?22.BÖLÜM (PART 2): AKREP YILI

2794 Words
Gördüğüm ilk ceset anneme aitti. Aslında annemin ölümü beklenen bir şeydi ve bu da güzel bir çiçeğin yavaş yavaş solmasını izlemekten farksızdı. Şimdi bile bir ölüyle uyuma fikri inanılmaz tiksindirici geliyordu ama nedense o gece hiç tiksinmemiştim. Belki de annem olduğu içindi. O zamanlar okuldan işe gider ve eve gelmeden önce mutlaka hastaneye uğrardım. Hastaneden eve gidemeyecek kadar yorgun olduğum günlerde onunla uyumak sık sık yaptığım bir şeydi. Onu son defa gördüğüm o gün de öyle olmuştu. Gecenin bir yarısı, hastane yatağında, tuhaf, rahatsız bir hisle gözlerimi araladığımda annem bana arkamdan sıkı sıkı sarılıyordu. Bir kolu belimde, diğer eli de boynumun altındaydı ve yanağıma değen teni öyle soğuktu ki, saatlerce karın içinde durmuş olsa bile bu kadar üşümesine imkân yoktu. Boynumun altından geçen ve yastığımın diğer yanında olan elinin kan topladığını, iğrenç morumsu bir renge büründüğünü görebiliyordum. Yatağın hemen karşısında, biraz ilerisinde büyük bir ayna vardı. Annem o aynadan nefret ederdi, orada kendine bakmaktan da... O an için bende o aynadan nefret ediyordum çünkü kahretsin, yansımada yanağıma yaslı olan yüzünü görebiliyordum. Aslında ne kadar üşüdüğünü fark ettiğim anda gerçeği biliyordum; O ölmüştü, sonsuza dek gitmişti - ama kabullenmem için görmem gerekiyordu anlaşılan. Normalde hastalıklı, sarı bir renge sahip olan yüzü bu sefer bembeyazdı. Yeşil gözlerimi ondan almıştım ama o gece gözlerimiz birbirine hiç benzemiyordu. Gözlerindeki tüm o şefkat gitmiş, yerini ışıktan yoksun, cam gibi bakışlar almıştı. En kötü tarafı, o gece hiçbir ses duymamama rağmen annemin dudaklarının yardım çığlığı atmak istemiş gibi açık kaldığını görmekti. Ve Tanrım... Bedeni öylesine kaskatı kesilmişti ki, öldüğünü anladığımda bile kollarının arasından çıkamamıştım. Annemi severdim. O da bizi severdi. Hatırlıyorum da, her sabah yastığında biriken saçları toplamaya dayanamadığı için ölmeden birkaç gün önce benden saçlarını kazıtmamı istemişti. Ben kimdim ki onu yapmak istediği bir şeyden alıkoyacaktım? Nöbetçi hemşirelerden birinden bir tıraş makinesi istemiştim. Makineyi nereden bulduğu hakkında en ufak bir fikrim olmasa da birkaç dakika sonra erkekler için kullanılan makinelerden bir tanesi elimdeydi. Lavaboya geçtiğimizde ve tıraş makinesini gördüğünde annemin yüzünün aldığı ifadeyi asla unutmayacaktım. Uzun, kahverengi saçlarını eskiden çok severdi ve onlardan vazgeçmenin onun için ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemiyordum. Belki de saçları olduğu sürece iyileşme umudunun olduğunu düşünüyordu. Saçlarını tamamen tıraş ederken ikimiz de tek kelime etmemiştik ve ben ilk defa biriyle iletişim kurmak için sözlere ihtiyacımız olmadığını fark etmiştim. Bazen sessizlik diyebileceğiniz her türlü şeyden daha fazla anlam ifade eder. Bu da o anlardan biriydi işte. Yerdeki saçları süpürüp çöpe atarken annem aynaya bakıyor, yeni saç kesimini inceleyen bir kadın gibi saçsız başına ve kulaklarına dokunuyordu. "Bence güzel görünüyorum. Sen ne düşünüyorsun Eva?" Saçları gidince yüzü küçücük kalmış, kulakları büyümüş ve benimkilerin tıpatıp aynısı olan gözleri daha da irileşmiş gibiydi. Bu haliyle lösemi katında gördüğüm hasta, küçük çocukları andırıyordu. "Güzel oldun." Gerçekten de güzel olduğunu düşünüyordum - annem her zaman güzel görünürdü zaten - ama "Seni yalancı." diye yakınmıştı ben öyle deyince. "Nesi güzel bunun? Kabak gibi oldum." "Hiç de bile." Aynaya yansıyan sağlıklı, kahverengi saçlarıma baktım. "Kanıt istersen bende saçlarımı kazıtabilirim." "Ah, bunda ciddi değilsin." "Neden olmayayım?" İki insan birbirini seviyorsa, şartlar ne olursa olsun birlikte olmalıydılar bence. Ama aşırı yumuşak yürekli bir kadın olduğu için tabii ki annem öyle düşünmüyordu. Ona göre dertler ve acılar, onları çekenlere özeldi. Nemli gözlerini yüzüme dikmiş ve saçlarımın uçlarını okşamıştı. O zamanlar kakülüm yoktu ve normalde saçlarımı her zaman omuzlarımın biraz altında kullanmama rağmen hem spor antrenmanları hem de ek iş yüzünden kesmeye vakit bulamadığım için saçlarım kalçamın üzerine kadar uzamıştı. "Hayır, saçların çok güzel. Sakın benim için mahvetme onları." "Tekrar uzarlar." "Ya okuldakiler ne diyecek?" "İnsanların ne düşündüğü o kadar da umurumda değil, hele de okuldakilerin." Annem sevgiyle gülümseyerek cevap vermişti ve bu o an diyebileceği her şeyden daha anlamlıydı. Bence bu yüzden yıllardır sormak istediğim o soruyu soracak cesareti bulmuştum kendimde. "Nasılsın anne?" "Hasta, uzun zamandan beri." Bunu hayal etmeye çalıştım ama kanserin geçmek bilmeyen bir griple alâkası olamazdı. Daha sonra endişeyle "Ölümden korkuyor musun?" diye sormuştum. "Elbette korkuyorum." Sesi bir fısıltı gibiydi. "Kim korkmaz ki?" "Geride kalan olmak daha korkutucu bence." "Ah, Eva. Öyle karamsar şeyler düşünme. Ben iyileşeceğim ve her şey..." "Yapma, anne. Bana öleceğini bile söyleyemiyor musun yani?" Annem, gergin olduğu her anda yapmak istediği gibi saçlarına dokunmak istedi ama o an saçlarının olmadığını fark etti. Hayatımda bundan daha hüzünlü çok az şey görmüştüm. Ama o güçlü bir kadındı, yüzüne sonsuza kadar işlemiş olduğunu sandığım paniği ve üzüntüyü hemen saklayarak benimle konuşmaya devam etti. "Böyle bir şeyi seninle konuşmak doğru gelmiyor bana. Sende asla iyileşmeyecek bir yaraya neden olmak istemiyorum. Daha çok gençsin ve önünde seni bekleyen kocaman bir hayat var. Ve Emma... Ah, Tanrım. Ölümüm onu mahvedecek, değil mi?" Uzanıp bir deri bir kemik kalan elleriyle ellerime dokundu - Tıpkı yüzü gibi. İlaçlar ve kemoterapi korkutucu bir hızla zayıflamasına neden olmuştu. "Kardeşinle birbirinize sahip çıkmalısınız Eva, birbirinizden başka kimseniz yok sizin." "Elbette öyle olacak. Ben olmadan beş gün bile yaşayamaz o." Bu dediğim annemi güldürdü, ki çok sık olan bir şey olmadığı için bunu görmek beni neredeyse mutlu etmişti. En azından espri yeteneğini hâlâ kaybetmediğini görmek güzeldi. "Kardeşin senin sandığından daha güçlü." "Sadece kızın olduğu için öyle söylüyorsun." "Bir gün gelecek, Emma çok başarılı, aklı başında bir kadın olacak. Her şey bir yana, senin için endişeleniyorum Eva. Koç Kenton beni aradı ve sonra da koşu takımından ayrıldığını, bunun onu ne kadar hayal kırıklığına uğrattığını söyledi. Adamın senden çok büyük beklentileri olduğu belli oluyor. Lütfen, lütfen bana bunu benim için yaptığını söyleme." Eyvah. "Senin için yapmadım." "O halde neden yaptın? Duymak için can atıyorum çünkü hatırladığım kadarıyla sen koşmayı çok seviyordun." "Seviyordum ama şimdi... O kadar da istemiyorum sanırım." Bunu dediğim için annemin endişesi daha da artmış görünüyordu. "Kendimi daha suçlu hissedemezdim herhalde." diyerek iç çekmişti. O an, bende, dememek için kendimi zor tutmuştum. Koç Kenton'nun aldığım karar yüzünden anneme haber vereceğini asla düşünmezdim. "Konuşmak ister misin, tatlım?" "Ne hakkında konuşacağız? Çok geç artık. Zaten takımdan ayrıldım bile." diye sabırsızlıkla yakınmıştım. "Bence Koç Kenton istersen seni takıma geri alır ama kendi kararlarını verebilecek yaşta olduğunun farkındayım, beş yaşında değilsin artık. Takımdan çıkmak istiyorsan çık ama bunu benim için yapma, olur mu? Neyse. Şimdi bunun hakkında konuşmak istemiyorum. Aslında bizim hakkımızda konuşmak istiyordum. Bana öyle geliyor ki, başka bir şansımız olmayacak." "Anne! Yapma..." Öleceğini bile söyleyemiyor musun, derken sanki bu son konuşmamızmış gibi davranmasını kast etmemiştim. "Ama doğru, bunu sende biliyorsun. Hastalığım sürekli nüksediyor ve bir kemoterapiyi daha kaldıramayacak haldeyim. Asla iyileşemeyeceğimi biliyorum. Emma'da biliyor, onunla neredeyse her zaman konuşuyoruz ama sen... Bana tüm bunlar hakkında ne hissettiğini asla söylemedin, Evala." Sesi sonlara doğru hayal kırıklığıyla alçalmıştı. Söylememiş miydim? Farkında bile değildim halbuki. Suçlu bir çocuk gibi bakışlarımı hastanenin soğuk, beyaz fayanslarına indirerek, "Tüm bunlar hakkında ne hissettiğimi bilmiyorum." diye fısıldamıştım. "Bu bir yalan." "Hiç de bile." "Tatlım," Kemikli elleriyle uzanıp ben beş yaşındayken yaramazlık yaptığım her anda olduğu gibi alnımı ve yanağımı okşamıştı. Genelde bunu yaptığı zaman kendimi suçlu hissetme eğiliminde olurdum ama o an saf sevgi dolu, hüzünlü bir eylemdi. "Bu kadar soğukkanlı olmak zorunda değilsin." demişti bana. "İnan bana, duygularını belli etmen senin için çok daha sağlıklı olurdu." "Kahretsin! İmkânı yok!" diye homurdanıp gözlerimdeki nemi silmek için başımı yana çevirmek istediğimde annemin eli yanağımdan çeneme kaymış, yüzümü tekrar kendine çevirmişti. "Önemli değil. Benim için ağlamak istiyorsan ağla. Bunun için seni suçlayacak değilim. Beni sevdiğini biliyorum Eva." Kelimeleri mümkün olduğunu bilmediğim bir şekilde kalbimi delik deşik ediyordu. Elbette onu seviyordum. Nasıl sevmezdim? Sevgi dolu ve iyiydi. Kibar ve neşe doluydu. Bir ağlayabilsem göğsümdeki bu aman bilmez ağrı geçecekti sanki. Ne acı ki, kolay kolay ağlayabilen biri değildim ben. Tüm isteğime karşın ağlamak istemediğimi göstermek için başımı iki yana sallarken yakıcı bir ateşin boğazımı dağladığını hissedebiliyordum. "Bu hiç adil gelmiyor bana." demiştim. "Dünyada ölmeyi hak eden bir sürü insan var ama hasta olan neden sen olmak zorundasın? Seni kaybetmek istemiyorum, anne... Ama buna engel olmak için elimden hiçbir şey gelmiyor ve bu da beni mahvediyor." Hissettiğim şey tam olarak buydu ama bunu ona asla söylememeliydim. "Ah, Eva." diyerek kollarını belime dolamış ve beni öyle sıkı bir biçimde kucaklamıştı ki, kalça kemiğinin ve omurgamın baskıyla sızladığını hissetmiştim. Başta ne yaptığını anlamasam da yanağını omzuma bastırıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında çok şaşırmış, dahası ağladığı için dehşete düşmüştüm. Onu ağlatmak istememiştim. Hastalığı ortaya çıktığından beri ilk defa ağlarken görüyordum onu ve nasıl oluyorsa, annemi ağlarken görmek tüm bir gece onun cesediyle uyumuş olmaktan daha berbat hissettiriyordu. Çocuğunu seven bir annenin şefkatiyle başını okşamış, ağlaması sakinleşip yerini küçük hıçkırıklara bırakana kadar onu teselli etmiştim. İçten içe öleceği için ağlamadığını biliyordum. Ölüm, gidenlerden çok kalanlar için üzücüdür. Bu onun vedasıydı ama o an bunu bilmem mümkün değildi. Ama şimdi neden bunları düşünüyordum ki? Geçmiş geçeli çok olmamış mıydı? Ben şimdiyi yaşıyordum ve şimdi de ne için yapıldığından bir haber olduğum bir tapınağın içinde, gölgelere gizlenmiş bir halde, sesi ardıç kuşlarına benzeyen on altı yaşlarındaki bir kızın dua etmesini seyrediyordum. Üzerinden süzülen tül kadar ince, beyaz eteğiyle ve kadınsıdan ziyade çocuksu yüzüyle kız bir güneş gibi ışıldıyordu. Bugün birinci elden şahit olduğum o trajediyi neredeyse unutmuş bir halde ona bakıyordum. Kız dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini kucağında birleştirmiş halde antik bir dua mırıldanıyordu. Sonra tapınağın kapıları itilerek açıldı ve içeri giren güneşle birlikte kızın yanına güçlüden ziyade güzel olan bir erkek yanaştı. Bir askerdi. Zırhını ve kılıcını yere bırakarak uzaktan kıza seslendi ve kız ona öyle bir sevinçle gülümseyerek döndü ki, aralarında derin bir bağ olduğunu hemen anladım. Birbirlerini seviyorlardı. "Dünya düşündüğümden daha büyük ve anlaşılmaz... Ama koşullar ne olursa olsun, sevgi her yerde aynı." Baris, tapınağın taş merdivenlerinden inerek bizden uzaklaşan çifte bakarken "Öyle der miydim bilmiyorum." dedi. Neden demeyeceğini çok daha sonra anladım. Çoğu zaman bencillerin önde gideni gibi davransam da sevginin ne demek olduğunu biliyordum ben. Beni koşulsuz seven bir annem ve ne olursa olsun koşulsuz sevecek olan bir kız kardeşim vardı... Ama bence Baris sevginin ne demek olduğunu bilmiyordu. "Tüm dünyan alt üst oldu, değil mi?" Sesim kulağa çok üzgün geliyordu. "Senin de, değil mi?" dediğinde şaşkınlıkla baktım ona. Basit empatisinden garip bir şekilde etkilenmiştim. Tam bir sessizliğin olmasını bekledikten sonra kem küm ede ede "Dinle, o taşı çalmak istediğimde... Biliyorsun ki, ben..." diye devam ettim. "Böyle şeyler beklemiyordun, biliyorum. Sana daha önce de söyledim, özür dilemek ya da pişman olmak bir işe yaramaz. Olan oldu artık. Şimdi tek yapmak istediğim senin için her şeyi düzeltmek." Fark ettiğim gerçekle donup kaldım. Ona inanıyordum, hem de tüm kalbimle. Ne aptaldım. "Ya sonra ne olacak?" "Mümkünse, eski hayatına dönmeni yeğlerim." "Çok isterdim ama hiçbir şey olmamış gibi yapmanın bir işe yaramayacağını öğrendiğimden bu yana uzun zaman geçti. Anılarımız bizi biz yapan şeyler, istesek de istemesek de büyüyor ve olgunlaşıyoruz. O yüzden bir daha asla o hayata dönebileceğimi zannetmiyorum." Muhtemelen birkaç gün önceki ben asla böyle düşünmez, böyle düşünmenin de çok melankolik ve can sıkıcı olduğunu söylerdi - Ne de olsa hayatımda tanıdığım en inatçı insan kendimdim - ama kast ettiğim de tam olarak bu değil miydi zaten? Tam huşuyla bunu ona söylemek üzereydim ki, Baris'in hafif gülüşü beni kendime getirdi. "Çok ilginç bir kadınsın. Bunu biliyorsun, değil mi? Bazen ne kadar da... Farklı düşünüyorsun." Farklı düşünmekten kastı neydi acaba? Umarım iyi bir şeydir. "Eski hayatını özlüyor musun?" diye sordum ve ne kast ettiğimi anlasın diye nazik bir biçimde ekledim. "Her şey böyle olmadan öncesini yani." "Bu uzun zaman önceydi. Bir insanken yaşam nasıldı hatırlamıyorum bile. Ve o zamandan beri çok şey değişti. Bende değiştim. Bazen gerçekten bir ömür geçmiş gibi geliyor." Acıdan ve yalnızlıktan daha fazla insanı olgunlaştıran bir şey görmemiştim. Ve keşke her şeyi böyle açıklamak mümkün olsaydı çünkü hâlâ Baris'i çözemiyordum. Benden hoşlandığından bile emin değildim ama şu anda bildiğim bir şey varsa, o da onu anlıyor olduğumdu. Başıma gelen her şeyi düşününce öncelikler listemi yenilemem gerektiğini fark ederek derin bir nefes aldım. Bunu yaptığımda burnuma tapınağın içinden süzülen tütsünün kokusu geldi; Nemli toprağın, erimiş mumun ve nilüfer çiçeğinin bir birleşimiydi. Uykumu getirecek kadar ağır fakat yine de güzel bir kokuydu bu. İçgüdülerime uyarak yandaki mihraba, teni yaşlılıktan buruş buruş olmuş rahibeye doğru baktım. Kokunun kaynağı oydu, duvardaki tütsüleri yakıyordu. Rahibeye bakmayı keserken, "Hançeri bulmamız gerektiğinin farkındasın değil mi?" diye sordum, öncelikler listemin en başında duran, altı fosforlu kalemle çizilmiş olan o sorunla lafa girerek. "Nerede olabileceği hakkında herhangi bir fikrin var mı?" "Tam olarak değil." "Tam olarak değil?" Yavaşça tekrar etmiştim. "Vay canına Baris, çok güven vericisin." "Alaycı olmana gerek yok." Sesi öylesine soğuk ve ciddiydi ki, durumla alay ettiğim için pişman olduğumu hissedebiliyordum. Parmaklarını saçlarının arasından geçirerek derin bir nefes aldı ve düşünürken bir an gözlerini öfkeyle kapattı. "Kosey? Mişa? Kahretsin, o şey dünya üzerindeki herhangi bir yerde olabilir." "Şu konuda bir anlaşalım, Mişa'da olmasındansa Kosey'de ya da dünyanın diğer ucunda olmasını tercih edersin, değil mi?" Göğsü yavaşça şişti, sessizce başını salladı; Evet. "Neden?" Anlamamış gibiydi. "Ne demek neden?" "Demek istediğim... Bence Kosey korkunç biri. Mişa'dan almak daha kolay olmaz mıydı?" "Sen o kadını tanımıyorsun. İnan bana, Kosey Mişa'dan daha kabul edilebilir bir seçenek. Hiç değilse eğlence için orada burada sana saldırmaya kalkmayacaktır." O bunu deyince gözlerim kumaşlarla örtülü olmasa yara izini rahatlıkla görebileceğim göğsüne takıldı. Yüzümü buruşturmamaya çalıştım ama mümkün olacak gibi değildi. Şey... Tüh ya. Hayal kırıklığımı belli etmek istemesem de iç geçirmeden edemedim. "Bana soracak olursan hançer hâlâ Kosey'de ama yanında taşımadığından oldukça eminim. Muhtemelen asla bulamayacağımızı düşündüğü bir yere saklamıştır. Bu kocaman sarayda prense ait bir oda elbette vardır." Sesim çok sakindi ama yine de bariz bir tereddütle devam ettim. "Var, değil mi?" "Ona ait bütün bir kat var." Ağzım açık kaldı. Kosey'in bir veliaht olduğunun elbette farkındaydım ama cidden, bütün bir kat mı? Bu biraz fazla değil miydi? Kendi kendime, zengin piç, diye düşünmeden edemezken hançeri bulma ihtimalimizin giderek zorlaştığını fark ederek adama olan nefretimin biraz daha harlandığını hissettim. "Tamam, yorum yok." dedim hayretle başımı iki yana sallayarak. Öyle ya da böyle, o hançeri bulacaktım. "Bak, çalmamdan haz etmediğini biliyorum ve anlıyorum ama şartlar bunu gerektiriyor. Yani... Ne dersin? Kosey'in odasına bir göz atmak ister misin?" "Ondan çalmakla ilgili bir sorunum yok, Eva." dedi düz bir sesle. Evet. Gerçekten de yoktu. Bunu görebiliyordum. Öyle sakindi ki, ifadesinde ona hırsızlık yapmayı önerdiğim için en ufak kızgınlık ya da kınama belirmemişti. Oysa daha önce birinden bir şey çalmayı denediğimde - Biz limandayken - çok fena öfkelenmişti. "Ah, bir an bana yine kızacaksın sandım." "Neden kızayım? Zaten hançer onun bile değil." Rahatlayarak nefesimi üflediğimde Baris beni süzdü. Gözlerinde yine ilgi vardı. Bana neden öyle baktığını bilmesem de sakin ve mesafeli tavrının altında hakkımda merak ettiği şeyler olduğunu fark edebiliyordum. Aklımdan ne geçtiğini tam olarak bilmek istiyorcasına, "Odasında olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu bana. "Başka nerede olacak? Öyle olmasa bile yine de oraya bakmamız gerekir." Bunu bir süre düşündü. Havada asılı kalan gergin bir an için, onu bekledim. Daha sonra söylediğim şey ona mantıklı gelmiş olacak ki, "Bu geceye ne dersin?" diye sordu. Dürüst olmak gerekirse, bu beklediğimden de erkendi. "Olur." dedim. Bir planımız olduğu için inanılmaz bir şekilde mutlu olduğumu hissederek gülümsedim ve omzumu hemen yanıbaşımda duran, tütsü kokusunun dumanıyla çevrelenmiş bronz kedi heykeline yasladım. "Ama bu gecenin özelliği ne ki?" "Akrep yılının dördüncü günü." Anlamamıştım. "Önemli bir şey mi?" "Bir çeşit şenlik. Tüm Mısır halkı Nil'in taşma dönemini kutlayacak." deyince içimde bir umut kıvılcımı belirdi. Geniş omuzlarını silkti. "Kosey o sırada odasında olmaz. Eğer ondan bir şey çalmak istiyorsan, daha uygun bir vakit bulamazsın." Şansımın bu kadar yaver gittiğine inanamıyordum. Hançeri almak için Kosey'le kavga etmem gerekeceğini falan düşünmüştüm. Oysa tek yapmam gereken en iyi yaptığımı bildiğim şeyi yapmaktı; Hırsızlık! Ah, bunda öyle iyiydim ki her şey bir bebekten şeker almak kadar basit olacaktı. Dudaklarımda filizlenen haylaz bir ifadeyle gülümsedim. Aynı anda Kosey'in gözlerinde harlanan kurnazlığı hatırlayınca gülümsemem dudaklarımda dondu. Gergin bir biçimde ellerimi ovuştururken ne yazık ki bundan o kadar da emin olamadığımı hissettim. Fark eder miydi ki? Bu hiç iyi olmazdı çünkü hem hançeri bulma ihtimalimiz suya düşerdi hem de onu acayip bir şekilde kızdırmış olurduk. Baris'e baktığımda her an volta atmaya başlayacak gibi duran benim aksime çok sakin göründüğünü fark ederek şaşırdım. Duvardaki bir çizime bakıyordu, resimde kuyruğu dik bir timsah ile ellerinde bronzdan yapılma zıpkın ve kılıçlar tutan askerler vardı. Başımı kedi heykelinin yanağına yaslarken gözlerim saklayamayacağım bir ilgiyle Baris'in yüzünde dolandı. Baris'in bakışlarını üzerimde hisseder hissetmez nefesim kesildi çünkü bu tüm savunmamı elimden almıştı. Hatırladığımdan daha çekiciydi. Kirpikleri alçalarak gözlerini örttüğünde ona çok dikkatli baktığımı fark ettiğim için yüzüm elmacıkkemiklerime kadar ısındı ve nabzım hızlandı. Kahretsin, bu adamla öpüştüğüme inanamıyordum. Yanlıştı, biliyordum ama nedense çok doğru geliyordu. Sanki olması gereken buymuş, sanki tekrar tekrar olması gereken buymuş gibi. Onu öptüğümde aramızda çatırdayan o vahşi çekimi fark etmiştim. Bu düşünceyle birlikte kaşlarımı çattım çünkü muhtemelen o çekim en baştan beri oradaydı zaten. Sonra birden kendime geldim. Şimdi işi yokuşa sürmenin hiç sırası değildi. Sağduyulu olmalı ve asıl meseleye odaklanmalıydım; Kız kardeşime ve hançere... Ama özellikle hançere. Homurdanarak kollarımı göğsümün üzerinde kavuştururken düşünceli bir halde, endişemi saklamak için en ufak bir çaba göstermeden, "Ama dikkatli olalım, ne yaptığımızı fark edecek olursa hiç hoş olmaz." demeden edemedim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD