Bölüm 12: İlk Şimşek

1510 Words
Anımsa, beden, ne denli sevilmiş olduğunu değil yalnızca, o uzanmış olduğun yatakları değil yalnızca, ama o arzuları da anımsa: Gözlerde senin için sakınmadan parıldayanları ve senin içinde titreşen arzuları ve bir engel yüzünden gerçekleşmemiş olanları. Şimdi her şeyin geçmişte kaldığı şu anda kendini vermiş gibisin neredeyse bu arzulara- nasıl parıldarlardı, anımsa, o sana bakan gözlerde, nasıl titreşirlerdi senin içinde, anımsa, beden. -Constantino Kavafis Şiiri duyar duymaz arkamı döndüm. Her zaman bana şiirler okurdu hatırladım. Gülümseyip ellerinden tuttum. "Yavaş yavaş herşeyi hatırlıyorum galiba sevgilim" dedim. Gözlerine baktım, kalbimden çok daha derinlere kazınan o gözlere.. "Sakın unutma, tüm gerçekliğiyle ellerini tutmama çok az kaldı sevgilim. Hissediyorum bunu.. Gözlerin eskisi kadar uzakta değil, sözlerin içimi eskisi kadar çok ısıtmaya başladı. Çok az kaldı sevgilim.." Salı sabahı duyduğum şiir kulaklarımda çınlarken kalktığımda, kaç gündür Eren, Sıla aşkını dinliyordum bilmiyordum. Artık içim bayılmıştı. Neyse ki öğleden sonra kulüp saatinde nihayet görecektim şu meşhur Eren'i. Bense Miletos'umu düşünüyordum çaresizce, bir gün gerçekten O'nu bulabilecek miydim? Aynada kendime baktım, tuhaf bir his vardı içimde, saçlarım mavi mavi parlıyordu, dahası ben artık delirmediğimi biliyordum. "Saçlarına ne yaptın?" diye sordu Sıla kapıdan çıkarken. "Bir şey yapmadım ne olmuş ki?" dedim, yıllarca benden başka fark eden olmamıştı ne de olsa. "Sanki parıltılar var saçında" dediğinde şaşırdığımı belli etmemek istercesine omuz silktim. Okula gittiğimde ilk ders Video dersiydi, Fırat diye orta yaşlı bir adam giriyordu derse, ama pek konuşmadan bize videolar izletiyordu, geçen hafta nesneleri ve anlamlarını gösteren bir video izlemiştik, bu hafta ise İzmir'in tanıtımını izliyorduk. Camille ve Casta bayılmıştı videoya , bense saat kulesini gördükçe bu ilginç hayatımın başlamasına sebep olan şeyi düşünüyordum. Salı günü eğlenceli geçmişti, öğle yemeğinde sınıfın Japon erkeği Juro ile Rumen çocuk Lucian, bilek güreşi yapmışlardı. Lucian kazanmıştı ama Juro karate teklif edince, Lucian kaçarcasına uzaklaşmıştı. Yunanlı kız Casta, İskoç Odar ve Ukraynalı Daniel de benimle birlikte İngilizce Tiyatro Kulübü'ne geliyorlardı. Casta giderken İzmir'in Selanik'e çok benzediğinden bahsediyordu, bunu yaparken de koluma girmişti. Şehirleri kadar kültürleri de birbirine benziyordu. O sırada kulüp odasına varmıştık. Büyük bir sahneydi aslında çalışma alanımız, normal öğrenimdekilerin dersi bitmemişti daha, o yüzden dördümüz ilk gelenlerdik. Daniel kırmızı seyirci koltuklarından birine attı kendini. Odar ise sahneye çıkıp abuk subuk hareketler yaptı, okullarındaki saçma müzikalden bir bölümmüş! Casta ile birlikte gidip Daniel'in yanına oturdum. Yirmi dakika sonra kapı açıldı, Açık kumral kısa boylu bir kız girdi içeri, gelip bize kendini tanıttı, ben Esin diye. Liseye bu sene başlamış ama kesinlikle daha küçük gösteriyordu. Sonra bir kaç öğrenci daha geldi, arkasından kapı açıldı ve Sıla içeri girdi, hiç durmadan arkasındakine birşeyler anlatıyordu. Gördüğüm şeyle birden ayağa fırladım! Miletos karşımdaydı! O'ydu, aylarca rüyalarıma giren , beni buraya kadar getiren, kaderim olan kişi GERÇEKTİ! Deli değildim, daha gerçek ve daha acı olamazdı hiç bir şey. "Bak Lily, bu Eren!" Eren donup kalmıştı, boğazında bir düğüm varmışçasına yutkundu! "Sen..." "Lily işte hayatım, tanışıyor musunuz yoksa?" Eren her an kalp krizi geçirecekmiş gibi bakıyordu bana, elimi uzatmaya korkar halde bekledim. Sonunda o bana elini uzattı, dokunduğum anda alev alev yanmaya başladı tenim. O'na baktım o da aynı durumdaydı. Bu şey her neyse, O da belli ki benim bildiğim kadarını biliyordu. Belki ben de onun rüyalarına giriyordum. Gözlerine bakmaya dayanamıyordum. Bir anda kapı açıldı ve içeriye tiyatro yönetmeni Ruth Aksoy girdi, kadın İngiliz'di ama bir Türkle evlendiği için on senedir burada yaşıyordu. Elimi çekmek zorunda kalmıştım, ama hala terliyordum. Sıla ikimizin ortasına oturmuştu. Dünyada başka adam kalmamış gibi Sıla gidip onu mu bulmuştu. Miletos benimdi! O'nu kimseyle paylaşamazdım ki ben. Hiç bir şey konuşmadan orada öylece Ruth Aksoy'u dinledim. Aniden, aklıma iki sene öncesinde okuldan aldığım şikayetler nedeniyle, Mr. Marshall ile görüşmem gelmişti. Psikiyatri uzmanı, benim resim yaptığımı öğrenince, çok hevesli görünmüş , görüşmeye resimleri de getirmemi istemişti. Odamda toparladığım resimleri adama uzattığımda, gözünde binlerce şimşekler çakan adam silüetini, Eren'in portrelerini ve bulutlardan düşüşümü gördüğünde bana sır verircesine fısıldamıştı. "Freud derki, sanatçı güpegündüz düş gören kişidir!" Resimlerimi övmek maksatlı söylenen bu söz, şimdi iliklerime kadar beni sarsmakla meşguldu. Güpegündüz düşlerimi yaşamamın sebebi, fazlasıyla mevcut olan yaratıcılık gücüm olabilir miydi, ya da ben gerçek dünyamı rüya olarak algılayan bir ruh hastası mıydım? Bunları düşünürken bir yandan da kolumu bacağımı acıtarak Miletos'a bakıyordum ve o yanında duran kız arkadaşına rağmen gözlerini benden ayırmıyordu. Bir kaç dakika sonra bir hizmetli elinde çoğaltılmış tiyatro metinleriyle içeriye girip senaryo kopyalarını bize dağıtmaya başladı. Hala ona bakarken elime aldığım metnin kapağındaki isim fena halde tanıdıktı! "Romeo and Juliet" Shakespeare oynayacaktık! Bu herhalde orada en çok benim tanıdığım yazardı. Sadece Shakespeare üzerine dersimiz bile olmuştu. O acı aşk hikayesini defalarca incelemiştim, ama ilk defa o acıyı içimde hissediyordum. Birden kafamda öldüğümü ve Eren'in başımda ağladığını hayal ettim. Gözlerim dolmuştu aniden, hangi ara bu kadar hisli biri olmuştum ben? Olan her şey ona bağlanıyordu, her şiir onu anlatıyordu, her şarkı bizi söylüyordu. Her eser sanki binlerce yıl hüküm süren aşkımıza ithaf edilmişti. Bir kaç dakika sonra, Bayan Aksoy kızlara Juliet'ten, erkeklere Romeo'dan parçalar okutmaya başladı. Eren de ben de sürekli birbirimize bakıyorduk. Sıla hırs yapmış bir halde Juliet' e konsantre olmuştu. Gerçekten hırslı bir kızdı, belki Eren'e böyle tutkun olma sebebi bile, bütün kızların, bütün okulun onun peşinde koşmasıydı. Oysa bu rüyalarımdaki adamın ta kendisi olmasaydı bu durum beni ondan uzaklaştırabilirdi bile. Şimdi ise, hiç bir kuvvet onu benden uzaklaştıramazmış gibi hissediyor, sonra ölümlü ve son derece insani yanımın utançla kavrulduğunu hissediyordum. Sıra bana geldiğinde sarsılmış bir halde sahneye çıktım. Elimdeki Juliet parçasını okumaya başladım. Okumak denirse adına, şu anda içimde parçalanan aşk kütleleri, soytarı rolünü bile trajediye çevirecek güçteydi, neyse ki Juliet'de aşk acısı içindeydi. "Elveda! Tanrı bilir ne zaman görüşürüz bir daha..(Zaten sadece rüyalarımda benim olmuştun!) Hayat sıcaklığını hemen hemen donduran hafif, soğuk bir korku ürpertiyor damarlarımı!(Bütün maviler buza dönüştü içimde, karşımda Sıla'nın yanında sanki ona aitmiş gibi durmasına dayanamıyordum!)" Sonunda ağlamaya başladım okurken, parçayı bitirdiğimde herkesten bir alkış koptu. Elim ayağım titriyordu, Eren'e baktım, gözleri dolmuş bir halde beni seyrediyordu. O kadar çok rüyalarımda ağırlamıştım ki O'nu, bildiğini, aynı şeyleri hissettiğini anlayabiliyordum, ama yine de gerçeklik işte, emin olduğumuz her şeyi şüpheye düşüren bir oyundu! Sıla ise sinirlenmiş görünüyordu. Sıra ondaydı, ama sinirden kekeleyerek başlamıştı resmen. Berbat okumuştu. Hatta elinde sıktığı senaryo metnini bile parçalayacaktı neredeyse. Bitirdiğinde, önüne bakarak kıpkırmızı bir yüzle yerine oturdu. Neden bu kadar önemsiyordu ki, sonuçta hepimiz bir rol alacaktık! Arkasından Eren çıktı sahneye, ellerimi nereye koyacağımı şaşırmıştım heyecandan. Sanki yeniden ben çıkıyordum sahneye. Tabii o Romeo'dan bir bölüm okuyordu ve beynim yine satır aralarını doldurmakla meşguldu.. "Çoğu kez ölüm yaklaşırken Amma da neşeli oluyor insanlar!( Ah Miletos ölsek de kurtulsak gerçekten!") idamlıkların gardiyanları buna, ölümden önce çakan şimşek derlermiş!" Son sözüyle gözlerimin içine bakmıştı, hatırlıyordum, Zeus'un gözlerinde şimşekler çakıyordu, kendimizi bulutların arasından düşerken bulduk, ellerimi uzatmıştım ona , onu bulacağımı söylemiştim! Beni sevdiğini haykırmıştı, gittikçe benden uzaklaşırken, üşüyordum, gittikçe ufalıyordum, bir yağmur damlasına dönüşene kadar düştüm.. Düştüm... Alkış sesiyle irkildim, bana bakıp ağlıyordu. Kesinlikle az önce Romeo'muz seçilmişti, baktığımda zehiri içmiş, sahnede boylu boyunca uzanmıştı. Sersemlemiş bir halde hatırladıklarımı düşündüm. Artık delirmediğimi biliyordum, ama O en olmaması gereken kişiyle beraberdi! Bana bakarak yerine geçerken, gözlerinde tuhaf bir acı fark ettim. Tamamını hatırlamıyor olabilirdim yaşadıklarımızın, ama şu haliyle bile benim için vazgeçilmez olduğunu biliyordum. Rüyamda gördüklerim gerçek mi hiç bir zaman bilememiştim, ama sadece rüya olsalar bile bal gözlü çocuk her şeyiyle karşımdaydı. Artık dönemezdim, vazgeçemezdim, ama bunu Sıla'ya nasıl anlatabilirdim ki , iki sene onların evinde kalacaktım. Offf, Zeus'un ne diye bize o kadar kızdığını bilebilseydim, ya da rüyalarımdaki gibi ona sarılıp kokusunu içime çekebilseydim. Ne düşlerim ne gerçekler yanımdaydı, çaresizlik içinde provanın bitmesiyle sevdiğim adama "Hoşçakal" deyip sevdiğim adamı Sıla'ya bırakıp tiyatro salonundan uzaklaştım. Tiyatro çalışması bittiğinde, Sıla eve biraz geç geleceğini söylemişti. Başımı sallayıp eve gelmiştim, daha kimse gelmemişti. Kendimi yatağa atıp uyuyana kadar ağladım. Gözyaşlarım yastığıma damlarken, ben gerçeği yerine düşümdeki sevgilimle beraberdim yine.. "Özür dilerim sevgilim!" "Bana sevgilim deme!" "Sevgilimsin, benim için tek gerçek sensin!" "Öyleyse nasıl oluyor da şu anda başka biriyle berabersin?" O sırada adada karşılaştığım Poseidon geldi yanımıza. Ellerimi tutmaya çalışan Miletos'a öfkeyle baktım ve Poseidon'a gülümsedim. "Yardım edeceğimi söylemiştim!" dedi Poseidon gülerek. Kapının çalma sesiyle sıçrayarak uyandım. Koşturarak kapıyı açtığımda karşımda sırılsıklam Sıla'yı gördüm. "Ne oldu sana böyle?" Sıla sinirli bir şekilde içeri girdi. Sonra odasına gidip kurulanıp giyinmeye başladı, ağlama seslerini duyunca dayanamayıp yanına gittim. "Hadi anlat bana, ne oldu?" "Tiyatrodan çıkınca Eren çok tuhaf davranmaya başladı. Sersemlemiş gibiydi, o rolün etkisiyle diye düşündüm, sahile gidip oturduk. Hiç konuşmuyorduk, gökyüzüne gözlerini sabitlemiş dalgın dalgın bakıyordu. Dayanamadım, dudaklarına yaklaştım, tam öpecektim ki, dev bir dalga üstümüze geldi. Sonuç; ikimiz de sırılsıklam olduk, ben hemen eve geldim taksiyle, o da evine gitti." "İyi de niye ağlıyorsun ki , o senin erkek arkadaşın elinize daha çok fırsat geçecek böyle!" dedim içimin acısını bastırmaya çabalayarak. "Haklısın" dedi gözyaşlarını silerek. Gelip bana sarıldı aniden. Teşekkürler Poseidon , diyordum içimden. Gerçekten bana yardım ediyordu, o hatırladığım ilk şimşeği düşündüm aniden. Neden sürülmüştük dünyaya? Cevaplarını bilmediğim milyonlarca sorum vardı ve sebebini bilmediğim koca bir aşk vardı yüreğimde. Sıla'nın ona dokunacak olacağı düşüncesi bile , ona nasıl büyük bir aşkla bağlandığımı bir kez daha vuruyordu yüzüme. Zaman.. Belki zaman sorularıma cevaplar bulabilirdi. Ama beni buraya kadar getirdiği gibi, onu bulmamı sağladığı gibi, yeniden O'nun olmamı sağlayabilecek miydi?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD