Diyarbakır'da gün, büyük Ağaoğlu konağının geniş avlusuna savrulurcasına itelenen iki masum canın feryatlarıyla başlıyordu.
Gözünde akıtacak yaşı kalmamıştı ama yine de kendisini hırpalamaktaydı Gümüş. Ağaoğlu aşiretinin büyük ağası olan Meyyit ağanın tek kızıydı. Güzel, nazik, bir dediği iki edilmeyen biriydi. Lakin bazen, bir kadına bunların hiçbiri yetmeyebiliyordu.
Sevilmek istiyordu her kadın, tıpkı her erkek gibi. Bedenine sahip çıkanı değil de, gönlüne bir eş istiyordu. Gümüş de bulmuştu kendisine bir eş, lakin kavuşmak sandığından çok daha zordu.
Sevdiği adam, Hasan, Mirzan aşiretinin oğluydu.
İki aile düşman değildi ama, Ağaoğlu aşiretinin büyük oğlu razı gelmemişti. O yüzden olacak iş bozulmuş, herkes yine kendi kabuğuna çekilmişti.
Derken evin sessiz kızı Gümüş, abisini saymayarak ilk kez bir işe kalkıştı ki, tüm Diyarbakır'ı peşine takmıştı. Yalnız Ağaoğlu değil, Mirzanlar da peşlerindeydi. Zira oğulları Hasan Diyarbakır'ın kendilerinden çok daha büyük ve sözü geçen bir aşireti olan Ağaoğlu'nun kızını kaçırmış, kızın deli abisi de haklı olarak peşlerine düşmüştü.
Korkulan oydu işte.
Ne aşiretin başı Meyyit ağa, ne de bir başkası...
Herkesin ne yapacağını düşündüğü, belindeki silahı çıkardığı an ilk kimin başını uçuracağının derdine düştüğü tek kişi, Ağaoğlu'nun büyük oğlu, veliaht ağası Azad!
Şimdi gözler onun üzerindeydi. Kulaklar Azad ağanın dudaklarından dökülecek tek bir emir için açılmıştı. O ise kız kardeşiyle birlikte konağın avlusuna ite kaka getirdiği Hasan'ın üzerine yürümekteydi.
Genç adamın kandan tanınmayan yüzüne bakmak çok zordu. Yardım etmek ise yürek isterdi. Çünkü tam da tepesinde bulunan Azad çıkardığı silahını kız kardeşinin feryat dolu bağırışları eşliğinde Hasan'ın alnına dayamıştı.
"Abi!" diye bağırıyordu Gümüş, kendisini tutmaya çalışan yengesinin kollarında. Diğer abisi Milhan ise kız kardeşini uzaklaştırması için karısına başıyla işaret ederek avluya adımladı.
"Abi dur." diye seslendi Azad'ın öfkeden delirmişçesine bakan gözleri kendisininkileri bulurken.
"Ne durması?" diye bağırarak gelen annesi ise en az abisi kadar sağlıklı düşünemiyordu.
"Ne durması Milhan, ne durması? Bu ırz düşmanı Mirzan p*içinin alnında bir delik açmayacak da ne yapacak?" diye bağırıyordu Zana hanım. Evin de, aşiretin de hanım ağalığını pek güzel üstlenen bir kadındı.
Öyle ki oğulları yanına kimsecikleri yakıştıramaz, kızı için öte diyarlardan gelen ağaları bile istemezdi. Ee, ne de olsa kendi kızının da masallarda anlatılan Avşar kızından kalır yanı yoktu.
Güzellikse güzellik, zarafetse zarafet...
Bir tek eksiği vardı Gümüş'ün.
Azcık aklı noksandı.
Yoksa ne diye böylesine işe yaramaz bir adam için kendini ateşlere atsındı?
"Kendine gel anne." diye sıktığı dişleri arasından söylenerek avludaki kalabalığın arasından geçip annesinin yanına vardı Milhan.
"Kan davası mı çıksın istersin?" diye fısıltıyla söylenmişti ama Zana hanım hâlâ sesinin çıktığınca bağırıyordu.
"Çıksın. Varsa onlarda o yürek, çıksın da görelim hele kim kimin kanını döküyormuş."
Bu sözler oğlunun kudretini herkese duyurmak adınaydı ya, Azad'ın pek umurunda olduğu söylenemezdi. O öyle gösterişi seven, kim olduğu bilinsin diye takla atacak bir adam değildi.
Çok gerekirse, pekala herkese kim olduğunu bildirir, bunu yaparken kan akıtmaktan da geri durmazdı.
"Ne bu gürültü?" diye bağırarak bir gelen daha vardı, o da nihayet evin asıl reisi Meyyit ağa idi. Her şeyi en sona duyar, aslında Azad var diye pek de ilgilenmezdi.
Lakin şimdi görüyordu ki, Azad'ın o hiç kaybolmayan öfkesi yine kabına sığmamış, taşıp her bir yanı alev alev etmişti. Önüne durmazsa, ne Hasan kalırdı, ne Mirzan'lar, ne de bir veliaht...
"Gel de gör Meyyit efendi." diye bağırıyordu Zana hanım da.
"Kızının kaçıp, uğruna adını sanını, namusunu beş paralık ettiği herifi gör." diyordu ya, sanki o kızı kendisi doğurmamıştı. Öyle bir öfke vardı yüreğinde.
Esasen yüreği kapkaraydı Zana hanımın.
