10 YIL EVVEL...
Sonbaharın Diyarbakır sıcağına hayır etmediği bir akşamda düğünler devam ediyor, davul zurna sesi memlekette hiç kesilmiyordu. Zılgıtlar havaya sıkılan kurşun seslerine karışıyor, çekilen halaylar bir türlü son bulmuyordu.
İki aşiretin iş bahanesiyle akrabalık kurması kutlanıyordu bu gece.
Diğer birçokları da bu iki aileyi yalnız bırakmamış, mutluluklarına ortak olmuşlardı.
Her bir köşede kazanlar kaynıyor, tabak tabak yemekler ikinci servise dönüyordu. Hediyeler ise haddini aşmış, gelinin boynunu boğazını altınlar kaplamışken ortaya hazırlanmış iki masanın üzeri tomarla paralarla doldurulmuştu.
Gelip hediye olarak masaya tonla para bırakan ailelerden biri de Ağaoğlu aşiretiydi.
Diyarbakırın söz sahibi büyük aşiretlerindendi ve hayli çekinilir bir aileydi. Çok yaşlı olmayan Meyyit ağa sinirli olsa da anlayışlı, pek sesi çıkmayan, keyif için etliye sütlüye karışmayan bir adamdı. Lakin genç yaşta bir oğlu vardı ki, veliaht olduğunu her hareketiyle belli eder, niceleri babasından çok kendinden korkardı.
Okuduğu okulu henüz bitirmiş, yirmi üçüne merdiven dayamış, annesinin bedelli yapma konusundaki ısrarlarına rağmen askerliğini okuldan da evvel uzun dönem yapıp bitirmişti.
Genç yaşına rağmen fazla sinirli, fazla dediğim dedikti. Bu da insanların kendisine karşı cephe almasına, ister istemez çekinmelerine sebep oluyordu.
Kudretliydi Ağaoğlu aşireti, çok büyüktü. Soyunda nice sert hatunlar, nice gözü kara er kişiler vardı.
İşte onlardan biri de, babasının sessiz öfkesini değil, dedesinin ürkütücü varlığını örnek almış genç ağa Azad'dı.
Annesi Zana hanım her ağa anası kadar oğlunu büyük görür, yanına yöresine kimsecikleri yakıştırmaz, konağa gelecek sözde gelinde olması gereken huyları eşe dosta epey abartarak anlatırdı.
Ona göre boylu boslu, tuttuğunu koparan oğlunun yanına onun gibi uzun boylu, dişli, en az kendileri kadar soylu bir ağa kızı yakışırdı. E tabii, oğlu okumuş, askerliğini yapmış, önüne gelen her bir kavgada en önde yer almıştı.
Onun kadar korkusuz da olmalıydı gelin ağa. Nazlı bir ceylanın Ağaoğlu konağında yeri yoktu. Hem oğluna yaraşmazdı, hem de konakta barınamaz, aşiret içinde ezilirdi.
Gerçi oğlunun güveylikte pek gönlü yoktu ama, olsundu. Kızların ona gıptayla baktığının farkındaydı.
O da gün gelir, birine olur derdi.
Hem o razı geldikten sonra, kim onu istemezlik edecekti ki?
Ağaoğlunun veliahtıydı o.
Şimdi veliaht, annesinin bilip kendince derdine düştüklerini hiç önemsemeyerek kendi bildiğinin peşinde, kendi istediğinin yakınındaydı.
Düğün konağından bir iki sokak aşağısındaki dar bir yola park ettiği arabasına yaslanmış, her vakit yanında olan can dostu Diyar ile birkaç arkadaşıyla daha karanlıkta beklemekteydi.
Annesi iki sokak ötede kendisini överken, yanına kimsecikleri uygun görmezken, o birini görmüş, yeterince beğenmiş, beğenmekten de öte kafayı takmıştı.
Zira bu kez istenmeyen taraf kendisiydi.
Üstelik çelimsiz, çok da güzel olmayan bir Mirzan kızı tarafından.
Sessiz olurdu Mirzanlar, sakinlerdi. Kimilerinin söylediğine göre yeterince akıllı, yeterince cesurlardı. Ama bu cesaret ve aklın ne zaman nerede çalıştığı, kendini nasıl gösterdiği bilinmezdi.
Garip insanlardı vesselam.
Kızları da garipti.
Yalnızca birkaç kez karşılaşmaları yetmişti ama dikkat çekilecek türde bir kız değildi.
Henüz on yedisine yeni basıyordu Mirzan kızı Niran.
Yaşına rağmen Narin Niran lakabını almış, sessizliği gibi nazı niyazı da çoğunun diline dolanmıştı.
Diğer birçokları gibi bile isteye yaptığı bir şey değildi bu. Göstermelik değildi onun ürkek tavırları.
Aldığı mahlas kadar gerçekti narinliği, kibarlığı...
Şimdi koluna girmiş arkadaşı Hevin'in ısrarıyla düğün olan konaktan ayrılmış, arka sokakların karanlığına doğru yürüyorlardı. Güya sevgilisiyle buluşacaktı Hevin.
O da Niran'la aynı yaştaydı.
Sevgilisi ise biraz büyük...
Aslında evlilik yaşı gelen kızların pek önemsemediği bir konuydu bu. Bilakis, doğuda çoğu kendisinden büyük adamlara yâr olurdu.
Hevin'inki de çok olmasın, bir yedi sekiz yaş kadar büyüktü kendisinden.
Gözü karaydı Hevin, şu tuttuğunu koparır dedikleri cinstendi. Lakin aklı da bir o kadar havadaydı.
Çoğu zaman ortalardan kaybolma işi onun fikri olur, Niran'ın itirazlarına rağmen onu da yanı sıra sürüklerdi.
Babasının tek kızı olan Niran ise evden birileri görecek, biri bir şey diyecek diye düşünmekten aklını kaçıracak gibi olur, onun bu halleri Hevin'in hiç umruna gelmezdi.
Doğrusu ne zaman yakalanacak olsalar ya da bir sorun çıksa önüne dururdu Hevin. Arkadaşını korur, onu ezdirmemek için elinden geldiğince çabalardı. İşte bu yüzden en yakın arkadaş tabiri onlar için geçerliydi.
Fakat yine de söylenmeden durmuyordu Niran.
"Of Hevin." Diyerek gittikçe ıssızlaşan yoldan aldığı bakışlarını gerisinde kalan ışıklı yola çevirdi.
Ayaklarını yere çivilemiş gibi hareket etmiyor, çıktıklarından beri etrafına bakarak oflayıp pofluyordu.
"Ay Niran, amma ofladın ha." Diye itiraz etti Hevin. Bir kere de söylenmeden gelse dişini kıracaktı.
"Ya çok uzaklaştık, gece vakti buralarda ne işimiz var?"
"Dedim ya Fırat bekliyor diye." Derken hareket etmesi için koluna girdiği arkadaşını çekiyor, Niran ise daha fazla ilerlememek için direniyordu.
"Allah'ın gündüzü mü yok?' diye sorarken tutulan elini çekip sesini alçaltmıştı. Çocukluğunu belli eden düşük kaşları altındaki küçük gözleriyle etrafı tarayarak:
"Şu bizi getirdiğin yere bak, biri bir şey yapsa kimden medet umacağız?" Diye kızarcasına sordu.
Sorudan ziyade bir öfke belirtisiydi zaten. Aslında öfkeden de çok tedirginlik yaşıyordu Niran. O böylesi şeylere ne alışkındı, ne de razıydı.
"Ya bir şey olmaz, iki dakika gidip geleceğiz, ne korkak çıktın ha?" Dediği an sinirle tutulan kollarını çekip:
"Korkmayan biriyle gelseydin o zaman." Diyerek ardına dönüp iki adım atmıştı ki arkadaşı durdurdu.
"Ya tamam tamam, öyle demek istemedim." Derken masum taklidini çok iyi oynuyordu Hevin.
"Nolursun, iki dakikacık." Diyerek eline koluna sarılıyor, kendini şirin göstermeye çalışıyordu.
"Hem şu sokağı bir geçelim, aşağıda lambalar yanıyor olacak, valla bak." Diyerek eliyle işaret etti.
Lakin parmağının ucunda gördükleri şey, pek de iç açıcı değildi.
Tam karşıya park etmiş lüks bir aracın içinden uzun boylu, genç bir delikanlı çıkıverdi. Birazdan onun arabasının yanına iki tanesi daha park etmiş, onların da direksiyonları boşalmıştı.
"Hevin." Dedi yutkunarak Niran.
"Gi-gitsek iyi olacak." Derken arkadaşı da başını sallıyordu.
"Hıhı." Diye belli belirsiz bir ses çıkarıp Niran'ın elini kavrayarak ardına dönmüştü ki tam arkalarında bir aracın daha durduğunu gördüler.
"Dedim sana." Diye fısıldadı Niran. Kalbi korkudan ağzında atıyordu. Hatta göğüs kafesi öyle zorlanıyordu ki, kaburgalarının içten bir baskıyla kırılacağını sandı.
İçindeki kişinin çıkmadığı o tek aracın birden bire hareketlenmesiyle gecenin karanlığında ikisi birden bir çığlık koyuverdiler. Yerlerinde sıçrayarak hareketlenen arabanın etkisiyle geri geri adımlıyor, dolayısıyla arkalarında kalmış genç adamlara doğru ilerliyorlardı.
Hevin bir çıkış yolu düşünerek önüne arkasına bakınırken artık gerilerindeki gençlere epey yaklaşmış sayılırlardı.
Arkadaşı gibi dönüp korku içinde yollarını kesen gençlere baktı Niran da.
O an başından aşağı kaynar sular dökülmüştü.
Bu oydu.
Ağaoğlu aşiretinin veliahtı.
Azad Ağaoğlu!
Her yerde, hem de her yerde karşısına çıkıyor, kendisinin korkmasını zerre umursamadan gözlerinin içine bakmayı bırakmıyordu.
Onu ilk kez bir aşiret toplantısında görmüştü. Fakat sonrasında uzaktan uzağa gördüğü bu genç adam her genç kız ortamında kahkahalar eşliğinde muhabbet kaynağı olması yetmezmiş gibi her yerde karşısına çıkmaya başlamış, kendisini görmek için ölüp biten kızların aksine Niran'ın yüreğine bir korku salmıştı.
Ağzından bir an olsun düşürmediği sigarası, belinden çıkardığı an sıkmadan yerine koymadığı silahı ve keskin bakışlarıyla onun için çok fazla ürkütücüydü.
Bu kadar tesadüf ise küçük kalbine hiç iyi gelmiyordu.
"Narin Niran, doğru mudur?" Diye bağırdığı an aldığı nefesi vermeyi unuttu. Hevin'in kendisine attığı şaşkın bakışların farkındaydı ama bir açıklama yapabileceğini sanmıyordu.
Karşısında o varken sırası değildi.
Kendileri oldukları yerden kıpırdamazken arkalarındaki araba da durmuş, Azad oturduğu kendi arabasının kaportasından ayaklanıp adımlamaya başlamıştı.
Geriye doğru bir adım atacak oldu Niran. Hevin'in kulağına çalınan:
"Ağaoğlu değil mi bu?" Sorusu gelip geçerken o hâlâ derin bir soluk alamamıştı.
"Haklıydın Niran." Diye söylendi bu defa Hevin. Azad'ın tehditkâr adımlarının o da farkındaydı.
"Gitsek iyi olacak." Deyip arkasına dönmüştü ki az önce arabasıyla kendisini ezmeye çalışan genç adam gülümseyerek onlara bakıyordu.
"Hayırlı akşamlar." Dedi Hevin'i baştan aşağı süzerek.
"Bir tur atalım mı?" Diye arabasını gösterirken genç kızın yüzü gülmüyor, bakışları yumuşamıyordu.
"Korkma, iki dakikacık." Deyip kolunu tutacak olan genç oğlanı iteklemişti ki diğer kolundaki Niran hissettiği sarsıntıyla bir çığlık daha attı.
"Hişşş." Diye parmağını dudakları üzerine koymuş, tam dibinde yer almıştı Azad.
"Çok bağırıyorsun." Dedi kendi sesi şaşılacak derecede sakin çıkarken.
"Arkadaşına söyle, olay yaratmasın." Deyip sözlerine devam ederken öfkeyle bakan Hevin'den yana dönmüştü.
"İki dakika konuşacağız."
"Tanımadığımız adamlarla konuşmuyoruz." Diye diklendi Hevin. Azad'ın bir kulağından girmiş ötekinden çıkmıştı.
Zira Ağaoğlu gözlerini bir an olsun Narin Niran'dan ayırmıyor, onu en ince ayrıntısına kadar ezberlemek ister gibi baştan ayağa kontrol ediyordu.
Çok güzel bir kız olduğu söylenemezdi.
Kısa boylu, zayıf, çocuksu bir yüze sahipti. Yaşının küçük olmasından yüz hatlarının oturmadığı belliydi.
Kaşları hâlâ küçük bir kız çocuğununki gibi kalın ve yuvarlak, bedeni cılız, bakışları ürkekti.
Denildiği kadar narin görünüyordu.
Etrafındaki diğer kızlar yalandan kaçamak bakışlar atsa da, onun gerçekten kendisinden çekindiğini biliyordu Azad. Daha bir kerecik olsun doğru düzgün bakışmamışlardı.
Duyduğuna göre henüz on yedisindeydi. Aralarında abartılacak bir yaş aralığı yoktu. Yirmi ikisi yeni bitiyordu Azad'ın.
Altı yedi yaştan bir zarar gelmezdi.
"Tanışıyor sayılırız." Dedi en nihayetinde. Bakışları hâlâ Niran'ı süzüyordu.
"Ne de olsa bunca rastlantı, tesadüf değildir, değil mi?" Diye sorarken iyice dibine yanaşıp kulağına doğru eğildi.
Hevin'in çekiştirmesiyle geriye kaçan Niran'ın uzaklaştığını tam da gülümseyecek olduğunda fark etmişti Azad.
"Uzak dur." Dedi Hevin.
"Öyle yapıyorum." Diyerek eğdiği bedenini dikleştirdi Azad. Bir an için Hevin'i de baştan aşağı süzdü.
"Yoksa çok başka olurdu." Derken yeniden Niran'a dönmüştü.
Bir adım daha attı genç kızdan yana.
"Uzak dur dedim." Diye sesini yükselten Hevin tam cümlesini bitirmişti ki sokağın Azad'dan yana olan ucundan biri adını seslendi.
"Fırat." Diyerek adını çağıran genç adama baktı Hevin. Gayriihtiyarı koşup sarıldığında Niran olduğu yerde, Azad'ın tam karşısında yapayalnız kalmıştı.
"Yürüyelim mi biraz?" Diye soran sevgilisinin göğsünden başını kaldırıp:
"Yok, Niran'ı..." Deyip şaşkına dönen bakışlarıyla sokağı süzdü.
"Sen bunları tanıyor musun?" Diye sordu Fırat'a karşı.
"Azad, arkadaşım." Diyerek Ağaoğlu işaret ediyordu Fırat.
Ne yani, buraya gelirken onları da mı getirmişti?
"Buluşmak için onları da mı getirdin?" Diye sordu hayret edercesine. Artık elleri elleri değildi.
"Niran'la tanışmak istedi." Diye tedirgince söylendi Fırat. İlk kez bu kadar dürüsttü.
"Bende onunla geleceğini bildiğimden..."
"Kurdu kuzu yaylasına çağırdın ha?"
Onlar tartışa dursun, Azad git gide Niran'a yaklaşıyordu. Hevin'in dakikalar içinde onu buradan götürme çabasına gireceğini biliyordu.
O yüzden çabuk konuşsa iyi olacaktı.
"Okuyorsun." Diye bildiği şeyleri dile getirdi. Dilini yutmuş gibi hareketsizliğine sessizliğini de katan Niran'dan çıt çıkmıyordu.
"Okul bittiği an..." Deyip az evvelki gibi kulağına eğildi Azad. Yüzleri o kadar yakındı ki, genç kızdan gelen buram buram kaşmir kokusunu alıyordu.
"... gelirim." Diye tamamladı sözlerini, bir nefes daha çekerken.
Titrek bir soluk eşliğinde gözlerini kırpıştırdı Niran.
"Çeyizini hazırla." Deyip gülmeye başladı. Anlamamış, bir o kadar da korkmuş genç kıza bakmayı sürdürerek burunları birbirine değecek şekilde yüz yüze durdu.
Niran'ın kaçırdığı bakışları yerleri süpürüyor, ona rağmen Azad önündeki önce dudaklara, küçük hızmaya, hafif eğik buruna bakmaya devam ediyordu.
"Oldu da benden önce biri geldi diyelim." Dedi küçümseyen bir ses tonuyla.
"O konağı başlarına öyle bir yıkarım ki, içinden bir sağ, sen çıkarsın." Dediği an sıktığı yumruklarını göğsü altında birleştirdi Niran.
Çıkardığı ürkek sesle birlikte dişlediği dudakları da yüreğinin bu sohbete daha fazla dayanamayacağının göstergesiydi.
"Anlaşıldı, dimi?" Diye sordu ama sorudan daha çok emirlerini anlayıp anlamadığını test eden bir hali vardı.
Telaşla, ne yaptığının bilincinde olmadan başını hızla aşağı yukarı salladı Narin.
Bir an önce gitmek istiyordu.
"Güzel." Diyerek geriye çekildi Azad. Şimdi yüzü görmeye değer bir şekilde gülüyordu.
Derken yanlarına varan Hevin Niran'ı kaptığı gibi alıp uzaklaştı.
Arkalarından bağıran Fırat'ı duymazdan geliyor, Azad'ın arkadaşı Diyar da sonra gönlümü alacağına dair ona destek çıkıyordu.
Çekiştirilen Niran ise içinde kabarmış saf kokunun körüklediği heyecan ateşiyle dönüp bakmaya cesaret edemiyordu.
Kendisini toplayıp omzu üzerinden küçük bir bakış attığı sırada kaçamak bakışını fark etmiş olacak ki durup söylendi Hevin.
"Ne dedi sana?" Diye sordu sakince. Cevap alamayınca biraz daha yükseldi sesi.
"Söylesene Niran, ne dedi de dilini yuttun?"
Hâlâ aynı kara bakışlara maruz kalmaktaydı Niran.
Neden demişti bilmiyordu ama, ne dediğini, nasıl bir tonla dediğini çok iyi biliyordu.
Bildiği bir şey daha vardı.
Her ne pahasına olursa olsun, bu genç adamdan uzak durmak.
...
ŞİMDİ...
Amedin sakinliğiyle, hoşgörüsüyle bilinen konaklarından Mirzan konağında heyecan dolu bir şenlik, düğün havasında bir koşturma vardı.
Daha dün oğullarını kaybetmenin korkusuyla karalar bağlayan konak ahalisi bu gün yaşlarını silmiş, dertlerini unutmuş bir şekilde gülüp söylüyorlardı. Aslında berdel kararı sonrası bir rahatlık söz konusuydu ama, bu sefer ki şenlik bir başkaydı.
Konak yolu boydan boya ışıklandırılmış, gökkuşağını aratmayan renklerde mendiller her bir yana asılmış, davul zurnanın eşliğinde zılgıtlarla birlikte bir grup kadının elindeki erbaneler durmadan çalınır olmuştu.
Üzüntüsünü buruk bir rahatlamaya bırakan Mirzanların bu mutluluklarını herkes merak ediyordu elbet.
Yıllar sonra ilk kez bu kadar mutlu görünüyordu bu konak.
Amed halkı büyük konaklarda kazanların kaynamasına alışkındı lakin bunca hazırlık ve eğlence görülmüş şey değildi.
Berdel kararına olan sevinçle alakası olmadığı da belliydi. Hali hazır da bir düğün de olmadığına göre...
"Amma gülüp söylediler." Diye söylendi konağı uzaktan bir araç içinde izleyen genç adamlardan biri.
Diğeri dut yemiş bülbül gibi oturuyor, konağın neşesinin sebebini görmenin şaşkınlığını üzerinden atamıyordu.
Söylenen arkadaşını duymamış gibi konağın kutlamasını izlemeye devam ediyordu Azad.
Hâlâ gördüğü gözlerin etkisindeydi.
Kontağı çalıştırıp vites atarken:
"Gülecekler tabii." Diye iç çekerek söylendi.
"Onca yıldan sonra kızları döndü." Deyip gaza yüklenerek uzaklaştı.
Evet, tam da öyle olmuştu.
Yıllar sonra kızları dönmüş, hasretlik sona ermişti.
Dile kolay, on yıl...
On koca yıl...
Yuvasından uzak, annesinden uzak, bir başına, yapayalnız...
Evine giden yolda kendisini almaya gelen arabanın arka koltuğunda kıpırdamadan oturuyordu Niran.
Ağzını bıçak açmıyor, buğulu gözleri bir an olsun kırpılmıyordu.
Ara sokaklarda usul usul ilerleyen arabanın her geçtiği yolu, her sokağı, her bir kaldırım taşının ezberinde olmasının ağırlığıyla oturuyordu.
Sokaklar rengarenkti. Işıklar canlı, davulun sesi daha net...
Her şey öylesine kusursuz görünüyordu ki, çocukluğunun tam zıttıydı.
Bu sokakları hiç bu kadar neşeli gördüğünü hatırlamıyordu.
Dönüşünü ise hiç böyle düşünmemişti.
Esasen döneceğini bile düşünmemişti.
Bir gün dönerse ne olur, nasıl olur hiç kafa yormamıştı.
Gerçi hayal etse de bundan çok daha uzak olurdu herhalde.
Babasının onu gerisin geri göndereceğini düşünürdü, ya da annesinin bir kez daha gözyaşlarına boğulmasını.
Şimdi hepsi çok başkaydı.
Çoluk çocuk kendisini taşıyan arabanın önüne atılıyor, yıllardır uzak oluşu her bir hareketle belli ediliyordu.
"Narin Niran geldi!" Diye bağırdı biri. Duyduğu bu sesle, bu sözle tüyleri diken diken oldu.
Narin Niran...
Doğru ya.
Bir aralar çok narin, çok nazlıydı.
On beşinde, on altısında falan olmalıydı.
Peki şimdi?
Şu kapı açılıp da araçtan indiği anda görenler aynı Narin Niran'ı, aynı nazlı ceylanı bulabilecekler miydi?
Yine ürkek bir çocuk olduğu vakitlerdeki gibi bakışlarını kaçırır, cevap vermeye çekinir miydi?
Arabanın durmasıyla gözlerini körelten düşüncelerinin karanlığından uyanıp gerçekliğin göz kanatan ışıltısına döndü.
"Niran." Diye seslenen yanındaki Revan'la biraz daha kendine gelip derin nefesler eşliğinde arabadan inmek üzere hareketlendi.
Almanya'da her hafta sonu gezinirken giydiği sandalyetleriyle konağın girişine bastığı an içini bir ateşin sarıp sarmaladığını hissetti. Aldığı soluğu ağır ağır ciğerlerinden salarken gözünün önündeki birkaç saç teli uçuşmuş, yavaşça başını kaldırmıştı. Kaldırdığı an gördüğü ilk yüz babasınınki olurken daha ötesinde yaşlı gözleriyle kendisini izleyen biri vardı.
"Niran." Diye son soluğunu verir cinste söylenen ismiyle kaşları eğildi, yüzüne buruk bir tebessüm kuruluverdi.
"Anne." Dedi aynı tonla.
Şahbanu hanım öyle bir koşuyordu ki, kızı şu kapıdan girdiği an sırtındaki kambur gitmiş, bükülmüş beli yeniden doğrulmuştu.
Kollarını açıp aynı şekilde annesini kucakladı Niran. Anne kokusunu içine çekip de nefesini tuttuğunda zayıf bedeninin sıkıldığı hissini de alıyordu.
"Niran'ım." Diye ağlamaklı sesiyle kollarındaki kızını bırakmamak için direniyordu Şahbanu hanım.
"Yavrum." Diyerek yanında kendilerini izleyenleri görmezden gelir bir tavırla sarılmayı sürdürüyordu. Sonra birden geriye çekilip yaşlı gözleriyle kızının çehresine baktı.
Annesi gibi hemen ağlamamak için gözlerini kırpıştırıyordu Niran. Artık öyle hemen yaş akıtmadığıyla övünürdü ama abartıyor olmalıydı. Yine aynı şey olmuş, gözleri yanmaya, boğazını bir yumru kaplamaya başlamıştı.
Ağlamayacaktı.
Artık ağlamayacaktı.
Aynı çocuk değildi o.
Aynı narin kız değildi.
Ağlamamalıydı.
"Anne." Dedi bir kez daha ve bu kez duyulan bu sözüyle yeniden sarıldılar.
"Annem!" Diye bağırarak yavrusunu göğsüne bastırdı Şahbanu hanım.
Hasreti onca yıldan sonra son bulmuş, acısı dinmiş, ızdırabı bitmişti.
"Annem!" Dedi yeniden kızının yüzüne bakarak saçlarını okşayıp yanakların öperken.
Onlar hasret giderirken uzun uzun izlemişti konak ahalisi. Sarılmak, bir nebze olsun özlem gidermek için sıraya girer gibi bekliyorlardı.
O sıraya girmek isteyen biri daha vardı.
Ayaklarına aşk değmiş, yüreğinin denizi hissettiği özlemin ağırlığını karaya vurmuştu.
Ellerini saçlarından geçirip açık musluğun kulaklarına dolan sesini ve çenesinden akıp göğsüne süzülen su damlalarını önemsemiyordu.
Dudakları titriyordu, gözleri kararıyordu ve bunun sebebinin farkındaydı.
Bataryayı kapatıp banyodan çıkarak odasına, yatağa değil, koltuğa doğru geçti.
Zar zor attığı ağırlaşmış bedenindeki heyecanı anlayabiliyordu.
Bu heyecanın tek sebebi, yüreğini kanatan özlemdi. Ve özlemek, direnmekten daha zordu.
Bunca yıl hiç hissetmemiş, yıllar yılı hiç fark etmemişti. Oysa kafasını duvarlara vuracak kadar hırsın içine batmış, baştan ayağa sevdaya bulanmıştı.
Ya şimdi, nasıl olacak, nasıl uyuyacaktı?
O hem böylesine yakın, hem bu kadar uzakken, nasıl dayanacaktı?
Asıl soru...
Neredeydi?
Nasıldı?
Bir kez olsun ulaşamamışken, tek bir izine rastlamamışken, nasıl da birden bire çıkıp gelmişti?
Aramadığı yer, sormadığı kapı kapmamıştı ama o...
Yaşadığına mı sevinseydi, olmadık zamanda çıkıp gelişine mi sinirlenseydi?
Şaka gibiydi?
Tam bitti dediği an, yâdına bile getirmezken, hayat nasıl da karşısına çıkarıvermişti.
Anlam veremiyor, aklı almıyordu.
Sakallarını sıvazlayarak yattığı yerden doğruldu. Bir rüyada değildi. Hayal görmüyordu.
Öyleyse...
Belki bu kez...
Yerinden kalkıp ağır adımlarla komodinin ilk çekmecesinde bulunan kol düğmelerinin bulunduğu kutuyu açtı.
Parmakları arasına aldığı kolyeye uzun uzun bakarken gülümsemeye başladı.
Evet, hayat ona bir şans daha vermişti.
Bir şansı daha vardı, ve Azad bu kez avuçlarının arasından kayıp gitmesine izin vermeyecek, her ne pahasına olursa olsun onu bir kez daha kaybetmeyecekti.
Bu kez değil.
Bir daha olmaz.
...
Eve girdiği andan itibaren çekingen tavırlarla olsa da usul usul soru yağmuruna tutulan Niran en nihayetinde yalnız kalabilmiş, konağın merdivenlerini sırtındaki onlarca gözün merakıyla tırmanıp odasının yolunu tutmuştu.
Bir odası kaldı mı, yoksa varlığı bu evde hepten silindi mi, bilmiyordu. Birçok arkadaşı tatil için yaşadığı şehre, ülkeye giderken kendisi hiç dönmemiş, neler olduğunu, kendisini anımsayıp anımsamadıklarını hiç bilememişti.
Çocukluğunun geçtiği bu şehre, koşturduğu şu taş duvarlar arasına bir daha hiç döneceğini sanmamıştı.
Fakat şimdi burada, yıllardır görmediği evinin üst katında, terasa göz kırpan odasının kapısındaydı.
Küçükken Revan ile paylaştığı odaydı bu. Revan şimdi büyümüş, odası değişmişti. Fakat söylendiğine göre onun eşyaları hâlâ içeride, hâlâ bu odanın soğuk duvarları arasındaydı.
Titreyen eliyle kapı kulpuna uzandı ama dokunamadı. Gücünün yetmeyeceğini sandı birden, sanki ne kadar zorlasa da kapıyı açamayacaktı.
Derin bir soluk çekti ciğerlerine. Memleketin havası hiç değişmemişti. Hâlâ sıcak, hâlâ tatlıydı.
Sonra tüm gücüyle kapı kulpuna bastırıp araladığı kapının eşiğine çıktı.
Pek fazla güç kullanmasına da gerek yoktu aslında. Sanki kapı onun dönüşünü bekliyordu da, öyle bir anda açılıvermişti.
Şimdi sıra, yıllar yılı adımlamadığı odasının eşiğinden inmek, ilk adımı atmaktı.
Derin bir soluk daha alarak sağ ayağının eşiğin üzerinden indirdi.
Odanın soğukluğu çıplak kollarını titretmişti. Hafif bir ürperti ensesinde kol gezerken adımlarını ileriye doğru attı.
İçerisi yeni temizlenmiş gibiydi.
Yatak örtüleri hâlâ küçük bir kızınkine benziyor, büyüse de ayrılamadığı oyuncakları bile yerli yerinde duruyordu.
Biraz daha yaklaştı.
Hayır, bu oyuncaklar ne kendisinin ne de Revan'ın değildi.
Kapı ağzından gelen:
"Sen kimsin?" Sesiyle yerinde sıçrayarak döndü.
Onun titreyerek geçtiği eşiğin üzerinde küçük bir kız çocuğu durmuş kendisine bakınıyordu.
Gözleri kendisininki gibi küçük, saçları ona eski halini anımsatırcasına uzundu.
"B-ben..." Diye kekeledi ilk önce. Sanki kendi çocukluğuna bakıyor gibiydi.
"Niran." Deyiverdi birden.
"Narin Niran mı?" Diye sordu küçük kız, R harflerini zor çıkarttığı dudak hareketlerinden bile belli olurken.
Duyduğu soruyla afallayıp ne diyeceğini bilemedi Niran.
Hâlâ böyle mi anılıyordu?
Böyle mi anlatılıyorum?
Başını salladı ufaktan. Küçük kızın küçük gözleri kendisini izliyordu.
Sanki başka bir dünyadan geliyormuşçasına garipsiyordu kendisini.
"Sen, kimsin?" Diye sordu garip sessizliği bozmak adına.
Küçücük bir kız çocuğundan çekindiğine inanamıyordu.
"Şirin." Diye konuştu küçük kız. Yüzüne ilk başta zoraki gibi görünen bir gülüş katarken küçük kız karşılık vermeden omuzlarına bir dokunan olmuştu.
Kızla birlikte gelen kişiye baktı Niran.
"Şirin, annen seni çağırıyor, hadi bir bakıver." Diyerek küçük kızı gönderen Şahbanu hanımdı.
Şirin bir koşu ortadan kaybolurken o da kızı gibi odanın eşiğine adımlayıp, kısa bir bakış sonrası içeri girmişti.
"Yıllarca seni bekledi." Deyip odayı işaret ederek kızının yanına varmıştı. Annesiyle birlikte yataklardan birinin üzerine oturdu Niran.
"Sonra, dönsen de artık küçük bir çocuk olmayacağın geldi aklımıza." Diye konuşuyor, kelimelerini sarf ederken odayı izlemeyi sürdürüyordu Şahbanu hanım.
Kızına dönüp gülümseyerek baktığında eli de yanağını bulmuştu.
"Amma yine de kıyamadık. Sonra bir baktık, küçük Şirin odanın sahibi kadar narinleşmiş, beşikten çıkacak olmuş."
Gülümsedi Niran.
Bakışları aşağı kaydı.
Artık odasının bir sahibi vardı demek.
Bu da demek oluyordu ki, bu konakta yeri kalmamış, Mirzan konağı ona çoktan el kapısı olmuştu.
"Ana." Diye bir ses geldi yine kapı ağzından. Genç bir kadındı gelen, önünde de küçük Şirin.
"Yemekten sonra çıkılacakmış. Sofrayı da kuruyorlar, haber vereyim dedim." Derken genç kadına bakıyor, onu tanımayı umuyordu Niran.
Hatırlıyor gibiydi.
Hatırlıyor, tanıyordu.
Hem de çok yakından.
Bu genç kadın kendisi giderken abisi Emrah ile yeni nişanlanmış Emine idi.
Yengesiydi.
Demek Şirin de...
"Tamam kızım, geliyoruz." Diyerek gelinini gönderip kızına döndü Şahbanu hanım.
Ardından kızına dönüp yeniden güzel yüzünü okşamaya başladı.
Üzerindeki kısa elbisesine bakıp gülüşünü biraz daha büyütürken:
"Bir şeyler vereyim mi, yoksa Alamancı olmaya devam mı edeceksin?" Derken annesinin gülüşüne Niran da katılmıştı.
Yeniden sarıldı annesine.
Keşke böyle kalabilselerdi.
Şuan tek istediği, annesinin dizinin dibinde yatmak, bir daha hiç kimseye hiçbir şeyin hesabını vermemek, hiçbir yere gitmek zorunda kalmamaktı.
Hava kararmaya başlarken yemekler yendi, gecikmemek üzere alelacele bir hazırlığa duruldu. Revan'ın geniş odasına kendisine de yer hazırlanırken bir köşede durmuş önüne dizilmiş parlak kumaşlı elbiselere bakıyordu Niran.
Öyle bir telaş vardı ki, her ses, herkes birbirine karışıyordu.
Bir üzerindeki kısa elbiseye, bir önüne dizilmiş altın kemerli zengin parlaklıklara baktı Niran.
Ucuza aldığı elbiselerinden memnundu. Ne pahalı elbiselerde, ne de kilo kilo altınlarda gözü vardı.
Ve biliyordu.
Bir kez üzerine bu abartılı fistanlardan geçirirse, bir daha çıkartamazdı.
Annesine döndü. Yanına aldığı eltisiyle öyle hevesli, öyle tatlı bir telaş içinde elbiselere bakıyordu ki, gülümsemeden edemedi.
Uzattığı elbiseye, sonra yeniden Şahbanu hanıma baktı. Gülen zümrüt gözlerine ortak olup başıyla onayladı.
Birazdan, ayna karşısına geçtiğinde kendisi bile yabancıydı bu görüntüye.
Uzun, beyaz işlemeleri olan buz mavisi bir elbise giymiş, beline gümüşten ağır bir kemer takılmış, eskisi kadar uzun olmasa da saçları kalın bir örgü halini almıştı.
Kaşlarının yeniden eğildiğini gördü, omuzlarının yeniden çöktüğünü.
Yeniden Narin Niran olmuştu işte.
Yeniden Mirzan kızıydı.
Kapılar sonuna değin açıldı, ve Amed sokakları ona bir kez daha yok oldu.
Lakin bu sefer gitmek için değil, kalmak için yürüyordu.
Ne kapıda sarıldığı abileriydi yüreğini burkan, ne de amca oğlu, kara sevdasıyla berdelin yolunu açmış olan Hasan.
Narin Niran oldu yine.
Ne denilirse onu yaptı, neresi gösterilirse oraya oturdu.
Şimdi önünde bir kapı daha aralanıyor, kendisi bile heyecandan terlemesine rağmen amca kızı Revan'ın elini bir türlü bırakmıyordu. Ona destek için, bu berdel belasından kurtulmasına bir çare bulmak için gelmişti. Şimdi önünde açılmış, kendisini yutacak büyüklükteki koca demir kapının önünde o da Revan kadar çaresiz bakışlar atıyordu.
Acaba bu konakta hatırlıyor muydu onu?
Ağaoğlunun veliahtı da farkında mıydı varlığının?
Yoksa çoktan unutmuş muydu?
Peki diğeri?
Bakışlarındaki masumluk, yüzündeki ışıltıyla dolaşan diğer Ağaoğlu'nu da görecek miydi? Yeniden bakacak mıydı aynı şekilde?
Gerçi ne fark ederdi ki?
Ne o artık eski Narin Niran'dı, ne de küçük Ağaoğlu onun narin kalbini titreten kişi...
Yalandan bir ağız yanıyla verilen selamlar ve hoş geldinler eşliğinde konağa girip büyük salona geçtiklerinde gözler berdel yapılacak Hasan ile Revan kardeşlerden çok Niran da odaklıydı.
Zana hanım öyle bir bakıyordu ki, kendisini hatırlayıp hatırlamadığını bile anlayamıyordu Narin.
Bir süre boyunca baştan ayağa incelendikten sonra gözler berdel konusunun açılmasıyla yavaş yavaş Niran'dan ayrılmıştı.
Önce Gümüş ile Hasan'ın oturacağı konak konuşuldu. Hasan Behram beyin şehir dışındaki işleriyle ilgileniyor, o yüzden sürekli git gel yapıyordu. Bu nedenle de gittiği Mardin şehrinde güzel bir konak hazırlanmasına karar verilmişti. Yalnız buna karşılık Revan Azad'la birlikte Ağaoğlu konağında kalacaktı. Şayet Azad konaktan ayrılmak isterse, ya da öyle bir durum gerektirirse, onu o zaman konuşacaklardı.
Düğün merasimi ortak yapılacak, iki gelin de baba evinden telli duvaklı çıkacaktı. Lakin şöyle bir sorun vardı ki, Zana hanım da, Azad da Revan'a resmi nikah kıyılması taraftarı değillerdi.
Ortam buz kırağı bir gerginlikle dolduğunda kimseden ses seda çıkmıyor, Revan kadar herkes tavuskuşu misali başını kuma gömüyordu.
Ağaoğlu ailesi mağrur tavrından ödün vermezken bakışları şaşkınlıkla ortada gezinen Niran'ın gözleri Azad'la buluştu.
En nihayetinde yeniden karşı karşıya gelmişlerdi.
Göz göze...
Belki de yakında diz dize...
Buz mavisi elbisesinin içindeki güzelliğini uzun uzadıya süzdü Azad.
Eski çocuksu yüzünü pek kaybettiği söylenemezdi ama yüz hatları daha bir oturmuştu. Yuvarlak kaşlarında hafif bir kavis kazanmış, ince dudakları az biraz kalınlaşmış, narinliği bakışlarındaki keskinlikten anlaşılacağı kadarıyla arka plana düşmüştü.
"Ne demek o?" Diye sordu bakışlarını zar zor Azad'ınkilerden alırken.
O da tam kim karşı gelecek diye merak ediyordu? Niran'ınki şaşırtmıştı tabii.
"Anlayamadık, kızım?" Diye sordu Zana hanım.
"Ne, ne demek?"
"Resmi nikah istemeyiz." Diye tekrar etti Niran.
"Ne demek?" Diye sorarken geldiğinden beri konuşma fırsatı bulamadığı babası Bekir ağa yüzüne bakıyor, diğer yanında oturan annesi Şahbanu hanım uyarırcasına eline uzanıyordu.
Revan'ın girdiği kolundan çıkıp oturduğu yerde bedenini doğrulttu.
Farkında değildi, ama öfkeden kızarmaya başlayan yüzüyle narinliği çok eskide bıraktığı gözler önündeydi.
"Kızım, Allah katında da bir nikah vardır." Diye söylendi Zana hanım. Berdelin meraklısı değildi. Kabul ediliyorsa kendi şartları buydu, ha istemiyorlarsa...
"Kendi ağzınızla diyorsunuz." Deyip kelimelerine bastıra bastıra:
"Allah katında." Dedi. Aynı sessizlik sürüp giderken dudağının bir yanı gördüğü hırçınlıkla yukarı kıvrılan Azad, keyiflice öne doğru eğildi.
Bu diklenmeler hoşuna gitmeye başlamıştı.
"Devlet önünde ne olacak?"
Afallayan aile üyelerinden cevap çıkmıyor, Revan bir an olsun başını kaldıramıyordu.
Şahbanu hanım artık kızı yerine kendisine bakan kocasıyla göz göze geldiğinde hemen kızına döndü.
"Niran." Dedi fısıltıyla.
"Annem, biz karışmayalım."
"Bir dakika anne." Derken tutulan elini çekmiş, aynı elini Zana hanıma doğru kaldırmıştı.
Azad karşısında bu hareketi bir başkası yapsa o el de, parmakları da çoktan kırılmış olurdu ya, şimdi hoşuna bile gitmekteydi.
Nasıl da güzel dikleniyordu öyle.
"O zaman Gümüş için de imam nikahı yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Ne de olsa Allah katında yeter." Deyişine herkes hareketlenmiş, Gümüş'ün gözleri Hasan'ı bulmuştu. Sevdiğine doğru bir sorun olmadığını işaret ederek geldiği ilk günden kalbini kırmak istemediği amca kızına döndü Hasan.
"Niran." Dedi ses tonu oldukça soğuk çıkarken. Azad'ın çatılmış kaşları altındaki bakışları Hasan'ı bulmuştu.
Kendisi bile karışmıyorken ona laf düşeceğini sanması garipti.
"Kızım." Diye öfkeyle araya girdi Zana hanım. Ağalardan ses çıkmaması karşılarında bir hatun kişisi olmasından kaynaklanıyordu.
İyisi mi, narin kızı, hanım kısmı sustursundu.
"Berdel istenen sizin oğlunuz. Eğer ki bizler..."
"E kaçan da sizin kızınız." Diye hanım ağanın sözünü bıçak misali kesti Niran.
İşte şimdi herkesi sinirlendirmeyi başarmıştı.
Erkekler bir bir öfkeyle kıpırdanırken Şahbanu hanım gözlerini patlatıp eliyle ağzını kapatmaya çalışıyor, Azad ise bu karışıklığı keyiflice izliyordu.
Hatta sesler yükselmeye başladığında bir ayağını bacağının üzerine atıp geriye yaşlanmıştı.
Gülerek baktı Niran'ın öfkeden renk değiştiren yüzüne. Genç kadın annesi tarafından hızlıca dışarı çıkarılırken o hâlâ arkasından hayranlıkla bakıyordu.
"Tamam bırak, bırak anne." Diye omuzlarını silkti Niran.
Avluda tek başına bırakılırken geri dönüp alnından öperek:
"Sakinleş, hemi yavrum." Diyen annesini duymazlıktan geldi.
Nasıl bu kadar vurdumduymaz olabiliyorlardı anlamıyordu.
Karşı taraf her şeyin en iyisine layıktı ama berdelle kız veren kendileri oldukları için ne yapılsa hak ediyormuş gibi hareket ediyorlardı.
Ya Hasan'a ne demeliydi?
Nasıl olur da sırf aşkı uğruna kız kardeşinin hayatını göz ardı ederdi?
Arkasından gelen bir öksürük ve akabinde:
"Şey, siz içeri..." Diyen sese döndüğünde gördüğü yüzle tüyleri diken diken olmuştu.
Aynı şekilde bakıştığı adam da şok olmuş bir haldeydi. Sanmıştı ki, o bir yabancı.
Oysa bir o kadar da tanıdıktı bu genç kadın. Bir o kadar yakındı kendisine.
"Niran." Dedi dudaklarından dökülen isimle zoraki yutkunurken.
"Milhan." Diye dudaklarını oynattı Niran da. Sesi fısıltıdan hallice, gözleri yıllar sonra karşılaşmanın heyecanıyla kıpır kıpırdı.
"Sen... Nereden..."
"Uzun hikaye."
Bir süre ikisi de sessiz kaldı. Gülüşleri gözlerine yansıyordu lakin birbirlerine karşı tek bir adım atamıyorlardı.
"İçerdeler sanırım." Diyerek ardında kalan salon tarafını gösterdi Milhan.
"Sen gelmiyor musun?"
"Hava alayım dedim."
"İyi yapmışsın." Dedi gidecek gibi dönen Milhan.
Onu gördüğüne inanamıyordu.
Yıllar sonra tekrardan gördüğüne inanamıyordu.
Kaç yıl olmuştu.
9?
10?
Bilmiyordu.
Bilmiyor, saymıyordu.
Tek bildiği lise yıllarında gözlerine baktığı an yüreğinin heyecanla kaburgalarını dövmesine sebebiyet veren kızın bir anda ortadan kayboluşuydu.
Acaba o da aynı şeyleri düşünüyor muydu?
Aynı şekilde hatırlıyor muydu kendisini?
Gidemedi.
Ona arkasını dönemedi.
Acaba o kendisine dönebilmiş miydi?
Baktı yeniden gözlerine.
Gördükleri doğru muydu?
Aynı gülüş müydü Narin Niran'ın bakışlarındaki.
"Seni görmek..." Dediği an kendi sesini, sözlerinin gidişatını bir kesen oldu.
"Milhan." Dedi ince bir sesin sahibi. İkisi birlikte döndüler sesin geldiği yöne.
İkisi birlikte gözlerindeki ışığı, o aynı masumluktaki gülüşü kaybetti bir kez daha.
Yüzü yeniden kızardı Niran'ın.
Kaşları eğildi.
Bakışları düştü.
"Ben..." Dedi küçük bir kız çocuğu genç kadının kucağından atlayıp Milhan'dan yana koştururken.
"...içeri bir bakayım."
Ve yeniden ortadan kayboldu.
Şaşkınlıktan dolu dolu olan gözleriyle.
Bir kez daha gecikmenin yüküyle.