Peter, bana hediye olarak aldığı rüya kapanına beni bile şaşırtan bir şefkatle dokunurken -Çalışma odamda sağlam kalan nadir şeylerden biriydi o- ben de dalgın bir şekilde işe yaramayacak kadar kırılmış olan eşyalara bakıp bunlardan işe yarar bir şey yapıp yapamayacağımı düşünüyordum. İşimi ne kadar çok sevdiğimi, elimden böyle zalimce alınana kadar bilmiyordum. Tüm eşyalarım, emeğim, yıllarım Başkan Eugine'nin hırslı parmakları arasında paramparça olmuştu. İron'u nasıl öldürdüğünü düşününce dişlerimi birbirine bastırdım. O zavallı, yavru kedinin bile canını yakmıştı ve bunun tek sebebi onun benim kedim olmasıydı. Benim yüzümden öldürmüştü onu. Sırf ben onu seviyorum diye.
Peter, "Burası berbat bir hâlde." diyerek zaten gün kadar ortada olan bir şeyi dile getirince ona döndüm. "Ah, Vanessa. Çok üzgünüm. Bu odayı ne kadar sevdiğini biliyorum. Buradan neredeyse çıkmazdın bile."
Gülümsedim, "Önemi yok, Peter." dedim onu biraz olsun rahatlatmaya çalışarak.
"İş konusunu ne yapacaksın?"
"Bilmiyorum." diye mırıldandım, alnımın ortası kırıştı ve bir kere daha bakışlarımı hurda yerine benzeyen çalışma odamda gezdirdim. Buradaki her eşya o kadar pahalıydı ki... Her şeyi yerine geri koymak için bir servet harcamam gerekirdi. Para kazanmıyorken hazır haldeki paramla bile sadece üçte birini düzeltebilirdim. "Eşyalarım bu haldeyken çalışamam. Çalışsam bile Westland'daki kimse benimle iş yapmak istemiyor artık."
"İnsanlar ne kadar da aptallar."
"Ve korkaklar," diye ekledim. "Kimse benimle iş yaparak Başkan Eugine'nin öfkesini üzerine çekmek istemiyor. Pek de haksız sayılmazlar gerçi. İstediğinde korkunç bir insan olabiliyor."
Peter, sessiz kaldı. Sanırım bu durum karşısında diyecek bir şeyi yoktu ve bu hiç de şaşırtıcı değildi, benim de diyecek bir şeyim yoktu. Bana doğru geldiğinde metal öğütücünün kırılmış bir çarkını parmaklarımın arasında çeviriyordum. Bakışlarımı kaldırdığımda Peter'ın da rüya kapanına baktığını gördüm. Benim gibi kalçasını masaya yaslayarak tam yanımda durdu. Pembe tüyleri, örgülü ipleri ve taştan süsleri olan rüya kapanına kısa bir an baktım ve ister istemez Damien'ın onu fark ettiği ilk seferi düşünürken üzgün bir biçimde iç çektim. 'Bunun yatak odanda olması gerekmez mi?' diye sormuştu bana. O zaman olsaydı hayatta böyle bir hâle düşeceğimizi tahmin edemezdim. Damien'dan ayrı olmanın beni bu kadar mahvedeceğini, bir gün onu bu kadar çok özleyeceğimi düşünmezdim.
"Sana her zaman inandım, Vanessa." dedi Peter, rüya kapanının çemberini işaret parmağıyla takip ederek. "Hâlâ da inanıyorum. Hayatımda tanıdığım en kusursuz insansın sen."
"Kimse kusursuz değildir, Peter. Her insanın bir zaafı, bir çirkinliği vardır. Bana kalırsa sen bana tarafsız bir şekilde bakmıyorsun. Sevgi, kusurları görmezden gelmeye meyillidir. Özellikle de... Bilirsin... Şeyse..." Aşk ise...
"Belki de haklısın... Ama seni bir gün her şeyi yeniden yoluna koyacağını bilecek kadar iyi tanıyorum."
Her şeyi yoluna koymak istesem, belki bu dediği doğru olabilirdi ama istemiyordum ki. Damien orada o haldeyken, mutlu olmayı hak etmiyordum; hak ettiğim tam olarak buydu. Yine de Kratas'ın söylediği o şeylerden sonra onu mutlaka görmem gerekiyordu.
"Peter, senden bir şey isteyebilir miyim?"
"Elbette, ne istersen zaten olmuş bil."
Hafif bir tebessüm dudaklarımı kaplarken masanın üzerinde duran küçük bir kağıt parçasını sıkı sıkı tutarak ona doğru uzattım. "Benim için bunları bulabilir misin?" diye sorduğumda Peter önce şaşırarak kaşlarını kaldırdı, sonra da kağıt parçasını elimden aldı ve gözlerinde parlayan bir merakla okumak için başını eğdi. Bu uzunca bir listeydi.
"Silisyum... Gallium Arsenide... Bor... İletken metaller... İnce kaplama..." Mavi gözlerini hızlı bir şekilde yazılardan kaldırarak yüzüme şaşkınlıkla baktı. "Bunları ne yapacaksın ki sen?"
İşte, asıl soru.
Ona, Damien'ı görmek için olduğunu söyleyemezdim çünkü çok kızardı. Hem Peter daha bileğimdeki damgayı bile bilmiyordu ki.
"Ben... Şey... Bir şey üzerinde çalışıyorum da."
"Peki, bu şey tam olarak ne?"
"Hiçbir şey. Sadece dikkatimi dağıtmak için. Kendimi işe verirsem belki daha çabuk toparlarım diye düşündüm."
Lütfen, inan bana, lütfen.
"Peki, eğer bunun sana iyi geleceğini düşünüyorsan..." dedi Peter ve kağıdı sanki dünyanın en önemli bilgisi orada yazıyormuş gibi bir özenle katlayarak ceketinin cebine koydu. Dalgalı saçları lüleler halinde alnına döküldü. Samimi, ilgili bir sesle "Olmuş bil." dediğinde hissettiğim rahatlama yüzünden tebessümüm biraz daha arttı.
"Teşekkür ederim."
"Etme. Lafı bile olmaz."
Ona yalan söylediğim için kendimi bu kadar berbat hissetmem normal miydi?
İstediğim şeyleri getirmesi için Peter'ı gönderdiğimde kendimi onu sadece bir araç olarak kullanıyormuş gibi hissetmekten alıkoymak için farklı düşüncelere odaklanmaya çalıştım. İlk düşündüğüm şey, Peter'ın bana karşı beslediği hisler oldu. Bana olan bakışlarından hâlâ öyle hissettiğini anlayabiliyordum. Bu, belki de endişelenmem gereken en son şey bile değildi ama bu konuda bir şeyler yapmam gerektiğini de biliyordum. İçinde olduğum bu durum mideme beni rahatsız eden kramplar girmesine neden olurken bileğimi kaldırıp kelebeğime baktım. Onu etkisiz kıldığımda Başkan Eugine'nin bunu asla anlamamasını sağlamak zorundaydım. O kadar zeki olduğunu zannetmiyordum ama eğer çipi kurcaladığımı, dahası sinyali kestiğimi fark ederse...
Gözlerimi kapattım.
Yeraltı Şehri'nden birinin beni fark edip Başkan Eugine'ne haber verme ihtimalini saymıyordum bile. Bu kesinlikle almak istediğim bir risk değildi ama bunca zamandır bunu yapmamın bir diğer sebebi de Damien ile yüzleşmekten deli gibi korkuyor olmamdı. Gözlerine bakıp benden ne kadar nefret ettiğini görmeye dayanamazdım. Bunu düşünmek bile bana derin bir acı verirken öfkeden ve endişeden hafifçe titrediğimi fark ettim. Gözlerim ağlama ihtiyacıyla yanmaya başladığında kendimi hiç olmadığı kadar güçsüz hissediyordum. Böyle hissetmeye alışkın değildim ki ben. "Kahretsin! Neden ağlayıp duruyorum ki?" diye yakınarak parmaklarımın tersiyle ıslanan yanaklarımı sildim. Bugünlerde ne çok ağlıyordum böyle.