Kibri öyle büyüktü ki, gözünü kör etmesi yetmiyor, kalbini de karartıyordu.
Bu konağa çok gençken gelmişti Zana hanım.
Meyyit ağanın asker dönüşü bir tomar başlık parasına aldığı karısıydı.
Eski örf ve ananelere uygun bir şekilde büyümüş, herkesi, bilhassa büyük oğlunu Azad'ı da aynı şekilde büyütmüştü.
O yüzden bilirdi; töreye, verilen kararlara karşı gelen hak ettiği cezayı alırdı.
"Azad." dedi Meyyit ağa. Küçük oğlunun aklı selim tavırlarını kimden aldığı belli oluyordu.
"İndir oğlum o silahı." dediği an büyük oğlu da lafını ikiletmemiş, sinirden titreyen eline rağmen silahını usulca indirmişti.
Derken tam o sırada geri kaldırıp yerde kanlar içinde yatan Hasan'ın bacağına doğru bir el ateş etti. Bir şey demese de gözleriyle söylenen babasına bakıp annesinin gururlu bakışları altında:
"Kaçmasın diye." diyerek bahanesini belirtti.
Meyyit ağa oğlunun bu hareketine bir şey demeyip burnundan soluyarak ardına döndü. Kahyaya:
"Mirzan konağına haber edin. Gelip itlerini kapıdan alsınlar." diye seslenmişti ama, Mirzan konağına çoktan haber gitmiş, aileyi bir telaştır almıştı.
Meyyit ağa son sözünü etmemişti elbet.
Üst kata çıkarılan kendi kızının feryatları konakta yankılanıp, Mirzan oğlunun iniltisi kulaklara dolarken devam etti.
"Varın, Diyarbakır'ın aşiret büyüklerine haber edin." Dedi elini ardına koyup oğlunu yanına alarak.
"Dilbaz kız Gümüş bulunmuş, Mirzan oğluyla getirilmiştir. Ferman törenindir!"
...
Koca Ağaoğlu aşiretinin konağı kapılarını töre gereği verilecek karar için açarken, Diyarbakır'ın her bir yanından gelen ağalar söz sahibi olmak için büyük salonda hazırlanmış yerlerine geçiyor, Mirzanların ağası dört gözle bekleniyordu.
Azad ise çıktığı teras katta duramıyor, bir o yana, bir bu yana volta atıyordu.
Babası ile Milhan olmasaydı o şerefsizin kafasını çoktan gövdesinden ayırmıştı.
Nasıl olur da çekinmeden, bir an bile korkmadan kız kardeşini kaçırmayı düşünürdü?
Nasıl cesaret ederdi?
Babasından, kendi ailesinin başına geleceklerden korkmuyor, kendisinden de mi korkmuyordu?
Kemiklerini bir bir kıracağını, etinden et koparacağını, bağırsakları çıkana dek üzerinden geçeceğini düşünmemiş miydi hiç?
Hem nasıl olabiliyor da Mirzanlar'dan bu kadar cesur biri çıkabiliyordu?
Mirzan ailesi daima sessiz, sakin, uysal tiplerdi.
Bunca zaman hiç kimseye karışmamış, kimsenin karşısına geçme cüretinde bulunmamışlardı.
Şimdi bu Hasan denilen herif kendi kardeşini mi bulmuştu kaçıracak?
"Çok ağlıyor." diye seslendi arkasında beliren amca kızı Avjin. Dönüp kendisine bakan Azad'la bakışlarını kaçırmıştı. Ürkek bir edayla elleriyle oynayarak konuşmaya devam etti.
"Ağzına da bir lokma bir şey almadı sabahtan beri... Su iç diyorum, ona da yok diyor..." diye boş beleş verdiği bilgilerle ilgilenmiyordu Azad. Gözü konağın kapısındaydı.
Zaten Avjin'de o bir şey demez diye konuşup duruyor, işin aslı bir şey desin istiyordu.
Yirmisinde, güzeller güzeli bir kızdı.
Yüreğini birçokları gibi amca oğluna kaptıranlardandı.
Üstelik bunda Zana hanımın da epey payı vardı. Ne de olsa kızı emir eri gibi Azad'ın peşinden koşturan da, Buke'm (gelinim) diye seven de oydu.
Kendi baba evi gibi girer çıkardı konağa Avjin. Bazı geceler kalır, herkes yatarken o sanki üstüne vazifeymiş gibi Azad'ın dönüşünü beklerdi.
Genç kızın bu yoğun ilgisinden haberdar olan Azad ise ne kızar, ne de ümit verirdi.
Çoğu zaman o yokmuş gibi davranıyordu Azad.
Yüreğinde bir sevdası olmasa da hatırında bir güzel vardı. O ürkek bakışları yıllar yılı görmüyordu ama, unutamıyordu. Bekarlığının ise onunla bir ilgisi var mıydı bilinmez.
Otuz ikisine yuvarlanan yaşıyla epey öfkeli, epey gözü karaydı. Evin bir oğlu gibi büyütülmüş, önünde çok güzelin lafı edilmişti. Annesi gibi kendisi de zor beğenenlerdendi. Milhan gibi madem annem istiyor dememiş, kendi bildiğinden şaşmayarak müzmin bekarlığına devam etmişti.
"Nihayet." dedi birden elinin altındaki demir korkuluğa öfkeyle vurarak. Avjin'in yanından yel gibi geçip giderek gelen Mirzan ailesinin ağalarını karşılamak üzere aşağı yollandı.
Karşılarına geçtiğinde ise Milhan'ın yetişmesiyle belindeki silah alınmış, kendisi de güç bela babasının yanına oturtulmuştu.
İki tarafta oldukça gergindi ve kız tarafının istediği tek şey adlarına leke süren adamın cezalandırılmasıydı.
Sürüklene sürüklene getirildi Hasan. Bacağındaki yara öylesine sarılmış, Milhan sayesinde birkaç saat evvel doktor getirilmişti. Tabii Azad bunu duyduğu an dikişi atan doktor yarayı sarması beklenmeden konaktan kovulurcasına gönderilmiş, böylece yeni bir olay çıkmamıştı.
Birazdan Gümüş de ağlamaktan kızarıp şişmiş gözleriyle huzurda yer aldığında duran gözyaşları sevdiğinin yarasını görmesiyle usul usul canlandı.
Oturduğu yerde dişleriyle birlikte yumruklarını da sıkıyordu Azad.
Hâlâ onun için ağlaması yok muydu, deli olacaktı.
"Meyyit kızı Gümüş Ağaoğlu, de hele..." diye seslendi sözü geçen yaşlı ağalardan biri.
"Ettiğinden gocunur musun?"
Bir iç çekişle başını kaldırdı Gümüş. Sıra sıra dizilmiş ağalar, beyler, kendi babası ile abileri...
Hepsi ağzından çıkacak o tek bir lafı bekliyordu.
Söyleyeceği tek bir şey, yapacağı tek bir hareketle Hasan'ın canı oracıkta alınırdı.
Lakin yumruklarını sıkıp kendi silahı alınmış olsa da bir başkasına uzanmak için hazır ol da bekleyen abisinin beklediğini yapmadı. Ona karşı hissettiği derin korkuya ve kendisi için verilecek ölüm kararına rağmen sevdiğinin beklenti dolu bakışlarına karşılık verip başını iki yana doğru salladı.
"Pişman mısın?" diye seslendi aynı ağa. Milhan ile Meyyit ağanın başları yere düşerken Azad'ın elleri titremeye başlamıştı.
Heyecandan değildi. Korkuyla uzaktan yakından bir alakası yoktu.
"Değilim." diye burukça gülümseyen kız kardeşiyle ayaklanıp:
"Senin dilini koparırım." diyerek yerinden fırladı. Genç kıza tam yetişmek üzereydi ki kardeşi Milhan her zamanki gibi önüne atılmış, abisine karşı kız kardeşine siper olmuştu.
Onunla birlikte Hasan'ın amca oğulları da ayaklanmıştı ama babası Behram ağanın işaretiyle oturmak zorunda kalmışlardı. Karşı gelecek, Azad'ın önüne duracak olurlarsa işler iyice içinden çıkılmaz olacaktı.
"O dilini kökünden koparırım bir daha konuşamazsın Gümüş." diye bağırıyordu Azad. Neyse ki bir atakta bulunan Mirzan oğullarını görmemişti.
Gümüş ise üzerine koşturan abisi görmezden, duymazdan geliyordu.
Varsa yoksa sevdiğiydi şimdi...
Ona öyle derin bir hasretle, öyle sonsuz bir güvenle bakıyordu ki, ikisinin de düşüncesi doğru kalplerde yer bulmanın mutluluğuydu.
Göz kırptı Hasan, sevdiği kadın gibi bir damla yaş aktı sakallarına doğru. Varını yoğunu ona vermeye hazırdı.
Üstüne bir de canını...
Zor bulunur derlerdi ya böyle sevene, öyleydi gerçekten. Gümüş ise koca bir hazineye sahipti.
Ölüm gelse onu bırakmayacak bir kalp...
Bir insan daha ne isterdi?
Elini açıp uzattı Hasan. Aynı şekilde tebessümle karşılık veren Gümüş'le bir yaygara daha kopmuş oldu.
"Dokunma lan!" diye bağırarak kendisini tutan kardeşini bir kenara savurduğu gibi aralarına girip Hasan'dan yana gelişi güzel bir tekme attı Azad. Çenesine doğru yediği kunduranın acısıyla olduğu yere devrilen Hasan'la bağırarak ayaklandı Gümüş de.
"Yapma artık yapma!" diye bağırıyordu. Ne babasını gözü görüyordu şimdi, ne etraflarında oturan tonla kudretli ağayı, ne de tek bir lafıyla akan suları durduran abisini.
"Yapma görmüyor musun seviyoruz birbirimizi, yapma! Ateşlere de atsan onu, benim üstüme kırk kat çadır da kursan vazgeçmem." derken tüyleri diken dikendi ama susmuyordu.
Bu kez susmayacaktı.
Ortada hiçbir sebep yokken dünür olmalarına esip gürlemişken susmuştu, bu kez susmayacaktı.
Saçından tutup sürükleye sürükleye getirirken de susmuştu.
Sırf o istemedi diye sevdasından vazgeçmeyecekti.
Artık yeterdi.
Yeter!
"Yeter!" diye Gümüş gibi düşünerek ayaklandı Meyyit ağa. Ne kızının bunca ağa karşısında böylesine konuşmalar yapmasına gönlü vardı, ne de olmayacak bir adam yüzünden kanının akıtılmasına...
"Tez karar verile ağalar." diye söylendi gözlerini kızından yana çevirerek.
"Kansa kan, cansa can!" derken kızı da oğlu kadar korkusuz bakıyordu. Başını sallarken gözünden bir damla yaş daha aktı. Elinin tersiyle sildiği gibi ardına dönüp yere kapaklanmış sevdiğine uzanarak kaldırdı.
İkisi şimdi yan yana oturuyor, her şeye, herkese rağmen el ele haklarında çıkacak kararı bekliyorlardı.
Kansa kan, cansa can!
"Herkes bilir..." diye söze girdi yaşına hürmeten başka kimsenin lafına karışmadığı Recep ağa.
"...töreler gereği, asi kanın başı ezilir. Aşiret adına halel getirenin cezası, kendi kanı elinden olacak ölümdür." dediği vakit Azad kendisini oturmaya zorlayan Milhan ve diğerlerini iteleyerek ortadaki sinilerden birine vurup devirmişti.
Kaçak çift ise gözünü bile kırpmıyordu.
Zaten ucunda ölüm olduğunu bile bile bu yola baş koymamışlar mıydı?
"Lakin, bilinir ki, bir yol daha vardır." diyen ağa ile fısıldaşmalar başlamıştı.
"Başka bir yol yoktur." diye keskin bakışlarını kız kardeşi üzerinden çekmeyen Azad'ın sesi duyulmuş, Recep ağa devam etmesi için başıyla işaret eden Meyyit ağa ile sözlerini sürdürmüştü.
"Töreler gereği, sevdası uğruna kaçan canlar affedilir, aileler berdel ile hısım olur."
Söylenen sözler, bilakis berdel kelimesi ile ilk o an göz göze gelmişlerdi iki ailenin büyükleri. Gümüş ile Hasan'ı da bir heyecan kaplamıştı.
Ölmelerine gerek yoktu. Hâlâ kavuşmak için bir fırsatları vardı.
Kara bir fistan...
Berdel!
"Şimdi söz, sizindir ağalar." diye eliyle iki ağayı gösterdi Recep ağa. Behram ağa ile Meyyit ağa bakışmayı sürdürüyordu.
İkisi de en az ortada hareketsizce oturan çocukları kadar heyecan doluydu.
Geldiğinden beri sesi soluğu çıkmayan Behram ağanın yüzüne renk gelmişti.
Ne deyip ne yapacaktı ki?
Oğlu Diyarbakır'ın en büyük aşiretinin kızını kaçırmış, üstüne bir de deli veliahdına yakalanmıştı.
Haber geldiği ilk anda öldü saymıştı Hasan'ı ama, karar için bekletiliyor oluşu şaşırtmıştı.
Zira Ağaoğlu soyu hiç kimseye ikinci bir şansı verme lüksünde bulunmazdı.
"Kan davası çıkmasın diye en münasibidir." Dedi ağalardan biri. İki ağanın bakışmasının uzadığının herkes farkındaydı.
Behram ağa elini kaldırıp:
"Buyurasın." Diyerek sessizliğini sürdürdü.
Eğer ki Meyyit ağa istemezse kendisinin kabul etmesi bir anlam ifade etmeyecekti. O yüzden sessiz ve bir o kadar da heyecanla bekliyordu.
"Kabul!" diye seslendi Meyyit ağa. Behram ağa nefesini tutup heyecanla titreyen bedenini dizginlemeye çalışırken Gümüş ile Hasan sevinçle gözyaşı döküyor, Azad şaşkın şaşkın babasına bakıyordu.
Ne demekti bu?
Kabul etmek ne demekti?
Sırf onlar kavuşsun diye kendisi berdelle bir Mirzan kızını koynuna mı alacaktı?
Onları hısım sayacak, soy mu sürdürecekti?
"Eyvallah." diyerek elini göğsüne vurup babası gibi:
"Kabul!" diyen Behram ağaya döndü. Ona ne oluyordu?
"Değil!" diyerek yerinden fırladı bir kez daha.
"Berdel merdel yok." diye gürleyişi salonu dolduruyordu.
"Bu soysuzun bacısını falan almam ben." diyerek Hasan'a atılmıştı ki Gümüş ayaklanıp önüne durdu.
"Gerekirse seni ellerimle boğarım." diye fısıldadı kız kardeşine karşı.
"Şimdi yap!" diye aynı şekilde söylendi Gümüş. Yapamayacağını biliyordu. Ne kadar deli dolu olsa da ona kıyamayacağını, içinde ufak da olsa bir sevgi kırıntısı bulundurduğunu biliyordu.
Gözlerine bakmayı sürdürdü Azad.
Her istediğini yapar, bir dediğini iki etmezdi ama bu...
Kız kardeşi bu kadar kör aşık mıydı?
Gerçekten?
Öyleydi. Bu lanet herifi gerçekten seviyordu.
Ne yapabilirdi ki?
Daha fazla söyleyecek sözü kalmamıştı.
Mirzan oğlunu hemen şimdi, burada yerin dibine geçirebilirdi ama...
Kız kardeşi...
Gümüş öyle bir bakıyordu ki, onun gözlerinde yalvaran küçük kız kardeşini görmemesi için kör olması gerekirdi.
"Kabul!" dedi dişlerini sıkarak.
Gümüş'ün bakışları yumuşayıp dudakları titrerken kız kardeşine hafifçe bir omuz atarak çıkıp gitti.
Böyle olmaması gerekiyordu.
...
Aldığı haberin ağırlığıyla olduğu yere çöktü Revin.
Şimdi, abisi mutlu olsun, canına bir zeval gelmesin diye, kendisi mi yanacaktı?
Ya o?
Onun yüreği?
Sevdası..?
Kendi hayallerine ne olacaktı?
Hasan'ı o kurtarırdı, peki kendi derdine kim derman bulacaktı?
Onu Azad Ağaoğlu'nun pençesinden kim alacaktı?
Ellerini göğsüne koyup titrek bir içe çekişle başını göğe kaldırdı.
Bu derdin bir dermanı, sıkıntısının bir çaresi var mıydı?
Kader ona da ikinci şansı verir miydi?
"Haydi kızım." diye koluna giren annesine baktı buğulu gözleriyle.
"Allah büyük." diyerek kendisi gibi ağlayan annesinin desteğiyle yerden kalkıp tökezleyen adımlarla odasının yolunu tuttuğunda kapıdan girdiği an ardından:
"Hanım ağam." diye seslenilmesiyle döndü.
"Telefon sana." diyen kıza, bir de kablosuz telefona baktı.
"Sırası mı şimdi?" diye bağırdı annesi Rojda hanım.
Revin kimin aradığını bildiğinden telefona bakakalırken annesi söylenmeye devam ediyor, telefonu getiren kızı bir güzel azarlıyordu.
Hırsını kızdan alan annesini unutup telefonu aldığı gibi odasına kapandı Revin. Elleri henüz akmaya başlamış gözlerini bulup alelacele silerken yatağının bir ucuna çöküvermişti.
"Alo." Diye sesleniyordu karşı taraf. Revin derin derin soludu.
İyiydi, galiba artık konuşabilirdi.
"Alo." Dedi sakince.
"Revin, nasılsın?" Diye neşeyle seslenen genç kadının sesini duymasıyla da birden bire tuttuğu her şeyi bırakıverdi.
Kulağındaki telefonla hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi.
"Revin." Diye telaşla seslenip ne olduğunu soran, neden ağladığını anlamaya çalışan amca kızını duymuyordu Revin.
İçini çeke çeke, sesi kısılıncaya, dermanı tükeninceye dek ağladı.
Sonrasında yarı açık gözleri ve fısıltıdan farksız çıkan sesiyle konuşmaya, olayın vehametini anlatmaya başlamıştı.
"Korkma." Diye seslendi amca kızı.
"Nasıl korkmayayım Niran." Diye sorarken aynı soruyu Niran da soruyordu.
Nasıl korkmasındı?
Söylediğine göre Hasan'ın kaçırdığı kız memleketin en büyük aşiretinin göz bebeğiydi.
Verilen berdel kararı ya gerçekleşecek, ya da Hasan diri diri mezara girecekti.
"Yok dersem abim ölecek." Deyip bir an sustu Revin.
"Sanki deme şansım varmış gibi." Diye kendi kendine söylendi.
Sahi ya, reddetme gibi bir lüksü yoktu değil mi?
Aşiretler, büyük ağalar kararı vermiş, herkes kabul etmişti.
Mirzan ile Ağaoğlu aşiretleri berdelle hısım olacak, alınlara sürülen leke bu şekilde kapatılacaktı.
"Korkma." diye tekrardan söylendi Niran.
"Bir çaresini bulacağız." Derken söylediklerine kendisi de inanmıyordu ya, biricik amca kızının gönlüne su serpmekti amacı.
"Nasıl?" Diye burnunu çekerek sordu Revin.
Niran tâ Almanya'dan nasıl olacak da çaresini bulacaktı?
"Sabah görüşelim." Diyen amca kızıyla:
"İyi de sen Almanya'da değil..." Diyecekken:
"Geliyorum." Dediğini duydu.
"Seni yalnız bırakmayacağım."
...
Berdel haberi her bir yana duyurulmuş, Diyarbakır'da iki aşiretin akrabalık kararını duymayan kalmamıştı. Şimdi sırada, düğün şartlarının konuşulması vardı ki, Azad bu işi kabul etmesine rağmen ölse bile gelin gelecek kıza resmi nikah kıymazdı.
Çeyizse çeyiz, para, pul, hediye... Bunlar lafı edilecek şeyler değildi. Amma velakin bu çatı altına gelecek o kız kendisini bir an bile buraya ait hissetmeyecek, abisinin hatasını evvela o belleyecekti. Kolay değildi Ağaoğlu'nun veliahdının koynuna girmek.
Bunu düşünen bizzat o veliahdın annesi Zana hanımdı.
Ne kızlar, ne hanımlar koşuyordu oğlunun peşinde ama şimdi gelin diye ala ala Mirzan'ların beslemesini alacaklardı. Kendileri neydi ki kızları ne olsundu? Oğlunun yanına yakışmak şöyle dursun, ne boyu boyunaydı, ne soyu soyuna...
"Akşama hazır olun." diye ses etti Meyyit ağa. Kahvaltı masasının ucunda oturmuş her zamanki ciddiyetiyle bakıyor, Zana hanımın deyimiyle dünya başlarına yıkılmışken bile sakinliğini koruyordu. Artık yapacak bir şey yoktu. Kızını bir hiç uğruna kaybetmektense, dilleri susturacak bir düğün yapardı daha iyiydi. Hem zaten Azad'ın gönlü yoktu, olmazdı. Gelin gelen kızın yüzüne bile bakacağını sanmıyordu.
Sadece yüzüne bakmakla da kalmayacaktı Azad. Ona elini bile sürmeyecekti. Çok değil, bir iki ay içinde kısır diye adı çıkar, o da gerektiği an başka birini getirirdi. Böylece Mirzan kızının gelinliği de tarihe karışmış olur, ayak altında dolaşmazdı.
"Düğün hazırlıklarını konuşmak için el öpmeye gelinecek." diyen kocasıyla köpürdü Zana hanım.
"Cehennemden öteki tarafa gitsinler." diye söylendi sıcakta kahvaltı yapmanın zorluğuyla yakasını silkerken.
O sırada üst kattan elindeki tepsiyle inen kıza bakıp seslendi.
"Yedi değil mi?" diye bağırdığı kız:
"He hanım ağam, yedi Allah'a şükür." cevabıyla yine söylenmişti.
"Zıkkım yesin." diye kızıyordu ama yine de bir tek kızına kıyamıyordu.
"Bizi düşürdüğü durumlara bak." derken sesini biraz daha yükseltip kocasının duymasını sağladı. Ama nerde Meyyit ağa da o duyarlılık.
"Olan oldu artık."
"He oldu, çok da güzel oldu." diyerek bir konağı, bir masanın diğer ucunda oturan büyük oğlunu gösteriyordu.
"Hey gidi Ağaoğlu konağı hey, berdeli de mi görecektin? Ağa olacak adamın düştüğü hallere bak!" derken kendi kendini sinirlendirmesi yetmiyor, Azad'ın da iyiden iyiye diş bilemesine sebep oluyordu.
Öyle olacaktı tabii, başka ne olacaktı ya? Bir de o iti damat, bacısını gelin mi belleyeceklerdi?
Onlar yüzünden şimdi tüm memleket kendilerini konuşmaktaydı.
Oysa Zana hanım oğluna hep daha iyilerini, daha güzellerini layık görmüştü.
Masallarda anlatılan komşu Urfa diyarının o güzelleri gibi bir gelin gelecekti bu konağa.
Ruha melikesine hısım olacak kudretteyken şu yaşadıkları rezilliğe inanamıyordu.
Bir daha kim sayar, kim güçlerini, kudretlerini ciddiye alırdı?
Gümüş kaçtığı yerden bir yaygarayla getirilmese, ya da onca ağa arasında bir it uğruna abisine diklenmese iyiydi. Hiç yoktan kaçırıldı der, Mirzan oğlunun cezasını çekmesini isterlerdi.
Amma dünya alem görmüştü Gümüş'ün bağıra çağıra getirildiğini. O yüzden bir çaresi bulunmalı, gelecek kız oğlunun gerisinde kalmalıydı. Gerçi öyle olacağına bir şüphesi yoktu.
Hatırladığı kadarıyla çelimsiz, suratsız, ufak tefek, kara kura bir kızdı.
Halbuki Azad öyle miydi?
Hem boylu, hem soylu, aslan gibi kükreyen bir civan mertti. Onun yanına da kendi gibisi yakışırdı ya...
Neyse. Az sabır göstermek lazımdı. Nasılsa bir yolunu bulur, o kızı bu evden def ederdi.
"Çok gevezelik etmeyin Zana." diyerek bardağın dibindeki çayını yudumladığı gibi ayaklanan kocasıyla kendine geldi Zana hanım.
"Akşama hazır olun." diye sözlerini tekrarlayarak peşine takılan adamlarıyla konaktan çıkıverdi. Meyyit ağanın ortadan kaybolmasıyla hemen oğluna dönen Zana hanım:
"Oğlum." diye peşi sıra ayaklanmıştı. gömleğinin üzerine geçirdiği yeleğin düğmelerini yapmakla meşgul olan Azad sinirinden bir şey düşünmek ya da konuşmak istemiyordu.
Özellikle bu konuyla ve... Neydi adı?
Ha, Revan!
O kızla alakalı hiçbir şey duymak, görmek, düşünmek istemiyordu. Mümkün mertebe konağa bile gelmek, kendi ailesinin bile lafını sözünü işitmek istemiyordu. Kafasını ne kadar çabuk toparlarsa bu işten kurtulması da o kadar çabuk olacaktı.
Aksi halde ortasında yattığı geniş yatağını birkaç ay da olsa paylaşmak zorunda kalacak gibi görünüyordu.
...
Herkes akşamın telaşına düşüp memnuniyetsizce koşturmaya başlarken berdel gidecek gelin kız Revan'ın da koşturduğu bir yer vardı.
Annesi ile yengesi ortada yoktu ve geri kalanı temizlikle uğraşırken erkek kısmı işe gitmişti. Odasından çıkıp ağlamaktan kızarmış gözleriyle etrafı kolaçan edip olabildiği kadar hızlı bir şekilde basamakları indi. Gelen seslerle bir an için durup sonra yeniden harekete geçerek çıkış kapısına yakın duvarın dibine sindi. Parmakları tedirginliğini belli eder cinste çantasının kulpuna sarılmış heyecan ve korkunun karışımıyla olduğu yerde bekliyordu.
Boş avluya gelen sesler yakınlaşıp kızlardan biri koşturarak:
"Çamaşırları unuttum." Diye üst kata çıkarken ortalığın yeniden sakinleşmesiyle kapıya yöneldi.
Ayağındaki sandaletlerin çok ses çıkarmaması için parmak uçlarında koştururken açtığı kapıyı telaşla gerisin geri kapattı.
İçeride kimsenin görünmemesine hayli sevinmişti ama kapıdaki adamları unutmuştu. Geri dönüp koşa koşa üst kata çıkarak arka avluya geçti. İkinci kat terasından aşağı bakıp usul usul eteğini toplarken kendisini bir gören olsa düşeceği durumu biliyordu.
Gümüş gibi kaçıyor zannedilecek, berdeli bozduğu öne sürülecekti.
Zaten öyle sanılması Ağaoğlu ailesinin işine gelirdi. Kendi kızlarını kurtarmanın bir çaresini bulurlardı elbet, olan yine kendilerine olur, abisi tek bir kurşunla devrilirdi.
Yapabildiği en dikkatli şekilde duvara ve borulara tutunarak çok yüksek olmayan terastan atladı.
Sonrasında durdurulmamak için öyle bir hızla koşmuştu ki çarşıya geldiği an hâlâ nefes nefeseydi.
Amca kızı Niran ile küçükken gittikleri tatlıcı da sözleşmişlerdi. Gerçi tatlıcının yerinde yeller esiyordu ama, olsundu. Niran bulurdu.
Yıllardır görüşmüyor, buna rağmen birkaç günde bir telefonda konuşmayı asla aksatmıyorlardı. Buradan gönderilişini, bizzat amcası tarafından havaalanına götürülüşünü hiç unutmuyordu.
Kendi içimizde kendimize düşman olmayalım diye denilmişti ama Revan biliyordu, amcası Niran'ın o küçük yaşta evlilik yükünü üstlenmesini istemediği, ondan da öte kızını bu diyarlardan kurtarmak için yapmıştı.
Henüz on altısındayken memleketinden uzaklaşmıştı Niran. Küçük bir çocuk, yeni yetme bir genç kızdı. Hıçkırıklarla ağlayan sesi hiç kimsenin kulaklarından silinmiyordu. Mirzan konağını içten içe bir ateşin yaktığı günlerdi. Annesi Şahbanu hanım daima kızının kibarlığı, dürüst ve ağırbaşlılığıyla övünürdü. Kendi hatası olmayan bir sebep yüzünden, bahaneler eşliğinde Amed diyarına veda ederken gerisinde gözü yaşlı, eli yüreğinde bıraktığı annesi de yıllar yılı bu hasretle kavrulmuş, Narin Niran'ının yokluğu konağın hanım ağası misal hareket eden Şahbanu hanımın belini bükmüştü.
Sonra bir daha dönmedi Niran. Dönme gereği duymadı. Arada bir arayıp sesini duyduğu annesi, bir sıkıntısı olup olmadığını öğrenme bahanesiyle arayan babası ile amca kızı Revan'dan başkasıyla konuşmadı.
Büyüdü, serpildi, güzelleşti. O eskinin ağzında dili olmayan Narin Niran'ı yoktu artık.
Ağlayarak gittiği yerden geri dönen, içindeki ateşi dışa vurmuş halde bir söyleyene beş mislini veren Niran'dı.
Şimdi elindeki telefondan açtığı haritaya güneş gözlüklerinin ardından bakarak yürüyor, saçlarını açık bırakmanın derdine yanıyordu. Memlekete yıllar sonra dönüp havasına bir anda alışmak mümkün değildi.
Gözlüklerini indirip haritanın kendisini getirdiği, çocukluğundaki tatlıcının yerine inşa edilmiş kafeye baktı. Tabelayı süzen bakışları önü çiçekli geniş pencerelere kayarken içerideki genç kadını görmesiyle yüzüne bir tebessüm oturdu. O dışarıdan içeriye koştururken cam kenarında oturan Revan da kendisini görmüş, oturduğu yerden fırladığı gibi kapıya çıkmıştı.
Girişte sarılan kuzenler yıllar sonra görüşmenin mutluluğuyla gülüşerek kucaklaşıyor, durup durup birbirlerine bakıyorlardı.
"Fotoğraflar halt etmiş." diyerek amca kızının aydınlık yüzüne uzandı Revan. Oturdukları sandalye üzerinde kıpırdanıp duruyordu.
"Kanlı canlı daha bir güzelsin." diye yanağını okşadığı Niran gülerek bakıyordu.
"Asıl sen çok güzel olmuşsun. Benden daha kısaydın ama şimdi beni geçmişsin." diye omzunu iteklediğinde kıkırdıyordu Revan.
Onu görmenin kendisine bu kadar iyi geleceğini hiç düşünmemişti.
Hiç değişmemiş gibi görünüyordu Niran. Aynı güler yüze, aynı kibarlığa sahipti. Çocukken çok güzel değildi, ama yaşı büyüdükçe oturan yüz hatları dikkat çekebilecek türdendi.
Üzerine geçirdiği mini yazlık elbiseyle bir turistten farksızdı. Sanki her an kalkıp gidecek kadar ırak görünüyordu.
Lakin bir o kadar da buralıydı. Buranın insanıydı.
Amed'i hiç unutmamış, bir gün olsun çocukluğunun geçtiği sokakları yâd etmeden uyumamıştı. Yurt dışında yaşam güzel, alıştığın takdirde rahattı. Fakat onun da her gurbetçi gibi memleketinin yokluğunu yüreğinin en derinlerinde hissettiği zamanlar olmuştu. Tabii bir seçenek sunulsa, geri dönmeyi her giden kadar istemezdi.
Buralıydı ama buradan uzaktı artık.
Yapamazdı. Tekrardan aşiret kızı olmanın ağırlığını sırtlanamazdı.
Niran'dı o. Gittiği, gezdiği, gördüğü yerlerde yalnızca Niran'dı.
Soyadını duyanlar kaşlarını kaldırıp uzun uzun bakmıyor, kimse adından dolayı korku duymuyor, ona yalnızca kendisi olduğu için değer veriyorlardı. Gereksiz bir statüsü, abartılacak bir varlığı yoktu.
İşin garip kısmı, basit bir hayatı olmasından memnundu Niran. Yaşadığı yerde herkes gibiydi.
Üstelik kimse şu saatte şurada ol, ona bakma, bunu giyme, böyle yapma demiyordu.
Galiba hayatının en iyi yanı özgürlüğüydü.
Derken her zamanki gibi neşeli bir sohbet için aradığı telefonu ağlayarak açılmıştı. Daha Revan konuşmadan bir şeyler olduğunu hissetti Niran.
Kötü bir şeyler...
Şimdi ise karşısında oturmuş aynı ağlamaklı ses tonuyla olanları anlatıyor, abisinin ölüm getiren sevdasından bahsediyordu.
Revan'ın anlattıklarına göre Hasan için defalarca kez dünür gidilmiş, başlık parası ve ayrı konak bile önerilmişti. Lakin kızın annesi de, abisi de Nuh diyor, peygamber demiyorlardı.
Hasan'ın sevdası karşılıklı olunca da, iki aşık tek çareyi kaçmakta bulmuşlardı.
Ta ki belalı abi onları bulana dek!
"Öyle işte." diye tükenen nefesini sıkıntıyla alıp verdi Revan. Karşısında oturan Niran çenesine koyduğu ellerini çekip kendine gelmek için gözlerini kırpıştırırken onunkiler dolu doluydu.
"Başka bir çaresi yok mu?" sorusuna burukça gülüp:
"Olmaz olur mu?" dedi.
"Abimi bir kaza kurşunuyla ortadan kaybetmek. Gerçi o Ağaoğlu için ilk seçenek ya, neyse." deyişiyle bir kez daha gözlerini kırpıştırdı Niran.
Kollarını yeniden masaya dayayıp öne doğru eğildi.
"Ağaoğlu mu?" diye sordu anlamamış bir yüz ifadesiyle. Eğer bir isim ise, çok tanıdık geliyordu.
"Dedim ya işte Ağaoğulları diye." diyen kuzenine:
"Be-ben aşiret olarak dü-düşünmedim." diye kekelerken Revan'ın:
"Bir saattir ne anlatıyorum ben acaba?" şeklinde kızmalarını dinlemiyordu. Şuan düşünebildiği tek şey yıllar sonra adını duyduğu aşiretti.
Demek hâlâ varlıklarını sürdürüyorlardı. Gerçi sürdürmemeleri biraz saçma olurdu çünkü Diyarbakır denince Ağaoğlu aşireti, Ağaoğlu denince de ailenin kudret ve azameti akıllara gelirdi.
"Kafam biraz karışır gibi oldu, sıcaktan herhalde. Bir elimi yüzümü yıkayayım, daha iyi algılayacağıma eminim." diyerek kıpırdandığı yerden kalkıp kafenin lavabosuna doğru ilerledi.
Tabii o titreyen ıslak ellerini kendine gelmek amacıyla boynuna sürterken kendisini bekleyen amca kızını cadde üzerinde görüp tanıyanlar vardı. Niran lavabodan gelemeden kafeye bir kalabalık doluştu.
"Hayırdır?" diye bağırıyordu uzun boylu genç adam. Gözlerinde hiç silinmeyen öfkesi parıldamakta, yakışıklı yüzü ve ferah kokusu kızgınlığının etkisiyle arka planda kalmaktaydı.
"Sende o ırz düşmanı y*vşak abin gibi bir yerlere mi kaçıyorsun yoksa?" diyen adama bakıyordu Revan ama hiçbir şey söyleyemiyordu.
Bir anda karşısına çıkmasıyla neye uğradığını şaşırmış, sanki dilini yutmuştu.
Kolundan çekip kaldıran adama ayak uydurmaktan başka bir şey yapamaz durumdaydı.
"Seni de, abini de diri diri gömmediğim için şanslısınız." bağırışları kafenin duvarlarına çarparken girdiği şoktan çıkıp yardım istemeyi bile akıl edemeyen Revan tuttuğu nefesini ancak duyduğu sesle verebilmişti.
"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye tıpkı genç adam gibi bağırarak koşuyordu Niran. Yüzünü görmediği uzun boylu genç adam kendisini zerre umursamazken Revan'ın gözlerinde yardım dilenen bir kızarıklık doğmuştu.
"Bırak çabuk." diyerek Revan'ı tutan güçlü ele sarıldı. Fakat kendisinden abartılmayacak kadar uzun olan bu adam ne yüzüne bakıyor, ne de batırdığı tırnaklarından bir acı hissedip geri çekiliyordu.
"Bırak dedim." diye son bir kez daha bağırarak adamın yüzüne bakmıştı ki ateş püsküren gözlerin kendisini bulduğunu gördü.
O an zaman durmuş gibiydi.
Onu tanıyordu.
Onu çok iyi tanıyordu.
Azad!
Üstelik burun buruna geldikleri an gördüğü yüzle şaşıran tek kişi kendisi değildi.
Ondan çok daha büyük bir şoktaydı Azad.
"Niran!" diye söylendi fısıldarcasına çıkan sesiyle.
Kaybettiğini bulmanın şaşkınlığı, hasretin bitmesinin mutluluğu içerisindeydi.
Onu bulmuştu.
Nihayet bulmuştu.