Dün yaşanan her şeyin gerçek olduğunu adım kadar iyi bilmeme rağmen uyandığımda yatağımda olacağımı düşünüyordum. Öyle olmadı tabii ki. Beni uyandıran şey doğmaya başlayan, yanaklarımı yakan güneşin ışığıydı. Böyle bir güneşte uyumama imkân yoktu. Söylenerek doğrulup saçlarımın arasına karışan kum tanelerini temizlerken ateşin çoktandır söndüğünü, küllerinin havada uçuştuğunu fark ettim. Baris de atının yanındaydı, gitmek için hazırlanıyordu. Oturduğum yerden onu seyrederken kendimi birden çekingen, hatta utangaç hissettim, ki normalde hiç öyle biri değilimdir. Yapmak ve yapmamak arasında kaldıktan sonra 'Boş versene, kızım!' diye düşünerek Baris'in yanına gitmek için yerden kalktım.
"Günaydın." dedi geldiğimi fark edince.
"Günaydın." dedim kayıtsız görünmeye çalışarak. Durduğumda aramızda birkaç adım vardı. Bu gayet güvenli bir mesafeydi ama yine de kalp atışlarım kulaklarımda uğulduyor, tatlı bir heyecan göğsümü dağlıyordu. Çöl meltemi saçlarımı omuzlarımdan savurarak tellerin yanağıma ve dudaklarıma yapışmasına neden oldu. Bu sert melteme rağmen dünkü kum fırtınasından eser yoktu.
"Gecen nasıldı? Umarım iyi uyumuşsundur."
Bu o kadar normal, olması gereken bir sohbetti ki bir an boş gözlerle ona baktım. Dün geceki konuşmamızı anımsarken, doğal olarak, öpücüğümüzü de anımsadım. Umurumda değilmiş gibi yapsam da umurumdaydı aslında. Bu çok aptalcaydı. Olduğu kadar bunu düşünmemeye çalışarak, alçak sesle "Sayılır." dedim. "Ya sen? Seninki nasıldı?"
"Fena değildi."
"Daha ne kadar yolumuz var?"
"Birkaç saat kadar." Birkaç saat mi? Bu çok uzundu! Hayal kırıklığıyla omuzlarım çöktü ve kesinlikle suya ihtiyacım vardı. Söylenip duruyor gibi görünmemek için bir şey demek istemiyordum ama ağzım kurumuş, dudaklarım da çatlamıştı. Kuruyan boğazımı beceriksizce temizlemeye çalıştım. Tükürük bezlerim düzgün çalışmadığı için bunu yapmak hem canımı yaktı hem de ağzımdan tuhaf bir ses çıkmasına neden oldu. "Kahretsin," diyerek hafifçe öksürdüm.
"İyi misin?"
"Evet... Sadece boğazım... Sızlıyor."
"Susadın, değil mi?" dedi sorunun ne olduğunu anında tahmin ederek.
"Evet, aslında susadım."
Sonrasında koyu renk, ağzı sıkıca kapatılmış bir keseyi bana uzattı. "Bitirmemeye çalış. En yakın su buradan üç saat uzaklıkta."
Biraz suya asla hayır demezdim! Yarı sert bir malzemeden yapılmış keseyi Baris'ten alıp ağzındaki mantarı çıkardım. İçmeden önce içgüdüsel bir şekilde suyu burnuma götürüp kokladım. Temiz görünüyordu. Ben onu içerken su o kadar soğuk olmamasına rağmen boğazımı yakıp geçti. Muhtemelen düşündüğümden daha çok susamıştım. Kana kana içtikten sonra teşekkür ederek keseyi geri uzattım. "Teşekkür ederim."
Matarayı elimden alırken "Biraz gergin görünüyorsun." dedi.
Biraz mı?
Gayet, gergindim aslında.
"Öyleyim biraz."
"Sebebi ben miyim?"
Neden bahsettiğini bildiğimi biliyordu. Bildiğini biliyordum çünkü dudakları çok hafif, muzip bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.
"Ah, hayır." dedim. "Neden öyle düşünüyorsun?"
Elbette o kadar ahmak değildim! Neden öyle düşündüğü çok belliydi, dün gece aramızda olan şey - O şey, her neyse artık - yüzünden. Ah, neden onu öpmüştüm sanki? Böyle garip, huzursuz hissetmemim tek sebebi oydu. Kendime duyduğum öfkeyle alt dudağımı ısırınca, Baris gözlerini gözlerimden kaçırarak uzaklara baktı. Yaptığım şey yüzünden pişman olduğumu fark etmişti. Birden konuyu saptırıp, "Her neyse. Gitmeye hazır mısın?" diye sorduğunda çok şaşırarak ona baktım. Ne olursa olsun dün gece hakkında konuşmak ister diye düşünmüştüm. Oysa şimdi o öpücük hakkında tek kelime etmiyor muydu? Bunun ötesinde, imâlı bir bakış bile atmamıştı. Hiçbir şey olmamış gibi mi yapacaktık yani? Belki de bu yüzden beni utandırmak ya da kendinden kaçırmak istemiyordu? Sonra bunun işime geldiğini fark ederek omuz silktim. Konuşmak istemiyorsa keyfi bilirdi, zaten hiçbir şey olmamış gibi yapmakta üstüme yoktur.
Vakit kaybetmeden yola çıktığımızda yol boyunca dün geceyi düşüneceğimi sanıyordum ama öyle olmadı. Yine saatler boyunca kardeşimi ve onu nasıl bulacağımı düşünüp durdum. Onu burada, dilini bile bilmediği bu zamanda tek başına bırakamazdım. Bu her türlü kardeşlik yasasına aykırıydı. Öte yandan, onu nasıl bulacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Hançeri nasıl bulacağım hakkında da... Kendi zamanıma nasıl döneceğim ise tam bir muammaydı.
Ah, bu belirsizlik öldürüyordu beni.
Sahra'nın derinliklerini aştıktan sonra tarihi Teb Şehri'ne varmak neredeyse yarım bir günümüzü almıştı. Gelecek zamandayken Emma ile ben burayı bir kere ziyaret etmiştik. O zaman geldiğinde burası birkaç harabeden ve bir sürü turistten ibaret olacaktı ama şimdi içinde yaşam olan kocaman bir şehirdi. Nil nehri kızgın güneşin altında parıldıyor, yeşil - mavi bir yol gibi şehrin ortasından ağır ağır akıyordu. Bu yeşil yolun kenarlarında papirüs bitkileri büyümüştü ve üzerinde de uzun yapılı gemiler vardı, gemilerin bazılarının gövdelerine garip figürler çizilmişti. O şekillerden bir tanesini hemen tanıdım; Horus'un Gözü. Fakat bu gemiler daha önce gördüğüm diğer gemilere hiç benzemiyordu, ön ve kıç tarafları kıvrımlıydı ve buradan bile onların hareket etmesini sağlayan kürekçileri görebiliyordum.
İnsan gücü, elbette. Hayır, dur! Köle gücü. Köleliğin kalkmasına ve buharlı araçların icat edilmesine yüzyıllar vardı daha.
Teb şehri öylesine büyüktü ki, diğer ucu görünmüyordu ama şehrin tam ortasından yükselen kocaman sarayı, tapınakları ve metrelerce yükseklikteki, Tanrı ve hayvan figürlü heykelleri görmemek mümkün değildi.
"Vay canına," dedim kontrol etmekte güçlük çektiğim bir hayranlıkla. "Burada mı yaşıyorsun? Ne... İlginç bir yer."
"Ben olsam ilginç demezdim ama evet, Teb şehrine hoş geldin, Eva." Burası onun eviydi ama Baris'in sesinde birazcık alaycılık dışında herhangi bir heyecan ya da özlem göremiyordum. Benim heyecanımsa gayet ortadaydı. Önümde ortaya çıkan manzaradan gözlerimi ayıramıyordum. Teb, zannettiğimden daha büyük, daha gösterişli bir şehirdi. Ne yazık ki yıllar sonra krallıklar devrilecek, tüm bu gösteriş ve bu şehir birkaç arkeolojik buluntudan ibaret olacaktı. Yine de inkâr edemeyeceğim; Her şeyi böyle capcanlı bir şekilde görmek, tarihi oldukça can sıkıcı bulmama rağmen, büyüleyiciydi. Bu, kesinlikle bir keşif gezisine katılmaktan çok daha iyiydi.
Şehre indikten sonra kalabalık yüzünden atla ilerlememiz mümkün olmadı. O yüzden Baris yem ve su vermesi, daha sonra da saraya getirmesi için atını onu tanıyan bir adama emanet etti. Mısır ya da başka herhangi bir uygarlığın tarihi zerre kadar ilgimi çekmiyor olsa da insanların arasından geçerken etrafıma bakınıp duruyordum; Tarlalarda çalışan köylüler, sokaklarda oyun oynayan çocuklar, omuzlarından sarkan kovalarda su taşıyan sakalar ve diğerleri... Bir grup genç bir köşede içki içiyor, kendi aralarında gülerek şakalaşıyordu. Öyle küçük görünüyorlardı ki, onları seyrederken 'Bu ülkede içki içme yaşı kaç?' diye düşünmeden edemedim. Geri kalan halk ise sabah erkenden kalkıp pazar yeri dolana kadar işlerine bakan sıradan insanlardı. Bu görüntü bana garip bir şekilde kendi zamanımda, Mısır'dayken gittiğim çarşıyı hatırlatıyordu. Gojo'dan o lanet kolyeyi çaldığımı da hatırlıyordum. Şükürler olsun ki, buradan bir şey çalacak kadar şuursuz değildim.
Ben bunları düşünürken meyve dolu tezgâhların birinden bir nar düşüp yuvarlandı ve pek kimsenin görmeyeceği bir yerde durdu. O narı yemeye başlayan sokak çocuklarından birini görmezden gelmeye çalışarak Baris'e baktım. Buradaki çoğu kişi kemikleri görünecek kadar zayıftı. Hepsinin fakir, zavallı köylüler olduğu belli oluyordu ama eminim ki, asillerin ya da saraydakilerin hiçbiri böyle zayıf değildir. Bundan nefret etsem de bu tür zamanlarda sıradan insanların hayatının soylular için pek bir değerinin olmadığını biliyordum. Çoğu zenginin bir sürü kölesi olan korkunç, zalim insanlardan ibaret olduğuna emindim - Ama Baris için geçerli değildi bu. O bir soylu değildi. Bir zamanlar şu sokak çocuklarından biriydi. Burası ise onun evi, evim diyebileceği tek yerdi ama göz açıp kapayıncaya kadar değişmişti bu.
Cevabı bilmeme rağmen "Çocukluğun burada geçti, değil mi?" diye sordum.
"Sayılır. Genelde arka kesimlerde yaşardım."
"Kaç yaşındasın?"
"Yirmi beş."
Ah, demek benden sadece iki yaş büyüktü.
"Erkek kardeşin var mı?"
"Hayır." dedi.
"Peki ya kız kardeşin?"
"Hayır."
İç geçirmemek elde değildi, bende yaptım. "Herhangi biri var mı, Baris?"
Dudaklarının arasından homurdandığında önce çok fazla soru sorduğum için bana tepki veriyor sandım ama yanılmıştım. Bana bakmıyordu. Tepkisinin benimle bir ilgisi olamazdı. Meraklı bakışlarla etrafıma bakınarak "Ne oldu?" diye sordum. Biraz ileride duran, beyaz miğferli birkaç adamı fark ettim ama onları incelemeye fırsat kalmadan "Saray muhafızları," diye açıkladı Baris. "Onlar beni fark etmeden gitsek iyi olur."
"Neden onlardan kaçıyoruz?"
Yüzünü saklamak için başını eğdi. "Bu taraftan, acele et."
Derin bir nefesle doldurdum ciğerlerimi. Neden muhafızlardan kaçtığımızı anlamasam da dediğini yaparak adımlarımı hızlandırıp kalabalığın arasından mümkün olduğu kadar gizli bir şekilde geçmeye çalıştım. İşin garip tarafı, Baris haklıydı. O Antik Mısır dilini bildiği için bende biliyor, etrafımızdaki herkesin ne dediğini anlıyordum. Hafifçe çarptığım bir kadının benim adıma Mısır Tanrılarına lanet okuduğunu duyduğumda zaten sinirlerim tepemdeydi. O yüzden birden etrafımda döndüm ve dirseğini kavrayarak benden uzaklaşmadan önce kadını geri çektim.
Böyle bir hamle yapmamı beklemediği için kadın şaşkın şaşkın "Hey!" diye çıkıştı.
"Ne dediğini duydum." Yüzümü yüzüne eğerek onların dilinde konuşmayı sürdürdüm. "Diline dikkat etsen iyi olur, kızım."
Kadının obsidiyen rengi gözleri kocaman oldu ve sevimli, çocuksu yüzü saniyeler içinde komik bir pembeye dönüş yaptı. Aslında bu durumu neden bu kadar büyüttüğümü bende bilmiyordum. O kadar da önemli bir mesele bile değildi. Sanırım sinirlerim bozulduğu için böyle vahşi, anlamsız bir tepki veriyordum.
Baris, yürümeyi bırakarak birkaç adım ötemde durdu. Beni duymuştu. Kendi kendine, sabır diler gibi bir şeyler söyledikten sonra dönüp omzunun üzerinden bana ve kadına bakarak, "Kes şunu." dedi. Dediğini yapmak için en ufak bir hamle yapmayınca aynı sakinlikle ama çok daha keskin bir sesle yineledi; "Eva, bırak kadını."
"Ne dediğini duydun mu? Bana lanet okudu."
"Ne önemi var? Sanki Mısır Tanrılarına inanıyorsun. Dikkatleri üzerine çekiyorsun, kahrolası."
Bunu kendi anadilinde değil de İngilizce olarak söylemişti. Gözlerinde rica ile uyarının tuhaf bir karışımı vardı. Benimle bu tonda konuşması bir yana, gerçekten de birkaç insanın gözlerini bize diktiğini fark edince kadının kolunu serbest bıraktım, gitmesine izin verdim - içlerinde saray muhafızları da vardı çünkü.
Kadın koşarak yanımdan uzaklaşırken kendi kendime 'O haklı, seni aptal! Dikkatleri üzerine çekmeyi bırak!' diye hatırlattım, bunu da çok iyi başarıyordum doğrusu. Sıkıntılı bir ifadeyle yanına gitmek için birkaç adım attıktan sonra neredeyse fısıltı kadar alçak çıkan bir sesle, "Buranın havası çok bunaltıcı." dedim. Kalabalık, sıcak ve insanların uğultusu iyi bir kombinasyon değildi hiçbir zaman. "Çok yorgun hissediyorum. Biraz dinlenmek istiyorum."
Fakat Baris beni ciddiye almak yerine omzunun üzerinden arkamdaki bir noktaya doğru baktı. Baktığı şey her neyse, dikkatini benden daha çok çekmişti. "Bu kötü işte." diye homurdandı. Tepkisi yüzünden neye baktığını görmek için döndüğümde, "Şu adamı görüyor musun?" dediğini duydum.
Kimden bahsettiğini bulmak çok kolaydı.
"Gördüm." dedim, eli mızraklı askerlerle çevrili, şık giyinimli, yeni yeni yaşlanmaya başlamış bir adama bakarak. "Neden ki? Önemli biri mi?"
"Evet." dedi. "O, bu ülkedeki en zengin, en soylu kişi. Aynı zamanda da benim üvey babam."
Bu birinin firavun olduğunu söylemek için çok garip bir yoldu.
"Ne?" diye haykırsam da sesim çatladı ve çok kısık çıktı. "Şaka yapıyorsun. O olduğundan emin misin?"
"Kesinlikle. Burada ne işi var bunun?" derken parmakları beni bileğimden nazikçe kavradı ve üvey babasından korumak istercesine biraz daha yakınına çekti.
"Bende sana onu soracaktım! Firavunun halk arasına karışmadığını söylememiş miydin?"
"Açıklamalar sonra. Yanımda dur ve ne olursa olsun, sana soru sormadığı sürece, hiçbir şey söyleme."
"Neden? Onunla konuşmam yasak mı?"
Nasıl davranmam gerektiğini anlamaya çalışıyordum çünkü sadece ona bakıyor olmak bile yasak olabilirdi. Bu devirdeki protokollerden bir haberdim.
"Söylediğimi yap." diye uyardı Baris.
Başka bir seçeneğim mi vardı?
İnsanlar yavaş yavaş kenara çekilerek hükümdara yol açtı ve teker teker dizlerinin üzerine çökmeye, firavun ve ailesi adına Mısır Tanrılarına dualar etmeye başladılar. Ayakta kalan bir Baris, bir de bendim. Gözlerimi şaşkın şaşkın etrafta gezdirdikten sonra Baris'in baktığı yöne bakmayı akıl edebildim. Gözlerim bana oyun oynuyor olmalıydı. Peşinde yirmi kadar saray muhafızıyla birlikte müthiş gösterişli giyinimli bir adam bize doğru yürüyordu. Baris söylememiş olsaydı bile daha gördüğüm anda onun kim olduğunu anlardım; Bu adam firavundu. Mısır'ın tüm gizli hazinelerine ve sırlarına sahip olan adam. Bu sarayın ve sayısız malın mülkün sahibi... Mısırlılar ona köle gibi bağlıydı. Yani, kahretsin! Bu adamı sinir edecek bir şey yaparsam beni o altın sandaletlerinin altında ezerdi.
Baskı yok, değil mi?
Saklamak için elimden geleni yaptığım bir panikle, "Kaçabilir miyiz?" diye sordum.
"Buna zaman yok. Zaten beni fark etti."
Midem tepetaklak oldu.
"Tanrım, ah, Baris, ne yapacağım şimdi?"