Peter saatler sonra geri döndüğünde bile orada durmuş, Damien'ı düşünüyordum. Varlığıyla dikkatimi üzerine çekmeyi başardı. Büyük bir hevesle içi istediğim eşyalarla dolu olan kutuyu aldım ve bana yardım etmek istediğinde Peter'a yalnız kalmak istediğimi söyleyerek onu geri çevirdim. Aslında yanımda kalsa bile ne yapmak istediğimi anlaması mümkün değildi ama o zaman damgayı ona göstermek zorunda kalırdım. Nihayet yalnız kaldığımda kendimi tamamen yapmam gereken şeye odakladım. İşim bittiğinde aradan neredeyse dokuz saat geçmiş, tüm gece boyunca uyumadığım için karın kesildiğini, yeniden başladığını, sonra yeniden kesildiğini görebilmiştim. Uzun, dalgalı, siyah saçlarımı tepemde toplayıp topuz yaptım ve hazırladığım tarama makinesinin üst kısmındaki bölmesine kendi hazırladığım o küçük çipi yerleştirdim. Başkan Eugine'nin derimin altına yerleştirdiği çipi keserek bileğimden çıkarmamın imkanı yoktu çünkü atar damarın tam üzerindeydi. Hem çıkarsam bile nasıl geri takacaktım? O yüzden sinyali başka bir çipe aktarmak zorundaydım. Makinenin tarama kısmını kelebeğin üzerine getirirken derin bir nefes aldım çünkü bu kesinlikle acıtacaktı.
Makineyi çalıştırdığımda tarama ışığı kelebeğin kanatlarının üzerinde gezindi ve yeni çip sinyalini alarak etkinleştiğinde acıdan inlememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Parlak, mavi bir ışık yayan aktif haldeki çipi parmaklarımın arasında çevirirken bunu benim yerime kimin takacağını düşündüm. Bir yandan da işe yarayıp yaramadığını görmek için bileğimdeki kelebeğe dokundum. Kelebek cansız, ışıksız bir şekilde parmaklarımın altında kaldı. Artık o tuhaf, mekanik ışığı yanmıyordu. İşe yaramıştı ama sadece birkaç saatim -O da o kadar şanslıysam eğer- olduğunu biliyordum. Bileğimdeki çipin yeniden sinyal yaymaya başlaması sandığımdan bile daha kısa sürebilirdi.
Abraham'ı bulduğumda bu dünyada bunu benim için yapacak tek kişinin o olduğunu biliyordum. Kış bahçesindeki o büyük, ahşap masaya oturmuş dolma kalemlerden birini eldivenli parmaklarının arasında çevirerek hesaplama yapıyordu. Beni fark edince kalemi masanın üzerine bırakarak sandalyesinde bana doğru döndü. Kış bahçesinin cam duvarlarından dışarıdaki karı rahatça görebiliyordum, buna rağmen içerisi bir yaz günü gibi sıcaktı. Çiçeklerle kaplı patikadan geçip Abraham'ın olduğu çardağa geçerken çekinerek konuştum.
"Senden bir şey isteyeceğim."
"Evet, seni dinliyorum." Dudaklarımı birbirine bastırarak ona resmen canımı yakan bir endişeyle baktım. Ah, kesinlikle kafayı yiyecekti! Abraham her şeyden habersiz bir şekilde başını öne eğerek bana sevgiyle gülümsedi. "Vanessa, rahatla. Ne söyleyeceksen rahatça söyleyebilirsin."
Haklıydı. O, Abraham'dı. Benim için kendi babamdan farksızdı. Bir çırpıda istediğim şeyi söyledim ve ben bunu söyler söylemez Abraham'ın ifadesi saf bir dehşetle değişirken beni bile şaşırtacak bir hızla uzanıp bileğimi yakaladı. Damgayı çevirdi ve gri, soluk kelebeğe bakarken daha gördüğü anda ne yaptığımı anladı. "Ah, hayır." diyerek soluğun serbest bırakırken elleri çaresizce bacağının üzerine düştü. Dizlerimin üzerine çöktüm ve ellerinden birini iki elimle tuttum.
"Bana yardım et, lütfen!"
"Hayır!" Elini elimden çekmeye çalıştı ama ona izin vermeden daha da sıkı tuttum, Abraham'ın sesinin tonu hafifçe yükseldi. "Ne istediğini anlamıyorsun, Vanessa. Başkan Eugine, bunu öğrenirse..."
"Öğrenmeyecek. Bu çip bileğimdeki çiple aynı sinyali yayıyor. Onu yanında tutarsan ve evden çıkmazsan hâlâ burada olduğumu düşünür. Lütfen, Abraham! Damien'ı görmem gerekiyor!"
"Beni nasıl böyle bir şey yapmaya mecbur edersin? Endişeden ölmemi mi istiyorsun? Onu neden görmek istediğini anlıyorum ama bu doğru değil."
Bunları bana hâlâ mantıktan bir parça taşıyan parçam da söylüyordu. Yanlış. Dur. Yapma... Ama ne kadar da çaresizdim. Kratas'tan duyduğum şeylerden sonra hiçbir şey yapmadan durursam kafayı yerdim. Abraham'ın beyaz, zarif eldivenle kaplı parmaklarını hafifçe sıkarak gözlerinin tam içine baktım ve bana inanmasını ümit ederken hafifçe başımı sallayıp tüm kalbimle söyledim.
"Buna ihtiyacım var."
"Vanessa..."
Kalbim çarpıyor, zihnimde binbir düşünce dönüyordu.
"Dinle. Çok şey istediğimi, seni sürekli endişelendirdiğimi biliyorum. Beni çok sevdiğini, korumak istediğini de biliyorum. Bunu bu dünyada benden iyi kimse bilemez ve bunun için çok üzgünüm. Bundan daha iyisini hak ediyorsun sen. Keşke daha iyisini yapabilseydim. Keşke sana layık bir kız çocuğu olabilseydim ama berbat bir haldeyim, Abraham. Şu an Damien'ı görmeyi sahip olabileceğim her şeyden daha çok istiyorum. Sana geldim çünkü senden başka yardım isteyebileceğim kimsem yok. Çok yalnızım, Abraham. Yanımda olmana, bana yardım etmene ihtiyacım var."
Gözlerindeki mücadeleyi görmek zor değildi, bana yardım etmek ve beni korumak arasında kalmıştı. Sonunda gözlerini kapattı ve sessizce dua eder gibi mırıldandı.
"Tamam ama yalnızca iki..." Gözlerini araladı. Bir anda on yaş daha yaşlı göstermeye başlamıştı. Birkaç saniye sonra kararlılıkla kafasını salladı. "Hayır. Üç saat idare ederim. Beni anladın mı? Üç saat sonra burada olmazsan beni gerçekten de çok öfkelendireceksin." Bunu kabul etmenin onun için ne kadar büyük bir fedakarlık olduğunu biliyordum. Gülümsemeye çalıştım ama beceremedim. Abraham, parmaklarını çevirip elimi hafifçe sıktı. "Çok dikkatli ol, Vanessa. Eğer işler ters giderse..."
"Söz veriyorum, dikkatli olacağım."
"Eh, bu durumda sana inanmaktan başka çarem yok." Sandalyesinden kalkarken beni de omuzlarımdan tutup ayağa kaldırdı. "Peki tek başına mı gideceksin? İstersen Peter seninle gelsin."
Bunun düşüncesi bile öyle gülüştü ki...
"Peter benimle asla Damien'ı görmeye gelmez." dedim, bunu Abraham'dan çok kendime söyleyerek. Peter'ı bunu asla yapmayacağını bilecek kadar uzun süredir tanıyordum. Abraham'ı biraz daha rahatlatmak istediğim için devam ettim. "Hem tek gitmeyeceğim, Kratas benimle gelecek."
Ah, belki de bunu hiç söylememeliydim. Kratas'ın adını duyduğu anda Abraham'ın yüzünde öyle bir ifade belirdi ki, bir anda dediğim şeyin onu sakinleştirmek yerine tam aksini yaptırdığını fark ettim. Hoşnutsuz bir ifadeyle başını geri çekip yüzünü buruşturdu.
"Sana bağıran o çocukla mı?"
"Kratas kötü biri değil. Sadece bazen öfkesine hâkim olamıyor işte. Hem benden bunun için özür diledi."
"Elbette sen de onu affettin."
"Özür dileyen birine defolup gitmesini söyleyemem."
Abraham parmaklarını burun kemerinde gezdirdi. Biraz bile olsun iknâ olmamış bir halde "Yine de sana öyle bağırması hiç hoş bir davranış değil." dediğinde buna itiraz edebilmeyi isterdim ama gerçekten de hoş bir davranış değildi. "Açık olmak gerekirse, öfkesine hakim olabilen biriyle gitmeni isterim Vanessa. Kratas'ı tanımıyorum ve ona güvenmiyorum... Ama sanırım sen bunun sorun olmayacağını düşünüyorsun. Sadece ona karşı dikkatli ol, tamam mı? Şimdi, ver şu lanet çipi bana."
Çipi avuçlarına bıraktığımda Abraham onu büyük bir özenle ceketinin iç cebine, düşmeyecek bir şekilde yerleştirdi. Sonra da bana sıkıca sarıldı. Onun desteğini hissetmek her zaman bana güç veriyordu, kendimi birden daha 'kararlı' hissettim. Sanki ne istersem yapabilir, ne istersem elde edebilirdim. Yanağımı göğsüne bastırıp kollarımı Abraham'ın sırtına dolarken hayatımda onun gibi biri olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Yanından ayrılmak için hiç acele etmedim ve malikaneden çıkıp Kratas'ın beni beklediği sokak lambasının altına doğru yürürken bile onun verdiği gücü kalbimde hissettim. Kratas sırtını sokak direğine yaslamış bir halde saçlarına yapışan kar tanelerini temizlerken ona doğru yürüdüğümü fark etti. Teni beyaz olduğu için yanakları soğuktan hafifçe kızarmıştı, aynısının bana da olduğundan emindim. Burnumun ucu soğuktan uyuşmuştu ve kar tanelerini uçuşturan rüzgar saçlarıma da aynısını yapıyordu. Yanağıma yapışan siyah bir teli çekip, aynı renk olan iri gözlerimi ona dikerken "Merhaba, Kratas." dedim...
"Tam on dakika geciktin."
Bunu sanki on dakika değil de on saat gecikmişim gibi bir tonla söylemişti.
Hemen "Beklettiğim için çok özür dilerim," dedim ve elimi kaldırıp tam arkamda duran büyük, gösterişli malikaneyi işaret ettim. "Evden çıkmadan önce Abraham'la konuşmam gerekti. Benim için gerçekten kaygılanıyordu."
"Peki, şey..." Kratas kısa bir an bileğime baktı ve gözlerini gözlerime geri çıkarırken boğazını hafifçe temizledi. "Diğer meseleyi hallettin mi?"
"Evet. Çip yeniden çalışmaya başlamadan önce birkaç saatim var. Başkan Eugine evime gelip beni görmek istemediği sürece sorun olmayacaktır."
"Gerçekten de o çipten kurtuldun mu? Hem de sadece bir gece içinde? Bunu deneyip ölen bir sürü insan tanıyorum ben. Sen gerçekten de..." Bana ne söyleyecekti bilmiyorum ama bir anda söylemekten vazgeçti ve hafifçe gülerek başını iki yana salladı. "Dedikleri kadar değişiksin."
"Hayır, değilim. Sadece sinyali kesip başka bir çipe aktarmanın yolunu biliyorum. Ah, bu arada. Bu senin için. Bence seveceksin."
Kratas'a onun için yanımda getirdiğim çikolata parçacıklı kurabiyeyi uzattım. Mutfaktan çıkmadan önce seveceğini düşünerek yanıma bir tane almıştım. Sadece kibarlık ediyordum ama Kratas sanki ona tatlı değil de zehir uzatmışım gibi önce bana, sonra da onu uzattığım kurabiyeye baktı. Yüz ifadesi aniden yumuşarken "Ah, Tanrım. Sanırım seni sevmeye başladım." diyerek elimdeki kurabiyeyi kaptı. Ona nasıl baktığımı fark edince de gözlerini devirip "Lafın gelişi söyledim yahu." diyerek kurabiyesinden kocaman bir ısırık aldı. Tek bir lokmada neredeyse yarısını ısırmıştı. Tadını sevmiş olmalı ki gözlerini kapatıp bir an tatlının tadını çıkardı. Onun bu dengesiz hâli karşısında ne yapacağımı bilemeyerek sokağın aşağısına doğru yürümeye başladım. Kratas'la birlikte şehir meydanından geçerken karla oynayan küçük çocuklardan birinin attığı kar topu sol omzuma çarptı. Gülerek omzumdaki karları temizlerken çocukların arasında Jennie'nin de olduğunu gördüm. Onu burada gördüğüm ilk seferde kırık oyuncağı yüzünden ağlıyor olduğunu düşünürsek bu sefer kahkahalarla gülüyordu. Beni görünce daha da çok gülümseyerek yerinde zıplayıp bana el salladı, birkaç çocuk da aynısını yaptı. Bunlar daha önce onlar için oyuncak yaptığım o çocuklardı. En azından bu şehirde hâlâ beni seven birileri vardı, değil mi? Çocuklara geri gülümsedim ve bu bir daha asla sahip olamayacağımı düşündüğüm o içten gülümsemeydi.
Tam 'Keşke Mina'da burada olsaydı.' diye düşünüyordum ki, sanki biri bunu duymuş gibi Mina ve Bayan Contessa'yı gördüm. Birkaç metre ilerideydiler. Bayan Contessa, Mina'yı çocuklar için şık kıyafetler ve oyuncaklar satan pahalı bir dükkana doğru götürürken Mina yaşlı kadının elini sıkı sıkı tutmuş bir halde gülümseyerek durmadan bir şeyler anlatıyordu. Çocuğu böyle görmek beni öyle mutlu etti ki, bir an durup öylece onlara baktım. Hayat dolu, neşeli bu çocuğun gerçekten Mina olduğuna inanmak güçtü. O ilk zamanki ürkek, mutsuz çocuk o değildi sanki. Biraz kilo almış, yanaklarına renk gelmiş, sanki gerçek bir çocuk olmuştu.
"Neden o çocuğa bakıp duruyorsun? Deli misin?"
Kratas'ın sesiyle düşüncelerimden sıyrılarak hafifçe irkildim. Ona doğru dönerken "Bir şey yok!" dedim panikleyerek. "Sadece çok tatlı bir çocuk."
Ben bunu deyince Kratas Mina'ya bakmak için başını çevirdi. Pembe bir kar ayakkabısı seçen yaşlı kadına tarifi zor bir hayranlıkla bakan küçük çocuğu inceledi.Ardından alaycı bir şekilde gülerek "Zengin bir asilin, dert nedir bilmeyen, tatlı, şımarık çocuğu işte." dediğinde böyle bir şey demesini beklemediğim için şaşırdım. Mina için diyeceğim en son şey bu olurdu herhalde. Mina hiç de öyle değildi ama Kratas bunu nereden bilecekti? Belli ki Damien ona Mina'dan bahsetmemişti. Gerçi Damien kimsenin hiçbir şeyini kimseye anlatmıyordu.
"Ne kadar da önyargılısın. Böyle şeyler söylememelisin. O kız çocuğu hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, Kratas."
"Sen biliyorsun herhalde."
Ona Mina'nın geçmişini anlatmama imkân yoktu.
"Mina, mutlu ve şımarık olmayı herkesten daha çok hak eden bir çocuk. Bunu bilsen yeter."
Kratas neden bahsettiğimi biraz bile anlamamıştı. Yürümeye kaldığım yerden devam ederken bunun sorun olmadığını düşündüm çünkü zaten Mina hakkında onunla konuşmak istemiyordum. Yeraltı Şehri'ne indiğimizde Kratas'ın nasıl oluyor da rahatça Westland'da gelip gidebildiğini anladım. Güvenlik görevlileri onu tanıyordu ve ona tolerans gösteriyordu. Bu adamların nasıl oluyor da işlerini bu kadar basit bir şekilde riske attıklarını merak ederken Yeraltı Şehri'nin dar sokaklarda Kratas'a yetişmek için adımlarımı hızlandırdım. Bir yandan da yüzümü insanlardan saklamak için kapüşonumu gözlerimin önüne kadar çekiyordum. Olabildiğince alçak bir sesle bağırarak "Kratas! Beni beklesene! Çok hızlı yürüyorsun!" derken Kratas yolun ortasında dank diye durunca az kalsın tepesine çıkacaktım. Sırtına sertçe çarptım ve oflayarak burnumun ucunu ovuştururken Kratas'ın alçak sesle şansına küfürler ettiğini duydum. Başımı yana eğdim ve şaşkınlıktan gözlerim irileşirken tanıdık, esmer bir adamla ile göz göze geldim. Taita. Yüzümü saklamak için çok geçti çünkü Taita çoktan beni fark etmişti bile. O benden bile daha şaşkın görünüyordu.
"Vanessa?"
Cılız bir sesle "Merhaba?" dedim, elimi hafifçe kaldırıp indirdim.
Taita, kahverengi gözleriyle huysuz huysuz etrafa bakınan Kratas'a geri baktı. "Senin onunla ne işin var?" diye sorarken şaşkınlığın sesine yansımasına engel olamamıştı. "Ne oluyor be? Ondan nefret ettiğini sanıyordum."
"Ben..." dedim.
"Seninle konuşmuyorum, Vanessa."
O da bana kızgındı.
En iyisi susmaktı.
Dudaklarımı birbirine bastırdım ve içgüdüsel bir şekilde bana daha güvende hissettirdiği için Kratas'a doğru yaklaştım. Kratas ne diyeceğini bilemeyerek "Şey..." dedi. Ensesini kaşıdı. Gergin görünüyordu. "Evet ama şey oldu. Şey olunca da ben de şey yaptım işte..." Ne kadar da çok 'şey' demişti öyle. Söyleyecek bir yalan bulamayınca elini rasgele salladı. "Oof, sana ne? Sana hesap vermek zorunda mıyım ben? Canım ne isterse onu yaparım. Hadi, Vanessa. Gidelim."
Taita, "Kratas!" diye bağırdı.
Kratas onu umursamadan dönüp hızla yürümeye başlayınca bir an hareket edemeden Taita'ya baktım. O da bana bakıyordu. Giderek uzaklaşan Kratas'a baktım ve Taita'ya son bir bakış attıktan sonra Kratas'ın peşinden gitmek için acele ederek yürümeye başladım. Ona yetiştiğimde nefes nefese kalmıştım. Biraz daha yavaş yürümesi için ona yalvarmayı düşünürken, Kratas "Merak etme. Taita Başkan Eugine'ne bir şey demez. Seni burada gördüğünü de kimseye söylemez." diyerek beni rahatlatmaya çalıştı. Damien'ı göreceğim için o kadar gergindim ki, bunu düşünmemiştim bile. Sanırım Kratas bu yüzden endişeli olduğumu düşünmüştü. Gözlerimi önüme diktim ve birden aslında nerede olduğumuzu fark ettim. Burası arenanın arka kısmıydı.
"Damien orada mı?"
Sorumun cevabını bile beklemeden arenaya doğru yürümeye başladığımda Kratas "Hey, hey." diyerek omuzlarımı yakaladı. Beni geri çekip yüzüme baktı. "Neden iki dakika durup sakinleşmiyorsun? Belki bu daha mantıklı düşünmene yardımcı olur."
"Ama..."
"Damien orada değil, tamam mı? Bu saatte onu çıkartmazlar. Hem orada olsa bile inan bunu yapmak istemezsin."
Derin bir nefes aldım ve Kratas'ın dediğini yapıp sakinleşmeye çalıştım. Doğru. Bunu yapmak istemezdim. Beni kan tutuyordu. Hem Damien orada yoksa oraya gitmenin de bir anlamı yoktu. Gözlerimi açtığımda Kratas yeterince sakinleştiğimden emin olarak ellerini omuzlarımdan çekti. "Damien orada." diyerek çenesiyle küçük, dikdörtgen bir kapıyı işaret etti. Onu takip edip tozla kaplı olan dar, taş örmeli merdivenleri inerken havasızlıktan boğulacak gibi hissederek duvara tutundum. Tavandan sarkan sarı lambalarla kaplı uzun bir koridora çıktığımızda midemin bulanmaya başladığını hissettim çünkü burası eski usül tasarlanmış bir yeraltı zindanıydı...
Kratas boş hücrelere bakmadan geçerken ben kendime işkence yapmak istediğim için yıllardır temizlenmediği belli olan soğuk, taş hücrelere bakıyordum. Hücrelerden birinde duvara yaslanmış bir iskelet görünce igrenerek gözlerimi kaçırdım.
"Kratas..." dedim. "Burada kimse yok."
"Normalde burası kullanıma açık değil." Demir bir kapıyı sertçe ittirerek duvara çarpıp açılmasına neden oldu. Tozlar havada uçuştu. Bir fare tam çizmemin önünden ciyaklayarak geçti. "Yıllar önce mühürlendi ama Başkan Eugine'nin talebi olunca açtılar. Sanırım arenadan ne kadar nefret ettiğini bildiği için burayı Damien'ın evi yaptı. Amma da pislik. Eminim şeytan onu görüp alkışlıyordur."
Kratas konuşmaya devam ediyordu ama sesi sadece kulaklarımda dolanan bir mırıltı şeklindeydi. Damien'ın evi, diye düşündüm kendi kendime. Bu düşüncenin iğrençiliği karşısında oracıkta midemi boşaltacak gibi oldum. Kratas durdu ve bana baktı. Ne kadar kötü hissettiğimi fark edip etmediğini bilmiyorum ama bakışları hiç olmadığı kadar yumuşaktı.
"Bundan sonra yalnız devam et." Ona baktım, kendimi hiçbir şey diyemeyecek kadar yorgun hissediyordum. "Burada bekleyeceğim ama bence siz ikinizin baş başa olması gerekiyor. Hem bir tehlike olursa haber vermek için birinin burada beklemesi gerekiyor."
"Kratas?"
"Evet?"
"Teşekkür ederim. Her şey için. Beni dost olarak görmediğini, asla da görmeyeceğini biliyorum ama bugün yaptığın şeyi asla unutmayacağım."
Kratas sessiz kaldı. Bir şey söylemesine ihtiyacım olduğundan değil ama bir tepki vermesini tercih ederdim. Yanından geçtim ve dar, tozlu koridorda ilerlerken bakışlarını sırtımda hissettim. Çok değil, birkaç metre ileride, koridorun sonunda geniş bir hücre karşıladı beni. Burası arenanın tam altı olmalıydı çünkü tavandan seyircilerin heyecan dolu çığlıkları geliyor, boğuk bir şekilde kulaklarıma ulaşıyordu. Kulaklarımı ellerimle kapatma isteğiyle dolup taşarken gözlerim solgun ışığın altındaki hücreye takıldı ve hareket etmeye dahi çekinerek olduğum yerde durdum çünkü Damien oradaydı.