KARDELEN
“Kalsana kızım bizde!”
“Gitmeden bir akşamda amcamda kalmam lazım. Daha fazla kalacağım sanıyor ya konuşmam lazım. Yoksa küser bana,” dedim dudaklarımı bükerek. Ellerimi de iki yana açmış, yapılacak bir şey yok dercesine suratımı sallandırmıştım. Aslında amcama kalacağım desem sorun etmezdi ama Nazlı tıpkı annesine çekmişti. Firuze teyzem gibi çok fazla soru soruyordu ve fazla meraklıydı.
Karahan ve Kardelen amcamın evine, Rüzgar ve Pelin de İstanbul'da yaşayan Şahin amcalarının evine geçmişti. Ben de çantamı almak icin Nazlı ile ayrılmıştım.
Korna sesini duyunca sırt çantamı omzuma taktım. “Amcam geldi.”
“Bu kez öyle olsun bakalım. Ama alacağım ifadeni. Öyle amcana, Urfa'ya gitmekle kaçamazsın. Biraz kendine gel konuşuruz.”
“Tamam,” diyerek sarıldım ve daha fazla soruya maruz kalmamak için teyzem ve eniştemle de vedalaşarak aşağıya indim.
Arabaya yaklaşıp arka kapıyı açtım ve sırt çantamı içeriye fırlatıp öne geçtim. Nazlı'nın sorularından yırttığım için kendimi şanslı saydığımdan rahat bir nefesi dudaklarım arasından salıverdim.
Bedir amcam bana bir bakış atarak “bence hiç nefes alma fındık. Nazlı’dan kurtulmuş olabilirsin ama ben buradayım,” diye mırıldandı keyifle.
Ondan kaçamayacağımı zaten biliyordum. Şanslı olup Urfa'ya gitmiş olsam dahi peşime düşer, neden bir hafta yerine iki günde geri dönmeye karar verdiğimi öğrenene kadar beni rahat bırakmazdı.
İçim bir tuhaftı. Hem ağlamak istiyordum hem de bir buza dönüşüp hiçbir şey hissetmemek. Çünkü içim buz gibiydi.
“Deniz kenarına gitmek ister misin dağ çiçeği?” diye sordu amcam. Sesindeki anlayışı hissettiğim anda buz kütleleri parçalara dönmeye ve gözlerim dolmaya başladı. Sadece başımı sallamakla yetindim.
Amcam beni onaylar gibi arabayı çalıştırıp yola çıktığında başımı cama yaslamış ve akıp giden trafiği izlemeye başlamıştım.
Kafam karmakarışıktı. Sanki tüm sinir hücrelerim kontrolsüzce hareket ediyor ve bana gelişigüzel sinyaller gönderiyordu. Duygularım konusunda ilk kez bu kadar garip hissediyordum. Sanki beni, Selim'e bağlayan bir ip vardı ve o ip dün gece itibariyle kopmuştu.
Arabanın içinde müzik yükselmeye başladığında amcamın radyoyu açtığını anlamıştım. Şimdilik beni kendi halime bırakmış olmasına kanmıyordum çünkü birazdan beni sorguya çekeceğini, konuşturmak için elinden geleni ardına koymayacağını çok iyi biliyordum.
Bedir amcam her zaman derdimi yargılamadan dinleyen, çocukluğum boyunca herkesin sitem etmesine rağmen benim tüm çılgınlıklarıma katlanan ve benimle çılgınlık yapmaya her daim hazır olan kişiydi. Ve bu yıllar boyunca da hiç değişmemişti. Bu yüzden en sevdiğim amcam oydu zaten. Yanlış anlaşılma olmasın ailemdeki herkesi seviyordum fakat onunla aramızda kimsenin anlamadığı bir bağ vardı. Hem baba gibiydi, hem arkadaş. Hem amca gibiydi hem de yaramaz kardeş. Benim neye ihtiyacım varsa her zaman o kişi olmuştu benim için…
Amcam arabayı sahil kenarına çekip bakışlarını bana çevirdi. “Hadi bakalım.” Arabadan inip sahile doğru yürüdük. Deniz hiç de öyle tabir ettikleri gibi çarşaf gibi değildi. Kıyıya çarparak güçlü sesler çıkarıyordu. İçimden bir farkı yoktu anlayacağınız. İçim de tıpkı bir yerlere çarparak ne var ne yoksa atmak istiyordu.
Küçükken çok konuşur, her duygumu anında dışarıya yansıtır, içimde hiçbir şey tutamazdım. İnsan büyüdükçe susmayı, içine atmayı ve çoğu zaman yüzünü bir maskeyle çevrelemeyi iyi öğreniyordu.
Yanımda sessizce bana eşlik eden amcam, içten içe kendini yiyordu biliyorum. Sormak istiyordu ama ben konuya girmediğim için de bana saygı duymaya çalışıyordu. Ağzımı bir açsam, konuşmak istediğimi düşünüp beni bombardımana tutacaktı.
Gözlerim içindeki kiri kıyıya kusan dalgalara takıldı. Dün geceyi, bu akşam yaşadıklarımızı düşünüp duruyordum. Bu gece emin olduğum bir şey varsa Selim yalnızca yemini değil, dün geceyi de zerre hatırlamıyordu.
İnsan hatırlamayan birini nasıl suçlayabilirdi ki? Öyleyse niye bu kadar kırgın hissediyordum. Neden beni sırtımdan vurduğunu düşünüyordum?
“Amca,” diye mırıldandım. Anında bakışları yüzüme döndü.
“Hiçbir şey hatırlamayan birinden hesap sorulur mu?”
“Keşke neler olduğunu anlatsan. Niye beni bulmaca çözmek zorunda bırakıyorsun? Eskisi kadar genç değilim bak!”
“Anlattığım kadarıyla yetinmek zorundasın yoksa konuşmam.”
“Mantıklı olan sormamak, sonuçta hatırlamıyor ama bu ne yaptığına göre de değişir. Mesela ben de ne yaptım hatırlamıyordum ama yengen bana taciz davası açmıştı,” dedi gülerek. Amcamla yengemin ilişkisinde geçmişi bilen nadir kişilerden biriydim. En azından tüm detaylarıyla…
“Canım yanmış olsa bile mi?”
“Konu Selim mi yine?”
“Konu ne zaman başkası oldu ki?”
“Doğru, olmadı. Bu konuda seni takdir mi etsem, evire çevire dövsem mi bilemiyorum.” Dalga geçtiğini biliyordum. Derin bir nefes aldı ve devam etti.
“Konuyu bilmediğim için genel konuşacağım. İnsanların en büyük hatası ne biliyor musun? Her zaman olaylara kendi pencelerinden, kendi duygularından bakmaları ve bu sebeple yerli yersiz beklentiye girmeleri. Sen de sanki şu an onu yapıyor gibisin. Bak yine diyorum konu ne bilmiyorum. Fakat Selim zor zamanlardan geçiyor Kardelen. Ailesi onu toparlamak için uğraşıyor. Kolay şeyler yaşamadı. Kaç hafta komada kaldı. Birlikte can vermeye yemin ettiği arkadaşları şehit oldu. Selim şu an yaşamayı bile düşünmüyorken aşk, sevgi düşünecek durumda mı sence? Hafızası böyle gelip giderken? Kullandığı ilaçlar ona hiçbir fayda sağlamazken? Sanırım seni kıracak bir şeyler söyledi ve hatırlamadı öyle mi?”
“Öyle gibi,” derken amcama hem katılıyor hem de katılmıyordum. Aşk, sevgi düşünecek durumda değil ise neden yaşamıştık o geceyi? Zorla girmemiştim ya koynuna?
“Zamana bırak,” dedi beni teselli etmeye çalışarak. Oysa ben zamana bırakmaktan tükenmiştim. Yorulmuştum. Umut bağladığım doğum günü bile yalan olmuştu. Daha bırakacak bir zaman mı vardı?
“Yoruldum,” dedim yenilmiş bir sesle. “Bence hepiniz haklıydınız. Yıllardır bir şeylerin değişeceğini düşünerek kendimi boşuna kandırdım. Bu olanlar olmasa da beni göreceği yoktu zaten. Hepsi beyhude bir çaba. Benim onu kalbimden azat etme vaktim gelmiş.”
“Bu çok radikal bir karar. Merak ediyorum, seni bu kararı almaya itecek ne yaptı?” Amcam şüphelenmeye başlamıştı. Bu olanların altında basit bir konu olmadığını düşündüğüne emindim. Çünkü ben öyle kolay vazgeçecek değildim hiçbirinin gözünde.
Selim hatırlamıyor olsa bile bu yaptıklarını örter miydi? Ya da onca olandan sonra ‘olsa hatırlardım,’ diyebilecek kadar kendine bu kadar güvenir miydi? Bazen görünmeyeni görmek ya da gerçeği kabul etmek de gerekiyordu. Hem geceyi hatırlamasa bile geçmişi hatırlamaması bana bir ders olması lazımdı. Bana verdiği söze sadık değildi. Geçmişi de unutmuş değildi sonuçta. İşine gelenleri gayet iyi hatırlıyordu.
Düşündükçe içim coştu. Bakışlarımı denize çevirdim. Ağlamak istemiyordum ama dünden beri içimde taşmak için bekleyen bir sel vardı sanki.
“Anlatmayacak mısın ne olduğunu?”
“Sorma,” dedim yalvaran bir sesle. Yalan söylemek istemiyordum ama gerçekleri anlatmaya da cesaretim yoktu.
“Ağlamak ister misin peki?” diye soran amcamın anlayışlı sesiyle gözlerimi taşıran yaşlar birer ikişer akmaya başladı. Amcam kollarını açınca bir güvercin gibi göğsüne sığındım.
“Bir gün pişman olacak. Kendimden biliyorum.”
“Ben pişman olsun istemiyorum,” dedim burnumu çekerek. “Sürünsün. ‘Kardelen, Kardelen,’ diye inlesin de beni bulamasın.”
“Harbiden ne yaptı çok merak etmeye başladım,” derken sesi epeyce meraklı çıktı. Kendimi tutup konuşmamaya çalıştım. Konuştukça batıyordum çünkü.
***
İstanbul macerasını bitirip memlekete dönmüştük. Bu kez gelişimin aksine bir hayli kalabalıktık. Havalimanında Rüzgar ve Pelin Mardin uçağına, biz de Urfa uçağına binmiştik.
İstanbul'dan uzaklaşmak biraz daha iyi hissetmemi sağlamıştı. Çünkü alışık olduğum ve yıllardır katlandığım bir durumdu. Parçalara ayrılmayacaktım. Üzüntüden kahrolmayacaktım. Yıllarca yaşadıklarımdan bir farkı yoktu sonuçta. Tek fark belki de aramızda yaşananlardı. Onun dışında Selim, bildiğimiz Selim'di işte. Görsem de bir türlü kabullenmediğim gerçeklerdi. Artık kabullenmiştim. Daha doğrusu kabullenecektim. Çünkü anlamakta güçlük çekiyordum. Hiç hatırlamıyor olması bana imkansız geliyordu. Bu yüzden yine korkakça davranıp benden uzak durduğunu düşünüyordum. Yaşamadığımız bir şey değildi sonuçta… Daha önce de gelip gitmeleri olmuştu. Daha önce de beni böyle yarıda bıraktığı zamanlar olmuştu. Daha önce de verdiği sözlerden caydığı olmuştu.
Konağa geçtiğimizde babam erken dönmemi garipsese de soru sormamıştı. Dikkatli gözleri üzerimde dolaşıp durduğundan dolayı az çok amcamla hasbihal ettiklerini anladım. Amcam sırlarımı söylemese de babamı başından savmak için bir iki küçük nüans vermeye alışıktı. Ben de alışıktım. O yüzden de üzerinde durmadım. Neyse ki babam da üzerinde durmadı ve soru sormaktan kaçındı.
***
Akşam yemeğinden sonra dinlenmek için odama geçtim. Bu aralar kimsenin gözüne batmak istemiyordum. Sanki yüzüme baktıkça olanları anlayacak gibi hissetmekten kendimi alamıyordum.
Sonunda yalnız kaldığımda araştırma yapmaya da başlamıştım. Neden kanama gelmediğini anlamaya çalışıyordum. Bu durumun nasıl sorunlar yaratabileceğini, bir soruna sebep olup olmayacağını hepsini araştırmıştım. Çoğu okuduğum makalede daha sonraki ilişkilerde bozulabileceği gibi sadece doğumla bozulması da mümkün olabilirmiş. Böyle bir şeyi de hiç duymamıştım. Her yüz kadından onunda olabilir diyordu araştırma ama bu yüz kadından onu hiç mi bizim buralarda olmamıştı acaba? Hoş, olsa duyulur muydu o da muammaydı.
Telefonu kapatıp yatağıma uzandım. Başıma gelen iyi bir şey miydi yoksa kötü müydü bilemiyordum. Başkasıyla evlenirsem nasıl olacaktı? Ya da Selim hatırlarsa ne düşünecekti? Kafam karmakarışıktı.
Gözlerimi kapattım ve düşünmemeye çalıştım. Bundan sonra önüme bakacaktım. Bir süre kendi halime kalmak ve işimle uğraşmak, tüm olanları sindirmek istiyordum. Belki o zaman önüme bakmam daha kolay olurdu.
***
“Bugün sizlerle tarihin sıfır noktası kabul edilen Göbeklitepe’yi ziyaret edeceğiz,” dedim İngilizce. Artık Göbeklitepe'yi anlatmak benim için ezbere dönüşmüştü. Her yeni tur aldığımda geldiğimiz birincil yerlerden biriydi.
Bir nefes alıp anlatmaya devam ettim. “En bilinen eski yer olduğu için tarihin sıfır noktası kabul edilir. Daha eskisi bulunana kadar da böyle devam edecek. “Tarihin akışının değiştiği yer olarak da kabul edilir. Yaklaşık 12 bin sene öncesine uzanan kültür ve inanç merkezi.”
Neredeyse Göbeklitepe’ye yaklaşmıştık. Ben de yer hakkında bilgi vermeye devam ettim.
“Elbette, bu kadar eski bir yapının nasıl keşfedildiğini merak ediyorsunuzdur. Göbeklitepe, 1963 yılında yapılan yüzey araştırmaları sırasında fark edilse de, asıl keşfi 1995 yılında Klaus Schmidt tarafından yapıldı. Schmidt, buranın sadece bir yerleşim yeri değil, bir tapınak kompleksi olduğunu öne sürdü. Ve bu tapınaklar, tarım devrimi öncesine dayanıyor, yani insanların yerleşik hayata geçmeden önce bu yapıları inşa ettikleri düşünülüyor.”
Otobüs durduğunda herkes sırasıyla araçtan inmeye başladı. En son ben de indim. Bir an duraklayıp geniş manzaraya baktım. Sıcak hava, hafif bir esintiyle karışıyor, Göbeklitepe’nin mistik atmosferini daha da belirgin hale getiriyordu. "Hazırsanız şimdi bu eşsiz yapıyı daha yakından incelemek için ilerleyelim," dedim ve grubu öne geçerek yönlendirmeye başladım.
Gezi boyunca Göbeklitepe hakkında bilgiler vermeye, yapılan çalışmaları anlatmaya devam ettim. İnsanlar fotoğraf çekiyor, kimi anlattıklarımı ilgiyle dinliyor, kimi de birbirine keşfettiği detayları gösteriyordu. Sonunda bir süre onları kendi haline bıraktım. Yarım saat sonra toplanmak üzere yanlarından ayrılıp gezi alanının içinden ayrılıp bir köşeye çekilip uçsuz bucaksız görünen manzaraya baktım.
Buradan bakınca insan baktığı yerin sonsuz olduğunu düşünüyordu. Oysa ilerlemeye devam etsem şu an olduğum yeri göremeyecek ve arkamda bırakacaktım. Belki de yalnızca yapmam gereken buydu. İlerlemek ve arkamda bırakmak…
***
Göbeklitepe turu bitince otobüse binip şehir merkezine geçmiş ve otelde turdan ayrılmıştım. Yarın da Harran ovasını gezmeye gidecektik. Ardından da akşam üzeri sıra gecesi eğlencesiyle günü bitirecektik. Mekan benim için yabancı değildi ve olduğumuz yerde en çok tercih ettiğim mekandı. Genco amcamın mekanı hem birçok yerden daha iyi ve daha göze hitap eden bir yerdi. En azından bugün için işim bitmişti.
Otoparka ulaştığımda arabamın kapısını uzaktan açtım ve yanına doğru yürümeye başladım.
“Kardelen. Bir dakika durur musun lütfen?”
Duyduğum sesle olduğum yerde durup bakışlarımı arkama çevirdim. İstanbul’a gitmeden bir gün önce beni istemeye gelen ailenin oğlunu görünce şaşırdım.
“Tabi, buyrun?” Yönümü yanıma gelen adama çevirdim. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz derlerdi ya şu an tam da o durumdaydım. Aslında Selim’e inat, başımdan gitsin diye öylesine ortaya attığım bir şeydi fakat şu an onun karşımda duruyor olması da bir işaret değil miydi?
“Belli ki adımı bilmiyorsun” dedi tek kaşını kaldırarak. Bilmem mi gerekiyordu gerçekten? Yani nasıl bilebilirdim ki? O gün ailesiyle gördüğüm zaman dışında gördüğüm biri değildi. Geldikleri gün de kendisi hiç ağzını açmamış sadece babası ve kısa birkaç kelime de annesi konuşmuştu. İsim söylemişseler de gerçekten hatırlamıyordum çünkü o gün aklım çok başka yerdeydi.
“Bilmem gerektiğini bilmiyordum,” dedim kollarımı göğsümde bağlayıp. Siyaha çalan koyu renk gözlerinden hayal kırıklığı geçti.
“Aynı okuldaydık,” dedi hatırlamamı ister gibi. Hangi okul arkadaş? Niye bu kadar bilmece gibi konuşuyordu. Bunun ilkokulu, ortaokulu, lisesi, üniversitesi vardı.
“Okul?” dedim beni aydınlatması için.
“Lisede,” derken hala hatırlamamış olmamdan ötürü sesi kızgın gibi çıkmıştı. Hatırlamak zorunda olduğumu düşünmesi gerçekten akıl alır gibi değildi.
“Üzgünüm,” dedim. “Gerçekten hatırlamıyorum.”
“Ömer,” dedi hatırla der gibi. “Ömer Kozanoğlu.”
Hatırlamadım. Gerçekten. Demek ki insanın hatırlamadığı şeyler olabiliyormuş. Fakat bu durum Selim'in hatırlamaması ile aynı durum değildi.
“Memnun oldum Ömer,” dedim hatırlamadığımı anlaması için. “Fakat benden ne istiyorsun?”
“Kalbini çalacağımı sana ispat etmek için bir randevu!” dedi kendini beğenmiş bir sesle.