Olanları ve olması muhtemel olan şeyleri düşünürken bundan daha kötüsünü düşünemiyordum. Bir silah! Hem de Yeraltı Şehri'ni, orada yaşayan insanları haritadan silmek için! Peki, sonrasında ne olacaktı? Başkan Eugine duracak mıydı? Bu ona yetecek miydi? O adam hayatımda gördüğüm en kötü, en bencil, en kindar insandı ve ne olursa olsun durdurulması gerekiyordu. Bunu da ben yapmak zorundaydım. Zorundaydım çünkü adım kadar iyi biliyordum ki, o kahrolası makinenin kilidini benden başka kimse açamazdı. Hem düşününce, bu durumu benden başka kimse bilmiyordu ki zaten. Ne Abraham, ne Peter, ne de Damien. Hiç olmadığım kadar yalnız hissediyordum kendimi. Hiç olmadığım kadar ümitsiz, karamsar. Her şeyi batırmışım gibi geliyordu ve babamın aslında tam olarak böyle bir silah yapmak istediğini düşündükçe ona olan inancımı koruyamıyordum. Neden, diye soruyordum kendime ama bir cevabım yoktu. Kimsenin bir cevabı yoktu. Bana cevap verebilecek tek bir kişi vardı ve o da yıllar önce hayatımdan bir daha asla dönmemek üzere çıkmıştı.
İtiraf etmem gerekir ki, babamı düşünmek bana tarif edemeyeceğim kadar derin bir acı veriyordu. Bir gün Damien onun Yeraltı Şehri'ni yerle bir edebilecek bir silah yaptığını öğrenirse ne yapardım bilmiyordum. Ne garip. Sanki tek önemli olan onun ne düşüneceğiydi. Başka hiçbir şeyin bir önemi yoktu sanki. Ben, kendim bile.
Ve şimdi de sırf bu yüzden davetli listesinde olmamama rağmen kuzenimle birlikte Diana isimli o küçük cadının evine gidiyordum. Kendime işkence etmekten zevk aldığımdan değil... Sadece ona ihtiyacım vardı.
Yanımda yürüyen Elizabeth "Sen bu gece bir garipsin." diye lafa girdiğinde, ona cansız bir bakışla bakmak için başımı çevirdim. Tek yaptığım da bu oldu. Bir şey diyecek, yapacak bir hâlde değildim. Diana'nın gösterişli evinin bahçesine girmek için o dev, demir kapının açılmasını beklerken "Neden?" diye sorarak devam etti, Elizabeth. Hava öyle soğuktu ki dudaklarından çıkan buharı görebiliyordum.
"Bir sebebi yok." dedim.
"O hâlde suratın neden böyle?"
Kaşlarımı çatarak "Ne varmış suratımda?" diye sordum.
"İyi. Öyle olsun. O zaman ben tahmin edeyim. Ya Başkan Eugine yüzünden... Ya da Damien yüzünden."
Verebileceğim tek tepki belirgin bir şekilde duraksamak oldu. Sonra da gözlerimi kapattım. Gecenin soğuğu kıyafetlerimin altına kadar işlerken dişlerimi tüm gücümle sıktım. Ne sanıyordum ki? Elbette biliyordu. Birden her şey daha anlamlı geldi. Elizabeth'in neden beni Diana'nın evine davet ettiği de. Kuzenim kendine eğlenecek bir şeyler arıyordu anlaşılan.
İtiraz edebilirdim ama yapamadım.
"Bu konuda kimseyle konuşmak istemiyorum, Elizabeth." Onun Diana'nın arkadaşı olduğunu hatırlamama yetecek kadar uzun bir an sustum ve çok daha alçak bir tonlamayla ekledim. "Özellikle de seninle."
"Benimle mi? Neden? Sadece onunla arkadaşım diye mi? Ben sadece sohbet etmeye çalışıyordum."
Hayır. Sen sadece alay etmeye çalışıyordun.
Ama bunları dile getirmeye fırsat bulamadım çünkü Elizabeth bana kendimi bunun için hazırlama fırsatı bile vermeden Diana'nın ziline bastı. Diana'yı görme düşüncesi yüzünden tüm bedenim tiksintiyle gerilirken bundan kaçış olmadığını kendi kendime hatırlatmaya çalıştım. Bir noktada kendi kendimi ikna ettim de. Kaçıp gitmen isteyen tarafımı Damien'ı özleyen tarafımın arkasına saklarken sonunda kapı açıldı ve Diana'nın genç yüz hatları görüş alanıma girdi. Onu yeniden görmek berbat bir şeydi. Özellikle de ona gelen benken. Elizabeth'e sıkıca sarıldı ve geri çekilip onun biraz arkasında duran bana elini uzatırken dudaklarının üzerinde kibirli bir tebessüm beliriverdi. Beni gördüğü için memnun olmasa da sırf Damien burada olduğu için kendime yenilip ona gelmemden memnundu. Utanıyordum. Bunu o da biliyordu. Bir an, kısa bir an beni bu evden kovmak isteyeceğini düşündüm. Bunu yapsa ne yapardım bilmiyordum. Çekip gider miydim? Yoksa her şeye rağmen...
Diana sadece benim anlayabileceğim bir imâyla dolu olan ses tonuyla "Vanessa?" dedi. İsmimi telaffuz ederken sözcükler yumuşak ama belirgin bir şekilde dudaklarından dökülmüştü. Başını yana eğdi. Gözlerinde sadece aşağılama vardı ya da benim görebildiğim tek şey buydu. "Vay canına. Buradasın. Gerçekten buradasın. O son görüşmemizden sonra seni yeniden görmek ne hoş bir şey."
Şey... Pek öyle düşündüğünü sanmıyordum.
Gözlerimi devirme isteğine elimden geldiği kadar karşı koyarken Diana'nın gözlerine bakmaya devam ettim ve sessiz kalmayı tercih ettim. Sessizliğim ne diyeceğimi bilememekten daha çok dilime hâkim olamayacağım içindi. O sırada bana attığı o tokadı düşünüyordum. Böyle bir şey bir daha asla olmayacaktı. O an Başkan Eugine gelmese neler olurdu acaba? Öyle öfkeli, öyle şaşkındım ki Diana'ya aynı tokadı atabilirdim.
"Evet." dedim, kendimi konuşmak için zorlayarak. "Seni de görmek hoş."
"Umarım gerçekten böyle düşünüyorsundur. Sanırım burada olmanı Elizabeth'e borçluyuz."
"Evet, beni o davet etti."
Sohbet etmek zorunda mıydık cidden?
Elizabeth her şeyden habersiz bir biçimde "Eee? Böyle kapıda mı dikileceğiz? Bizi içeri davet etmeyecek misin?" diye sorunca, Diana gözlerini benden çekip ona baktı. Kaşlarını memnuniyetsizce çattığını fark ettim. Sonra da girmemiz için kapıyı açık bırakarak dönüp içeriye doğru yürüdü. Kaba bir hareketti ama ben bunu Elizabeth'in yanında ağzından bir şey kaçırmamak için yaptığını fark edebilmiştim.
"Ne garip." dedi Elizabeth. "Bugün yatağın ters tarafından kalktı herhalde."
İçeri girmeden önce "Elizabeth?" dedim, bariz bir tereddütle. Elizabeth durdu ve omzunun üzerinden yüzüme baktı, bunu yaparken gözlerinin içinde beklenti parlıyordu. "Beni neden buraya çağırdın? Gerçekten neden?"
"Canım sıkıldı çünkü."
Anlamayarak "Ne?" diye mırıldandım.
"Hiç. İçimden bir ses bu gece çok eğlenceli geçecek diyor. Hadi, gel. Burada daha fazla beklemek istemiyorum."
Bunun ne kadar korkunç bir karar olduğunu düşünerek içeriye doğru yürürken Diana'nın evinin ne kadar büyük ve gösterişli olduğunu düşünmeden edemedim. Her şey öyle pahalı, öyle temiz ve öyle düzenliydi ki insan bir şeye dokunmaya korkuyordu. Yarı çıplak, yerel bir kabilenin kıyafetlerini giyen, koyu tenli kadın heykelinin yanından geçerken valinin evine daha önce hiç gelmediğimi fark ettim. Elizabeth ise hiçbir şeye bakmadan yürüyordu, buraya daha önce defalarca kere gelmiş olmalıydı. Omzumdan sarkan saçlarımın ucuyla oynarken bir anda dikkatim dağıldı ve aklım Stephen isimli o mucide kaydı. O salak herifi düşünmemeyi şimdiye dek başarmış olmam bile bir mucizeydi zaten. Tiksintiden midemin bulandığını hissederken babamı düşündüm ve eve dönünce yıllardır girmediğim o odasını karıştırmam gerektiğini... Pek bir beklentim yoktu ama belki orada işime yarar bir şeyler bulabilirdim.
Oturma odası evin en geniş kısmıydı ve neredeyse bir balo salonu boyutundaydı.
Elizabeth, resmen yirmi çeşit yemekle donatılmış olan yemek masasına otururken baş köşeye yerleşmiş olan Diana'ya gülümsedi. Ben de bir sandalye çektim ve oturdum. Masaya baktım ama iştahım düşüncelerim yüzünden kaçalı çok olmuştu. Hizmetçi kızlardan biri elimin yanında duran cam kadehe şerbet doldururken teşekkür etmek için başımı çevirdim ve kızın aslında ne kadar tanıdık olduğunu fark ettim. Lotus'du bu. Elizabeth'in bana yardım etmesi için gönderdiği o genç, hizmetçi kız. "Afiyet olsun, efendim." diyen Lotus, bana zarifçe gülümsedi...
"Teşekkür ederim." dedim, şaşkın şaşkın.
Diana'nın sesi dikkatimi kendine çekene dek Lotus'a bakmaya ve neden burada olduğunu merak etmeye devam ettim.
"Ah, Elizabeth. Neredeyse unutuyordum. Birkaç dakika önce nişanlın geldi. Seninle bir şey konuşması gerekiyormuş. Misafir odasında bekliyor. Git ne istediğine bir bak istersen."
Elizabeth homurdanarak masadan kalkarken Diana ile baş başa kalacağımı fark etmiştim. Garip ama tamamen tepkisiz kalmayı başardım. Kuzenim ve servis açmayı bitiren hizmetçi kızlar yanımızdan ayrıldığında Diana son derece sakin bir ifadeyle kadehine uzandı. Yavaşça içeceğinden bir yudum aldıktan sonra bakışları üzerimde gezindi. Bakışlarında en ufak bir dostluk, samimiyet yoktu. Parmaklarımın arasında duran kaşığı tüm gücümle sıkarken Diana kıyafetinin yakasına dokundu. Gençliğini ve güzelliğini ortaya seren yeşil bir elbise giymişti. Konuyu ne zaman Damien'a getireceğini merak ediyordum ki, çok fazla beklememe gerek kalmadı...
"Burayı beğendin mi?"
"Evet. Çok güzel."
"Sen bir mucittin değil mi?" İşaret parmağının ucunu bardağının ağız kısmında gezdirdi. Yüzünde meraklı bir ifade kol geziyordu. "Peki, ne zamandan beri bu işi yapıyorsun?"
"Bilmem. Saymadım. Yıllar oldu."
Neden bana bu soruları soruyordu bilmiyordum ama amacının benimle konuşmak olmadığını biliyordum. Cevap veriyordum çünkü bu konuşmanın sonunu nasıl getireceğini merak ediyordum. Bir de Damien'ı düşünüyordum.
"Damien yüzünden buradasın, değil mi? Başka neden geleceksin ki? Sadece bakışlarından bile benden ne kadar nefret ettiğini anlayabiliyorum. Boşuna gelmişsin ama. O, artık senin değil."
Diana'nın Damien'dan sanki bir eşyaymış gibi bahsettiğini duyunca elimdeki kaşığı canım yanacak kadar sıkı tuttum. Kaşığı alıp kafasına fırlatmak istiyordum, belki iyi bir darbe aklını başına getirirdi. Diana'yı anlamıyordum. Asla da anlamayacaktım. Ama burada durup onun saçmalıklarını dinleyecek de değildim.
"Onu hiçbir zaman bana ait bir şey olarak görmedim zaten." diye lafa girdim, şaşırtıcı bir şekilde sakin bir sesle. "Buraya geldim çünkü ona nasıl davrandığını merak ediyordum ve sanırım cevabımı da aldım. Onu sevdiğini söylemiştin. Sana inanıyorum ama sen sadece onu sevmiyorsun, Diana. Aynı zamanda da ona sahip olmak istiyorsun. Her şeyine. Hislerine, düşüncelerine, özgürlüğüne... Senin için üzülüyorum aslında çünkü bir saniyeliğine bile olsa sana ona baktığın gibi bakmayacak."
Diana'nın suratı kızardı.
Cidden kızardı.
Hem öfkeliydi hem de utanmıştı.
"Bunu nereden biliyorsun? Bu evde yaşamıyorsun!"
"Yaşamama da gerek yok. Ne olacağını sanıyorsun ki? Sana geri döneceğini mi? Başkan Eugine onu sana verdi çünkü seni ne kadar sevmediğimi biliyordu. Hepsi bu. Bundan daha fazlası yok. Damien asla kendi isteğiyle sana gelmezdi."
Neden böyle cüretkâr konuştuğumu ben de bilmiyordum. Belki de Diana'dan o tokadın acısını çıkarmak istiyor, belki de sadece kıskanıyordum. Ne olursa olsun, Diana'nın yüzünün aldığı ifadeyi görmeye değerdi. Gerçekten bozulmuştu. Ben meydan okurcasına gözlerine bakarken öfkeden omuzları titriyor, boynundaki zarif kolyeyi çekiştirip duruyordu. Aramızda kocaman bir masa olmasaydı muhtemelen bana tekrardan vurmaya kalkardı. Eh. Aynı şeye yeniden izin vermeye hiç niyetim yoktu.
"Bu gülünç. Bunları derken kendinden ne kadar da emin görünüyorsun. Sanki sen benden çok daha iyiymişsin gibi. Sen de Başkan Eugine'ne boyun eğmedin mi? Sen de kötüsün Vanessa, en az benim kadar öylesin."
"Eh, peki." dedim, dediği şeye itiraz etmek yerine onu kabul ederek. Bu kadına gerçeği söyleyecek falan değildim. Hissiz bir biçimde gülümsedim ona. "Ama bu dediklerimi değiştirmez."
"Olanları da değiştirmez."
Bunu biliyordum. Bunu bildiğim için bu kadar canım acıyordu zaten.
"Tuhaf bir kadınsın Diana," dedim en sonunda gerçek düşüncemi söyleyerek. "Açıkçası, bu kadar hırslı olduğunu düşünmemiştim. Bana saldırarak vicdanını rahatlayabiliyor musun bari?"
"Damien'la konuşma çabaların nasıl gidiyor? Seni dinlemek istemiyor, değil mi? Üzülme, Vanessa. Seni anlıyorum."
Diana'ya bu durumun beni ne kadar etkilediğini göstermek istemiyordum çünkü bunu görmek onu sadece daha fazla memnun ederdi. Yüzümü ifadesiz tutmak için çabalarken ne olursa olsun haklı olduğunu düşündüm. Hissettiğim hiçbir şey olanları değiştirmezdi. Tıpkı onun da değiştiremeyeceği gibi. Her şey büyük bir yanlıştan ibaretti. Özellikle de bu an. Diana ile oturtup yemek yemek, sohbet etmek de neyin nesiydi? Gitmem, kaçmam gerekiyordu. Arkama bile bakmamam gerekiyordu.
Tam da düşündüğüm şeyi yapmaya yeltenip oturduğum sandalyenin kollarına uzandığımda Diana'nın söylediği şey tüm bedenimin kaskatı kesilmesine neden oldu. Kalbim göğsümden çıkacak gibi atıyordu ve bir an için tüm dünya sadece Diana'nın ağzından çıkan kelimelere odaklanmış gibiydi. "Damien'ın bize katılmasını ister misin, Vanessa?" diye sormuştu bana...
Kahretsin! Hayır!
Onu görmeyi istiyordum elbette, hem de her şeyden daha çok... Ama bu şartlar altında değil. Böyle değil. Buna henüz hazır değildim. Yerimde huzursuz bir biçimde kıpırdandım. Tam da şu an bir mucize olmasını ve bu durumdan bir şekilde kurtulmayı o kadar çok istiyordum ki... Ne yazık ki bu dünyada mucizelere yer yoktu.
Diana yüz hatlarıma işlenen rahatsızlıktan müthiş bir keyif alarak parmaklarını zarif bir şekilde kaldırdı. Odanın şık ve zarif köşelerinden birinde, hizmetçi kızlardan bir tanesi sabırla bekliyordu. Düzgün ve sade bir elbise giymiş olan genç kız, koşar adımlarla yanımıza gelirken biraz paniğe kapılmış görünüyordu. Diana'ya çok fazla yaklaşmamaya özellikle dikkat ederek durduğunda kızın yüzündeki o paniğin daha da yoğunlaştığını gördüm. Bileğini tutup ellerini önünde birleştirerek zarif bir sesle "Evet, efendim? Bir şey mi istemiştiniz?" dediğinde Diana başını yana çevirdi ve genç kıza gülümsedi. Ufak tefek ama yeteri kadar samimi bir tebessümdü bu, yine de bana tokat atan kadın olduğunu düşününce garip duruyordu...
"Damien'a onu yemeğe çağırdığımı söyler misin, Beatrix." Elini geri indirdiğinde başını biraz daha eğerek mahzun bir ifade takındı. Bense gözlerimi ondan alamıyordum; İçimdeki öfke, bir ateş gibi her geçen dakika daha da büyüyordu. Diana'nın dudaklarından sözcükler yavaşça, ağır bir yük gibi döküldü. "Ve lütfen acele eder misin? Bu nahoş sohbetten mahrum kalmasını istemiyorum."
"Ne?" dedim ters ters. "Saçmalama, Diana."
"Onu görmek istemediğini söyleyemezsin, Vanessa."
"Neden yapıyorsun bunu? Niye Damien'ı sinirlendirmek istiyorsun? Onun ne hissettiği senin için bu kadar mı önemsiz?"
Diana'nın verdiği cevap derin bir sessizlikten ibaretti. Belki de verecek bir cevabı olmadığı içindi. Beatrix hâlâ orada duruyor, ondan bir emir duymayı bekliyordu. Diana'nın fikrini değiştirmesini beklemek aptallıktı. O yüzden emreden bir ses tonuyla "Beatrix, dediğimi yap hemen!" dediğinde zerre kadar bile olsa şaşırdığımı hissedemedim. Sadece hayal kırıklığına uğramıştım. İçimde her şeyi yakıp yıkmaya yetecek kadar yoğun bir öfke hissediyordum. Hissettiğim kızgınlık yüzünden masanın insanı sinir edecek kadar temiz olan örtüsünü kavrayıp parmaklarım ağrıyana dek sıkarken kendi kendime sakin olmazsam durumu daha da kötü bir hâle getireceğimi hatırlatmaya çalıştım, bir noktada bu biraz işe yarar gibi oldu. En azından ağzımdan söylemem gereken bir şey kaçırmadım. Damien'ı bir kere daha göreceğim için o kadar gergindim ki, başım dönüyordu resmen. Bir tarafım ise anlam veremediğim bir şekilde buruktu, kırgındı, kızgındı. Beni görünce ne tepki vereceğini merak ediyordu. Belki de etmemeliydim. Belki de Damien...
Gözlerimi önümde duran kaseye indirdim.
Hayır.
Bunu düşünmemeliydim.
Kaçıp gitmek isteyen tarafıma rağmen kalmayı tercih ettiğimde Elizabeth'in nerede kaldığını merak ederek etrafıma bakındım ama kuzenimin varlığına dair herhangi bir iz bulamadım. Beatrix isimli hizmetçinin geri gelmesi olması gerekenden daha uzun sürdüğü için bunu yaptığında Diana sıkılmış ve öfkelenmiş bir hâlde parmaklarını masanın üzerinde ritmik bir biçimde tıkırdatıyordu. Gözleri doğruca üzerimdeydi. O an neler düşündüğünü az çok tahmin edebildiğim için kendimi hiç rahat hissetmiyordum. Yine de bu rahatsızlığı ifadesiz, ciddi gözlerimin ardına gizledim. Beatrix'in gelişinin beni heyecanlandırmadığını söylesem yalan olur. Ne de olsa o 'Damien' anlamına geliyordu. Huzursuz bir huysuzlukla dolu olan hücrelerim bir anda canlanıverirken hizmetçi kıza kontrol altında tutamadığım bir umutla bakmaya başladım. Ne hislerimi ne de ifademi kontrol edebiliyordum artık. Beatrix'in yanakları al aldı ve gözleri sanki çok fazla kahve tüketmiş gibi canlı ve parlaktı. Yavaşça yutkundu ve Diana'nın oturduğu sandalyenin yanında durdu. Bir terslik olduğunu o zaman anladım işte.
Diana hem sesine hem de yüz ifadesine ve bedenine yansıyan bir merak duygusuyla, yerinden doğrularak, "Harika. Geldin. Bir an hiç gelmeyeceksin zannettim. Damien nerede kaldı?" diye sordu. Bunu sorarken ister istemez kaşlarını çatmıştı.
Beatrix yüzünü buruşturmamak için kendini zorlasa da bunu başaramadı. Kendini konuşmak için zorlarken, tiz bir sesle, güçlükle "Damien," dedi. "Şey... O... Şey... Sanırım yemeğe katılmayacak, hanımefendi."
"Bu da ne demek? Gelmeyeceğini mi söyledi?"
Beatrix birden daha da kızardı ve iyice panikleyerek kekeledi. Çok alçak bir sesle "Ne söylediğini bilmek istemezsiniz." dediğinde kendimi aşırı sıcak bir yaz gününde içi buz dolu bir küvete yatırılmışım gibi hissettim. Omuzlarımla birlikte tüm bedenim gevşerken Diana benim tam aksime bir tepki verdi. Tüm bedeni derin, eski bir öfkeyle gerildi. İfadesi her şeyi söylüyordu. Bu şekilde geri çevrilmekten hiç ama hiç hoşlanmamıştı. Daha sonra, bir hayli garip bulduğum bir şekilde, bir anda sakinleşti. Kısacık bir an yüzüme bakma zahmetine girdi. Ardından gözlerini bir kere daha Beatrix'in üzerine dikti. Bir anda daha da öfkeli görünmeye başlamıştı sanki.
"Geri git."
"Ne?" dedi Beatrix, şaşkın şaşkın.
Diana, devam etti.
"Geri git ve bu defa ona Vanessa'nın da burada olduğunu söyle."
Beatrix, şaşkın ama bir o kadar da uysal bir tavırla "Peki efendim, hemen yapıyorum." dediğinde hissettiğim her şey öyle birbirine girdi ki başımın deli gibi döndüğünü hissettim. Doğru düzgün düşünmek için bir saniyeliğine gözlerimi yumdum ve derin bir nefesle doldurdum ciğerlerimin içini. Amacı neydi bu kadının? Cidden merak ediyordum artık.
Beatrix olabilecek en kısa süre içinde yanımızdan ayrıldığında Diana'ya öyle kötü ve öyle kızgın bir şekilde bakıyordum ki sonunda bir şey demek zorunda kaldı.
"Benden gerçekten nefret ediyor olmalısın. Çok komik. Elizabeth senin kimseden nefret edemeyeceğini, bunun için fazla 'iyi' olduğunu söylerdi." Masanın diğer ucundan alaycı gözlerle gülümseyerek beni süzdü. Çatalının ucunu cam kadehin kenarına vurduğunda çıkan tiz ses yanan şöminenin sesine karışarak kayboldu. Lotus, ana yemekleri servis etmek için gelirken Diana onu görmezden gelerek devam etti. "Ama sanırım sen kıskançsın da. Bu yüzden buraya geldin, değil mi? Damien ile aramın nasıl olduğunu görmek istediğin için. Beni affetmesinden mi korkuyorsun? Yeniden birlikte olmamızdan?"
"Öyle bir şey olmayacak, Diana. Hayal kurma."
İçimdeki öfkeye rağmen sesim yumuşak ve sakindi.
"O kadar eminsin demek." diyerek güldü Diana.
"Ben..."
Emindim, değil mi?
"Çok gülünç. Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Sonuçta aynı evdeyiz. O da bir erkek. Ben de güzel bir kadınım. Güzel olduğumu biliyorum. Önünde sonunda bana karşı pes edecektir. Böyle düşünmüyor musun sen de? Ona dokunsam ve bunu bilsen yüz ifadenin aynı böyle olacağından eminim. Belki de zaten yapmışımdır. Bu belirsizlik insanı delirtiyor, değil mi? Seninleyken ben de aynısını düşünüyordum işte."
Bu saçmalığı dinlemek zorunda değildim ama zaten kafamı toparlamakta güçlük çektiğim için düzgün düşünemiyordum. Başımı eğdim ve gözlerimi önümdeki kasede duran soğumuş çorbaya ve çatal, bıçak takımına diktim. Gerginlikten ve öfkeden masanın üzerinde duran ellerim yumruk hâlini almış, hafifçe titriyorlardı. Kendi nefeslerimi duyabiliyordum, sanki uzun süre koşmuşum gibi yüksek ve hızlıydılar. Diana gerçekten görüp görebileceğim en küstah kadındı. Ona bir tane çakmak istiyordum, tıpkı daha önce bana yaptığı gibi... Ama onun evindeyken bunu yapamazdım. Gitsem iyi olacak, diye düşündüm kendi kendime. Damien asla bu sofraya gelmezdi ve ben de biraz daha burada kalırsam eğer masanın üzerinden Diana'nın üzerine atlayacaktım. Bunu doğru bir şey değilse bile bunu yapma isteği yüzünden tüm bedenim uyuşmuş, omuzlarım da kaskatı kesilmişti. Gözlerimi kapattım ve görüş alanımı çevreleyen o karanlıktan keyif duyarak ciğerlerimin içini derin bir nefesle doldurdum. Diana'nın benim için bir önemi yoktu. Onu önemli yapan Damien'dı. Tıpkı Başkan Eugine'ni yaptığı gibi. Onun için onlardan en ufak bir farkım yokken böyle düşünmeye hakkım, böyle hissetmeye hakkım yoktu ama onun için öyle endişeleniyordum ki neyi hak edip etmediğim umurumda değildi.
Damien gelmeyecek, diye geçirdim içimden, masanın üzerine duran yumruklarımı daha da sıkarak. Diana'yı reddediyorsa eğer beni görmek dahi istemezdi.
Hem düşüncelerimi hem de bedenimi saran gerginlik yüzünden boğazım bir çöl kadar kurumuştu. Bu kuruluğu ve acıyı biraz olsun hafifletmek için yavaşça yutkundum ve bu düşünceleri kafamdan def etmek için başımı hızla iki yana salladım ancak bu hareketim bile içimdeki karanlık düşüncelerden kaçmaya yetmedi. Kendi kendime işkence etmekten zevk alıyor değildim ama içimde, pençelerini fırsat bulduğu her anda derimin altına geçiren bir canavar var gibiydi. Gözlerimi masada, parlayan çatal bıçaklarda ve her biri adeta bir sanat eseri gibi düzenlenmiş zarif tabaklarda gezdirdim. Yemeklerden yayılan enfes koku hava boyunca yayılıyor ve açlık hissimi keskinleştiriyordu. Yine de buraya ait değildim ben. Burada, bu büyük ve kusursuz yemek masasında oturup bu kadını dinliyor olmamam gerekirdi. Kaçma dürtüm, ruhumu sarhoş eden bir güçle, yoğun ve baskın bir şekilde üzerime çöküyordu. Yine de, garip bir şekilde, parmağımın ucunu bile oynatacak hâlim yoktu.
"Ben gitsem iyi olacak." dedim bir anda. "Zaten sen benim..."
Tam da o anda yan tarafımdaki sandalye odanın sessizliğini bozan bir tiz sesle kenara çekildiğinde oturduğum yerde hafifçe irkildim. Küçücük bir an için her şey yavaşlamış gibi hissettim; saatin tik-takları, sandalyenin gıcırtısı ve hatta kendi kalp atışlarım bile... Etrafımdaki her şey bu sesin etkisi altında yavaşça yankılanıyordu sanki.
Damien.
Uzun ve ağır bir sessizliğin ardından cesaretimi toplayıp başımı yavaşça çevirdim. Elbette, kaçınılmaz bir biçimde, onu gördüm. Bana bakmıyordu. Diana'ya da bakmıyordu. Karanlık bir gece gibi derin ve keskin olan gözlerini önünde duran yemeğe dikmişti ve yakışıklı yüz hatlarına uyum sağlayan biçimli kaşları sanki hiç sevmediği bir yemeğe bakıyormuş gibi çatıktı. Başı hafifçe eğik olduğu için gür saçları iri dalgalar halinde alnının iki yanından sarkıyordu ve çenesinin yan tarafında, tam da kulağının altında bir çizik vardı. O çizik daha önce yoktu. Onu son gördüğüm o andan sonra oluşmuş olmalıydı. Tanrım... Damien buradaydı. Hemen yanımdaydı. İstesem uzanıp eline dokunabileceğim kadar yakınımda! Bu düşünceyle bakışlarımı eğdim ve Damien'ın masanın üzerinde duran eline baktım. Zarif ama içimi acıtan darbe izleriyle kaplı olan parmaklarıyla masanın örtüsünü sert bir şekilde kavramıştı. Ne hissettiğini ele veren tek şey bu hareketiydi. Gözlerimi yavaşça yüzüne çıkardım. Olan her şey yüzünden ona bakmaya bile dayanamıyordum. Saçlarına, gözlerine, dudaklarına...
Ama ben bir korkaktım. Gözlerimi Damien'ın soğuk, derin bakışlarından çekip o gece hiç olmadığı kadar şaşkın görünen Diana'ya baktım. O an ben de en az onun kadar şaşkındım.
Kısa bir süre sonra Diana bir şeyler demek için dudaklarını araladı ama buna fırsat bulmadı çünkü kuzenim her şeyden habersiz bir biçimde gülerek masaya oturmuştu. Harika, diye düşündüm bu durumdan daha da rahatsız olarak. Elizabeth, Damien'a sadece bir saniye baktı. Kısa ama son derece küstah bir bakış. Sonra da yapabileceği en kaba şeyi yaparak Damien'ın varlığını yok saydı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kendimi bir anda garip bir durumun içinde bulmuştum. Diana ise son derece öfkeli görünüyordu. Sanırım Damien'ın benim orada olduğumu duyduktan sonra yemeğe gelmeyi kabul etmesine bozulmuştu. Parmaklarını ritmik bir şekilde masanın kenarına vururken çıkan ses bana saatli bir bombanın sesini hatırlatıyordu. Gözlerimi yeniden Damien'a çevirdim ve aklımdan milyonca cümle geçerken sadece bana bakmasını dilerken buldum kendimi. Yapmadı elbette. Oldukça iştah açıcı görünüyor olmasına rağmen yemeğine dokunmamıştı bile. Buraya yemek yemek için gelmediği belli oluyordu. Elizabeth bir şeyler diyor, Diana onu dinliyormuş gibi rol yapıyor, Damien sessizliğiyle bana işkence ediyorken benim de yemek yemem mümkün değildi.
Sadece ikimizin duyabileceği bir şekilde "Damien, Diana meselesi için çok üzgünüm." diye lafa girdim, en sonunda. Burada olması bir nevi benim hatamdı sonuçta. "Ne kadar üzgün olduğumu tahmin bile edemezsin. Ben bunun böyle olacağını..."
Sözcükler dudaklarından hiddetle ve sert bir şekilde dökülürken, "Gerçekten umurumda değil, Vanessa." dedi Damien, gözlerini önündeki yemekten ayırmadan.
Değil miydi gerçekten?
Diana'nın yanında olmayı umursamıyor muydu?
Hayır, kast ettiği bu değil.
İçimdeki sese kulak verirken sessiz bir biçimde gözlerimi önümdeki yemeğe diktim. Tabakta bulunan renkli sebzeler ve kusursuzca pişirilmiş et parçasına bakarken iç çektim. Umurunda değildi demek. Kahretsin. Damien böyle bir şeyi umursamayacak biri değildi ki! Kabul ediyorum, her zaman sakin ve soğukkanlıydı. Yüzündeki ifade genellikle bir maske gibiydi; Ne düşündüğünü, ne hissettiğini bilmek imkansızdı... Ama onu tanıyordum, kesinlikle umursuz değildi. Bir yudum içmek için bardağımdaki suya uzanırken hissettiğim tek şey karmaşık duyguların ve sessizliğin baskısıydı. Daha sonra Damien bu sessizliği kırarak yeniden konuştu. Bu defa sesinde anlamlandıramadığım bir öfke kol geziyordu.
"Kratas ile aranız oldukça iyi görünüyor."
Şaşırdım. Gözlerimi Damien'ın üzerinde gezdirdiğimde söylediğinin arkasındaki niyeti anlamak neredeyse imkansızdı. Sesindeki o şey alaycılık mıydı yoksa merak mıydı çözmeye çalışırken zihnimde bir dizi olasılık belirmeye başladı. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Ama en azından benimle konuşuyordu, değil mi?
"Şey.... Öyle. Galiba."
Sesimde tereddüt vardı.
"Neden?"
Aynı tereddütle devam ettim.
"Ne, neden?"
Bir mucize oldu ve Damien nihayet gözlerini yemekten çekerek bakışlarını kaldırıp gözlerimin tam içine baktı. O anda geriye sadece onun gözleri kaldı. Her şeyi öyle çok mahvetmiştim ki karanlık gözlerindeki derinliklere baktığımda öfkenin yanı sıra umutsuzluk ve kırgınlık görüyordum. Bana gülümsediği o anlar bir hayalden ibaretmiş gibi geliyordu şimdi.
"Neden ona iyi davranıyorsun?" Sesi, içimi ürperten soğuk bir huzursuzluk taşıyordu. Damien kısacık bir an beni süzdü. "Senin hakkında ne düşündüğünü bilmiyor musun?"
"Bence Kratas iyi bir dost."
"Hâlâ insanları tanımakta berbatsın." Duraksadı. Bir şey düşünüyor gibiydi. Bakışlarını yeniden önünde duran yemeğe çevirirken gözlerindeki fırtınanın yerini kayıtsız bir dinginlik aldı. Sesi, bir okyanusun derinliklerinden yükselen fısıldayan dalgalar gibi sessiz ve uzak geliyordu. "Sanırım ben de en az senin kadar bu konuda berbatım."
"Neden böyle diyorsun? Kratas senin de arkadaşın."
"Arkadaş mı? Benim için daha çok küçük, sinir bozucu bir kardeş gibi." Kratas ile aynı yaşta olduğumuzu düşününce bu dediği bana garip geliyordu. Damien küçük, cansız ama yine de içimi titreten bir gülüşle kafasını iki yana salladı. "Kötü biri değil ama iyi bir arkadaş da değil. En azından senin için değil."
"Anlayamıyorum. Ne demek istiyorsun, Damien?"
"Onunla arkadaş olmamalısın."
"Neden?"
Bir anlığına konuşmamızdan uzaklaşarak dikkatimi masanın üzerinde duran ellerimize çevirdim. Aralarındaki mesafe o kadar küçüktü ki, birkaç santim var mı yok mu ayırt etmek zordu. Her şeyin ne kadar yakın olabileceğini ama aynı zamanda ne kadar uzakta durduğunu tam o an anlamıştım. İşaret parmağımı biraz uzatsam Damien'ın masa örtüsünü sıkıca kavramış olan parmaklarının arkasında dokunabilirdim, sadece birazcık... Bu düşünce içimde bir kıpırtı yarattı. Parmaklarım, o dokunuşun verdiği sıcaklığı hissetmek için sadece birazcık yaklaşmak istiyordu. İşaret parmağımı hafif bir biçimde hareket ettirdim. Elim bu kez daha kararsız ve daha titrekti. Tam tırnağım işaret parmağının arkasına, tam da o darbe izinin olduğu yere değmek üzereyken 'Bu çok kötü bir fikir!' diye uyardı beni içimden bir ses. Ne de olsa aramızda sadece birkaç santim değil, derin ve karmaşık bir duygusal boşluk vardı. Yüzümdeki hüsranın kalbimin derinliklerine kadar işlediğini hissettim. Hayal kırıklığı içinde elimi geri çektim. Hayır. Ona dokunmamalıydım.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes alarak rahatlamaya çalıştım.
Daha sonrasında Damien’ın sesi, ruhumu saran karanlık ve etkileyici bir fırtına gibi kulaklarımda yankılandı.
"Yeraltı Şehri, Westland halkına karşı bir saldırı hazırlığında ve Kratas, isyan grubunun başındaki isimlerden biri."
Ne?