Bölüm 13: Tiyatro Kulübü

1580 Words
Hafta boyunca, Sıla'dan ve Eren'den uzak durmaya çalıştım. Ne yapacağıma karar veremiyordum çünkü bir türlü. Sıla çocuğa yapışık geziyordu adeta, ama uzaktan bakınca Eren pek de ilgili görünmüyordu onunla. Sıla adeta okul çantası falan gibi duruyordu yanında. Eren'e karşı müthiş bir kızgınlık hissediyordum. Yine de öğle yemeklerinden birinde tam karşıma oturmuş, yemek boyunca beni izlemişti. O'nun da kafası karışmış gibiydi ve ne yapacağını bilmiyormuş gibi görünüyordu. Bir sonraki salıyı ve provayı düşündükçe mideme ağrılar giriyordu. Sıla'ya baktıkça O'nun mutluluğunu aynı anda hem kıskanıyor hem de ona kıyamayacağımı hissediyordum. Bildiğim bütün ingilizce küfürleri savururken buluyordum odamda kendimi, çoğu zaman ağlayarak uykuya dalıyordum. Bir iki kilo vermiştim stresten. Lucy'ye aşık olduğumu falan söylesem kalp krizi geçirirdi herhalde. Ya da benim Richard ile çıkmayıp kime aşık olduğumu görmek için kalkar İzmir'e gelirdi. O'nu gördüğüm andan beri ben artık Lily değildim. Başka biri olmuştum adeta, Lucy bile beni görse tanır mıydı bilmiyorum. Hem ışığımdı o benim hem ışığımın sönmesine sebep olan adamdı. O'nu düşündükçe içimde sebebini bilemediğim şimşekler çakıyordu. Bir an önce onun kim olduğunu bilmek istiyordum. Bir an önce kendimin kim olduğunu hatırlamak istiyordum. Cuma günü birinci dersin tenefüs zili çalar çalmaz, Utku isimli bir çocuk geldi sınıfa, onu kulüpte görmüştüm. Casta, Daniel, Odar ve bana rol listesini dağıttı.Bana geldiğinde sanki farklı bir şekilde gülümsemişti. Derin bir nefes alarak kağıda baktım. Kağıda baktığım anda da tuhaf gülüşün sebebini anladım. Verona Prensi- Daniel Marchenko Paris- Utku Demir Montague - Odar Sanders Capulet- Ata Emiroğlu Bir Yaşlı- Esin Gürel Romeo- Eren Soylu Mercutio- Mert Akbaş Benvolio- Arda Can Sönmez Tybalt- Murat Cem Yıldırım Rahip Lawrence- Berk Evren Rahip John- Doruk Yaşaroğlu Balthasar- Erinç Demirci Abraham- Dağhan Unutkan Sampson- Sinan Yeşil Gregory- Orkun Çevik Peter- Ali Dönmez Bir Eczacı- Sude Çolak Üç Çalgıcı- Sıla Yılmaz, Özge Dursunoğlu, Pınar Bulut Bir Subay- Sarp Umut Lady Montague- Pelin Türkmen Lady Capulet-Casta Nikopolidis Juliet- Lily Walker Dadı- Polen Türkmen Koro- Duru Borak, Melis Şentürk, Kerem Soner, Ayda Ufuk, İlayda Can, Gökçe Turgut. Eren Romeo, ben de Juliet..Listeye herhalde on kere daha falan baktım. Ben bu rolde yapamazdım, gözlerinin içine bakıp onu sevdiğimi söylerken kim bunun rol olduğuna inanırdı ki? Üstelik Sıla büyük ihtimalle çok büyük hayal kırıklığı yaşıyordu, asıl ona rol yapmak zorundaydım. Romeo ve Juliet! Miletos ve Kyane.. Eren ile Lily... Daha kaç kişi olacaktık kavuşabilmek için.. Şimdiden kendimi büyük bir karmaşanın içinde bulmuştum. Kafamı kağıdın üzerine gömüp oflamaya başladım. O'nun karşısında , onun uğruna ölmem için Juliet olmama gerek yoktu ki, O'na kavuşamadığım her gün tekrar tekrar ölüyordum ben. Birden önümde duran karaltıyı fark ederek düşüncelerimden sıyrıldım. Romeo'nun babası rolünü alan Odar karşımda duruyordu. "Tebrik ederim Lily!" "Teşekkürler Odar, sana da tebrikler sevgili kayınpederim!" dedim, neşeli görünmeye çalışarak. "Orada dur bakalım, oğlumu bir Capulet kızıyla asla evlendirmem." dediğinde tıpkı yaşlı bir bir keçi gibi görünüyordu. Kollarını kavuşturmuş halde gerçekten komik görünüyordu. Casta gülerek yanımıza geldi. "Geri çekil Montague, sana kızımı asla vermem ben!" dedi Casta, asillikten kırılacaktı neredeyse, ben de gülmeye başladım ama sonra toparlayıp sürdürdüm oyunu. "Ama anne!" dedim dudaklarımı büzerek. "Ben Romeo'suz yaşayamam!" Daniel alkışlayarak yanımıza geldi, sınıftakiler oyun ne zaman diye sormaya başlamıştı bile. Yerimize geçtik , çünkü telafuz dersimize giren Bilge Işık isimli öğretmen içeri girmişti. Diğer öğrenciler gibi biz de öğretmenlere "Hocam" demeye başlamıştık. Çünkü Camille Fransızcadaki gibi "Metres" diye seslenince , Bilge Hanım kalp krizi geçirecekti neredeyse. Türkçedeki anlamını öğrenince kız kıpkırmızı olmuştu. Neyse ki , diğer öğrencilerden de çok şey öğreniyorduk. O durumu hatırladıkça kızla dalga geçiyordum, o yüzden o gün olsun biraz gülmeyi başarabilmiştim. Dersler bittiğinde beni evde bekleyen Sıla yüzümün asılmasına sebep olmuştu bile, O'nu görmek Eren'i hatırlamaktı ne de olsa. Yine de Sıla çok üzgün görünüyordu. Gelip beni Juliet rolü için tebrik edince dayanamadım. "Asıl ben tebrik ederim, gitarını bir Shakespeare oyununda konuşturacaksın!" dedim, çalgıcılardan biri olmuştu sonuçta ve yetenekli olduğu bir şeydi müzik. "Aslında, başka bir kız olacağına senin Juliet olmana sevindim. Başka her kızı kıskanıp oracıkta boğabilirdim!" dedi biraz neşelenerek. Neşelenmesi mi iyiydi yoksa az önceki yüksek frekanstan devam edip, gözlerindeki kıskançlığı kusması mı karar verememiştim. Boğazım düğümlenmişti. Ne diyeceğimi bilemiyordum. İçime yine o anlamını bilmediğim acı yerleşmişti. Kıskanacağı ilk kişi bendim oysa, hatta tek kişiydim. Miletos benim için öyle paylaşılmazdı ki ve ben hayatımda , en azından bildiğim hayatımda hiç kimseye ihanet etmemiştim. Böyle çelişkili bir hale soktuğu için beni, gidip o Miletos'u öldürebilirdim. Ben de bilirdim Richard'a ümit vermeyi, ama rüyalarıma öyle inanmıştım ki, aynı inanca sahip olmadığı için sonsuz bir kırgınlık vardı içimde. Bir başka yanım ise herşeyi boşverip ona gitmek istiyordu. Rüyalarım delirtmediyse de gerçekler beni Mr. Marshall'ın kapısına götürecekti herhalde! Salı sabahı, kalkıp okula giderken, onu bir kez daha görecek olmanın kasveti de, heyecanı ve mutluluğu da aynı anda sarmıştı tüm bedenimi. Duygularımın arasında boğulurken, derslere konsantre olmam çok zordu. Ders arasında Camille ve Casta ile birlikte kütüphaneye gitmiştik, ben ingilizce kitap okumayı çok özlediğim için hemen yabancı dildeki kitapların olduğu bölüme geçtim, Casta ise Türkçe çocuk hikayelerini okuyordu. "Onlar ilkokul birinci sınıflar için." dedi Camille gülerek. "Biz de öyleyiz zaten şu anda." dedi Casta "Ayşegül Piknikte" isimli kitabı görülmemiş bir ciddiyetle incelerken, sonunda Camille ve benim kahkahamız yüzünden kütüphane görevlisi bizi kovdu. Sınıfa gittiğimde, yerime geçtim ve aslında çantamdan çıkarmadığım halde Telafuz dersine ait defterin sıramın üzerinde olduğunu gördüm. Acaba ben mi çıkardım diye şüpheye düşerken, defterimin arasından çıkmış mavi bir kağıt gözüme ilişti. Karşımda bir şiir duruyordu, hem orjinali olan Türkçe yazılmış , hem de bana özel olarak ingilizceye çevrilmişti. Ne anlatır Yunan şarkıları Geceye dair, aşka dair Ne anlatır Yunan şarkıları Hayatımıza dair Ne anlatır Yunan şarkıları İnsanı tepeden tırnağa saran bu hüzünle Sanki hep anlatılmayan bir şey kalmıştır İçimizi ne kadar döksek de Ne anlatır Yunan şarkıları Biten bir aşk mı, başlayan bir aşk mı Bir kız mı, yüzünü hiç görmeyeceğimiz Çayırlarına hiç uzanamayacağımız kırlar mı Ne anlatır Yunan şarkıları Bu sürekli, bu yumuşak ısrarla Ne anlatır Yunan şarkıları Yüreğimize işleyen tempolarla Ne anlatır Yunan şarkıları Sonsuzluğa güzelliğe, sonsuz barışa dair Acılarla dolsak da ne kadar Sımsıcak yaşamaya dair Ne anlatır Yunan şarkıları Bir gün birleşeceğini mi bütün şarkıların Ne anlatır Yunan şarkıları Bu kadar uzak...ve bu kadar yakın(Ataol Behramoğlu) Bana binlerce yıldır şiir yazan ve söyleyen tek bir kişi vardı. On yedi senedir de rüyalarımda söylenen bu şiirler, artık gerçekliğini vurgularcasına elimdeki kağıttan bana bakıyorlardı. Gözlerim doldu, sanki soluğum kesilmişti, sanki binlerce yıldır başkası olduğumu kabul ettiğim andı, tüm bilinmeyenlere rağmen, benden gizlenen tüm benliğime rağmen. Telafuz dersini dinleyebildiğimi hiç sanmıyorum. Elimdeki kağıtta duran şiiri tekrar tekrar okumuştum ezberlemek istercesine.. Bu kadar uzak.. ve bu kadar yakın.. Bizi anlatan cümleyi bulmuştu gene Miletos. Hiç vazgeçmeyecekti benden, biliyordum..Hiç vazgeçmeyecektim ondan.. Dersler bittiğinde tiyatro salonuna erken gitmiştik yine , yirmi dakika boyunca Odar ve Daniel tahta kılıçlarla eskrim yaptılar. Sonra O geldi. Yüreğimi hem ısıtan, hem buz tutmasını sağlayan insan, bana gülümsediğinde içim ısınmıştı yine, rüyalarımdaki gibi.. Öfkem onu gördüğümde nereye saklanıyordu acaba? Neyse ki yönetmenimiz Ruth gelip beni sersemliğimden kurtarmıştı. İlk okuma provası ile başlamıştık, ikimiz de ortak sahnelere geldiğimizde birbirimizin gözlerine baka baka okuduk. Öyle kaptırmışım ki dadı rolündeki kız lafımızı kesince rol icabı, öfkeyle döndüm kıza. Eren fark etmiş olacak ki gülmeye başladı. Ne gülüyorsun be adam, senin peşine düşüp geldim buralara! Dadım rolünü oynayan Polen ile konuşurken "Git Adını öğren hemen , Eğer evliyse mezar olacaktır bana gelin döşeğim" demiştim, bunu derken de farkında olmadan Sıla'ya baktım, Eren ise gözlerini ayırmadan beni izliyordu. Nereye kadar saklayabilirdik düşlerimizi? Nereye kadar başkalarını incitmeden bakabilirdik birbirimize böyle? O Romeo ise Juliet'tim, Miletos ise Kyane.. Kim olursa karşısındaydım , bal rengi gözlerindeydim, yüz yıllardır, bin yıllardır birbirimiz için yaratılıp duruyorduk madem, Eren ile Lily'nin laneti neydi böyle? Bir an için yazdığı şiiri sormak geldi içimden, sen mi yazdın demek, bana olan hislerini herkesin önünde açığa çıkarmak istedim. Ama bir şey beni tutuyordu, Lily'ye ait olup olmadığını bilmediğim ama Kyane'e ait olduğunu çok iyi hatırladığım bir şey:Gurur. Akşam evde bu sefer ben fazla üzgün görünüyordum herhalde ki, Sıla bütün gece beni neşelendirmek için komik hikayeler uydurmaya başladı. Bu arada Türkçe'yi biraz biraz anlamaya başlamıştım. Okurken ise hala çok zordu! Bütün hafta sonu evde oturup rolümü ezberlemeye çalışarak geçirdim. Gece geç saatte uyuyakalmışım. Rüyamda yine Eren ile beraberdim ama üzerinde tüm gerçekliği ile Romeo kostümü vardı kendime baktığımda Juliet kostümüyleydim. "Kim yardım etti sana , burayı bulman için?" dedim Juliet'in sözleriyle. "Aşk yardım etti, aramamı fısıldayarak. O bana akıl verdi, ona göz oldum ben de. Denizci değilim ama; uzak denizlerde yıkanan uçsuz bucaksız kıyılar kadar uzak olsan da sen, sana ulaşmak için açılırdım denizlere" dedi bal rengi gözlerini gözlerimden ayırmadan. "Biliyorum, gecenin maskesi var yüzümde , olmasaydı eğer duyduğun için demin söylediklerimi, nasıl kızardığını görürdün yanaklarımın! Çok isterdim ah bir güzel uyup göreneklere, demin söylediklerimin tümünü inkar etmeyi! Ama uğurlar olsun görgü kurallarına. Seviyor musun beni? Evet, diyeceksin biliyorum, sözüne güveneceğim ben de. Ama yemin edeyim deme, belki de tutamazsın; Zeus alay edermiş derler sözünü tutamayan aşıklarla!" Birden Romeo ve Juliet kayboldu, yeniden Miletos ve Kyane'dik. Ellerimi tuttu. "Son nefesime kadar o Zeus'a inat ellerini tutacağım senin böyle!" Sonra sarıldık gök gürültüsüne aldırmadan ve ben şiddetli yağmurun sesiyle gerçeğe uyandım. Gerçeğe uyanmak, ilk defa yüzümü soldurmamıştı. Gerçeğe uyanmak ilk defa, beni Miletos'tan uzaklaştırmamış aksine beni bir adım daha ona yaklaştırmıştı. Gerçeğe uyanmak, sahip olduğum tüm insani acılarımı da , umutlarımın yanına çağırmıştı tekinsiz bir ıslıkla, ama ben direniyordum, direnmeye devam edecektim. Yastığımın altına koyduğum mavi kağıdı çıkarıp, bana yazdığı şiiri tekrar okudum. Bu güne kadar çok da önemsemediğim o geçmişimi, deli gibi merak etmeye başlamıştım. O'nunla geçen her anımı hatırlamak istiyordum, onunla ilgili, tüm gerçekleri, bizimle ilgili bütün ihtimalleri, bütün anıları.. Geçmiş ve geleceğe dair ne varsa bilmek istiyordum..
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD