?11.BÖLÜM: KADERİN İPİ

4851 Words
Belki de yanlış duymuştum. Kratas... Olamazdı, değil mi? Beynim duyduğum bilgiyi işlemekten ısrarla kaçınırken midemde bir rahatsızlık hissettim. Derin bir soluk alarak kendimi toparlamaya çalıştım. Sıkıca kavradığım kaşığı yavaşça masaya koyarken hazımsızlığımın nedeni yeraltı şehrinin ayaklanmasının beklenmedik bir gelişme olmamasıydı. Ne olacaktı ki? Hayatlarının sonuna kadar bu haksızlığa boyun mu eğeceklerdi? Ama kahretsin, savaşın kazananları olmazdı ki. Masum insanlar... Çocuklar... Ve Damien... O da bu olayın bir parçası mıydı? Ama o zaman neden bana söylesin? Damien'ın sessizliği tüm bu karışıklıkların arasında, içimdeki soruları daha da derinleştiriyordu. Bu durum yüzünden kafam öyle karışmıştı ki doğru düzgün bir şey diyemiyor, Damien'a bile bakamıyordum. Kratas hakkında ne düşüneceğimi ise bilemiyordum. Damien'ı görmem için kendini o kadar riske attıktan sonra onu bir 'düşman' olarak görmek imkansız geliyordu. Derin bir nefes daha alarak huzursuzluğumu dengelemeye çalıştım. Ne yazık ki yapamadım. Buradan bir an önce gitmem gerekiyordu. Kratas'la konuşmam gerekiyordu. Hem de en kısa süre içinde. "Benim gitmem lazım. Üzgünüm." Yemek masasından hızla kalkarken sandalyenin gıcırtısı o kadar yüksek ve rahatsız edici geldi ki, masanın etrafındaki herkesin dikkatini çekti. İfademi saran dehşet yüzünden olsa gerek, Diana gülümsüyor, hâlinden son derece memnun görünüyordu. Kim bilir Damien'ın bana ne dediğini düşünüyordu! Düşüncelerimle boğuşurken Damien ayağa kalkınca başımı kaldırıp ona şaşkın şaşkın baktım. Bu ani kalkışı beni irkiltmişti. Tek bir sözcük dahi söylemeden dönüp giderken Diana "Damien? Nereye gidiyorsun? Bir lokma bile yemedin!" diye seslendi. Damien durdu. Omzunu üzerinden Diana'ya baktı. Gözleri, adeta bir buz tabakası gibi soğuk ve keskin, insanın ruhuna işleyen bir korku yaydı. Dudağındaki ince çizgi her an patlamaya hazır bir bomba gibi gerilmişti. İfadesi gerçekten ürkütücüydü. O birkaç saniye bir saat gibi geldi. Sonra kadının varlığını tamamen yok sayarak yürümeye devam etti ve kapıyı sertçe çarpıp gözden kayboldu... Kapı, metal bir yankı sesi çıkararak kapanırken Elizabeth çatalını salatasına batırdı. Sonra da o kadar da alçak olmayan bir sesle "Sanırım pek iştahı yok." diye mırıldandı. Yavaşça çatalıyla birkaç marulu alıp ağzına attı. "Yemekleri beğenmedi herhalde." "Kapa çeneni, Elizabeth!" "Sadece söylüyorum." Orada daha fazla durmamın bir anlamı kalmamıştı. Sessizce Diana ve Elizabeth'in yanından ayrılırken hâlâ Damien'ın Kratas hakkında söylediği o şeyi düşünüyordum. Verandadan geçerken biri koluma dokununca irkilerek geri döndüm. Kalbim hızla çarpıyordu. Bir an sonra da rahatlayarak nefesimi bıraktım. Bu Lotus'du. Diana değil. Onu görmeyi beklemiyordum. Kız biraz gergin ve endişeli görünüyordu. Daha dikkatli bakınca gözlerinde şefkat de gördüm. Bakışları, sanki her şeyi anlıyormuş gibi, dikkatli ve nazikti. "Nasılsınız?" diye sordu, sesini ve bakışlarını kaplayan o derin saygıyla. Bir an bile düşünmeden "İyiyim. Merak etme." diyerek yalan söyledim ve içimdeki huzursuzluğu saklamaya çalışarak, merakla "Bir şey mi oldu, Lotus?" diye sorarak devam ettim. Lotus'un gözlerindeki endişe, hissettiği bir sıkıntının var olduğunu işaret ediyordu. "Sizinle konuşmak istiyordum." "Öyle mi? Neden?" "Burada ne olduğunu bilmiyorum ama sizinle geçirdiğim o birkaç günde sizin nasıl bir insan olduğunuzu anladım Bayan Born. Bu durumda olmayı kesinlikle hak etmiyorsunuz. O yüzden size açıklamak istedim. Diana... Yani, Bayan Diana..." Kendini düzeltirken Lotus bizden başka kimsenin olmadığından emin olmak için etrafına bakındı. Soğuk yüzünden yanakları al al olmuştu. Bana bakarken gözleri parlak ve samimiydi. "Bakın. Burada kesinlikle düşündüğünüz gibi bir şey yok. Damien onunla asla konuşmuyor ve o kadının ona parmağının ucuyla bile dokunmasına izin vermiyor. Diana ona emir verse bile yapmıyor. Hatta onun dediği hiçbir şeyi yapmıyor. Sanki onu özellikle tersliyor gibi. Yani, yanlış bir şey düşünmenize gerek yok. Rahatlayın." İtiraf etmem gerekir ki, Lotus'un böyle bir şey demesini beklemiyordum. Güçsüz bir edayla bir adım geri çekilirken ve avucumu kaldırıp kolona tutunurken "Bunu neden bana söylüyorsun?" diye sordum çaresizce. "Bilmek istersiniz diye düşündüm." İsterdim ama... Tanrım. Bu sadece kıskançlığımı hafifletirdi. Oysa benim hissettiğim şey sadece kıskançlık değildi ki. Çaresizlik, umutsuzluk, acı ve özlem ne olacaktı? Bu lüks evde olmanın Damien için bir işkence olduğunu bilirken rahatlayamazdım. Bir tepki verebildiğimde başımı iki yana salladım. Dönüp hızlı adımlarla Diana'nın evinden kaçarken ellerim etrafımı çevreleyen soğuktan bağımsız bir şekilde titriyordu. Eve geri döndüğümde de pek farklı bir hâlde değildim. Atkımı ve kabanımı çıkarıp sandalyelerden birinin üstüne atarken oturma odasının içinde ileri geri yürümeye, parmaklarımı gergin bir şekilde alt dudağımın üzerinde gezdirmeye başladım. Kratas ile birlikte kaç tane daha 'isyancı' olduğunu bilmiyordum ama beni en çok korkutan Damien'ın ne yapacağıydı. Elbette Yeraltı Şehri yerine Westland'ın tarafını tutmasını beklemiyordum. Neden yapsındı ki zaten? Westland'dan kötülük dışında ne görmüştü? Yeraltı Şehri onun ait olduğu yerdi. Peki ya ben? Ben ne yapacaktım? İlk defa iki farklı dünyadan olduğumuzu bu kadar derinden hissediyordum. İki düşman gibi. Ve bu çok gülünçtü! Aslında hayır, acımasızcaydı. Ne olursa olsun, umurumda değildi. Savaşacak bile olsak değildi. Ben asla Damien'ı bir düşman olarak görmezdim ki! Şeytan usulca 'Ya o seni görürse?' diye sorunca gözlerimi acıyla kapattım. Eğer gerçekten bir isyan olursa muhtemelen ilk saldıracakları kesim 'asiller' meclisiydi. Yani, ben ve benim gibi olanlar. Bu durumda da onlar... İliklerime kadar ürperdim ve gözlerimi aralarken kendimi hiç olmadığı kadar güçsüz hissederek bakışlarımı yere diktim. Damien'la bu konuda karşı karşıya gelirsek neler olacağını bilmiyordum ama bildiğim tek şey ne olursa olsun onu incitecek bir şey yapamayacağımdı. Evet. Bana saldıracak olsa bile. Bileğimdeki kelebeğe dokundum ve bu kaderi önlemek için biraz olsun güç bulmayı dileyerek babama ait olan odaya doğru yürüdüm. Babamın odasına girmeyeli yıllar olmuştu. Kapının pas tutmuş kilidini büyük bir zorlukla açarken her şeye rağmen kalbimde bir acı hissettim. Bu eski oda, bu eşyalar, her şey bize ait olan hatıralarla doluydu. Onu son defa gördüğüm o an gözlerimden gitmiyordu. Acı ve sevgiyi aynı anda hissederken bunun beni hem mahvettiğini hem de kurtardığını düşündüm. Eskiden onu düşünmek gözlerimin dolmasına neden olurdu. Oysa şimdi acıya alışmıştım. Annemin resmine, saate, toz tutmuş bardağa dokundum. Sanki bu eşyaları anlamlı yapan her şey babamın gidişiyle birlikte anlamını yitirmişti. Artık boş, ruhsuz dekorlardan ibaretlerdi. O yüzden yatağın altını, çekmeceleri, döşemelerin içini kontrol ederken sandığım kadar zorlanmadım. Belki bir şey bulurum umuduyla içinde bir sürü ıvır zıvır olan şifonyerin olduğu çekmeceyi kontrol ederken bana ait olan bir sürü eşya buldum. Çirkin resimlerimi, kırdığım ve tamir etmeye çalışıp hurda yığınına çevirdiğim o antika saati, sekiz yaşındayken onun için yaptığım o müzik kutusunu, boya kalemlerimi, nefret ettiğim o saç tokasını... Hepsini saklamıştı. Bir yaz gününde bu odadayken 'Demek benim gibi olmak istiyorsun?' diyerek saçlarımı okşadığını hatırlıyordum. 'Ama bence bir gün sen benden çok daha iyi biri olacaksın.' "Beni seviyordu." dedim kendimi teselli etmek için. Ben de onu seviyordum. O zaman ona güvenmek neden bu kadar zordu? Bileğimdeki çip yüzünden miydi? Ne önemi vardı? Onu kimseye zarar vermek için yapmamıştı... Değil mi? Amacı bu değildi. "Ah, lütfen." diyerek şifonyerin kenarına tutulduğumda pütürlü bir tabaka hissettim. Başımı eğdim ve parmak uçlarımı o pütürlü tabakanın üzerinde yavaşça gezdirdim. Sonra tanıdık, mide bulandırıcı bir his boğazımdan yavaşça tırmandı ve tiksinerek elimi geri çektim. Uzun bir süre önce kurumuş olan o sıvıya bakarken midemin daha da bulandığını hissettim. Kan. Kahretsin. Kandı bu. Büyük bir panikle gerilerken ayağım çıkık olan döşemeye takıldı ve kaçınılmaz olarak dengemi kaybettim. Vücudum bir an havada süzüldü, ardından kalçamın üzerine sert bir şekilde düştüm. Gözlerimi tam önümde duran şifonyerin üzerinden ayırmamıştım. Bunu nasıl daha önce fark edememiştim? Ah, ama cevap zaten çok açıktı! Bu odaya girmekten olabildiğince çok kaçındığım içindi! Dudaklarım aralandı ama çığlık atma isteğim boğazımda sıkışıp kaldı. Sanki ciğerlerimin üzerine ağır bir taş oturmuş gibi her nefesim acı dolu bir hırıltı çıkıyordu. Vermem gereken tepki kesinlikle bu değilse bilse verdiğim tepki kesinlikle buydu. Ne olduğunu pek hatırlamıyorum, o ana dair anılarım bulanık ve kesik kesik... Ama Abraham'ın endişeyle adımı söylediğini hatırlıyordum. Dizlerinin üzerine çökmüştü, elleriyle omuzlarımı nazikçe tuttukça ellerinin sıcaklığını hissediyordum. Gözlerimdeki bulanıklık yavaşça geçerken Abraham'ın yüzünü kaplayan endişe tüm dikkatimi üzerinde toplamaya yetti. "İyi misin? Düştün mü? Vanessa, bir şey söyle!" Titreyen dudaklarımın arasından "Evet, ben..." diye kekeledim. Gözlerimi hızlı bir şekilde bir kere daha şifonyere, kurumuş kan tabakasına çevirdim. Kafamı kaldırdığımda hissettiğim her şeyin üzerine çöken bir sessizlik ve kaygı vardı. "Abraham... Bu..." Abraham, şüpheyle dolu bir ifadeyle bir an yüzüme bakakaldıktan sonra başını çevirdi ve neden bahsettiğimi gördü. O da en az benim kadar şaşırmıştı; gözlerindeki derinlikle bu duyguyu net bir şekilde okuyabiliyordum. Siyah, kahya ceketinin omuzları gerilirken bana geri baktı. Üzerime eğildi ve omuzlarımı sıkıca tutarak beni düştüğüm yerden kaldırdı. "Hadi, çıkaralım seni buradan." dediğinde sesi kendinden emin ama yorgun bir tonda yankılandı. İç çektim ve yapmak istediğim şey tam olarak bu olduğu için itiraz etmedim. Babama ait olan odadan çıkarken hâlâ hafifçe titriyordum. Bu ne anlama geliyordu, emin değildim ama o kırmızı sıvının hiçbir zaman iyi bir anlama gelmeyeceğini öğrenmiştim. Niye bu kadar endişeli olduğumu bile bilmiyordum. O kanın babama ait olduğu düşüncesi yüzünden miydi? Yaşasaydı çoktan beni görmeye gelmez miydi? O kadar zamandır ölü olduğunu kabul ettiğim halde, şimdi bunun bir gerçek gibi karşıma çıkması beni tamamen şoke etmişti. Sendeler gibi olduğumda Abraham endişeli bir ifadeyle yüzüme baktı. Ardından ellerini nazikçe omuzlarıma koyarak beni yavaşça yanan şöminenin önünde bulunan o kanepede oturmam için yönlendirdi. Bu, biraz rahatlatıcıydı aslında. Şöminenin sıcak ışığı odanın içini altın sarısı bir parıltıyla doldurmuştu; kıvılcımlar zaman zaman havaya fırlıyor, ahşap odunlar çıtırtılar çıkararak yanıyordu. "Daha iyi misin?" diye sorunca başımı kaldırıp tepemde dikilen Abraham'a baktım. Gözleri, hafif bir endişe ve derin bir merhametle doluydu ve her hareketi bana olan kaygısını yansıtıyordu. "Ben... Ne olduğunu anlamıyorum..." Sırtımı kanepenin yumuşak sırtına dayadım. "O şey... Kan iziydi, değil mi?" "Bilmiyorum. Sen iyi misin?" "Sanırım. Sadece şaşırdım." Keşke sadece şaşırmış olsaydım. Doğru düzgün düşünmek için gözlerimi kapattım ama kafamın içinde hâlâ asla dinmeyen ve muhtemelen de asla dinmeyecek olan büyük bir fırtına vardı. Ve bir sürü de cevapsız soru... Fısıldayarak devam ettim. "Neler oluyor? Neler oldu? Neden orada kan izi var, Abraham?" "Öğreneceğiz, Vanessa. Sana söz veriyorum. Şimdi biraz sakinleş, olur mu? Sana içecek bir şeyler getireyim. Bekle burada." Abraham, endişeli bir bakışla bana son bir kez daha göz attıktan sonra neredeyse koşar adımlarla mutfağa doğru geçti. Arkasından sadece bakmakla yetinebildim. O gece yaşananların etkisiyle öylesine sersemlemiştim ki mantıklı düşünmeyi bir kenara bırakın, mantıksız düşünceler bile aklımı meşgul edemiyordu. Derin bir nefes aldım, başımı ellerimin arasına aldım ve yorgun bir şekilde gözlerimi kapattım. Zihnimde yankılanan karmaşayı bir nebze olsun hafifletmek için daha dikkat dağıtıcı bir şeye yönelmeye karar verdim. Damien'ın ve bana söylediği sözleri düşünmeye başladım ama bu her şeyi daha da karmaşık bir hâle getiriyordu. Şimdi buradan çıkıp Damien'ın söylediklerini çözmeye çalışmak, belki de benim için en iyi kaçış yolu olacaktı. Abraham'ın geri dönüp beni bulamayınca ne hissedeceğini pek düşünmeden çipin sinyalini kapatıp diğerini koltuğun üzerinde bıraktım. Evden çıkarken olması gerekenden çok daha fazla acele ettiğim için ayağım birkaç kere döşemelere takıldı. Neyse ki kar yağışı nispeten durmuştu. Yine de havanın keskin soğukluğu, cildimi bir iğne gibi delip geçiyordu. Yeraltı Şehir'ne indiğimde Kratas'ı bu kocaman şehirde nerede bulacağımdan emin değildim. Etrafta bir sürü insan vardı, hatta olduğum noktaya geniş bir pazar alanı bile kurulmuştu. Benden farklı insanlarla dolu olan pazar alanında ilerlerken tezgahların üzerindeki taze meyve ve sebzelerin canlı renkleri, sıcak ve davetkar görünüyordu. İnsanların bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Sanki alnımın ortasında parlak harflerle 'O Westland'dan Geldi.' yazıyordu. Satıcıların bağırışları, karışan kokular ve renkler arasında gözlerimi etrafta gezdirerek özellikle bir kişiyi aradım... Tam bu sırada, birdenbire omzumda hafif bir dokunuş hissettim. "Hey," Gözlerimi yukarıya kaldırdığımda Kratas'ın tanıdık yüzüyle karşılaştım. "Sanırım beni arıyorsun." "Evet, seni arıyordum." dedim, sesimdeki yorgunluk neredeyse somut gibi geldi. "Açıkçası, seni bulmak çok daha zor olur sanmıştım." "Ah, bu civarlarda olacağımı tahmin etmişsin ama." Kratas, içten bir gülümsemeyle başını eğdi ve bir an sonra etrafımızı saran kalabalığa dikkatlice baktı. "Hadi, gel. Burası fazla karmaşık. Biraz daha sessiz bir yer bulabiliriz." Doğrusu daha 'sessiz' bir yerde konuşmayı ben de istiyordum. Ne de olsa bunu bizden başka kimsenin duymaması gerekiyordu. Sessizliğimi koruyarak uslu bir şekilde Kratas'ı arkasından takip edip kalabalık pazar alanından çıktım. Birkaç dakika sonra geçtiğimiz sokak, pazarın karmaşasından o kadar uzaktı ki her yere sakin ve ıssız bir atmosfer hâkimdi. Gerginlikten saçımla oynamaya, bir tutamı işaret parmağıma dolamaya başlayalı çok olmuştu. Yine de konuşmaya Kratas'ın başlamasını bekleyerek bir şey demedim. Belirtmeliyim ki bunun için beni tam on beş dakika boyunca bekletti. "Sen de buraya iyice alıştın. Westland anlatıldığı kadar güzel bir yer değil herhalde." Hafif, hoş bir sesle güldü. Yüzü, belirsiz bir yumuşaklıkla örtülüydü. İsyancı grubunun lideri olduğunu düşünmesek hoş biri aslında. "Cidden, Vanessa. Neden buradasın? Damien'ı görmek için mi? Bunun yine pek iyi gideceğini sanmıyorum." "Damien burada mı? Diana'nın evinde olduğunu sanıyordum." "Ah, henüz duymadın mı?" Bana kısa bir an baktı. Birlikte yan yana yürüyorduk ama nereye gittiğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sadece ona ayak uyduruyordum işte. "Diana, Damien'ı geri göndermiş. Aslına bakarsan, onu resmen kovmuş. Damien hiçbir şey söylemiyor ama o kadına onu deliye döndürecek bir şey söylediğinden eminim... Bu garip. Hiçbir zaman asillerden hoşlanmazdı ama özellikle o kadından hoşlanmıyor gibi. Sen bu konu hakkında bir şey biliyor musun?" "Hayır." diye yalan söyledim, alçak bir sesle. Kratas'a gerçeği söylemek bana düşmezdi. "Neden bir şey bildiğimi düşünüyorsun ki?" "Yüzündeki ifade yüzünden." Parmaklarımı kaldırıp yanağıma dokundum. "Ne varmış yüzümdeki ifadede?" Kratas bu defa çok daha ciddi bir şekilde baktı bana. "Ciddi ciddi kıskanıyor olamazsın, değil mi?" diye sorarken sesine hafif bir eğlence bulaşmıştı. Kıpkırmızı kesildim anında. Kratas da doğal olarak anladı. İyice keyiflendi. "Ah, demek tüm mesele bu. Bu çok gülünç. Neden kıskanıyorsun ki? Sen ondan çok daha başarılısın. Üstelik tarihe geçmiş en genç meclis üyesisin. Ah, hazır aklıma gelmişken; konseydeki önerin için sana hayranlık duyduğumu bilmeni isterim. İşe yaramaması kötü elbette ama yine de çok cesurdun." "Neden bu kadar kötüsün? Benimle alay ediyorsun." Kesinlikle alay ediyordu benimle, gözlerinden belliydi. Öfkemi fark eden Kratas alçak ama içten bir şekilde gülerek sırtını soğuk taş duvarlardan birine yasladı. Sonra da ellerini ceplerine sokarak gözlerimin tam içine baktı. "Seninle alay etmiyorum. Ben sadece bu duruma anlam vermeye çalışıyorum. Damien'ı bu kadar önemsiyorsan onunla barış. Böyle yaptığın için daha mı mutlu olacak sanıyorsun? Eskiden de pek keyifli bir adam değildi ama şimdi... Fark etmemiş olabilirsin ama söylediğin yalan onu mahvediyor." "Biliyorum. Benim derdim ne anlamıyorum. Hayatına devam etmesine izin vermeliyim. Ben de ilerlemenin bir yolunu bulmalıyım." "İstediğin bu değil ki." "Ne istediğim önemli değil." "Ama onu seviyorsun..." Kratas bunu öyle çocuksu bir itirazla söylemişti ki... Başını hafifçe yana eğdi. "Sevmiyor musun?" diye sorunca sanki bir piton boynuma dolanmış gibi nefesimin kesildiğini hissettim. Yine aynı konu. Buna itiraz etmek çok kolay olurdu. Sadece 'Hayır, yanılıyorsun. Öyle bir şey yok.' demem gerekirdi ama aralanmış dudaklarımın arasından tek bir kelime bile çıkmadı. Sessizliğimi Kratas'ın bir onay olarak yorumlayacağını biliyordum. Muhtemelen herkes öyle yapardı. Garip. Daha önce kimseyi sevdiğimi düşünmemiştim, en azından Kratas'ın kast ettiği anlamda. Bu Abraham'ı ya da Peter'ı düşündüğümde hissettiğim gibi bir şey değildi. Daha önce hiçbir hissin hem acı hem de mutluluk verebileceğini hayal edemezdim. Oysa şimdi tam olarak bunu hissediyordum. Bir parçam baharı yaşarken, diğer parçam buz kesmişti çünkü Damien'ı sevmem çok trajedik olurdu. Kratas tam önümde duruyor, hiç kıpırdamıyor, büyük bir dikkatle cevabımı bekliyordu. Parmaklarımı önümde birleştirdim ve hissettiğim gerginlik en üst seviyeye ulaşırken kararsız bir şekilde, dürüst olmaya çalışarak kekeledim. "Bunca zamandır ne hissettiğim üzerine pek düşünmedim. Damien'ı herkesin içinde öperken bile yapmadım. Sadece içimden geldiği gibi hareket ediyordum. Ben... Ben daha önce hiç yapmadım, Kratas." "Ne yapmadın? Ne diyemiyorsun, Vanessa?" Kratas avının açığını yakalayan bir tilki gibi gülümsedi bana ve son derece keyifli bir tavırla benim yerime devam ederek konuştu. "Aşk mı? Aşık mı olmadın?" Aşk! İrkildim. Ah, Tanrım... Kratas niye bu kadar açık sözlüydü ki? Aniden meydandan yükselen bir haykırış sesi dikkatimi çekmemiş olsaydı Kratas'a ne cevap verirdim emin değilim. Sesin kaynağını bulmaya yönelik doğal bir içgüdüyle başımı hızla yan tarafa çevirdim. Gözlerim kalabalığın arasından sıyrılarak yere düşmüş genç bir kadına odaklandı. Kadının suratı, şaşkınlık ve acıyla doluydu; yüz hatları gerilmiş, gözleri kocaman açılmış ve dudakları titriyordu. İncecik, soluk pembe elbisesi toprakla kirlenmiş, kirli saçları ise iki yanından sarkarak çehresini kapatıyordu. Başında da bir adam dikiliyordu. Kısa bir an için aklımdan öyle çok düşünce geçti ki etrafımdaki kalabalığın gürültüsü kafamın içindeki gürültünün içinde kaybolmuş gibiydi. Bir adım attığımda ya da atmaya niyetlendiğimde Kratas'ın sesindeki uyarı beni olduğu yerde durdurdu. "Yapma." Durdum ve ona bakmak için etrafımda döndüm çünkü söylediği bu sözcük belirgin bir şekilde telaş içeriyordu. "O adam da kim?" "Kimden bahsediyorsun?" "Kratas!" dedim, inatla. Kratas, kadının başındaki adama bir saniyeliğine baktı. Sonra da "Rildort," diyerek daha önce hiç görmediğim herifin ismini söyledi ve isteksizce devam etti. "Kuzey kanadından sorumlu olan köle tacirlerinden biri." Arthur gibi yani, diye düşündüm içimden. Bu isim, bana pek iyi şeyler çağrıştırmıyordu. Yüz hatlarımı kaplayan bir ısrarla, daha da net bir sesle, "Neler oluyor, Kratas?" diye sordum. Doğru düzgün bir cevap almadan vazgeçmeye hiç niyetim yoktu. "Bilmiyorum. Muhtemelen madenlere çalışmaya gitmeden önce zavallıyı cezalandırıyordur. Duyduğum kadarıyla bu sabah Başkan Eugine'nden iyi bir azar yemiş. Sinirlerini satılmayan kölelerden çıkarmak gibi bir alışkanlığı var." Kratas'ın yüzündeki ifadeye bakılırsa bu tür olaylar onun için ve burada yaşayan herkes için sıradan bir hâl almıştı. Bir insanın nasıl olur da böyle bir şeye alıştığına şaşırarak başımı yeniden olayın olduğu tarafa çevirdim. Kalabalık büyük bir ihtimalle bu olaydan rahatsız olmuştu ama kimse müdahale etmeye cesaret edemiyordu. Gözlerimi kısıp Rildort denen adama dikkatle bakınca bir anda bana ne kadar tanıdık geldiğini fark ettim. Bu Başkan Eugine'nin beni Damien'ı göstermeye götürdüğü o ilk seferde, o zavallı köleyi döven adamdı. Aslında yüz hafızam o kadar iyi değildi ama garip bir şekilde bu adamı bunca zamandır aklımda tutmuştum. Çevredeki kimsenin neden bu duruma müdahale etmediğini merak ederek yerdeki o zavallı kadına bakarken fark ettiğim şeyle koyu gözlerim hafifçe irileşti. Kadın korkuyla titreyerek gözlerini kapamış, öne eğilmiş, bir dal gibi ince olan kollarını belinin etrafına dolamıştı. Göz göze geldik. Sadece bir andı. Kadının dikkatini öyle çok çekmemiştim ki, gözlerini hemen yere geri dikmişti ama o gözlerin ne kadar acıyla ve endişeyle dolu olduğunu görebilmiştim; Ve koruma içgüdüsüyle... Bir anda hiçbir şeyi umursamayıp yürümeye başladığım için delinin teki olduğumu düşünen Kratas, "Vanessa! Ne yapıyorsun? Bekle!" diye seslendi arkamdan ama onu bilerek dinlemedim. Rildort zavallı kadına bir kere daha vurmak için elini kaldırınca benden beklemeyecek kadar hızlı bir şekilde araya girdim ve vurmadan önce adamın bileğini tuttum. Adam dönüp bana öfkeli gözlerle bakarken Kratas arkamdan kısık sesle küfür etti ama çok geçti artık. Rildort, "Sen de kimsin?" diye sorunca kim olduğumu çıkaramadığını anladım. Bu iyi bir şeydi. Yani, sanırım. "Ne karışıyorsun?" Yerdeki kadına baktım. Ellerini karnına dolamış, kıpırdamadan duruyordu. Pislik herife geri bakarken "Bu yaptığın hiç hoş bir şey değil." dedim, zorlukla kontrol ettiğim bir öfkeyle. "Neden bahsediyorsun sen?" "Benim neden bahsettiğimi biliyorsun." Rildort'un ifadesi saniyeler içinde değişti. Kesinlikle ne demek istediğimi anlamıştı. Sonuç olarak daha da öfkelendi. Bileğini parmaklarımdan kurtarmak için beni pek de kibar olmayan bir şekilde ittirince omzumu ve başımın arkasını bir evin duvarına