Yavaşça derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan havayı hissettim ve gözlerimi kapattım. Duyduklarıma inanamıyor, inanmak da istemiyordum. Damien, Diana'nın yanında mıydı? Bana tokat atan, o ikiyüzlü, o korkunç kadının yanında? Attığı tokadın acısı bile hâlâ tazeyken hem de? Bu düşüncelerin tesiri altında parmaklarımı elmacık kemiğime götürdüm. Başkan Eugine, Diana'nın bana nasıl tokat attığını görmüştü. O gülüşünü, Diana'nın arkasından nasıl baktığını anımsamamak elde değildi. Kurnaz bir tilki gibi, diye düşündüm kendi kendime. Bunu bilerek yaptığından o kadar emindim ki! Her zamanki gibi sadece canımı daha da acıtmak, beni daha da sinir etmek istiyordu. Diana'nın yüzünü tekrar gözümün önüne getirdim, o soğuk, o küçümseyici bakışlarını. Bana karşı duyduğu o sonsuz nefreti ve Damien'a olan yatkınlığını düşündüm. Bu düşünceleri kafamdan atmalıydım, ama nasıl? Düşünmeden, hissetmeden duramıyordum.
Abraham, "İyi misin?" diye sordu. Yüzündeki kırışıklıklar bunu sorarken daha belirgin bir hâle gelmişti sanki. Ona baktım. Gözlerindeki endişe ve merhamet, içimdeki acıyı daha da derinleştiriyordu.
Parmaklarımı yanağımdan çekerken, tamamen yorgun düşmüş bir ruhla, "Evet, sorun değil." demek için kendimi zorladım.
"Değil mi?"
"Değil..." Gözlerimi bir an için yere indirdim ve elimde olduğu kadar mantıklı düşünmeye çalıştım. "Neden olsun ki? Yani... Diana, Damien'a karşı bir şeyler hissediyor, değil mi? Ona aşık. Ona Başkan Eugine kadar kötü davranmaz. Bu... Bu iyi bir şey... Başkan Eugine ile olmasındansa Diana ile olmasını tercih ederim..." O hâlde neden bu kadar üzgünüm? Neden tamamen mutlu olamıyorum? Neden midem bulanıyor? Neden bu kadar kıskanıyorum?
Başımı salladım ama içimdeki karmaşa dinmiyordu. Abraham, hafifçe iç çekerek ellerini dizlerinin üstüne koydu ve yumuşak, yatıştırıcı bir sesle benimle konuştu. "Başkan Eugine ona onu tamamen vermemiş. Sadece birkaç günlüğüne. Sanırım yine aynı şeyin olmasından korkuyor. Dinle beni. O adam bunu sadece senin canını sıkmak için yapıyor, Vanessa. Başka hiçbir şey değil. Diana'yı bir araç olarak kullanıyor. Seni kıskandırmak, seni üzmek için."
"İşe yarıyor da. Benim derdim ne? Üzülmemem, kıskanmamam gerekir. Damien'ın güvende olmasını istiyorum. Yemin ederim, her şeyden çok istiyorum ama onu başka biriyle düşünmek... Hem de o kadınla..."
"Biliyorum. Kendine biraz zaman tanı. Hissettiğin bu duyguların hepsi çok normal. Kıskançlık, kaygı, endişe. Bu duygular, bu tür karmaşık durumlarda kaçınılmazdır."
Abraham birkaç şey daha söyledi ama düşüncelerimin bulanıklığı yüzünden ne dediğini tam olarak duyamadım. Geri kalan tüm gün boyunca Damien'ı düşünüp durdum ve akşam yemeği için masanın en ucunda otururken de düşündüğüm tek şey buydu. Kaşığımı brokoli çorbasının içinde dalgın dalgın dolaştırırken çorbanın yeşil yüzeyinde dalgacıklar oluştu. Peter ve Abraham'da en az benim kadar sessizlerdi. Neden böyle olduklarını anlayabiliyordum. Peter o sarhoşluk meselesi yüzünden utanç içinde kıvranıyorken, Abraham ise düşüncelerinin arasında kaybolmuştu. Bir an için o eski günleri anımsadım. Bu masada üçümüzün sohbet ettiği o günleri. O zamanlar bu masa kahkahalarımızla dolup taşardı. Başkan Eugine, Damien'ı bana hediye etmeseydi hâlâ öyle olur muydu acaba? Ne çok şey değişmiş, her şey nasıl da farklı bir hâle bürünmüştü...
Peter başını kaldırdı, bana baktı. Sanki bir şey söylemek istiyormuş ama kelimeler boğazına düğümlenmiş gibi bir ses çıkardı. Sonunda da cesaretini toplayıp benimle düzgün bir şekilde konuşmayı başardı.
"Ben... Geçen gün olanlar yüzünden özür dilemek istiyordum. O kadar içmemem gerekirdi. Sanırım bir an için olan her şeyi unutmak istedim."
"Öyle mi?" Sesim de ifadem gibi cansızdı. Gözlerimi önümdeki çorbadan ve içinde dolaştırmaktan başka bir şey yapmadığım kaşıktan ayırmadan "Önemli değil, Peter. Olur öyle bazen. Unuttum gitti." diye mırıldandım. Şu an dert edeceğim en son şey onun sarhoş olmasıydı. O maceracı bir rutu. Böyle sorumsuzca şeyler yaptığına ilk defa şahit olmuyordum ne de olsa. Damien ne yapıyordu acaba? Bizim gibi yemek mi yiyordu? Onunla? Peter ona bu kadar içtiği için kızmamı bekliyor olmalı ki, bir an bana şaşkınlıkla bakakaldı. Sonra babasına baktı. Sonra yine bana...
Bir sorun olduğunu anlamıştı.
"Sen iyi misin? Sorun nedir?"
"Hiçbir şey!" dedim aniden oturduğum sandalyeden kalkarak. Korkunç bir gıcırtı odanın içinde yankılanırken hem Abraham hem de Peter bana baktı. Sorunun ne olduğunu soruyor olmasına rağmen Peter'ın Damien'la ilgili hiçbir şey duymak istemediğinden emindim. "Kendimi bir şeyler yiyecekmiş gibi hissetmiyorum. Gidip biraz dinleneceğim. Size afiyet olsun."
Kaçar gibi yatak odama geçtim ve bir süre sonra da pencerenin yanına gidip dışarıyı izlemeye başladım. Yeryüzünde biriken kar tabakasına rağmen ay karanlık gökyüzünde parlak bir şekilde asılı duruyor, yıldızlar da ona eşlik ediyordu. Gece ilerledikçe hem kalbime hem de odamın içine derin bir yalnızlık çöktü. Belki de bu yalnızlık içinde Damien’ı unutabileceğim bir an, tek bir an bulabilirdim. Onu unutmak istediğimden falan değil çünkü kesinlikle istemiyordum. İçimdeki umutsuzluktan kurtulmak, bir an için yeniden 'normal' hissetmek ne güzel olurdu... Ama şimdi onunla ilgili her bir anıyı tekrar tekrar yaşamaktan başka bir şey yaptığım yoktu.
🔸🔸🔸
"Cidden anlayamıyorum. Bu çok saçma, değil mi? Olanlardan sonra Başkan Eugine neden Damien'ı başka bir asile versin ki?"
Kratas'ın sözleri kulaklarımda yankılanırken yüksek sesle nefes alarak bakışlarımı yerdeki koyu kırmızı halının üzerinden çektim. Yaklaşık yarım saattir aynı yere bakıp duruyor, bir yandan da olanları kendime hatırlatmak için bileğimdeki damgaya dokunup duruyordum. Kabul edeceğim, Kratas ile konuşmak Abraham'la konuşmak kadar rahat olmasa da garip bir şekilde en az onunla konuşmak kadar iyi geliyordu bana. Eskiden benden nasıl nefret ettiğini düşününce bir gün onunla bu kadar rahat bir şekilde konuşabileceğimi asla düşünmezdim. Dünya gerçekten garip bir yerdi.
"Bilmiyorum," derken sesim beklediğimden daha zayıf çıkmıştı. Kratas'a Damien ile Diana'nın ilişkisinden bahsetmek bana düşmezdi. "Ne önemi var zaten?"
"Sen o kadından hoşlanmıyorsun, değil mi? Seni sinir etmek için mi yaptı bunu? Başka bir açıklama gelmiyor aklıma." Kratas'ın durumu yorumlama yeteneği beni hâlâ şaşkına uğratıyordu. Evet, dercesine başımı salladığımda yüzünü buruşturarak gözlerini odanın köşesinde duran o büyük, koyu kahverengi saksıya dikti. Saksının içinde yeni yeni filizlenmeye başlayan, yapraklı, uzun bir bitki vardı. "Sanırım Başkan Eugine hayatı boyunca seninle uğraşmayı bırakmayacak."
"Damien ne düşünüyor acaba?"
Bunu kendi kendime mırıldanmıştım.
"Pek mutlu değildir muhtemelen."
Kratas'a baktım. "Öyle mi düşünüyorsun?"
"Neden böyle dedin? Sen mutlu olduğunu mu düşünüyorsun?"
"Hayır, ama... Bilemiyorum... Diana..."
Kratas cümlemi "Güzel mi?" diye tamamladı. İrkildim ve rahatsız olarak kaşlarımı çattım. Kratas bunları düşünürken parmaklarını ritmik bir şekilde dizine vurdu. "Bence Damien'ı mutlu etmek için güzellikten daha fazlası gerekiyor. Hem hiç tanımadığı bir insana öyle kolay güvenemez o."
Ama Diana hiç tanımadığı bir insan değildi ki!
Bunu söylemek isteyen tarafımı yok sayarken huzursuz bir şekilde yerimde kıpırdanmaktan başka bir şey gelmedi elimden. Diana'nın bana attığı o tokadı düşününce mideme krampların saplandığını hissettim. Nasıl oluyor da kendini bu denli kaybedebiliyordu? Dahası benimle o şekilde konuşmaya nasıl cüret ediyordu? Damien'a iyi bakacağını söyleyişini anımsayınca kalbime küçük küçük iğnelerin saplandığını hissettim. Bunu düşünmemem, düşüneceksem bile en azından artık fiziksel olarak yaralanmayacağı için sevinmem gerekirdi. Seviniyordum da. İyi olduğu sürece sorun yoktu. Gerçekten. Ama bir parçam Diana'ya zerre kadar güvenmiyordu.
"Sen bu konuda biraz garip davranıyorsun."
"Hayır," dedim Kratas'a. O sırada bir şey anlamasın diye yüzüme normal bir ifade yerleştirmeye çalışıyordum. Yumruklarımı sıktım ve öfkeyle söyledim. "Ben sadece çok huzursuzum. Diana adındaki o kadına hiç güvenmiyorum."
"Bu biraz kişiseldi sanki."
"Bana tokat attı."
"Ne? Neden?"
Kratas gerçekten şaşkın görünüyordu.
"Biz... Pek anlaşamıyoruz. Benden nefret ediyor."
"Bir insanın senden nefret etmesi için ne gibi bir nedeni olabilir ki? Sinir bozacak kadar iyi ve anlayışlısın sen." Bunları duyunca kaşlarımı hafifçe kaldırarak ona baktım. Kratas zeki bir adamdı, ne demek istediğimi neredeyse anında anladı. Gözlerini uzaklara kaçırırken benim de duyabileceğim kadar alçak bir sesle homurdandı. "Tamam. Haklısın. Birazcık ikiyüzlülük ettim."
"Neden benden nefret ediyordun?"
"Nedenini biliyorsun."
"Hayır, bilmiyorum." Dudaklarım kıvrıldı, buruk bir biçimde gülümsedikten sonra şakacı bir edayla omuzlarımı silktim. "Sadece sizden biri olmadığım için benden nefret etmen çok saçma değil mi?"
"Neden saçma olsun? İnsanlar bunu hep yaparlar."
İlk başta Kratas'ın neden bahsettiğini anlamadım. Belki de anlamak istemedim. Bilemiyorum. Fakat bir an sonra benden, bizden, Westland halkından bahsettiğini fark ettim. Belki de tüm dünyayı kast ediyordu. Bu canımı biraz sıkarken daha fazla kendime ve hislerime engel olamayarak, "Peki daha sonra niye fikrini değiştirdin?" diye sordum. Bana yardım ettiğine göre benden eskisi kadar nefret etmiyordu, değil mi? Bunu yanlış yorumlamış olamazdım.
Kratas, yapmak istemediği bir şeyi yapmak zorunda kalan huysuz bir çocuk gibi "Tamam, tamam!" diye yakınarak kollarını göğsünde kavuşturdu. "Senin hakkında yanılmışım, tamam mı? Önyargılı ve kabaydım. Duymak istediğin bu mu? Söyledim işte. Mutlu musun?"
"Ama sen neden bu kadar huysuzsun ki?" dedim birden kendimi bir an önceki kadar da huysuz ve mutsuz hissetmeyerek. Kratas, ifademin aldığı hâli görünce abartılı bir edayla gözlerini devirdi. Ardından üzerime uzandı ve benimle dalga geçmek için saçlarımı birbirine karıştırdı. Geri çekilip saçlarımı düzeltirken kendimi birden çok tanıdık birinin yanında, ailemden birindeymiş gibi hissettim. Bu hissi çok net hatırlıyordum. Bir zamanlar Peter için de aynen böyle hissederdim. Şimdi bunu bana tamamen yabancı biri için, hem de bir zamanlar benden nefret eden biri hissetmek biraz garip geliyordu. Yine de bu duyguyu özlemiştim. Sanki gerçekten bir ailem varmış gibi hissetmeyi...
Ama aileler birbirlerini korurdu, öyle değil mi?
Ona söylemen gerek, en azından ona söyle, dedi içimden bir ses...
Biraz cesaret bulduktan sonra, "Kratas," dedim, parmaklarımı yavaşça saçlarımdan çekerken. "Damien'a bileğimdeki damgayı göstermemin, her şeyi anlatmaktan korkmamın tek sebebi Başkan Eugine ve tehditleri değil. Elbette bu konuda endişeleniyorum ama benim aslında korktuğum şey, Başkan Eugine'nin Yeraltı Şehri'nin isyan..."
Konu Kratas'ın ilgisini hemen çekmişti. Bunu görebiliyordum. Birden ciddileşerek bana baktı ama devam edemedim çünkü kahrolası kuzenim o sırada oturma odasına girmişti. Dediğim şeyi duymaması gerektiği için susmak zorunda kalırken Kratas konuşmanın bölünmesinden memnun olmayarak surat asıp benden biraz uzaklaştı. Elizabeth, ona oturma odasına kadar eşlik eden Abraham'a teşekkür bile etmeden odadan çıkmasını belli eden bir işaret yaparken oldukça kibirli görünüyordu. Kratas, huysuz bir bakış attıktan sonra "Ben gitsem cidden iyi olacak." dedi. Ona onu ne kadar çok anladığımı gösteren bir bakış atmadan edemedim. Dahası daha Elizabeth'in ne kadar sinir bozucu olabileceğinin binde birini bile görmemişti ki! Kratas odadan çıkarken Elizabeth ona sanki alnında kim olduğu yazıyormuş gibi bir ifadeyle baktı. Pek hoş bir tepki değildi bu. Neyse ki Kratas'ın bileğine taktığı o eski, siyah bandana Kratas'ın Yeraltı Şehri'ne ait olan damgasını tamamen saklıyordu. Bu yüzden Elizabeth onun sadece sıradan bir insan olduğunu düşünürdü, ki bu muhtemelen seçenekler arasında en iyisiydi.
Karşımdaki tekli koltuğa otururken "Ne o, Vanessa? Şimdi de sokak serserilerini evine mi almaya başladın?" dediğinde ona sert bir bakış attım ama Kratas'ın giyiniş tarzı hakkında böyle kaba yorum yaptığı için onu pişman etmenin bir yolu yoktu. Elizabeth pek utanan bir tip değildi. Biçimli kaşlarını hafifçe kaldırarak bana tembel tembel baktı. "Ne? Serseriye benziyordu."
"Düzgün konuş."
"Neden?"
"O, benim arkadaşım." dedim, kendimden beklemediğim kadar katı bir şekilde.
Şey... Bunu dediğime ben bile inanamıyordum.
"Arkadaşın mı? Ah, demek sonunda Peter'dan başka bir arkadaş edindin. Tebrikler. Büyük başarı. Neyse ki bu seferki sana aşık değil."
Gözlerimi devirmek ve ona çıkışmak arasında gidip gelirken Elizabeth'in sinir bozucu mizahının beni etkilemesine izin vermenin ne kadar aptalca bir şey olduğunu düşünüyordum. Her zaman bunu yapıyordu zaten. Beni ne kadar sinirlendirdiğini görmek onu ancak daha fazla memnun ederdi. Yine de durum gerçekten rahatsız ediciydi. Elizabeth bakışlarını eşyaların üzerinde gezdirirken ben de büyük bir dikkatle ona bakıyordum. Etrafa bakınmaktan sıkılınca bakışlarını yeniden bana çevirdi, soğuk ve en az o kadar isteksiz bir şekilde söyledi.
"Olanları duydum."
Bir an verecek cevap bulamadım ve homurdandım.
"Ne duydun acaba?"
"Damien'ı geri göndermişsin. Hem de hiçbir ücret talep etmeden. Neden?"
"Ne neden?"
"Neden yaptın bunu? Yani sen pek... Öyle biri değilsin."
"Öff, Elizabeth." dedim bu konudan kaçmaya çalışarak. "Benden hoşlanmadığını biliyorum. Gelip de benimle konuşmaya çalışman ne saçma. Amcam mı istedi senden bunu?"
"Evet." dedi, gözlerini devirerek. Tırnaklarına bakıyormuş gibi yaptı. "Yoksa ne hâlde olduğun o kadar da umurumda değil, inan bana."
Gerçekten de hiç çekincesi yoktu.
Kuzenim her zaman fazla 'dürüst' olmuştu ama bana kalırsa dozunu çoğu zaman kaçırıyordu. Neden sadece beni rahat bırakıp, amcama da benimle görüştüğüne dair yalan söylemediğini merak ediyordum. Elizabeth iyi bir yalancıydı. Bunu daha önce de görmüştüm. Merakımın dinmesi fazla uzun sürmedi.
"Seninle biraz takılmamı istiyor. Elbette karşı çıktım ama resmen canıma okudu. Her neyse. Bu işi ne kadar çabuk halledersek birbirimizden de o kadar çabuk kurtuluruz. O yüzden bu akşam Diana'ya yemeğe gidiyorum, sen de geliyorsun."
Bunu duyunca koltuğun kenarında ritim tutan parmaklarım aniden durdu, bir an nefes bile almadım. Diana? Yemek? Ben? İlk düşüncem hemen bu teklifi reddetmekti ama Damien'ı görme imkânını düşündükçe 'Hayır, teşekkürler' sözcüğü dudaklarımdan bir türlü çıkmıyordu. Oraya gitmek berbat bir fikir olabilirdi. Ya...
Kalbim beynimden daha hızlı çalıştığı için "Tamam," dedim, şaşkına dönmüş bir ifadeyle. "Bir ara uğrarım."
Elizabeth, teklifini kabul ettiğim için pek de hâlinden hoşnut görünmüyordu. Dişlerinin arasından "Sanırım reddetmeni beklemek saçma olurdu," diye homurdandı. Sesinin altında yatan bir imâ vardı ama o an o imânın anlamını yorumlayamayacak kadar kafam durmalıydı. Umursamamaya çalıştım.
"Neyse ne." Elizabeth ayağa kalkınca ben de kalktım. Ona bakıyordum, kapıya doğru dönerken bana her zamanki kadar soğuk ve kibirli bir şekilde gülümsedi. "Görüşünüz o zaman, kuzen."
"Görüşürüz, Elizabeth."
Elizabeth gidince bedenimi koltuğa geri bıraktım ve dirseklerimi dizlerime yaslayıp öne eğilirken düşüncelerimi susturmak ister gibi parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip saçlarımı çekiştirdim. Damien'ı görmeyi elbette çok istiyordum ama bunu yapmak için Diana'nın evine gitmek kulağa ne kadar da 'çaresizce' geliyordu! Yine de ne olursa olsun orada ne hâlde olduğunu görmek zorundaydım. Eğer mutluysa... Mutluysa sorun yoktu, değil mi? İyiyse ve güvendeyse? O anlam veremediğim, saçma kıskançlık kalbimde yeniden filizlenirken endişeden daha acımsı bir şey hissettim. Kaygı. Oysa Diana ve Damien barışırlarsa diye düşünmenin ne kadar saçma olduğunu ben de biliyordum. Damien onunla bir daha barışmazdı. Buna rağmen kafamın içinde yankılanan endişeler, bir çığ gibi büyüyerek tekrar tekrar karşıma çıkıyordu. Sanki buna hakkım varmış gibi! Damien için endişelenmeye bile hakkım yokken bir de böyle şeyler düşündüğüm için kendime acıyordum.
Kapı yeniden çaldığında düşüncelerimden sıyrılarak hafifçe irkildim ve Elizabeth'in neyini unuttuğunu o kadar da çok merak etmeyerek kapıya yöneldim. Abraham'ın yine onunla muhattap olmasını, sinirlerinin yine bozulmasını istemiyordum. Biraz soluk alma ihtiyacıyla kapıyı açmadan bir an önce duraksadım. Derin bir nefes aldım. Sonra da kapıyı açtım. Gelen Elizabeth değildi. Kratas da değildi. Aslında tanıdığım kimse değildi. Sarı saçları omuzlarına kadar uzayan, gözlüklü, zeki bakışlı, uzun, ince adama bakarken onu nereden tanıdığımı düşündüm. Cevap aniden geldi. Başkan Eugine. Doğru ya, bizi o tanıştırmıştı. Mecliste. Köle karşıtı reformu önermeden hemen önce. Bu adam da bir mucitti ve bana hayran olduğunu söylemişti. Parmaklarımı kapıya yasladım, ondan destek aldım.
"Buyrun?"
“Merhaba,” dedi adam, yumuşak bir sesle. "Sizi yeniden görmek ne büyük bir mutluluk."
Kelimelerinin arkasındaki samimiyet, bana kendimi daha da tuhaf hissettiriyordu. Kaşlarımı çattım. “Stefan değil mi?” dedim, nihayet ismini hatırlayarak.
"Stephen." Adını neredeyse doğru bilmiştim. Stephen bakışlarını hızlıca üzerimde dolaştırdı. Sonra da ellerini ovuşturdu. "Sizinle çok önemli bir şey konuşmak istiyordum. Müsait misiniz?"
"Şey... Evet. Elbette. İçeri geçin lütfen."
Mia bize iki fincan çay getirirken ben de koltuğumda oturan bu yabancı adamı meraklı gözlerle sürüyordum. İnce, zayıfça bir bedeni vardı. Ne çok şık ne de çok avam giyinmişti. Sanki her iki uçtan da kaçınarak, sade ama özenli bir tercih yapmıştı. Yeşile çalan mavi gözleri tuhaf bir şekilde sakinleştiriciydi. Biraz gergin görünüyordu gerçi. Parmakları koltuğun kolçağında hafifçe tıkırdıyor, dudakları ise belirsiz bir titremeyle hareket ediyordu. Sanki bir şeyi söylemek istiyor ama kelimeleri bulmakta zorlanıyordu.
"İyi misiniz siz?"
"Aslında pek değilim." Adamın yüzü aniden değişti. Gerginliği bir nebze azaldı ama tamamen kaybolmadı. Gülümsedi. Tamamen gergin bir gülümsemeydi. "Beni hatırlıyor musunuz emin değilim ama daha önce de söylediğim gibi sizin büyük bir hayranınızım. Her zaman sizinle görüşmeyi hayal ettim ama böyle bir nedenden olacağını da hiç düşünmemiştim. Tanrım... Nereden başlayacağımı bile bilmiyorum."
Bu Cidden garipti. Hayranım olmasından bahsetmiyorum. Tavırlarından bahsediyorum. Nasıl bir cevap vereceğimi bilmiyordum çünkü adamın neden bahsettiğini bile bilmiyordum.
"Siz neden bahsediyorsunuz?"
"Bunu söylemenin kolay bir yolu yok." Ceketinin cebinden bir peçete çıkarıp alnını sildi. İnce dudakları daha da inceldi. "En iyisi en baştan başlayayım. Benim babam da bir mucitti. Tıpkı sizin babanız gibi. Babalarımızın ortak olduğunu biliyor muydunuz? Geçmişte yani? Babanız kaybolmadan hemen önce?"
Konunun neden babama geldiğini anlayamıyor olsam da kalbimde bir huzursuzluk dalgası yükseldi. Babamla ilgili her şey içimde derin yaralar açıyordu ve bu yabancının ondan bahsetmesi de garip bir şekilde savunmasız hissettiriyordu.
Bir anda iştahım kaçtı. "Hayır," dedim çay dolu fincanı masanın üzerine geri bırakırken. "Cidden, mesele nedir Bay..."
"Ah, lütfen bana sadece Stephen deyin."
"Stephen." diye tamamladım sabırsızca.
"Babam seyahat etmeyi severdi. Bu tutkusu onu Dreamland'dan buraya getirdiği bir seferde, babanızla tanışma şerefine ulaştı. Babanızın zekası, işine olan düşkünlüğü onu hemen etkiledi. Öyle ki ona onunla ortak olmayı bile önerdi, ki bu çok ilginç çünkü babam kimseyle çalışmaz, başkalarının onu yavaşlattığını düşünürdü. O sıralarda ben on iki yaşlarındaydım. Sanırım siz de sekizli. Hatırladığım kadarıyla ikisi iyi anlaşıyor, bir proje üzerinde hiç bıkmadan gece gündüz çalışıyorlardı. Detayları tam olarak bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla söyleyebilirim ki, bu proje çok büyük bir potansiyele sahipti. Belki de bu yüzden babanız kayboldu."
Stephen'in sözleri mideme bir yumruk gibi indi. Babamın kaybolması hayatımın en büyük travmalarından biriydi ve bu adamın söyledikleri yıllardır cevap aradığım soruların anahtarını taşıyor gibiydi. Yıllar sonra. Şimdi. Tam şu anda. Dudaklarım aralandı ama sesim çıkmadı. Hissettiğim her şeye rağmen kendimi konuşmak için zorladım. "Bu çok büyük bir iddia," dedim, sesim tam ortadan çatallandı. "Bunu nasıl bu kadar emin söyleyebiliyorsunuz?"
"Çünkü söylemem gerektiğini hissediyorum. Babam, yıllar sonra bile babanızdan bahsederdi. O projeyi bitiremedikleri için hep pişmanlık duyardı."
"İyi de bunu neden şimdi bana anlatıyorsunuz?"
"Çünkü babamı birkaç ay önce kaybettim. Tedavisi olmayan bir hastalığı vardı. Son zamanlarda kim olduğunu bile unutmuştu. Ölümünden sonra, onun notlarını düzenlerken bu projeyle ilgili bazı belgeler buldum. Onun başladığı işi bitirmek istedim ama çok, çok büyük bir hata yaptım. Amacım bu değildi. Çok pişmanım. Şimdi de yardımınıza ihtiyacım var çünkü biliyorum ki bunu bu dünyada sizden başka kimse yapamaz."
"Anlamıyorum. Neden ben? Ben sadece..."
"Anlayacaksınız. Şuna bir bakın, bunlar babalarımızın o proje ile ilgili olan notları."
Stephen elini ceketinin iç cebine attı ve sararmış, yıpranmış bir sürü kağıt parçası çıkararak bana uzattı. Şaşkına dönmüş bir hâlde kağıtlara ve ona baktım. Bir yanım ona evimden defolup gitmesini söylüyordu ama diğer yanım da merak ediyordu. Meraklı yanımı dinledim. Onları yırtmaktan korktuğum için kağıtları Stephen'den büyük bir dikkatle aldım. İlk fark ettiğim şey babamın yazısıydı. Her zaman çok hızlı yazdığı için yazısı karmaşık bir sürü çizgiye benzerdi. Gözlerimi hızlıca yazının üzerinde gezdirirken hızla diğer sayfayı açtım ve bunu yaptığım anda, ellerimde kağıtlarla, dondum kaldım. Bu çizimi iyi tanıyordum. Aynı çizimlerden benim odamda da vardı ama bu seferki biraz değişmişti. Ürkütücü bir şekilde tanıdık gelen makinenin çizimine bakarken yüzümün renginin attığını hissettim. Bu benim makinemdi. Kısmen. Birkaç detay ayrı olsa da prensipte aynı şekilde çalışıyordu.
Stephen, bana biraz yaklaşarak kulaklarıma ulaşan bir endişeyle ve umutla devam etti.
"Bana sadece siz yardım edebilirsiniz çünkü onu siz yaptınız. Hem de sadece iki yıl içinde. Babam ve babanızın onu yapmak için ne kadar uzun süredir uğraştığını biliyor musunuz? Etkilendiğimi söylemem gerekir. Neden yaptığınızı da anlıyorum. Gerçekten anlıyorum. İnsan babasının anısına bir şey yapmak istiyor. Bu makineyi insanlar ve sınır hayvanları güvende olsun diye yaptınız değil mi? Makine, hayvanların alfalarının yaydığı sesten daha yoğun bir ses yayıyor. Bu yüzden de bu ülkeye yaklaşmıyorlar. Bir kalkan. Zekice ve zararsız bir çözüm ama babanızı tanıyorsunuz ve ben de babamı tanıyorum. Babalarımız onu bir kalkan olsun diye yapmadı. O bir..."
"Silah." diye tamamladım, öfkeden alev alev yanan gözlerimi Stephen'e dikerek. "Bir silahtı! O hayvanları kullanmak için! Sen yaptın, değil mi? Makinemi bozan sendin! Onu bu kağıtlarda yazan silaha çevirmek istedin!"
Stephen irkilerek geriledi, bana aval aval baktı.
Ah, evet!
Beni cidden öfkelendirmişti!
Bir de yüzsüz gibi kendini savunmaya çalıştı.
"Ben sadece babalarımızın başladığı işi bitirmek istedim. Siz nasıl kendi babanıza hayransanız ben de öyleyim. Anlamıyor musunuz? Bu tür bir silahla dünyanın en güçlü insanı, şehri, ülkesi olabilirsiniz. O hayvanların bir tanesini zapt edebilirsiniz ama ya binlercesini? Yüzlercesini? Ama fena batırdım. Sinyali değiştirdiğim anda makine kendi kendini kilitledi çünkü o şeye kimsenin açamayacağı bir koruma sistemi koyduğunuz için ne kadar denersem deneyeyim sinyalin yaydığı komutu değiştirmedim! Bakın. Ben kötü biri değilim, Bayan Born. İnanın bana, gerçekten pişmanım. O makineyi kapatmak için yardımınıza ihtiyacım var çünkü Başkan Eugine'nin o makine ile neler yapmayı düşündüğünü tahmin dâhi edemezsiniz. Delirmiş resmen. Yeraltı Şehri'ni, orada yaşayan herkesi, her bir canlıyı tamamen yeryüzünden silmek istiyor. Onu durdurmazsak bunu yapar da. O şehrin varlığının bile Westland'ın otoritesine meydan okuduğuna inanıyor."
Hayır, diye düşündüm çaresiz bir hâlde. Bu kadarı çok fazlaydı. Başkan Eugine'nin acıması olmayan biri olduğunu biliyordum ama tüm bir şehri ortadan kaldıracak kadar gözünün döndüğünü düşünmek, hem de benim yaptığım bir makineyle... Orada masum insanlar, kadınlar, çocuklar vardı!
Kağıtları Stephen'in yüzüne fırlattım, öfkeden tüm bedenim titriyordu. "Ve sen de makinemi kurcalayarak Başkan Eugine'e bu konuda yardım ettin!" diye bağırdım, kendime hâkim olamadan.
"Hayır! Ben sadece babamın anısını yaşatmak istedim! Bunu yapacağını bilmiyordum!"
"Ama bir silah yaptığını biliyordun, öyle değil mi? Ne sanıyordun ki? Başkan Eugine'nin onu hiçbir zaman kullanmayacağını mı?"
Stephen duyduklarından rahatsız olarak suratını buruşturdu. Suçlamalarımın onu rahatsız ettiğini görmek bile beni durdurmadı. Kendini savunmak için, bir ümitle, "Ama kontrolü tam olarak ele almış değil!" dediğinde ona hem şaşkın hem de hırçın bir bakış fırlattım. Yine de devam etti. "Makine hâlâ kilitli bir hâlde."
"Evet, saldır modunda kilitlenmiş bir hâlde! Daha şimdiden kaç kişinin zarar gördüğünden haberin var mı? Hayvanlar oraya buraya saldırıp insanlara zarar veriyor, insanlar da bu yüzden onları öldürüyorlar! Gazete okumuyor musun sen? Ne kadar da aptal..."
Tam da sırada Peter koşarak içeri girdi ve beni omuzlarımdan tutarak geriletip Stephen'den uzaklaştırdı çünkü resmen adamın üzerine yürümeye başlamıştım. Beni zapt etmek için tüm gücünü kullanırken, endişeyle, "Vanessa, sakin ol." dedi. Oysa sakin olmaktan çok uzaktım o an. Abraham içeri girdiğinde en az Peter kadar endişeli görünüyordu. Peter ve bana baktı. Sonra da tanımadığı adama. Yüz ifadesinden burada neler olduğunu anlamadığı belli oluyordu. Peter'ı omuzlarından ittirerek uzaklaştırdıktan sonra hızla Abraham'a döndüm...
"Abraham, çıkar bu herifi buradan. Bir daha da asla evime gelmesine müsade etmeyin."
Abraham şaşırdı ama yine de dediğimi yaptı. Stephen'i kolundan tutup dışarı götürdü. Hâlâ son derece öfkeli bir hâlde koltuğa geri çökerken neye öfkeli olduğumu bile anlayamıyordum. Başkan Eugine'ne mi? Onun yapacağı hiçbir şey beni şaşırtmazdı ki! Stephen'e mi? Onu tanımıyordum bile. Kendime mi? Yoksa babama mı? Babamı düşünürken gözlerimden yaşların süzüldüğünü hissettim çünkü o kadar kontrollü biriydi ki Başkan Eugine için bu silahı yaparken onun ne amaçla kullanılacağını bilmiyor olamazdı. Başkan Eugine'ne Yeraltı Şehri'ni yok etmesi için bir silah yapmasında yardım ediyordu, Damien'ın yaşadığı şehri! Ne yaptığını bildiğinden o kadar emindim ki! Kahretsin! Şimdi Başkan Eugine'nin o makine karşılığında bana neden Yeraltı Şehri'nden gelen bir gladyatör verdiğini anlıyordum işte. Başkanın iğrenç mizah anlayışı midemi bulandırken babamın ne kadar korkunç biri olduğu gerçeği karşısında sessiz bir şekilde ağlamaya devam ettim. Önce çip, şimdi de bu. Damien, babam hakkındaki gerçeği bilseydi benden daha da nefret ederdi. Ben bile kendimden nefret ediyor, iğreniyordum. Kendi ellerimle yaptığım bir makine yüzünden milyonlarca insan ve canlı ölebilirdi.
Peter neler olduğunu anlamayarak ama bir sorun olduğunu fark ederek "Vanessa, ne oluyor? Neden ağlıyorsun?" diye sordu. Saçlarımı yüzümden çekmek için uzanınca elimin tersiyle parmaklarına vurdum. Ona kızgın ve kırgın gözlerle bakmak için başımı kaldırdım.
"Beni yalnız bırak, Peter!"
İrkildi. Ona hiç böyle bağırmamıştım. Hiç. Damien ile olan meselesinde bile. Oysa tek yaptığı benim için endişelenmekti. Başını iki yana salladı ve sessizce gerileyip oturmak odasından çıkarak beni kendimle ve damarlarımda dolaşan bir zehirden farksız olan düşüncelerimle baş başa bıraktı. Kendime işkence etmek için bundan daha iyisi yoktu.