geliyorlardı. Ancak o gün, kampüste fark ettiğim ruh, diğerlerinden çok farklıydı. Dalgın adımlarla yürürken gözüm. Onun yanında beliren silueti fark ettiğimde aniden adımlarımı hızlandırdım. Evet, yanındaki kesinlikle bir ruhtu, ama sıradan biri değildi. Onunla bağlantılı, sıcak bir parıltı saçan erkek bir hayalet, sanki bu dünyadan vazgeçmemiş gibiydi. Bu alışılmadık ve yoğun enerji dalgası, yanına gitmem gerektiğini hissettiriyordu. Onunla bir şekilde iletişim kurmalıydım.
O ruhun yanında olan kadında da dikkatimi çeken bir şeyler vardı. Çoğu insanın aurası soluk mavi veya hafifçe yeşilimsi olurdu, ama onun aurası… Onunla karşılaşmak sanki tamamen başka bir dünyaya açılan bir kapıdan geçmek gibiydi. Auradaki sıcak amber rengi, boynundaki kolyede parlayan o benzersiz ışık… Bu, sıradan bir ruhun yaydığı enerjiye hiç benzemiyordu.
Amber, nadir ve güçlü bir auraydı. Genelde sadece çok az insan, büyük potansiyel taşıyan insanlar böyle bir enerjiye sahip olurlardı. Ve onun aurasının içinde, belli belirsiz bir başka ruhun varlığını hissettim. Bu o ruh olmalıydı, kadının yanında, çevresinde, sanki onu koruyormuş gibi dolanıyordu.
Kadının yaklaştığı her adımda o enerji dalgalarını daha güçlü hissediyordum. Adamın ruhu, gölgeler arasından hafifçe bana bakıyor ve bir şeyler fısıldıyordu, ama henüz ne olduğunu tam anlayamıyordum. Kadınla göz göze geldiğimizde, tüm varlığımı saran bu enerji sanki bana başka bir şeylerin de işaretini veriyordu. Bu genç kadının hayatında, basit bir yaşanmışlıktan çok daha derin ve karmaşık bir şey vardı.
Onunla ilgili sırların derinliklerine ulaşmam gerektiğini hissediyordum ve hislerim genelde yanlış çıkmazdı. Adamın ruhu burada, kadının çevresinde dolaşıyorsa, bunun bir sebebi olmalıydı. Belki de onu bu dünyaya bağlayan, çözülmemiş bir hesap ya da bitmemiş bir hikaye vardı. Ve bunu yalnızca ben çözebilirdim.
Kadının o amber rengi aurası ve boynundaki kolyenin yayılan enerjisi bana fazlasıyla tanıdık geliyordu. Kadının boynundaki kolye, onu bu dünyaya bağlayan son iplikti. Bu dünyada çözülmesi gereken bir hesaplaşması vardı.
Yanına iyice yaklaştığımda, genç kadının dikkatini çekmek için küçük bir adım attım. Bilerek ona çarpmıştım; düşeceğini biliyordum. Ama bu sayede ruhu daha yakından inceleyebilecektim. Kadın yere düşerken, yüzünü tam olarak görebildim. Kuzguni siyah saçları omuzlarına düşmüş, narin yapısıyla hemen dikkat çeken biriydi.
Yüz hatları keskin ama bir o kadar da yumuşaktı. Elmacık kemikleri belirgin, gözleri ise çarpıcı mani bir tondaydı. Gözlerindeki ışık, içsel bir gücü ve zenginliği yansıtıyordu. Ama beni asıl büyüleyen şey, onun etrafını saran aura oldu. Daha önce hiç böyle bir aurayla karşılaşmamıştım. Gözlerim, boynundaki kolyeye kaydı. Oradan yayılan ışık, ruhun etrafında da dalgalanıyor gibiydi.
Yere düşen genç kadına baktım. “İyi misiniz?” diye sordum, ama aklım aslında onun yanında duran ruha odaklanmıştı. Yanında sanki görünmez bir koruma vardı; adamın ruhu, kadının üzerine eğilmiş, gözleri ona kitlenmiş bir haldeydi. Ruhu incelemek için bu anı kullanırken, bir yandan da kadına yardımcı oluyormuş gibi göründüm. Ruhun enerjisini okumaya çalışırken, onu çevreleyen derin bir sevgi ve bağlılık hissediyordum. Bu bir kaza değildi; bu ruh, ona bir şekilde bağlanmıştı.
Genç kadın, gözlerini bana dikmiş, biraz şaşkın, biraz da büyülenmiş bir ifadeyle baktı. Sanırım, gördüğünü beğenmişti. Tıpkı benim gibi... İçimde garip bir çekim hissettim; bu sadece ruhla ilgili değildi. Kadının kendisi de bir mıknatıs gibiydi. Onu çekici kılan sadece güzelliği değildi, etrafında dönen enerjiydi ve ben güzellikten çok enerjine kapılıp gitmiştim.
Onu incelerken, “Kusura bakma küçük hanım,” dedim. Kibarca elimi ona uzattım ve yerden kalkmasına yardım ettim. Bir an için ellerimiz temas ettiğinde, sanki bir elektrik akımına tutulmuş gibi hafifçe irkildim. Ona belli etmeden ve daha fazlasını söyleyemeden, hemen uzaklaşmayı tercih ettim. İçimdeki hisler beni geri dönmem için zorlasada, hızla oradan uzaklaştım.
Gözlerim, son bir kez ona dönerken, kolyesinin parıltısı ruhun enerjisiyle harmanlanıyordu. Çözmek zorunda olduğum bir gizem keşfetmiştim. Hemen telefonumu çıkarıp kızın bulunması için adamıma talimat verdim. Onunla tekrar karşılaşmak zorundaydım.
Evime adım attığım her seferinde, bu yerin yıllardır sakladığı sırların bir parçası olduğumu derinden hissederdim. İstanbul'un biraz dışında, geniş bir araziye yayılmış olan malikane, tam anlamıyla zamanın durduğu bir yerdi. Taş döşeli geniş avlu, bizi geçmişin büyüsüyle sarıp sarmalayan o ağır demir kapılara açılıyordu. Kapıları aşıp bahçeden geçerken, taş duvarlara sarmaşıkların tutunduğu bu büyük yapının içinde, ailenin tarihini ve mirasını taşıyan güçlü bir enerji vardı.
Malikane, geniş salonları, eski ama zarif mobilyaları ve tavandan sarkan kristal avizeleriyle doluydu. Duvardaki tablolar, yıllar içinde biriktirdiğimiz hatıralarla süslenmişti. İki katlı yapının her odasında, zamana meydan okuyan bir sessizlik vardı. Bahçeye bakan büyük pencerelerden gün ışığı içeri sızar, sanki sırlarımızı aydınlatmak istercesine içeriye dolardı. Ama bu ışık bile bazen malikânenin içinde sakladığı gizemleri açığa çıkaramazdı.
Ailemin diğer üyeleriyle bu malikaneyi paylaşmak, bizim için alışılmış bir düzendi. Anneannem Leman Hanım, ailenin manevi lideri ve bilgi kaynağıydı. Onun gücü ve bilgeliği, yıllar boyunca bu evi ayakta tutmuştu. Yüzünde yılların izlerini taşısa da, gözlerinde hâlâ canlı bir ateş yanardı. Genellikle kitap okurken bulduğum anneannem, her zaman bir bilge sessizliği içinde konuşur, gereksiz yere sözü uzatmazdı.
Annem Melike ise, pratik zekâsı ve soğukkanlı tavrıyla ailenin işlerini yönetirdi. Genellikle ciddi ve soğuk bir ifade takınırdı, ama babamın vefatından sonra şirket işlerini yürütürkenki ustalığı hayranlık uyandırıcıydı. Genç yaşında büyük sorumluluklar üstlenmiş, kendini ailesine adamıştı. Disiplinli ve planlı tavrı, ailenin düzenini ve gücünü korumak için elzemdi.
Kız kardeşim Nazlı ise, ailedeki tek sıcak kanlı kişiydi diyebilirim. Sanata olan ilgisi ve yaratıcı ruhu, malikânedeki ağır havayı bazen dağıtırdı. Onun neşeli kahkahaları evin her köşesine yayılırdı. Geniş gözleri, dünyaya merakla bakan bir çocuğun masumiyetini taşırdı. Onun yanında, dünyanın tüm karamsarlığı dağılıp giderdi sanki.
Bu kadınlar, hayatımın en güçlü dayanak noktalarıydı. Ailemde güç genelde kadınlara geçerken asırlar sonra ilk defa bir erkeğe geçmişti. Bu ailede bir şok dalgası yaratsada her biri, bana kendi yolumda ilerlemem için bana yardımcı olmuşlardı.Beni ben yapan unsurların parçası olurlardı. Ama onların yanında bile, içimde taşıdığım bu doğaüstü yeteneğin yükünü bazen tek başıma sırtlandığımı hissederdim.
Malikaneye döndüğümde, adımlarım beni doğrudan kütüphaneye götürdü. anneannem, her zamanki gibi kitapları arasında kaybolmuştu, ama beni gördüğünde başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden dikkatle baktı.
Anneannem, kütüphaneye girdiğimde gözlüğünü hafifçe indirerek bana baktı. Uzun ve yorucu geçen bir ömür sonunda gözlerindeki o bilgelik dolu bakışla beni süzdü. “Hoş geldin oğlum. Bir derdin var gibi görünüyor, Timur.”
“Hoş buldum sultanım. Yok bir şeyim.” dedim hafif bir tebessümle yanına giderek o tonton yanaklarından öptüm. Gözlerim, kütüphanenin loş ışığı altında elimde tutuğum dosyaya kaydı. Eve gelmeden önce adamım bana teslim etmişti. İki gündür yaptığı araştırmalar sonucunda buldukları bu dosyanın içerisindeydi
ve ben daha içine bile bakamamıştım. Anneannemin ısrarcı bakışlarına daha fazla dayanamayıp pes etmiştim. Üfleyerek anlatmaya başladım “Bugün farklı bir ruh gördüm. Sıradan bir ruh değildi, adeta bir işaret gibi, bana bir yol gösteriyor gibiydi.” Ona gerçeği tüm detaylarıyla anlatamazdım, ama kadim yeteneklerimizle ilgili kısımları paylaştığım tek kişi de oydu.
Güçlü parmaklarıyla bastonunu tutarak bana yaklaştı. “Peki bu ruhu nasıl buldun?” diye sordu, sesi her zamanki gibi sakindi ama aynı zamanda her şeyi bilen bir tondaydı.
“Bugün kampüste karşılaştım. Ruh genç bir kadın yanındaydı. Hakkında bir şeyler öğrenmek istedim, bu yüzden dosyasını hazırlattım. Görünüşte oldukça sıradan biri gibi duruyor ama...” derin bir nefes aldım, “Amber renginde bir aurası var. Üstelik etrafında ölmüş birinin ruhu dolanıyor.”
Anneannemin gözleri hafifçe kısıldı, başını onaylarcasına salladı. “Amber aura… Özel bir insan demektir. Onu araştırmakta iyi etmişsin. Görevini unutmamalısın Timur. Sen bir habersin. Kayıp ruhların yol göstericisi… Amber, çoğunlukla ruhsal bağların kuvvetli olduğu ve bazen çok özel yeteneklerin vücut bulduğu kişilerde görülür. Belki de arayışta olan o ruha da, kendinin farkında olmayan o kadına da yardımcı olabilirsin oğlum.” dedi
Başımı sallayıp dosyayı açtım. Elif Yıldırım, İzmir’de büyümüş, oldukça sıradan bir geçmişe sahipti. Orta halli bir aileden geliyor, liseyi bitirdikten sonra üniversite için buraya gelmişti. Onunla tezat olan tek bir şey vardı, parası. Üzerinde yığınla mal varlığı ve bankada azımsanmayacak parası vardı. 18 yaşında bir kadının bu kadar malı mülkü olması oldukça şaşırtıcıydı. Ayrıca, boynunda bir kolye taşıyordu. Kolyeden yayılan enerji dalgaları, ruhun varlığıyla örtüşüyordu. Bu iki parıltı, sanki birbirini tamamlayan parçalar gibi parlıyordu.
Kütüphanedeki kitaplarla dolu raflara bir an için göz gezdirdim. Buradaki bilgilerin çoğu, bu güçlü varlıkların kökeni, tarihçesi ve doğaüstü varlıkların dünyayla nasıl etkileşim kurduklarına dair yazılmış eski yazıtlardı. Bu bilgiler, yıllardır ailemizin koruduğu sırlar arasında en değerlileriydi. Elif’in aurası ve kolyesi hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyordum. Kadim yazıtlardan birinde, bu tür auraların ve nesnelerin birbirine olan bağı hakkında daha önce okumuştum. Şimdi bu bilgiyi kullanmanın zamanı gelmişti.
Annem o sırada ağır adımlarla kütüphaneye girdi. Her zamanki ciddi ifadesiyle dosyaya bir göz attı. “Araştırman gereken başka şeyler var galiba?” diye sordu. Her zaman olduğu gibi ciddi bir ses tonuyla
“Belki de,” diye cevap verdim. Elif’in geçmişi basit gibi görünüyordu, ama içimde, onun ardında çok daha karmaşık bir hikâye yattığını hissediyordum. Bu yüzden elimdeki her kaynağı kullanmam gerekiyordu. “Gizemli şeyleri çözmeyi severim bilirsin anne.”
Adımlarım malikanenin uzun koridorlarında yankılanırken, içimdeki merak giderek büyüyordu.