Daha önce hiçbir firavunla karşılaşmamıştım. Adam uzaktan bile buradaki herkesten daha farklı, daha üstün görünüyordu. Yaklaştıkça onu daha net görebildim. Baris ile bu adam arasında kan bağı olmadığı hemen anlaşılıyordu. Birbirlerine benzemiyorlardı, hem de hiç... Ama Kosey gözlerini babasından almıştı; Soğuk kristalleri andıran, siyah kirpiklerle çevrili bir çift koyu kahverengi göz... Babasına benzeyen tek özelliği de buydu. Muhtemelen herif annesine çekmişti. Kosey'in bir heykeltıraş tarafından çizilmiş gibi görünen elmacık kemiklerinin, burnunun, dudaklarının aksine firavunun bronz bir teni, sivri bir burnu, yumuşak yanakları ve incecik dudakları vardı. Biraz da şişmanca bir adamdı. İyi beslendiği her halinden belli oluyordu. Ellili yaşlarının ortalarında olmalıydı. Kül renginde saçları olduğuna ve o saçlarının tek tük dökülmeye başladığına emindim ama taktığı büyük başlık yüzünden adamın saçlarını göremiyordum.
Firavun neredeyse anında bakışlarını bana çevirdi ve gözleri bana Kosey'in gözlerini hatırlattığı için mi bilmem, birden ondan çekindiğimi hissettim. Adamın kaşları çatıktı ve bakışlarında azarlama vardı. Etrafımızda diz çöken ve başlarını yerden kaldırmayan insanlar içinde sırıttığımı fark etmem de aynı anda oldu. Hemen bende dizlerimin üzerine çökmeye yeltendim. Yapmam gereken buymuş gibi hissetmiştim ama Baris bileklerimin tekini tutarak bana engel oldu. Gözleri 'Bunu yapmana gerek yok.' diyordu. Birdenbire gevşediğimi hissettim. Bu adamın bir bakışı bile beni sakinleştirmeye yeterdi. Sonra üvey babasına döndü. Başını hafifçe eğerek, "Majesteleri," diye selam verdi babasına.
Macera başlıyor, diye geçirdim içimden; Bende tam bir maceracıydım ya! Firavunun yanı başında ondan daha az gösterişli görünen başka bir herif daha duruyordu. Bir emir adamı olduğu her halinden belli olsa da adamın üzerinden şaşaa ve kendinden eminlik akıyordu. Baş rahip, vezir ya da onun gibi bir şey olmalıydı. Arkalarında da ellerinde mızraklar ve kılıçlarla duran bir grup asker ve saray muhafızı vardı.
"Imhotep," diye lafa girdi firavun, arkasındaki adamla konuşarak. "Ulak daha gelmedi, değil mi?"
"Hayır, efendim. Henüz ondan haber almadık." dedi adı Imhotep olan adam.
Bunun üzerine, Firavun Geb, ok gibi gözleriyle yeniden Baris'e baktı. Alay etti. "Hiç haber vermeden burada oluşun çok garip ve kabul edilmez bir davranış. Ne o? Birden evini özlediğini mi fark ettin yoksa?"
İçimden 'Ne aksi adam' diye geçirmeden edemedim.
"Almam gereken bir eşya var burada. Sizi halkın arasında görmek ender rastlanan bir durum. Bu ziyaretin sebebi nedir?"
Firavun Baris'i duymazdan gelmeyi tercih etti. "Hiç değilse, elin boş dönmemişsin. Kim bu kadın?"
"Bir köle, efendim."
"Daha önce bir köle getirmişliğin olmamıştı. Ne zamandan beri böyle şeylere ilgi duyuyorsun, Baris?" Adamın ne demek istediği açıktı. Baris bu imaya bir cevap bile vermedi. Firavun ise hâlâ meraklı gözlerle beni süzüyor, bende ilginç olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Umarım beni cariyelerine falan katmayı düşünmüyordur, diye düşündüm kendi kendime, daha önce Tony'yle yaptığımız İkinci Ramses sohbetini hatırlayarak. Firavun, "Mısırlı kadınlara pek benzemiyor." dediğinde bunu hiç de garip bulmadım. Buranın kadınları daha yanık tenli, koyu saçlı, koyu gözlüydü, bende beyaz tenimle ve zümrüt rengi gözlerimle onlardan hemen ayrılıyordum. Amerikalı olduğumu söylemeye dilim varmıyor, henüz keşfedilmemiş bir kıta olduğu için bu kulağa gülünç derecede saçma geliyordu. "Kimin nesisin bakalım?"
Başta benimle konuştuğunu anlamadım, beni benimle konuşmaya değecek kadar önemli gördüğünü düşünmüyordum.
"Buralı değilim." dedim.
"Benim kim olduğumu biliyor musun peki?"
"Bilmez miyim? Şahsen görmesem de namınız buralara kadar sürüyor, majesteleri. Sizinle tanışmak benim için bir onurdur." Bir firavun ile böyle konuşulurdu, değil mi? Onu övüp dur, gözlerini yerde tut ve insan hakları ya da toplumsal cinsiyet eşitliği hakkında tek kelime dahi etme? Her diktatör gibi o da biraz narsist olduğundan, Firavun Geb onu övmemden çok hoşlanarak hafif bir kahkaha attı.
"Ne tatlı bir dil. Aklı başında bir kadına benziyorsun sen. Peki, ne oldu da buralara düştün?"
Şaşırıp dilimi şaklattım.
Firavun hâlâ cevap bekliyordu.
Ne diyeceğimi bilmediğim için sesim çıkmadı, anlamsız birkaç sözcük homurdandım.
"Dilini mi yuttun, kızım?"
"O bir Tehenu kölesi." diye cevap verdi Baris, firavunun ısrarı üzerine. Bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama itiraz etmedim.
"Bir fahişe mi? Çok yazık. Bir fahişe olmak için fazla güzel görünüyor. Ayrıca, bir Tehenu kölesine göre dilimizi oldukça iyi biliyor."
Bu adam bana fahişe mi demişti gerçekten? Neredeyse ağzımı açacak oldum ama sonra bu ülkede küfür ettiğim için bile cezalandırılabileceğim aklıma geldi, bunun firavuna karşı olduğunu düşünürsek herhalde beni mumyalayıp diri diri gömerler, sonra da sonsuza dek lanetlerlerdi. Bu adam benim yaşam ile ölüm arasındaki sınırımdı. Bu yüzden ona karşı saygılı olmak akıllıca bir karar olurdu. Sadece bana bir kez daha fahişe diyecek olursa...
Üvey babasına dik dik baktığım için olsa gerek, Baris ne kadar sinir olduğumu fark etmişti. Ben beni başımdan edecek bir kelime söylemeden önce hem sakin hem de sakinleştirici bir sesle aramıza girdi.
"Aslında size sormak istiyordum. Onu saraya getirmek istiyorum. Sorun olmaz, değil mi?"
"Bir köleyi ne yapacaksın? Sen hiç kölelerle ilgilenmezsin ki. Sana armağan ettiklerimin hepsini özgür bıraktın - en güzellerini bile."
Baris belli belirsiz bir şekilde, duygusuzca gülümsedi.
Firavun neden bahsettiğini anlamış gibi, gözlerinde canlanan bir merakla başını yana eğdi. "Umurumda değil. Sadece ayak altında fazla dolanmadığından emin ol." Bunu sanki bir haşereden, bir mikroptan bahseder gibi söylemişti. Gözlerini yüzümden çekerken tiksintisini saklamaya bile gerek görmedi. Ne kibirli adamdı! Ama Kosey'in kime çektiğini öğrenmiş olduk böylece.
İmhotep, keyifli bir gülümsemeyle "Her zamanki gibi çok anlayışlı ve yüce gönüllüsünüz, majesteleri." diyerek firavunu övdü.
Her şeyden evvel, yüce gönüllü, bu adam için kullanacağım bir kelime olmazdı fakat gözlerimi devirerek sıkıntımı belli etmemeye çalıştım.
"Ama seninle karşılaştığım için memnun oldum." diye sürdürdü firavun. "Bende tam saraya dönmek üzereydim. Ah, sahi... Söylemeyi unuttum, değil mi? Hitit hükümdarı bir mektup gönderdi ve bir barış ittifakı için buluşmak istediğini bildirdi. Elçilerini birkaç gün misafir edeceğiz, gelecekler, şeyden..." Nereden olduğunu bir türlü hatırlamayınca Imhotep adlı adama doğru bir bakış attı.
"Hubishna'dan," diye cevap verdi, Imhotep.
"Hubishna?" Hatırlamaya çalışırken Firavun Geb çenesinin ucunu ovuşturdu. "Neyse ne. Firavun olduğum için onlarla bizzat görüşmem gerekiyor. Bu elçiler işimize yarayacak gibi geliyor bana ve ben senin de orada olmanı istiyorum. Ne de olsa onlar gibi üçkağıtçı barbarlardan her şey beklenir. Gözümüzü üstlerinden ayırmamalıyız."
Bunları diyen firavunun çok otoriter, ne yaptığını bilen bir havası vardı. Elçilerle ilgili bu konuşmanın benimle ne ilgisi olabilirdi bilmiyorum fakat bana bakarken Baris'in kaşlarının arasında huzursuz bir çizgi oluşmuştu. Bense onun neden bu kadar endişeli olduğunu anlamıyordum, bu kulağa oldukça misafirperver bir eylemmiş gibi geliyordu. Yine de Baris'in yapabileceği bir şey yoktu. Bu tekliften ne kadar hoşnutsuz olursa olsun, karşısında bu ülkenin hükümdarı duruyordu.
"Nasıl isterseniz, fakat önce onu-" diyen Baris kolumu tutmak için uzandı ve ne olduysa o an oldu. Firavun Geb, Baris'in lafını "İstersen köleyi de getirebilirsin." diyerek kesti.
Eyvah, diye düşündüm.
"Ne?" Kolumu tutmak için kalkan elini indirirken Baris'in gözleri hiddetle parladı. Bir kez bile olsun durup düşünmeden, "Hayır!" dedi ve bende dahil kimse onun firavuna hayır dediğine inanamadı.
"Ah, anlamadın sanırım. Benim hatam. Bu, bir rica değildi Baris. Getir onu." Şimdi Firavun Geb'in gözleri vahşi, asi ve düpedüz tehditkârdı. Belli ki nasıl bir güce sahip olduğunu biliyor, kullanmak da hoşuna gidiyordu. Baris sessiz, öfkeli gözlerini ona dikince Firavun Geb bunu bir onay olarak yorumladı. Dudakları hafif, hâlinden memnun bir gülümsemeyle hareket etti. Sonra ellerinden birini havada salladı ve arkasında bekleyen maiyetine doğru umursamaz bir sesle "Gidelim buradan." diye seslendi. O dönerken omuzlarındaki ipek pelerin havada gemilerin flamaları gibi dalgalanarak firavunu takip etmişti. Muhafızlar ve askerler, taş gibi katı olan yüzlerinde en ufak bir ifade olmadan liderlerini gösterişli bir savaş arabasına doğru izlerken, etrafımızdaki insanlar da teker teker ayağa kalkmaya başladılar. Kimse ne dediğimi anlamazsın diye kendi dilimde konuşarak, "Oof, bir an bizi çiğ çiğ yiyecek sandım." derken, elimi yüzüme götürüp gözlerimi ovdum. Bu konuda hiç de iyimser olamayacaktım. Aynı zamanda da etrafımızdaki birkaç insanın Baris hakkında konuştuklarını duyabiliyordum, o kadar şapşal ve vurdumduymazlardı ki onları duyma ihtimalimize rağmen yüksek sesle konuşuyorlardı.
"Bu o mu? Evlatlık oğlu?"
"Duymadın mı? O, aslında onun öz oğluymuş."
"Hayır. Geçen günlerde biri bana onun bir suikastçi olduğunu söylemişti. Firavunumuzun yalnızca bir oğlu var."
"Ah, gerçekten mi?" Bunu söyleyen benden küçük görünen bir kadındı, düşünürken parmaklarını çenesine bastırmak gibi bir huyu vardı. "Kim söyledi bunu? Lostris mi? O halde mümkün değil doğru değildir."
"Hey!" dedi adamlardan biri. "Bana yalancı mı diyorsun sen!"
"Madem söyledin... Evet, yalancısın sen."
"Hah? Sen hayatın boyunca saraya adım bile atmamışsındır. Oysa ben yıllar boyunca orada seyislik yaptım. Size 'O bir süikastçı' diyorsam öyledir."
Çıplak ayaklı, pis elbiseli küçük bir kız çocuğu annesinin eteğinin arkasına gizlenirken, kara gözlerini Baris'in yüzüne odaklamıştı. "Çok korkunç, anne!"
Baris'in dolanıp duran tüm bu söylentiler yüzünden rahatsız olduğunu biliyordum çünkü, kahretsin, nasıl olmasındı, ben bile olmuştum. Ne de olsa hayatımın hiçbir döneminde başka insanların hayatlarına burnumu sokmamıştım. Hem kabalıktı hem de beni ne ilgilendirdi, değil mi? Ama belli ki Antik devirdeki insanlar görgü kurallarından bir haber yaşıyordu. Fısıltılar kulaktan kulağa dolaşıyor, insanlar günlük işleriyle ilgilenmek yerine kuşku ve merakla dolu gözlerini teker teker bize çeviriyordu. Biraz ilerimizde yeşil soğan, marul, kereviz ve kavun satan yaşlı bir adam vardı; Bize bakmaktan en fazla sekiz yaşlarında görünen bir çocuğun kavunlarından birini çaldığını, kıyafetinin altına sakladığını fark etmemişti. Çocuğa bakarken tek hissettiğim derin bir acımaydı çünkü öyle zayıftı ki, bir iskeleti andırıyor, porsuk gibi saçlarıyla ve üzerine geçirdiği yamalarla dolu bez parçasıyla bir sokak çocuğu olduğunu hemen belli ediyordu. Daha sonra çocuk, bir kadın satıcının önündeki tezgâhtan kuru üzüm tanelerini avuçladı. Sonra da başka birinden bir kumaş parçası çaldı. Bir an yakalanacak diye çok korktum - Çünkü kayıtlara geçsin, buradaki sicil kaydında hırsızlık yapmak el kesmek demek oluyordu! Ne cesaret! - fakat çocuk şanslıydı da kimse ne yaptığını fark etmeden önce insanların bacaklarının arasında gözden kayboldu. Bense orada öylece dikiliyor ve tam bir maron gibi diyecek kelime bulamıyordum. Firavun gibi tarihi bir figürle tanışmış olmak tüm dengemi alt üst etmişti. Üstelik neden beni elçi görüşmesinde istediğini de anlayamıyordum, içimden bir ses de anlamak istemeyeceğimi söylüyordu.
"Üvey babam biraz..." Baris'in hoşnutsuz, gergin, öfkeli sesiydi beni oraya geri getiren. Ona bakıp düşüncelerimden sıyrılırken, lafını keserek, "Ne? Diktatör müdür?" diye tamamladım. "Evet. Fark ettim." diye homurdandım. Tanrı aşkına, üvey babası, bana Hitler'i anımsatıyordu; masum Yahudi insanlarla o kadar bir derdi olmayan, daha uzun versiyonu gibiydi. Etraftan birkaç fısıltı daha yükseldi. İnsanların merakı gittikçe artıyordu. Silkelenip kendime geldikten sonra, ne yapacağız, der gibi ona baktığımda, hakkında dolanan söylentileri duymamak için başını iki yana sallayarak, ne hissettiğini anlamama imkân vermeyen, buz gibi bir sesle "Boş ver. Zaten önünde sonunda onunla tanışman gerekecekti." dedi. Bunu benden çok kendine der gibiydi.
"Peki şimdi ne olacak?"
"Bir şey olmayacak." dedi basit bir biçimde. "Gidelim buradan."
"Nereye? O devasa saraya mı?"
"Evet. Büyükelçi ya da her kimse artık, oraya gelecektir."
Bunu öyle sakin bir sesle söylemişti ki... Demek gerçekten de bir kraliyet görüşmesine katılacaktık! Bu düşünceyle kendimi çok huzursuz hissederek kolumu ovuşturdum. Baris'in olduğu pozisyonu düşünürsek, Firavun Geb'in onu buna davet etmesi hiç de şaşırtıcı değildi ama benim bununla ne tür bir alâkam olduğunu anlayamamıştım. Bir anlık bir tereddütten sonra itiraz etmek için ağzımı açmadan önce homurdandım. "Gerçekten buna katılmak zorunda mıyım? Biliyorum, o koskoca firavun ama siyasetten pek haz etmem ben."
"Öyle mi? Neden?"
O anda densizin biri bir laf daha etti. Solumda kalan, kırklı yaşlarda, saçları kazıtılmış, üzerinde sadece altını örten keten bir kumaş ile tahta sandaletler olan yarı çıplak bir herifti bu. Ne dediğini net bir şekilde duyamasam da Baris'in omuzlarındaki adalelerin hareket edişini ve çenesindeki kemiklerin kasılışını görebilmiştim. Dişlerini sertçe birbirine bastırdı. Herifi iyice bir pataklamak istiyor gibi bir hâli vardı. Yine de duyduğu şeyi duymazdan gelmeyi tercih ederek gözlerini gözlerimden ayırmadı. Bir cevap bekliyordu hâlâ. Bir cevap düşündüm o yüzden.
"Şey... Siyasetin yüzde doksanı yalandır. Geri kalanı da taht oyunlarının daha diplomatik ve yasal bir versiyonu. Açıkçası, başımda bu kadar bela varken ve kız kardeşim kayıpken, buna şahit olarak vakit kaybetmek bana yapmamam gereken bir şeymiş gibi hissettiriyor."
Şimdi bir şeyi gözden kaçırıyormuşum gibi bakıyordu bana. Bir an, ama sadece bir an, acır gibi bir gülümsemeyle seğirdi dudakları. "Bu siyaset değil, Eva." dedi biraz alay eden kadifemsi bir sesle, yavaşça. "Göreceksin."
Ama o an için bunun ne demek olduğunu anlamama imkân yoktu.
Kerpiçten yapılmış küçük evlerin oluşturduğu sokaklardan geçerken ve uzaktan bir kale gibi yükselen sarayın yönünü gösterirken, sessizce Baris'i takip ettim; Fakat buradaki insanlar gerçekten kabaydı. Biz onlardan uzaklaşırken bile hâlâ hakkımızda konuştuklarını duyabiliyor, gözlerini dikip bize baktıklarını hissedebiliyordum.