çarptım. Dudaklarımı birbirine bastırken çığlık atmamak için kendimi sıktım çünkü bu sadece bu pisliği memnun ederdi. Ayrıca istediğim şeyi elde etmiştim zaten. Gerçi bu plan tahmin ettiğimden daha can yakıcı olmuştu. Aldığım darbe yüzünden neredeyse omzumu ve başımın arkasını hissedemiyordum. Kratas, "İyi misin? Başını mı çarptın?" diyerek koşar adımlarla yanıma geldi. Acıyla homurdanarak sızlayan omzumu ve başımın arkasını ovarken bir an gözlerimin önü kararır gibi oldu. Kratas düşmemem için üzerime uzanıp kolumu yakaladı. Başımı iki yana salladım. Bu en iyi plan değilse bile işe yaraması en olası plandı çünkü beni ittirdiği anda Arthur adamı omzundan tutup çevirdi ve elinin tersiyle adama öyle bir tokat attı ki Rildort kendini yerde buldu. Sanki pis bir şeye dokunmuş gibi parmaklarını ovuştururken Arthur'un yüzünde hem kibirli hem de öfkeli bir ifade vardı... "Haddini bilmeyenleri sevmem, Rildort. O hâlâ bir asil. Sen kendini kim sanıyorsun da onu o şekilde ittirebileceğini düşünüyorsun?" Parmaklarını şıklattı, adamları ona doğru yaklaşırken katı ve net bir sesle onlara emretti. "Bu çöp yığınını yerden kaldırın ve bir asile nasıl davranması gerektiğini iyice anladığından emin olana dek de bırakmayın, çocuklar." Adamlar bir saniye bile kaybetmeden Arthur'un dediğini yaparken Arthur nihayet bana baktı. Sinirlerimi bozan bir gülümsemeyle bana doğru yürürken Kratas'ın bedeninin nasıl gerildiğini fark ettim. Burada Arthur'dan hoşlanmayan tek kişi ben değildim anlaşılan. Aslında Arthur'dan zerre kadar korkmuyordum. Ne de olsa burada olduğumu Başkan Eugine'ne söylemeye cesaret edemezdi çünkü biliyordum ki Başkan Eugine'e en başta Damien'ı benim adıma dövüştürenin o olduğunu söyleme riskimi göze alamazdı. Hatta bence diğer adamın da susmasını sağlardı. İkimizin elinde de koz vardı. Sanırım bu yüzden birbirimizden çekinecek bir şeyimiz yoktu. Arthur yapmacık bir nezaketle ceketini düzeltip önümde hafifçe eğilirken Kratas alçak sesle duyamadığım bir şeyler homurdandı. Ne olursa olsun gözlerimi Arthur'un yüzünden ayırmadım. "Sevgili Vanessa, seni buraya ne getirdi? Gerçi sanırım cevabı biliyorum. Ve görüyorum ki yeni arkadaşlar edinmişsin." Kratas'a küçümseyerek şöyle bir baktı. "Cidden, daha iyi bir yandaş bulabilirsin." Senin gibi mi? Kalsın. Almayayım. İçimdeki fırtınayı dışa vurmak isteyen yanımı yok saydım ve ne hissettiğimi anlaması için Arthur'a dik dik baktım. O an gözlerimden ne kadar yoğun bir hüsran ve öfke yayıldığını hissedebiliyordum. Ama Arthur, umursamadı elbette. İfadesiz, hatta neredeyse keyifli bir tavırla etrafına bakınırken insanlar yavaş yavaş işlerine dönmeye başlamışlardı. O zavallı kadın hariç; benim yaşlarımda görünen kadının yüz hatları, derin bir kederi ve umutsuzluğu barındırıyordu... "Sana daha önce de söyledim. Burası senin gibi bir hanımefendi için uygun bir yer değil." diyerek bir şeyler geveleyen Arthur'u hiç umursamadan yerdeki kadına doğru yürüdüm ve yanında tek dizimin üzerine çökerek omuzunun tekine dokundum. "İyi misin?" Kadın şefkatim karşısında irkildi ve benden korkarak elimin altından kaçtı. "Evet." dediğinde sesindeki endişe içimi daha da burktu. Büyük bir endişeyle devam ettim. "Peki ya o?" Yüzündeki şaşkınlık, sorumun anlamını kavramaya çalışırken derinleşti. "Ne?" diye sordu, kafası karışmış bir ifadeyle. "O... Mu?" "Evet, o. Bebek. Ağrın var mı? Doktora gitmek ister misin? Böyle bir darbede zarar görmüş olabilir." Ben konuşmaya devam ettikçe kadının yüzünde bir boşluk ifadesi belirdi. Gözlerini gözlerimden kaçırdı. Doğru tahmin etmiştim, gerçekten hamileydi demek. D"Hamile miymiş?" diye sordu Arthur, yanımıza yürüyüp tepemizde dikilirken. Ardından bir kahkaha patlatarak ellerini ceketinin cebine sokup devam etti. "Pek hamile gibi görünmüyor. Nasıl anladın ki hamile olduğunu?" Bunu Arthur'a açıklayarak vakit kaybetmek istemiyordum. Genç kadın kollarını korumaya çalıştığı karnının üzerinden çekerken sanki onu yemeye çalışan bir canavarmışım gibi yüzüme bakmaya devam etti. İç çektim ben de. Bu konuda bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum ama ne yazık ki onu yanıma alırsam Başkan Eugine öfkeden deliye dönerdi. Tek çarem bu olduğu için hızlı bir şekilde ayağa kalktım ve Arthur'u kolundan çekip biraz uzağa, rahatça konuşabileceğimiz bir yere götürdüm. "Onu al." diye emrettiğimde Arthur biraz geri çekildi ve bana 'Sen deli misin?' der gibi baktı... "Neden? Onu istemiyorum. Özel bir şeyi yok. Aşırı zayıf. Birkaç güne ölür." "Onu satın al ve güvenli bir yere götür, karnını doyur, neye ihtiyacı var. Ne ödersen üç katını vereceğim sana." Para, Arthur gibi adamlar için her şey demekti. Bu teklifi kabul edeceğini daha ilk kelimeyi söylediğim anda biliyordum. Uysal bir şekilde, emredersin der gibi elini salladıktan sonra döndü ve kadını yerden kaldırmaları için adamlarına bir işaret yaptı. Adamlar, kadının zayıf ve titrek vücudunu nazikçe ama hızlı bir şekilde destekleyerek yavaşça yerden kaldırdılar. Parayı bu şekilde savurmamın doğru olmadığını biliyordum, özellikle de artık bir işim yokken... Ama genç, hamile, üstelik yardıma ihtiyacı olan bir kadını nasıl o hâlde bırakabilirdim? Para benim için önemli değildi çünkü kendi paramı kazanmaya başladığımdan beri ona gerçekten ihtiyaç duyduğum bir an yaşamamıştım. Her şeye zaten sahiptim. Oysa şimdi... Şimdi bir sürü para kazanabildiğim bir işim yoktu. Hazır paramı da bu şekilde harcamaya devam edersem bu gidişle gerçekten paraya ihtiyacım olacaktı. Başım döner gibi olduğunda ve sendelediğimde Kratas anında yanımda belirdi. Beni kollarımdan güçlü ama nazik bir şekilde yakaladı. "Ben... Biraz başım döndü." dedim sersemce. "Seni ittirdiğinde başını mı çarptın?" Yapmıştım, değil mi? Bu iyi değildi. "Vanessa..." İsmimi duyunca başımı kaldırdım ve Kratas'a baktım. Ses tonu birden çok ciddi gelmişti. Garip ama benim için gerçekten endişeleniyor gibi bir hâli vardı. Bir şey demesini beklediğimi görünce sıkıntıyla başını iki yana salladı. "Az önce yaptığın şey iyi bir şeydi ama Arthur..." "Arthur beni Başkan Eugine'e ispiyonlamaz. O adamın da ispiyonlamasına izin vermez. Ne bildiğimi biliyor." "O kadının hamile olduğunu nasıl anladın?" "Bunu hissettim," dedim, hafifçe omuzlarımı silkip bir an düşündüm. "İçgüdüsel bir şey sanırım. Kadın kollarını kendine dolamıştı, özellikle karnını korumaya çalışıyordu." Kratas cevap vermedi, bunun yerine anladığını göstermek için başını hafifçe öne salladı. Başımın arkasına aldığım darbe yüzünden odaklanmakta güçlük çekiyordum ama aklım hâlâ yerindeydi. Ona şu isyan meselesini sormalıydım. Eğer gerçekten böyle bir şey varsa ona söylemem gerekirdi ama gerçekten iyi değildim. Gözlerimi kırpıştırdım çünkü her şey biraz bulanıklaşıyor gibiydi. Kratas bir sorun olduğunu anlayarak beni daha sıkı kavrarken sersem bir hâlde bacaklarımın üzerinde sallandım. Neyse ki yere düşmeden önce Krtas beni tutmayı başardı. Yükümü üzerine alırken, omuzlarındaki kaslar gerildi ve gözlerimi kapatırken sesi net bir şekilde duyabildim: "Ah, hayır. Bu iyi değil." dediğini duydum en son... 🔸🔸🔸 Başlangıçta sadece yoğun bir sessizlik vardı, sanki tüm dünya sesini kesmişti. Nihayet, diye geçirdim içimden; Birazcık sakinlik. Artık o kaos, öfke yoktu. Yumuşak bir boşluk hissi, hissettiğim tek şeydi. Sanki karanlıkta süzülüyor gibiydim... Ama kötü bir şekilde değil. Belki de bu yüzden bilincimin kaybolduğunu gözlerimi araladığımda fark edebildim. Garip bir şekilde ilk başta her şey puslu bir perdenin arkasından bakıyormuşum gibi hissettirdi. Uzaklarda bir ışık parıltısı görüyordum. Işık, etrafı hafifçe aydınlatarak gölgelerin hareket etmesine neden oluyordu. Bakış açım nihayet netleştiğinde tam karşımda duran devasa avizeyi fark ettim. Avize, büyük bir ihtişam içinde tavanda asılı duruyordu; Uçları zarif, kristal taşlarla kaplıydı. Bu taşlar, köşelerindeki keskin açılardan ışığı kusursuz bir şekilde yansıtarak içinde bulunduğum odayı pırıltılı desenlerle kaplıyordu. Kaşlarımı huzursuzca çattım. Neresiydi burası? Sırtıma ve belime saplanan ağrılar keskin, demir çubuklar gibi kaslarımı delip geçerken başımı yaslı olduğu o yumuşak yastıktan kaldırdım. Her hareketimle birlikte hissettiğim ağrıların keskin pençeleri daha da derinleşiyor, acı bedenimi sanki bir kıskaçla sıkıştırıyor gibiydi. Bir elimi alnıma götürüp o korkunç dönme hissini hafifletmeye çalıştım. Şaşkın gözlerle üzerime örtülmüş battaniyeye, sonra da etrafıma bakındım. İçinde bulunduğum geniş oda eski ama sağlam mobilyalarla kaplıydı. Masif ahşap bir dolap, sol köşede duruyor ve yıpranmış kapaklarıyla dikkat çekiyordu. Önündeki masanın üstünde de uzun zamandır kullanılmamış ve tozla kaplanmış birkaç kitap vardı. Bir de rengi solmuş bir doğa tablosu. Bir süre sonra yanı başımda duran metal bir tüp ve tıbbi malzemeler dikkatimi çekti; bir stetoskop, birkaç steril bandaj ve bir şişe ilaç vardı. Muhtemelen bu malzemeler, içinde bulunduğum bu mekânın bir parçasıydı. "Aldığın darbeye bağlı olarak geçici bir bilinç kaybı yaşamışsın." Hem şaşkınlıkla hem de korkuyla irkildim. Başımı sesin geldiği diğer yana çevirdiğimde saçlarım yanaklarımdan aşağı sarktı ve daha da şaşkın bir hâlde tekli koltukta oturan genç, yakışıklı adama baktım. Kratas'ı görmeyi beklediğimden falan değil ama kesinlikle Damien'ı görmeyi beklemiyordum. Özellikle de dün geceden sonra. Orada duruyor, yumruğunu yanağına yaslamış bir hâlde, o soğuk, derin gözlerle ayılmaya çalışan bana bakıyordu. Bakışları yüzünden kendimi bir an çok savunmasız hissettim. "Damien?" İnce parmaklarımı yüzüme uzatıp önüme gelen saçları omuzumdan ittim. Kafamda hâlâ soru işaretleri dolanıp duruyordu. "Sen burada ne yapıyorsun? Hem neresi ki burası?" "Kratas'ın doktor bir arkadaşının muayenesindeyiz. Buradayım çünkü o kahrolası Kratas..." Bir anda sustu ve neredeyse hırçın bir tavırla koltukta arkasına yaslandı, sanki bu varlığımı ve aramızda yaşananları yok etmeye yetecekmiş gibi gözlerini sıkıca kapattı. "Neyse. Önemi yok. Her hâlikârda sen uyanana dek beklemek bana düştü." "Ne? Neden?" "Halletmesi gereken bir iş varmış." Bunu dedikten sonra dudaklarının arasından küçümseyici, minik bir inleme çıktı. "Amma da yalancı. Şimdi neden arkadaş olduğunuzu daha iyi anlıyorum." Muhtemelen Kratas bir şeyleri düzeltmek için Damien'ı benim yanıma göndermişti. Bunun Damien için nasıl bir işkence olduğunu düşünmek bile beni çok üzüyordu. Kratas'ın aklından ne geçiyordu ki? Damien'ın benim için bir şey yapmak isteyeceğini mi düşünmüştü? Benden ne kadar nefret ettiğini tahmin bile etmekte zorlanıyordum. Utanç duygusu yüzüme tırmanırken gözlerimi kaçırdım ve çok alçak bir sesle "Ben... Bunu yapmak zorunda kaldığın için özür dilerim." diye mırıldandım, içgüdüsel bir şekilde. "Özür dilemen durumu değiştirmez." dedi Damien. Yüzündeki ifade, ne kadar zor durumda olduğumu ve benden ne kadar uzakta olduğunu daha da belirginleştiriyordu. "Ayrıca sinir bozucu oluyor." Bir an için Damien'ın gözlerinin derinliklerine baktım. İçinde bana karşı bir parça merhamet olup olmadığını merak ediyordum. Ama yüzündeki ifade, sadece bir görev için buradaymış gibi görünüyordu. Kendimi birden savunmasız ve çaresiz hissettim. Damien'ın benim için yaptığı şeyin bu kadar zorlayıcı olması, beni bu noktaya getiren Kratas'ın planlarının ve Damien'ın bana karşı duyduğu öfkenin ağırlığı altında kalmıştım. Her ne kadar üzgün görünmemeye çalışsam da, bu pek mümkün değildi artık. "Biliyorum. Bir daha demem." dedim, üzerimdeki battaniyeyi çekip yere atarken. Yavaş yavaş gerçek dünyaya dönüyordum. Kıyafetimin üzerinden bileğime, mührün ve çipin olduğu yere hafifçe dokundum. "Benim gitmem lazım. Abraham meraktan ölmüştür herhalde." "Doktor beklemeni söyledi." Bekleyemezdim... Bileğimdeki çipin ne zaman yeniden sinyal yaymaya başlayacağını bile bilmezken olmazdı. Her şey zaten berbattı. Zaten olduğundan daha da berbat bir hâle getirmek istemiyordum. Hem Abraham gerçekten endişeden deliye dönmüş olmalıydı. İtiraz edercesine başımı hayır anlamında iki yana salladıktan sonra kapının olduğu tarafa doğru kararlı bir adım attım. Damien birden ayağa kalkınca istemsiz bir biçimde irkildim çünkü tam da onun yanından geçtiğim için bunu yapınca karşı karşıya gelmiştik. Yakınlığı bir an başımı döndürürken başımı kaldırıp ne yaptığını anlamaya çalışarak gözlerinin içine baktım. O da aynı şekilde bana bakıyordu. O da en az benim kadar ne yaptığımı anlamıyordu, bunu biliyordum. Sonra olabilecek en korkunç şey oldu. Kapalı kapının ardından bir ses duydum. Başta Kratas'ın doktor arkadaşının geldiğini düşündüm çünkü kahretsin, başka kim olacaktı ki? Ama giderek daha da yaklaşan bu sesler tüylerimi diken diken edecek kadar tanıdıklardı. Arthur ve Başkan Eugine! Kahretsin. Kahretsin. Kahretsin. Şimdi ayvayı yemiştim işte! Ne yapacaktım? Damien ile baş başaydık, üstelik Yeraltı Şehri'ndeydim ve bileğimdeki çip de artık çalışmıyordu! Başkan Eugine bunlardan birini bile öğrenirse bir felaket olurdu. "Başkan Eugine mi o?" Sanki başkanın kim olduğunu bilmiyormuş gibi sormuştum bunu. "Evet," dedi Damien. Bileğindeki o parlak, aktif damgaya dokundu. Kelebeğin kanatları çipin sinyali yüzünden mavi bir ışıkla aydınlanırken gözlerimi bir an damgadan ayrılmadım. "Muhtemelen neden revirde olduğumu bilmek istiyordur." Ah, hayır!
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD