BAŞLANGIÇ
Hayatın size ne getireceğini bilemezsiniz. Bende bilememiştim. 35 yıllık hayatım 17 yılını heba edeceğim gün hiçbir şeyden habersiz geleceğim için planlar kuruyordum. Şimdi bu soğuk zeminde kanlar içinde o sabahı düşünüp o klişeyi yaşıyordum. Ağrı dört bir yanımı kaplamış nefes bile almakta zorlanırken hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp gidiyordu. İsmimi biri haykırıyordu. “Elif, Elif uyan!!” diye bağırıyor beni sarıyordu. Ölüm kollarını açmış beni huzura çağırırken 17 yılımın katili kocamın yersiz çabaları dudaklarımda acı bir tebessüm bırakmıştı. Sonunda biraz dinlenebilecektim.
#####
2010 Aralık
O gün, evde olağan bir koşuşturma vardı. Annem mutfakta yemek hazırlıyordu, erkek kardeşim ödevlerini yaparken babam gazetesini okuyor, sakin bir pazar sabahı yaşıyorduk. Babamın yüzünde her zamanki o tanıdık ciddi ifade vardı. Hep biraz sessizdi, ama gülüşü nadiren yüzünde belirdiğinde hepimizin içini ısıtırdı. Babam devlet memuruydu. Annemse ev hanımı. Yani orta halli bir aileydik.
Babam kahvaltı için çoktan yerini almışken aniden, hiç beklenmedik bir şekilde yere yığıldı. Sesini çıkaramadan, ellerini başına götürdü, yüzünde acı dolu bir ifade belirdi.
Her şey saniyeler içinde olmuştu. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Annem çığlık atarak yanına koştu, ben ne yapacağımı bilemez halde donup kaldım. Babam… Babam yerde öylece yatıyordu ve benim elimden ambulans çağırmaktan başka bir şey gelmiyordu. Onu hastaneye götürürken arkasından bizde gittik.
Hastanede saatlerce bekledik. Annemin gözleri şişmişti ağlamaktan, kardeşim sessizce oturuyordu, hiçbir şey anlamadan. Babam içerde, hayatla ölüm arasında savaşıyordu. Beklediğimiz an sonunda geldi, doktor ameliyathaneden çıktı. Yüzünde maskeyi çıkarıp bize doğru geldi. Ama bakışlarındaki hüzün gözlerinden okunuyordu.
"Murat Yıldırım’ın yakınları siz misiniz? " dediğinde annem ve ben başımızı salladık hemen. "Maalesef Murat bey bir beyin kanaması geçirdi. Beynin orta kısmındaki kan damarlarından biri yırtılmış ve bu da ciddi bir kanamaya yol açmış."
Sözleri boğazımda düğümlendi. Neden olmuştu? Sağlıklı bir adamdı, babam hiç hasta olmazdı. Nasıl…?
Doktor devam etti: "Bu tür kanamalar genellikle hipertansiyon dediğimiz yüksek tansiyon sonucu ortaya çıkabilir. Murat beyin yıllardır yüksek tansiyonu olduğunu biliyor muydunuz?"
Bir an durdum. Babamın zaman zaman tansiyonunun yükseldiğini biliyorduk, ama babam bütün ısrarlarımıza rağmen hiçbir zaman üzerinde durmamıştı. Her seferinde ‘basit bir baş ağrısı’ der geçerdi. Oysa bu baş ağrılarının ardında ne büyük bir tehlikenin saklandığını kim bilebilirdi? Şimdi anlıyorum, babam sessizce bu yükü taşıyordu.
Doktor iç çekerek devam etti: "Ne yazık ki, bu tür beyin kanamaları ani gelişir ve tedavi edilmezse felce neden olabilir. Babanız şu anda yoğun bakımda. Kanamayı durdurduk, ama hasar büyük. Yataktan kalkması, tekrar konuşabilmesi, hatta hareket edebilmesi oldukça zor."
O an içimdeki her şey boşluğa doğru yuvarlanıyordu. Babam... O dağ gibi adam, her zaman bize destek olan o güçlü adam... Bir daha asla aynı olamayacaktı. Doktorun söyledikleri zihnimde yankılanıyordu, ama kelimeleri tam olarak algılayamıyordum. İyileşme süreci, yoğun bakım, felç… Bu kelimeler hayatımızın bir parçası olmuştu artık.
Babamın hipertansiyonu şimdi onu yatağa bağlı hale getirmişti. Annemin korku dolu gözleri, kardeşimin yüzündeki boş bakış … Hayatımızın bundan sonrası çok daha zor olacaktı, bunu biliyordum. Ama o an, daha yeni anlamaya başlıyordum: Bundan sonra güçlü olmak zorundaydım. Babamın yerini ben doldurmalıydım.
Her sabah kafamda sorularla uyanıyordum. Ne yapacaktım? Annem ve küçük kardeşim bana bakıyorlardı. 7 yaşındaki kardeşim, bu durumu anlayamayacak kadar küçüktü. Annemse her geçen gün daha da tükeniyordu. İktisat fakültesindeki hayatım, derslerim, kariyer planlarım bir anda bu yatak odasının dört duvarına hapsoldu. Üniversite hayalimi bırakmam gerekiyordu. İçim burkuldu, kalbim yavaşça kırılırken üniversiteden kaydımı dondurduğum o gün, hayatımın yeni bir dönemine adım attım.
Bir iş bulmam gerekiyordu. İzmir'in o dar sokaklarında, iş ararken her kaldırım taşında geleceğimi kaybettiğimi hissediyordum. Konak’taki bir kafede garson olarak çalışmaya başladım. Küçük, salaş bir yerdi ama ben orada sadece bedenimle var oluyordum; ruhum evde, babamın yatağının başındaydı.
İşte Harun’la da o kafenin bir köşesinde tanıştım. İlk kez içeri girdiğinde, gözlerim ona kısa bir süreliğine takıldı. Uzun boylu, geniş omuzlu, aşırı şık bir takım elbise giymişti. Saçları siyah, kısa ve derli topluydu; yüzünde ise belirgin, keskin hatlar vardı. Yaşını belli eden hafif çizgiler gözlerinin kenarına oturmuştu, ama bu onu daha olgun ve kendine güvenli gösteriyordu. Sanki bu şehrin karmaşasından tamamen uzaktı; ne sıcak hava, ne de kalabalıklar onun ilgilendiriyordu. Her şey onun etrafında dönüyordu sanki.
Harun, sessizce bir kahve siparişi verdi ve bana kısa bir bakış attı. Bu bakış, birinin seni baştan sona incelediği ama bir yandan da seni görmezden geldiği o rahatsız edici türdendi. Ne hissettiğimi anlamamıştım, ama onunla göz göze geldiğimde bir şeylerin farklı olduğunu hissettim.
İzmir küçük bir şehirdir; herkes bir şekilde birilerini tanır. Harun Karaca'nın adı kulaklarıma birkaç kez çalınmıştı.Otuzlu yaşlarında bir iş adamıydı, saygın ama aynı zamanda hakkında çeşitli söylentiler olan biri. Onu tanımadan önce bile etkisi şehrin derinlerine kadar uzanıyordu. Kafede çalışmaya başladıktan birkaç hafta sonra, Harun’un dikkatini çektiğimi fark ettim. Ama asıl ilgisini çeken şey ben değildim; hayatımın içinde gizli olan kırılganlık, çaresizlikti.
Bir gün kafede yoğun bir saatten sonra masaları temizlerken, Harun yine içeri girdi. Yanına biri daha vardı. Onunla birlikte gelen kişi, babamın eski bir iş arkadaşıydı. Benim orada olduğumu gördüğünde bana selam verdi ve Harun’a döndü. Aralarındaki konuşmayı duymamak için masadan uzaklaştım, ama birkaç kelime istemsizce kulağıma çalındı. "Elif'in babası yakın zaman da beyin kanaması geçirmiş. Kızcağızda üniversiteyi bırakıp işe başlamış."dedi adam. Harun ise sadece “Yazık olmuş." dedi
Harun’un bakışları tekrar bana kaydı, ama bu kez farklıydı. Öğrenmişti... Babamın durumunu, evde yaşadıklarımızı.
O günden sonra Harun, çıkmadan önce her gün yanıma gelip konuşuyordu. "Elif, zordasın," diyor, "Sana ve ailene yardım edebilirim. Tüm masraflarınızı karşılayacağım. Sadece benimle evlenmen yeterli." diye ikna etmek için çabalıyordu.
Başta inanmadım. O kibirli tavırları, aşırı özgüveni beni huzursuz ediyordu. Ama bir yandan da çaresizlik içindeydim. Babamın tedavi masrafları giderek artıyordu, annemin gözlerindeki kaybolmuş bakış her geçen gün derinleşiyordu. Harun’un teklifi, bana kurtuluş gibi geldi.
Bir süre sonra her şey çok hızlı gelişti. Benim için büyük bir karar olsada, bir yanım her şeyi kabul etmeye hazırdı. Evlilik, babamın hayatını kurtaracak, annemi rahatlatacak, kardeşim için daha iyi bir gelecek sunacaktı. Buna değeceğini düşünmüştüm.
Düğün günümüzü hala hatırlıyorum. Gösterişli bir otelde, her şey mükemmel görünüyordu. Oysa içimde büyük bir boşluk vardı. Harun’un yanındaydım, ama ona yakın hissetmiyordum. Üzerimde ağır, beyaz bir gelinlik, çevremdeyse yüzlerce yabancı insan. Herkes gülüyordu, ama benim içimde derin bir sessizlik hüküm sürüyordu.
Evliliğimizin başlarında Harun, nazik, ilgili görünürdü. Zamanla o maskenin altındaki gerçek yüzü ortaya çıkmaya başladı. Babamın hastalığının üzerinden çok geçmemişti ki, Harun evdeki hâkimiyetini kurmaya başladı. İlk tokadı yediğimde, içimde bir yerler kırıldı. O an hiçbir şey söylemedim. Aileme ne diyebilirdim ki? Annem o kadar zor durumdaydı ki, ona söylemek imkansızdı. Sessizce katlanmayı seçtim. Katlanmak… Ne kadar da acı bir kelime. İçinde hapsolduğum evlilikten başka çarem yoktu.
Zaman… Zaman benim için artık bir anlam ifade etmiyordu. Evliliğimizin beşinci yılına girmiştik. Bu beş yıl boyunca Harun, beni kendine ait bir mal gibi gördü. Her geçen gün biraz daha yitip gidiyordum.
O dönemde hamile olduğumu öğrendiğimde, içimde küçük de olsa bir umut belirdi. Belki bu bebek, her şeyin değişmesine neden olacaktı. Belki Harun da değişirdi. Ama o günden itibaren her şey daha da kötüye gitti. O, her zamanki gibi eve geç gelir, başka kadınlarla eğlenir, bana dokunduğunda bile gözlerinde başka birinin izini taşıyan bir yabancı gibiydi. Ne kadar dayanabilirdim?
Bir gece, Harun yine sarhoş halde eve döndü. Bu kez bana, o zamana kadar gördüğümden daha acımasızca vurdu. Onun vurduğu her darbe içimde bir parçayı daha yok etti. Bağırmaya çalıştım ama sesim çıkmadı. Korku içimi sardı. O zamnlar hamileliğimin beşinci ayındaydım. Karnımdaki bebeği hissediyordum. Kıpırdanışlarını, tekmelerini, ama o gece o his kayboldu… Kan. Yere bakarken kanın bedenimden akıp gittiğini gördüm. O an dünya başıma yıkıldı.
Hastaneye gittiğimizde, doktorun yüzü bile bir şeyler söylemeye yetiyordu. “Elif Hanım, maalesef düşük yapmışsınız.” dedi. O an çığlıklarım bütün odayı inletmişti. Kalbimde bir yangın, karnımda bir boşluk… "Bir daha hamile kalamayacaksınız," dediğinde tüm dünya sessizliğe büründü. İçimdeki son umut kırıntısı da yok olmuştu. O hastane odasında, tek başıma ağlarken Harun’un o an nerede olduğunu bilmiyordum. Zaten önemi de yoktu. O bana çoktan sırtını dönmüştü.
Ama aileme bunu da anlatamadım. Nasıl anlatırdım? Anneme, kardeşime, "Ben iyi değilim" diyemedim. Onlara güçlü görünmek zorundaydım. O acıyı içimde sakladım, günden güne eriyip giderken. Harun ise hayatına devam ediyordu. Başka kadınlarla yatmaya devam ediyor ve bunu da gizlemiyordu. Bir keresinde, telefonunu açık unuttuğunda, mesajları gördüm. İçimde bir yer daha öldü o gün.
Tek dostum, boynumdaki kolyeydi. Ali’nin bana 18 yaşında hediye ettiği o basit, ama bir o kadar anlamlı kolye. Onunla geçen her anımı bu kolyeye dökerdim. O kolye, yıllar boyunca tüm derdimi, kederimi taşıdı. İçimde biriktirdiğim her gözyaşı, bu kolyenin ağırlığını artırıyordu. Oysa bu dünyada sadece ona sığınabiliyordum.
Babamın ölümünden sonra, omuzlarımın üzerindeki yük daha da ağırlaştı. O gün babamı toprağa verdiğimizde, onunla birlikte içimde bir şeylerin de toprağa gömüldüğünü hissettim. Annem ve kardeşim, bana sığınıyorlardı, ama bilmedikleri bir şey vardı: Ben de yıkılmıştım. Artık dayanamıyordum. Boşanmak istiyordum.
Ve o gece geldi… Harun’la tartışmıştık. Babamın ölümünden sonra bile kendimi tutmaya çalışsamda artık gücüm kalmamıştı. Boşanmak istediğimi söyledim. Sesim titriyordu, ama sesimdeki kararlılığıben bile duyarken onun anlamaması mümkün değildi. Harun ise bana o soğuk gülümsemesiyle baktı. "Demek boşanmak istiyorsun. Demek beni bu-ırakıp gidebileceğini düşünüyorsun." dedi. "Benden asla kurtulamazsın." O an bana ait olmadığımı, onun bir malı olduğumu yeniden hatırlattı. Söylediği her kelime bir bıçak gibi saplandı içime. "Seni öldürürüm yine de senden boşanmam anladın mı?" diye bağırdı.
Sonra vurdu. Bir kez, iki kez… Kaç kez vurduğunu saymayı borkmıştım. Yüzümden akan sıcak kanı hissettim. Her şey bulanıklaştı, ama artık dayanacak gücüm kalmamıştı. O an onu son kalan gücümle itip çıplak ayaklarımla kapıya koştum, dışarı attım kendimi. Ayaklarım kaldırım taşlarının sivri uçları yüzünden kanıyor, gözlerim kararıyordu. Harun'un arkamdan geldiğini biliyordum, ama artık ne önemi vardı? Koşmaya devam ettim.
Kendimi yola attığımda karşıdan gelen arabayı son anda görüştüm. Acı bir fren sesi yankılandı kulağımda. Ve sonra… Etrafım karardı. Yere düştüğümde uzaktan gelen sesler, etrafımda toplanan insanlar… Hiç biri umrumda değildi. Acı bütün vücudumu esir almıştı adeta. Yorgundum ve ölümün dingin kollarına kavuşmak istiyordum. Ama son bir kez de olsan Ali’yi tekrar görmek istiyordum. Acaba beraber bir gelecek nasıl olurdu veya ben ikinci bir şansım olsaydı acaba mutlu olabilecek miydim? Kafamda bu düşünceler akarken , boynumdaki kolyenin sıcak bir ışık yaydığını fark ettim. Gözlerim kapanırken kolyenin yaydığı o garip ışık, beni sarıp sarmalıyordu. Tüm acılarım, korkularım o ışıkta eriyip gitti sanki.
Işık o kadar büyüdü ki ellerimi gözlerime siper ettim. Gözlerim ışıkların arasında beliren görüntülere kaydı. Sanki zaman sanki geriye doğru akıyordu. Babamın cenazesi, harunun eziyetleri, bebeğimin kaybı, evlendiğim gün, Harun’la ilk tanışmamız, babamın beyin kanaması geçirdiği gün… Hepsi sırayla aktı gitti. O kadar korkmuştum ki gözlerimi ellerimle kapattım. En sonunda gözlerimi açtığımda… Tanıdık bir odadaydım. Ama bu oda, 2027'nin değil, 2010'un odasıydı. Ellerime baktım; ellerim yeniden gençti. Kalbim deli gibi atıyordu. Sanki bir rüyadaydım… Ama biliyordum. Bir şekilde geri dönmüştüm. Artık 18 yaşındaydım.