-3- PART 1

2654 Words
Milhan'dan yana koşan küçük kız çocuğuyla kaşları eğildi Niran'ın. Gözleri kenarda bekleyen genç kadın ile babasının kucağına zıplayan küçük kız çocuğu arasında gidip gelirken ne diyeceğini bilemeyerek kısa bir an sessiz kaldı. Sonra nedense iç çekercesine bir soluk alıp yutkunarak dudaklarını araladı. Eski bir inanca göre, her iç çekiş, kalbin bir damla kan kaybedişiydi. Belki de doğruydu. İçinden bir şeylerin koptuğunu hissedebiliyordu Niran. "Ben, bir içeri bakayım." Diye zoraki çıkan sesiyle söylenirken bakışları son bir defa Milhan'ınkilerle buluştu. Genç adam da aynı hüzün dolu bakışları atıyordu ama, Niran bunu görememişti. Küçük kızından sonra yanına gelen karısına da belli etmedi. Edemezdi. Artık bir ailesi vardı ve, Niran da bunu çok iyi anlıyordu. Birden bire dolan gözleriyle çekirdek ailenin yan yana geldiği ortamdan uzaklaşıp karanlıklara girdiği an eli kalbine gitti. Sindiği duvar dibinde derin derin soludu. Ne sanmıştı ki? Bir hoşçakal bile demeden ortadan kaybolup, yıllar sonra geri dönerek onu aynı şekilde bulacağını mı? Okul çıkışı kapıda elindeki küçük şekerlerle kendisini bekleyen sıra arkadaşını mı? Yoksa belki bizde bir gün deyip devam etmek yerine utangaç utangaç gülümseyen genç adamı mı? Biliyordu. Hiç kimseyi, hiçbir şeyi eskisi gibi bulamayacağını adı gibi biliyordu. Kendisi bile bu kadar değişirken, narinliği bir kenara bırakırken onlar nasıl aynı kalsındı? Hem... İşi gücü yoktu da kendisini mi bekleyecekti? Veda bile etmeden giden, neden gittiğini söylemeyen birini kim, ne diye beklerdi ki? Aşk, sevgi, sadakat? Tüm bunlar gerçek miydi? Bir insanın, bir insanı her gün biraz daha özleyerek beklemesi için yeterli miydi? O da beklememişti işte. Yuvasını kurmuş, bir aile babası olmuştu. Önce ona kızdı içten içe, beklemedi diye. Sonra kendine. Yine aynı şeyleri düşündü çünkü. Ne diye beklesindi? Ne için beklesindi? Dolmuş gözlerini kırpıştırıp yanaklarında parmaklarını gezdirerek burnunu çekti. Sorun değildi. Milhan hep, eski bir dostu olarak kalacaktı. Zaten ne zaman ileri gitmişlerdi ki? Omzu üzerinden ardında kalmış aileye bakıp yaslandığı duvardan doğrularak adımlarını konağın başka bir ücra köşesine doğru attı. Salona dönmeyi o kadar da çabuk istemiyordu. Zaten onlar da Zana hanımla olan tartışmasından sonra gelsin istemezlerdi. Kolları kendi bedenini sarıp gözleri göğü izleyeceği bir köşe bulduğu an bir ses duydu. "Narin Niran." Dedi sert sesin sahibi. Geriye dönüp baktığı an az evvelki düşüncelerini çürüten kişiyi gördü. Herkes değişebilirdi. Herkes değişmişti. Bir tek o... Azad Ağaoğlu'nun ne görüntüsünde bir değişim söz konusuydu, ne de sesindeki tınıda. "Doğru mudur?" Diyerek kendisinden yana attığı adımları izleyerek yerinde kaldı. Narin Niran'ı o da herkes gibi iyi tanırdı. Hatta herkesten daha iyi tanıdığına... İşte buna gerçekten adı kadar emindi. Ne de olsa o narinliği en çok o görmüş, en çok o ürkütmüştü. "Narin Niran öldü." Dedi birden bire. Düşünmeden konuşmuştu ama çok umrunda olduğu da söylenemezdi. Kollarını göğsünde birleştirip kaldırdığı kaşlarının altındaki kendinden emin tavırla yaklaşmakta olan adamın izlemeye devam etti. Bir insanın yürüyüşü bile değişmez miydi? Nasıl oluyor da hâlâ bu kadar vakur bir tavır sergileyebiliyordu. Demek hayat onu şımartmaya devam ediyordu. Neden olmasındı? Buralar onun sayılırdı. Eskinin kudretli ağaları, hanımları dönemlerinde yaşamasalar da, Azad Ağaoğlu onları hiç aratmıyordu. Hem de hiç! "Belli." Dedi iyice yaklaşarak. Artık karşı karşıya duruyorlardı ve bu kadar yakın olmayalı yıllar yılı olmuştu. Aslında Niran onunla hiç istekli bir şekilde yakın olmamıştı. Azad ağa onun için hep küçük yüreğinin hızlı hızlı çarpmasına sebep olan sıra arkadaşının korkulan abisi olmuştu. Tabii bu durum, Azad için biraz farklıydı. O, Narin Niran'ı arada Milhan olmadan görmüş, beğenmiş, az biraz da kafaya takmıştı. Ne kardeşinin ona her bakışında yüzündeki aptal tebessümden haberi vardı, ne de Narin Niran'ın kardeşi için her gün aynı rengi giyişinden. "Narin niran gitmiş." Dedi genç kadını baştan ayağa süzerken. Bakışları eskisi kadar içini kemirmiyor, ürkütmüyordu. Aslında bu düşüncesinde samimi değildi Niran. Genç kızlığında bir adım geriye atmasına sebep olan bu adam hâlâ yeterince ürkütücüydü. "Dişli bir Niran gelmiş." Derken haddinden fazla yaklaşarak kulağına fısıldamıştı. Genç adamın kulağına çarpan nefesi ve iç gıcıklayan sesiyle yutkundu Niran. Farkında olmadan başını diğer yana çevirirken Azad'ın gözlerini kapatıp derin derin nefes aldığını göremedi. Aynı kokuyu alıyordu Azad. Kaybettiğini bulmanın tarifsiz sevinci yüreğini telaşlandırırken aldığı soluklar peş peşe sıralandı. Her birinde biraz daha derinleşti. "Ama koku aynı koku." Diye fısıldadı yeniden. Sözlerine: "Ten aynı ten." Diyerek devam edip elinin tersiyle genç kadının yanağını okşadığı an itelendi. "Ne yaptığını sanıyorsun sen ya? Dokunma bana!" Diye elini vururcasına iteleyen Niran öfkelenmişti. Nereden buluyordu bu laubaliliği? Aralarında hâlâ bir şey olabileceğini mi sanmıştı? Kaldı ki geçmişte bile bir şey yoktu. Şimdi olması da asla ve kat'a mümkün değildi. Öfkeli bakışlarını son kez genç adam üzerinde gezdirip gitmek üzere adımlamıştı ki tam yanından geçtiği an kolu tutuldu. Dönüp baktı yine bir nefes kadar yakınında olan adama. Her şeyiyle aynıydı, bunu görebiliyordu. Fakat bir şeyden emin olamıyordu. Yıllar evvel hemen her gün yolunu keserek tükettiği sözlerinde hâlâ kararlı mıydı, yoksa o günün bir hevesi miydi, emin olamıyordu. "Yüzüne bakmadığın bu adamı hatırlasan iyi olur." Diye söylendi uzun sessizliği bozan Azad. O an göz göze gelmişlerdi. Yıllar sonra yüzü daha bir oturmuş, daha sert bir ifade almıştı. Bakışlarını tutulan koluna indirmeye çalıştı ama hayır, gözlerinden kurtulamıyordu. Dudağının sağ yanındaki bene kaydı kahve gözleri. Azad bu bakışını fark etmiş olacak ki gülüşü hınzır bir hal aldı. Kolunu saran parmakları gevşer gibi oldu. Gözlerini yeniden gözlerine çıkardı Niran. Azad'ın bakışları kırpılmıyordu. İçindeki ateşi dindiremez hâle gelmişti ve karşısındaki kadının bir hayalden ibaret olmadığını yeni yeni idrak edebiliyordu. Gelişi öyle güzel olmuştu ki, gidip tekrar tekrar gelsin istedi. Gevşeyen parmaklarını elinin altındaki kola sürtmeye başladı bu defa. O hayatında görüp görebileceği en iştah açıcı yasak olabilirdi. Aynı parmakları saçlarının arasından geçirme hayaliyle yüzü biraz daha aydınlandı. Kulağına doğru eğildi. Niran kıpırdamıyorken kokusunu anımsamanın tam zamanıydı. "Çünkü o seni hiç unutmadı." Diye fısıldadığında dudakları kulağına çarpıyor, sakalları yanağına sürtünüyordu. Biraz daha bastırdığı yanağını sürte sürte, duyduğu fısıltının etkisiyle mayışıp gözlerini kapatacak olan Niran'ı kaşındırmıştı. Küçük bir irkilmeyle kendine geldi Niran. Telaşlı solukları hızlanırken göğsü yeniden korkuyla inip kalkmaya başladı. İçinde yıllar öncesine benzer bir his filizlenmişti. Sanki okulun arka sokaklarından birindeydi yine. Üzerinde formasıyla, arabasına yaslanmış genç delikanlının önünü kestiği sokaktaydı. Ve midesine yine aynı tatlı korkuyla kramplar giriyordu. "Ne seni..." Deyip burnunu burnuna sürttü Azad. "Ne de sana verdiği sözleri." Sana söz, Narin Niran! Söz! Seni asla, ama asla bırakmayacağım! Sana söz! Asla vazgeçmeyeceğim! Söz! Kimselere yâr etmeyeceğim! Söz! ... Gün tüm gerginliğiyle başlarken Revan'ın odasında kendisi için hazırlanmış yer yatağından kalkıyordu Niran. Anne eliyle özene bezene hazırlanmış döşeğin üzerinde, bir yer yatağında yatmayalı yıllar olmuştu. Doğrulduğu yerde titrek bir esnemeyle kendine gelirken gözleri odayı süzmeye başladı. Pek değişmemişti buralar. Zaten Revan sadelikten yana bir kızdı. Ne gösterişi sever, ne de abartılı şeylerden hoşlanırdı. O yüzden alınan her abartılı fistan kendisine giydirilir, taşlı tokalar kendi saçlarını süsler, pırlantadan ne kadar kemer varsa kendi belinde yer alırdı. Oysa o kendisinden çok daha güzeldi, bunun farkındaydı. Her şey ona daha çok yakışırdı, ama Niran'a giydirilirdi. Bilmiyordu, belki de ailesi kendi kızlarının çirkinliğini paralarıyla kapatmaya çalışıyorlardı. Saatin erken olduğu tahminiyle güzel kuzenini görebilmek için yatağına bakmıştı ki dağınık yatağın boşluğuyla karşılaştı. Bildiği kadarıyla o kadar da erken kalkan biri değildi. Nereye gitmişti sabah sabah? Sıcak yatağından ayaklanıp odanın kapısına doğru adımladı. Kapıyı açıp manzarası konağın geniş avlusu olan terasa çıktığında Revan'ın kulağındaki telefonla fısır fısır konuştuğunu gördü. Her kiminle konuşuyorsa epey telaşlı bir hali vardı. Dağınık topuzundan çıkan saç tutamlarını kulağının ardına vererek çıplak ayaklarıyla terasın sıcak betondan zeminine adımladı. Yaklaştıkça genç kızın sesi biraz daha netleşiyor, ne dedikleri daha iyi duyuluyordu. "Biliyorum, biliyorum başka şansımız yok." Diyordu Revan. Ne şansından bahsediyordu? "Farkındayım Seyhan. He dedim ya, her şeye kabulüm." Deyişiyle adımlarını durdurdu. Seyhan? Böyle birini tanıdığını sanmıyordu. Yüreğine korkunun küçük, karanlık bir damlası düşmüştü. Revan ne işler karıştırıyordu? O kafasında olmayacak şeyler kurmadan evvel kendi kendine sorduğu sorularla cebelleşirken Revan kulağındaki telefonla ardına doğru döndü. Geldiğini duymadığı için kendisini gördüğüne bayağı şaşırmıştı. Kızarmış gözleri sonuna değin açılırken titremeye başlayan elindeki telefonu kulağından indirdi. "Niran." Dedi şaşırmış bir ifadeyle. Başka söyleyecek bir şeyi yok gibiydi. Yüzündeki neydi öyle? Korkuyor muydu? Hem de kendisinden. "Günaydın." Diye tebessüm etti Niran. Onu korkutacak bir şey yapmamıştı, yapmazdı. Neden kendisinden korkan bir hali vardı ki? "Gü-günaydın." Diye kekeleyen amca kızının elleri arasında sıktığı telefonuna bakıp yeniden yüzüne odaklandı. "Seyhan kim?" Diye doğrudan sorduğunda Revan'ın yüzü biraz daha renk kaybetmişti. Alt tarafı bir soruyla bu kadar endişelenmesine gerek yoktu. Gören de bir işler karıştırıyor zannedecekti. "Arkadaşın mı?" Diye sorarken tatlı tatlı esen rüzgârın etkisiyle uçuşan saç tutamlarını tekrardan zapt etme çabasına girişti. "Hı... Hı hı." Diye başını salladı genç kız. "Kahvaltıya çağırırlar şimdi, haydi giyinelim." Deyip kaçarcasına odanın yolunu tuttuğunda arkasından bakmakla yetiniyordu Niran. Odanın kapısı genç kızın gergin hareketleriyle kapanırken izlendiği hissiyle gözleri karşı terasa uzandı. Tam karşısında duran, gözlerini kısmış, kendisini izleyen kişi yengesiydi. Revan'ın annesi... Rojda hanım. Kırk beşini anca gösteren kadın da kızı gibi ortadan kaybolduğunda önündeki taş korkuluklara tutunarak derin derin soludu Niran. Sabahın tatlı, henüz o kadar da ısınmamış havasını içine çekerek gözlerini yumdu. Hâlâ o kadar aptal olduğunu mu zannediyorlardı? Hiçbir şey anlamayacak kadar çocuk olduğunu... Kahvaltıya indiklerinde masanın kalabalığı Niran'ı şaşırtmıyordu. Ailesi hâlâ iç içe, hâlâ hep birlikteydi. Eksikler yok muydu, elbette vardı. Bunların başında kendisi geliyordu ama, bir de kendisi yüzünden konağa yasak kılınanlar vardı. Vakti zamanında, bu büyük konakta üç kardeş kendi aileleriyle birlikte, hep bir arada yaşarlardı. Büyük kardeş Behram ağa, ortancaları ve Niran'ın babası olan Bekir ağa, küçükleri Bilal ağa... Aileler mutluydu. Ahir zamanda bir arada kalmayı başaran sayılı ailelerden olmanın verdiği mutluluk huzurlarını da artırıyordu. Sonra Narin Niran doğdu, büyüdü, ve bir şeyler oldu. Öyle şeyler oldu ki, yalnızca konağın narin kızı değil, kardeşlerin en küçüğü de ailesini alıp gitmek zorunda kaldı. Şimdi neredeler, ne yapıyorlar bilmiyordu. Doğrusu bilmek de istemiyordu. Yine de insandı işte, merak ediyordu. Kalabalık kahvaltı masasının uzağındaydı şimdi. Zaten hiç yaklaşamadığını anımsadı. O, annesinin koltuğunun altındaki küçük kızıydı. Bu masa ise kendisine göre çok, çok büyük. Bakışları bir an için masanın ucundaki babasını buldu. Etrafındaki sesler uğultulu bir gürültüye dönüşürken olduğu yerde yaşlı adamın bakışlarını izlemeyi sürdürdü. Yutkunma hissiyle yandı boğazı, kurudu, kaşındı. Geldiğinden beri hiç konuşmamışlardı. Gerçi yirmi dört saat bile olmamıştı ama, olsundu. O babasıydı. Canının yongası, tek dayanağı. Küçük kızını çekip ölümlerden kurtaran, zulümlerin ortasına atan. Gerçi, nereden bilebilirdi ki? Bilemezdi, değil mi? Kızının gittiği yerde ailesine olan özlemden uykusuz geceler geçireceğini, küçük yüreğinin hasretle hastane köşelerinde sürüneceğini. Evet, sağ salim dönmüştü, iyi bir şey olsa gerekti. Ayakları üzerinde duruyordu, bunu babasının onu yapayalnız kilometrelerce öteye göndermesine borçluydu. Gözü açılmış, yeterince akıllanmıştı. Fakat bir şey daha vardı. Mirzan konağının narini değildi artık. Gözü açılırken masumluğu gözyaşlarıyla birlikte akmıştı her gece. Ve her gece biraz daha düşünmüş, çocukluğu memleketinin taş zeminleri altında kalakalırken o hiç istemediği farkındalıklar yaşamıştı. O yüzden ıraktı işte, o yüzden hasretle boynuna sarılacağı babasına cephe almıştı. O yüzden kırgın, o yüzden kızgındı. Ve ne kadar çok bahaneyi ardı ardına dizseler de hıncı geçmiyordu. Geçmeyecekti. Çünkü adı gibi bildiği bir şey varsa, suçsuz olduğuydu. Suçsuzken ayak altından gönderilişi... İşte bunu asla unutamıyordu. Unutamayacaktı. Unutmayacaktı. Babasıyla arasında uzayıp giden bakışmayı fark eden masanın diğer ucundaki amcası Behram beyde kendisinden yana dönmüş: "Niran, gel kızım, otur." Diye seslenmişti. Onun seslenmesiyle masada biriken aile üyeleri de kendisine bakındı. Neşeyle ayaklanan tabii ki annesiydi. Şahbanu hanım nasıl da sevip sayıyordu kızını. Lakin düşünmeden edemiyordu Niran. Madem bu kadar seviyordu, neden gönderilmesine izin vermişti? Neden bir kez olsun verilen karara karşı gelmemiş, babası elinden tutup onu kendi elleriyle havaalanına götürürken önüne durmamıştı? "Niran, gel annem." Diyerek hemen yanındaki boş sandalyeyi gösterdi. Ağlayarak kalktığı o yer geri veriliyordu şimdi. Bir lütuf gibi... Usul usul adımladı Niran. Kendisi için ayrılan yere doğru yaklaştığında tam karşısında oturan abisi Emrah'la henüz yüz yüze geliyordu. Sırf geri geldi diye o kadar davul zurna çaldırmışlardı ama doğru düzgün bir hoşgeldin bile edilmemişti. Acaba gerçekten geri döndüğü için mutlu olmuşlar mıydı? Yoksa her şey bir gösterişten mi ibaretti? Öyle olduğuna dair bir ihtimal bile o kadar kırardı ki Niran'ı, o kadar üzerdi ki... Eskiden olsa... Üzülmedi Niran. Böyle bir ihtimal mümkündü ve zerre umrunda değildi. Zaten kısa süreli bir dönüştü onunki. Yeniden ortadan kaybolacak, hiç gelmemiş gibi bir kez daha kendisini unutturacaktı. Mirzan konağı yeniden sakin günlerine dönecek, ayak altından kaldırdıkları baş belasına katlanmayacaklardı. Tıpkı istedikleri gibi olacaktı. Tıpkı eskisi gibi... "Niran, hadi kızım." Diye tüm içtenliğiyle gülümseyerek kendisi için hazırladığı kahvaltı tabağını gösterdi annesi. Öyle sanıyordu ki, dönüşüne gerçek anlamda tek sevinen annesi Şahbanu hanımdı. Gözlerinin içi biraz daha parlıyordu bu gün, şalı biraz daha renkliydi, fistanı biraz daha taşlı... Annesine aynı şekilde gülümseyerek çatalını alıp tabağındakileri didikledi. Başını kaldırdığında tam karşısında yer alan abisi Emrah'ın kendisine olan bakışlarıyla karşılaştı. Yalnızca o değil, yanındaki küçük kızı Şirin ile karısı Emine de bakıyordu. Aslında masadaki hemen herkesin bakışları kendi üzerindeydi. Sanki yıllar sonra başka bir ülkeden dönen evin kızı değil de, başka bir alemden gelen korkunç bir canlıydı. Emine ile küçük Şirin'e samimi bir tebessüm gösterip tabağına döndü. "Bu gün alışverişe çıkılacak." Diye sessizliği bozan amcasıyla o da herkes gibi yaşlı adamdan yana bakındı. Gözleri masanın diğer ucuna yakın oturan Revan ile buluştuğunda Rojda hanımın: "Ne acelesi varmış?" Sorusu ve annesinin kendi eline dokunuşuyla önüne dönmek zorunda kalmıştı. Şahbanu hanım ile babası Bekir ağanın muhabbete girmeyecekleri surat ifadelerinden belliydi. Sonuç olarak bu mesela onların ailesini ilgilendirirdi. Her ne kadar bir arada yaşasalar da, bu işi başlarına açan Behram ağanın oğlu Hasan'dı. Kendi kızları ya da oğulları işin içinde olmadığı için de karışmaları yersiz olurdu. Fakat Niran karışmak istiyor, artık milat öncesinde kalmış bu saçma adetlere biri bir şey desin istiyordu. Berdelmiş, töreymiş... Bunlar kaç yıl öncesinde kalmıştı. Artık etrafta ne öyle dilleri susturan hanım ağalar, ne de bakışıyla korkutan beyler vardı. Allah aşkına, hangi yılda yaşıyorlardı? Bu ülkede demokrasi denilen bir şey vardı, bundan da mı haberleri yoktu? Artık kim kimin kararına karşı gelebilir, kiminle evlenmesi gerektiğine hükmedebilirdi? Saçmalığın daniskasının tam da ortasında kaldığı hissiyle ağzını açacak oldu ki annesi Şahbanu hanımın elini tutup sıkması ve amcasının yeniden söze girmesiyle konuşamadan sustu. "Üç güne nişan olacak." Diye gürledi amcası Behram ağa. Hasan'ın yüzüne bile bakmıyordu. "Bir işi de vaktinde, eliniz ayağınız birbirine dolaşmadan yapın." Deyip gözleri sağ yanındaki oğlunu bulurken: "Zaten her şey birbirine girdi." Diye söylendi. Ardından sessizliğini çok uzatmadan: "Aradılar, bir saate kalmaz gelirler." Demesiyle Rojda hanımın bakışları biraz daha kararmıştı. "Biz kendi işimizi kendimiz görürüz." Diye tiz çıkan sesiyle söylenirken Behram ağanın yumruk halini almış eli masaya iniverdi. "Hep birden gidilecek, ne alınacaksa alınıp satılacak." Diye sesini biraz daha yükseltti. "Lafımı ikiletmeyin." Derken bakışları konuşacak olan karısına kaymıştı. Rojda hanımın sürmeli kara gözleri tam karşısında yer alan oğlu Hasan'a çevrildi ve birden bire tek oğlunun yüzüne tükürerek masayı terk etti. Olanları şaşkınlığı içinde kalan aile üyelerinden çıt çıkmıyordu. Bekir ağanın işareti ile Şahbanu hanımın sesi duyuldu. "Ağam." Dedi kaynı olan Behram ağadan yana. "Ben kızları da alır, giderim." Yengesinin lafıyla bir nebze olsun sakinleşmişti Behram ağa. Başını sallayarak karısı gibi masadan kalktığında işlerin bu raddeye gelmesine anlam veremiyordu Niran. Neden kimse bir an olsun durup olanları mantık çerçevesi içinde düşünmüyordu? Birileri aşık oldu diye ölmek zorunda değildi ki. Ya da o birilerinin ailesi çocukları kavuşsun diye diğer evlatlarını da ateşe itelemek zorunda değildi. Berdel hükmü verilen ikilinin çok mutlu bir evlilik yapacağını mı zannediyorlardı? Ya da akraba olunca herkes rahata mı erecekti? Kim mutlu olur, kim üzülür, kimin yüreği rahat ederdi bilmiyordu ama, güvey olacak genç ağanın yüzü nihayet gülmeye başlamıştı. Ne verilen berdel hükmü umrundaydı, ne de yatağına sokulacak genç kız. Yine ben burdayım dercesine şık giyimiyle ayna karşısındaki yerini alırken aklındaki tek şey yıllardır bulamadığının karşısına çıkmış olmasıydı. Kol düğmelerini bembeyaz gömleğine iliştirirken yüzü gülüyor, sanki verilen karar beklediğiyle olacakmış gibi üç gün sonraki nişan için keyifleniyordu. Boşuna değildi göğsünün kabararak sevincinin yüzüne vurması. Zira her şey, tam da aklındaki gibi olacaktı. Madem berdel, öyle ya da böyle gerçekleştirilecek, madem ki bir Mirzan kızı bu konağa gelin olacaktı, bu Narin Niran'dan başkası olmayacak, yatağına ondan başkası girmeyecekti. İsterse berdel olmasındı. Sorun değildi. Öyle ya da böyle... İsteyerek, ya da reddederek... Tıpkı yıllar evvel düşündüğü gibi, tıpkı hayalini kurduğu gibi olacaktı. Urfa'nın ahir zaman beylerinden olan Azad ağa kırk gün kırk gece düğün edecek, gelin ağa vasfıyla konağın kapısından girecek kişi, narinliğiyle dillere destan Mirzan kızı Niran olacaktı. Dert etmesine gerek yoktu. Nasılsa bir bahane bulurdu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD