KARDELEN
Egosuna küfür mü etsem, kendine bu kadar güvendiği için tebrik mi etsem arada kalmıştım. Buz gibi bir bakışla tepeden tırnağa Ömer Kozanoğlu’nu süzdüm.
Esmer teni, uzun boyu ve dipsiz ummanları andıran gözleriyle itiraf etmem gerekirse yakışıklı bir adamdı fakat bu küstahlığını görmezden geleceğim anlamına gelmiyordu.
O kimdi ki kalbimi çalabileceğini düşünüyordu? Hem içi dolu bir kalp bir başkası tarafından çalınabilir miydi?
Sevmeyen biri için karşısındaki kişinin sözleri böyle rahatsız mı ediyordu insanı? Selim, her karşısına geçtiğimde bana karşı şu an hissettiğim duyguları mı hissediyordu? Beni gördüğü anda rahatsızlık hissi mi ele geçiriyordu ruhunu?
Çünkü, şu an tam olarak bu ortamdan uzaklaşmak istiyordum.
“Kusura bakmayın,” dedim rüzgarla dağılan saçımı toparlamaya çalışarak. “Sevdiğim biri var. Şimdi izin verirsen,” diyerek arabamın kapısını açmak için hareketlendim.
“Seni istemeyen biri için yeterince beklemedin mi?” diye sormasıyla elim arabanın kolunda öylece kaldı. Bu kez daha bir dikkatle inceledim Ömer'i. Hayatım hakkında bu kadar bilgi sahibi olmasından duyduğum rahatsızlık, eminim yüzümdeki ifadeden belli oluyordu.
“Bu ilginç işte,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Hakkımda haddinden fazla şey biliyor gibi görünüyorsun.”
“Yeterince. Dikkatli biriyimdir ve beni cezbeden bir doğan var,” dedi o da bana gülümseyerek. “Yine de, seni hak etmeyen birine duyduğun sevgi hakkında fikir sahibi olmak yerine, seni daha da yakından tanımak isterim.”
“Hakkımda ne bildiğini merak ettim. Böyle sırıttığına göre fazla ukalasın.”
“Seni sana anlatsam, bir yemek şansı elde edebilir miyim?”
“Dene şansını,” dedim ben de onun gibi ukala bir üslupla… Sinir bozucu bir durumdu. Fakat bir yandan da ne bildiğini merak etmiştim.
“En sevdiğin renk yeşil,” diye başladı. Ben bunu nasıl bildiğini merak ederken bakışlarını üzerimde gezdirdi. “Her zaman üzerinde yeşil bir parça bulunduruyorsun ama nedeni bu değil, o herifin gözlerinin yeşil olması.”
Ben şaşkın şaşkın yüzüne bakarken gözlerini üzerime dikti, yüzündeki o kendinden emin ifade biraz canımı sıksa da içten içe merak uyandırıyordu. "En sevdiğin şarkı hangisi biliyor musun?" dedi aniden, sanki cevabı benden daha iyi biliyormuş gibi.
Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Söylesene, hangisiymiş?" En sevdiğim şarkıyı kız kardeşim bile bilmezken onun bilecek hali yoktu ya!
"Sezen Aksu'dan *Gidiyorum*. Çünkü ne kadar güçlü görünmeye çalışsan da, gitme fikrini seviyorsun. Kendini toparlamanın bir yolu gibi. Bir tür kaçış, ama aynı zamanda kendini bulma çabası."
İçimde bir şey kıpırdadı. Bu kadar doğru olamazdı, değil mi? Daha ben hiçbir şey söylemeden o devam etti. "Bir de şu her sabah gittiğin park var. Arada gelmediğin anlar olsa da sabahları oraya gidip yürüyorsun. O parkta yürürken, kafanı dağıtmayı seviyorsun. Tabi bu benim çıkarımım, belki de doğayla baş başa kalmayı seviyorsundur.”
Bir an duraksayıp yüzünü dikkatle inceledim. Onu bir yerlede görüp görmediğimden emin olmaya çalıştım. Bu adam gerçekten kimdi? Hayatımdaki bunca detayı nasıl bilebilirdi? "Eee, başka ne biliyorsun? Tamam madem başladın, dök içini," dedim, alaycı bir ses tonuyla. Sinirlerim bozulmuştu. O böyle konuştukça beni saran rahatsızlık hissini Selim’in de benim için hissedebiliyor olma ihtimali yüzünden daha da gerilmiştim.
"En çok gittiğin yer, nehir kenarındaki o küçük kafeterya. Oraya oturup, denize bakarak saatlerce düşüncelere dalmayı seviyorsun. İnsanlardan uzaklaşıp kendinle vakit geçirdiğin nadir yerlerden biri. Çalışanlarla da pek sohbet etmezsin, bir köşeye çekilip kahveni içerek suya dalıp gidiyorsun.”
‘Sen de her fırsatta bana mı dalıyorsun?’ demek istesem de dilimi tuttum. Şimdi ‘sapık var!’ diye bağıracaktım. Yedi yirmi dört peşimde olduğu düşüncesi ürpermeme neden oldu.
"İyi de, bunları nasıl biliyorsun? Dedektif misin sen?"
Bir kahkaha attı, ama gözleri hala üzerimdeydi. "Hayır, sadece dikkatliyim. Bazen insanlar kendilerini bilmeden de ele verirler. Mesela, bir şey seni üzdüğünde hemen suratına yansımaz ama o an derin bir nefes alırsın, sanki içerideki yangını bastırmak ister gibi."
Gözlerimi kıstım, içimde huzursuzluk her geçen dakika artıyordu. Sinirlerim daha da gerildi.
“Bu kadar yeter,” dedim gergince.
O ise sanki bir sırra ortak olmuş gibi keyifle konuşmaya devam etti. "Birisi seni incittiğinde bunu hemen belli etmezsin. Güçlü görünmek için hep dik duruyorsun, oysa içinde kopan fırtınaları saklamaktan başka bir şey yapmıyorsun."
Bana doğru bir adım daha yaklaştı. "Ve işin en garip yanı, seni en çok acıtan da bu. Bir şeyler ters gittiğinde kendini suçluyorsun. Yıllardır onun seni görmesini bekliyorsun çünkü ondan başkasıyla olmayacağına kendini inandırdın. Sen başkasını sevmeye, onu hayatından çıkarmaya korkuyorsun.”
Sözleri içime işledi. Geriye bir adım attım, ama bu sefer geri çekilmemin sebebi ondan rahatsız olmak değil, kendimi onun önünde tamamen savunmasız hissetmemdi. "Beni bu kadar iyi tanıyorsan, neden hâlâ buradasın? Başkasını sevemeyeceğimden emin gibisin. Öyleyse ne diye karşıma çıkıp duruyorsun?”
Ömer bana doğru bir adım attı, yüzündeki alaycı ifade yerini ciddiyete bıraktı. "Hayır, tam aksine. Seni daha fazla tanımak istiyorum. Çünkü seni hak etmeyen birine harcanacak biri değilsin."
Son cümlesi içime bir ok gibi saplandı. Öfkeliydim, ama sanki o öfkenin ardında merak, kafa karışıklığı ve belki de haklı olabileceği ihtimali de vardı. Selim gerçekten zaman harcanacak biri değil miydi sorusu zihnimin içinde dans ediyordu. Yıllardır neyin bekleyişindeydim ben?
Onu suçlayıp buradan bir an önce uzaklaşabilirdim ama ona soruları soran ben olduğum için öylece kalakalmıştım.
“Beni tanıyınca ne olacağını sanıyorsun?”
"Belki hiçbir şey. Ama denemeye değer olduğunu biliyorum. Çünkü sen gerçekten keşfedilmeyi hak eden birisin," dedi, sesi sakin ama bir o kadar da ikna ediciydi. “Beni yanlış anlama! Uzun zamandır peşinde değilim. Sadece lisede de böyleydin. Hala böylesin. Bir süre izlemem yetti hala aynı olduğunu görmeye.”
Daha fazlasına ihtiyacım yoktu. Gittiğim parkı, kafeyi, en çok dinlediğim şarkıyı bilmesi sadece dikkatten kaynaklanmıyordu. Uzun zaman olmadığını söylüyordu ama uzun zamandır peşimde gibi hissettiriyordu.
“Sadece dikkatli biri değil, takipçi birisin bence. Beni yemeğe ikna edemedin.”
“Yanlış anladın. Lisede öylesine bir hoşlantıydı kabul ediyorum. Sonra geçti gitti. Yurt dışından döneli de çok olmadı zaten. Soruşturabilirsin. Yıllar sonra kafede seni görmemle tanıdım. Sadece bir süre takip ettim kabul ediyorum. Çünkü tıpkı yıllar önceki gibi hemen dikkatimi çektin. Konuşmak için zaman kovalamak istedim ama sen yine tıpkı lisedeki gibi kimseyi görmüyorsun. Karşına dikilsem yine görmeyecektin. Ben de istemeye gelerek şansımı denemek istedim ama o da olmadı. Bir de şansımı bu şekilde deneyeyim dedim.”
Kafam çok karışmıştı ve bir anda teklifine atlayacak değildim. Dediği gibi olduğundan emin olmam lazımdı. Bu yüzden uzatmadım.
“Beni hala ikna edemedin. Şimdi izninle.”
Bu kez bir şey söylemesine fırsat vermeden hızlıca arabama bindim ve çalıştırdım. Onunla bir daha denk gelmek istemiyordum. Şans vermekten ise şu dakika vazgeçmiştim. Selim'e istemeye gelenler var demiştim ama sırf ona yalan söyledim diye, takipçi sapığın biriyle yemek yiyecek değildim.
Neyse ki durdurmaya kalkmadı ve hızla oradan uzaklaştım. Telefonum ötünce arabayı yavaşlatıp gelen mesaja baktım.
- Sapık değilim, sadece aşık oldum.
Gözlerim dehşetle açıldı. Numaramı da mı biliyordu?
***
SELİM
“Her şeyi unuttur bana… İsmimi, cismimi, kimliğimi…”
Sıçrayarak uyandım. Uyanmamla başıma sancılar girmeye başladı. İnleyerek kendimi yatağa atıp başımı tuttum. Ağrı gözlerime kadar vuruyor, kulaklarım uğulduyordu. Sancıların beni bitirdiği yetmezmiş gibi bir de saçma sapan rüyalarla uğraşıp duruyordum.
Delirmek üzereydim. Hayatımın kontrolü tamamen benim elimden çıkmış gibiydi.
Ben kıvranırken kapı açıldı ve annem içeriye girdi.
“Sesini duydum. İyi misin?” dediği sırada kıvrandığımı görünce hızlı adımlarla yatağa yaklaştı.
“Selim, oğlum?”
İyi değildim. Ve bu durum giderek daha kötü hale geliyordu. Artık kendimi tanıyamıyor, ağrılara katlanamıyordum ve her geçen gün daha beter oluyordu.
Annemin elleri yanaklarımı buldu. Neler olduğunu anlamaya çalıştığının farkındaydım ama cevap verebilecek kadar iyi değildim.
“Toprak,” diye bağırması hatırladığım son detaydı.
***
Gözlerimi açtığımda aylar önce uyandığım anda gördüğüm gibi bir hastane odasındaydım.
“İyi misin?” sorusuyla bakışlarımı yanımdaki sandalyede oturan anneme çevirdim.
Baş ağrım şimdilik geçmiş gibiydi. Fakat birkaç saate yeniden kendini göstereceğini biliyordum. Artık alışmıştım.
“Şimdilik iyi gibiyim,” dedim doğrulmaya çalışarak. Kolumdaki serumu yeni fark etmiştim. Ağrım durduk yere kaybolmamıştı demek ki…
“Bize ne zaman söylemeyi düşünüyordun?” diyen babamın asabi sesini duyunca bakışlarımı ona çevirdim.
“Neyi?” dedim yemeyeceğini bile bile…
“Selim!”
“Söylenme, başım ağrıyor.”
Annem anında yumuşarken babam blöfümü yutmadı.
“Başlatma ağrına! Doktor anlattı her şeyi. Sen bizi hiç mi düşünmüyorsun oğlum? Böyle şey saklanır mı aileden? Ne yapmaya çalışıyorsun? Fikrimizi almak çok mu zor? Ya daha kötü bir durumda olsaydın?”
“Başlarda dayanırım sandım. Ağrılar bu kadar kötü değildi.”
“Doktor sana bir ay demiş Selim! İkinci ameliyat için en geç bir ay demiş. Koca dört ay geçti!”
“Biliyorum,” dedim yüzümü buruşturup. Annem kırgın babam ise öfkeli bakıyordu. Sanki kolaydı ha deyince söylemek. Haftalarca hastane koridorlarında endişeyle beklemişlerken, ben yeniden ameliyat olacağım demek kolay değildi. Basit bir ameliyat değildi sonuçta ve doktor da yüzde yüz iyileşme garantisi veremiyordu.
“Ameliyat olacağım,” diye devam ettim. “Öncesinde yapmak istediğim bir iki şey var. Size de bu yüzden hemen söylemek istemedim.”
“Doktorla konuşup en uygun tarih neyse belirleyeceğiz. Daha fazla beklemek anlamsız.”
“Ya bir sorun olursa?” diye sordum. Korkum kesinlikle ölüm değildi fakat mesleğime olan aşkımdan bir ameliyat masasında ölmeyi kendime yediremiyordum. Benim kaybettiğim arkadaşlarımla birlikte ölmem lazımdı. Ailemde o zaman bu kadar acı çekmezdi belki.
“İyi olacaksın,” dedi babam büyük bir inançla. Keşke ben de onun kadar inançlı olabilseydim.
***
“Sen bir hayalsin.”
“Değilim. Sana yeminini hatırlatmaya geldim. Eğer yirmi yıl sonra hala seni seviyor olursam benimle evleneceğine yemin etmiştin.”
Gözlerimi hızla açarken “Kardelen,” diye mırıldandım. Bir kez daha bölük pörçük anıların içinde kapana kısılmıştım. Bu günlerdir böyle sürüyordu. Ne olduğunu bir türlü tam olarak hatırlamıyordum fakat her defasında farklı bir sahne zihnimde can bularak uykularımın içine düşüyordu. Tıpkı tamamlamamı bekleyen bir yapboz parçası gibiydi. Hiçbirinin diğeriyle bir bağı olmayan yarım yamalak anılar hatırlıyordum. Ve bir türlü onları bir bütün haline getiremiyordum.
Bir rüyada biriyle sevişirken, diğer rüyamda Kardelen ile yan yana oluyorduk. Eğitime ilk başladığım, liman liman gezdiğimiz dönemde yemediğim halt kalmamıştı fakat o kadınları rüyamda görecek kadar bir anlam yüklememiştim hiçbirine! Neyin nesiydi bu sanrılar anlamıyordum.
İlk kez bu akşam biraz anlamı olan bir rüya görmüştüm. Kardelen o yemini gerçekten de unutmamıştı.
Ben de unutmamıştım. Yani kısmen… Ona bir evlilik sözü ve yirmi yıl dediğimi tartıştığımız günün aksine, şu an iyi hatırlıyordum.
Büyüyünce unutur diye çocuk aklıyla verdiğim bir sözü hayat felsefesi yapacağını, sıkı sıkıya o yemine bağlanacağını hesap etmemiştim.
Çünkü ikimizin durumu farklıydı. O bana çocukluktan beri aşıktı. Aşk denebilir miydi bundan da emin değildim. Bana hep çocuktur unutur, bu yaşta aşk mı olur deyip durmuşlardı.
Ezman amca da sağ olsun ne zaman kızına yaklaşsam sanki bende bulaşıcı bir hastalık varmış gibi korumaya geçerdi.
Kalbim, Kardelen için ilk kez bir yıl önce atmıştı. Terfi aldıktan sonra yaptığımız kutlama yemeğinde ona ilk kez başka gözle bakmıştım. Görmeden geçirdiğim üç yıl mi etken olmuştu bunda emin değildim. Hovardalıktan bıktığım için mi kalbim onu seçmişti bilmiyorum.
O gün bir başka gelmişti gözüme. Büyümüştü. Kadınsı bir çekicilik oturmuştu üstüne. O eski hoyrat kız değildi karşımdaki. Önceden dibimde biter, benimle konuşmaya çalışır, bir an olsun yanımdan ayrılmazdı. Fakat o gece bana sadece uzaktan bakmış, gülümsemiş ve o güzel gözlerini üzerime dikmekten öteye gitmemişti.
Belki de onca zaman sonra aydınlanma yaşayan bendim. Emin değildim.
Kendimi bir kez daha düşünmeye zorladım. Kalbime sızdığı o gecenin hatırına, iki ay önce olanları yeniden düşündüm durdum. Kardelen'i benden uzaklaştıran sebebin ne olduğunu bilmek istiyordum. Ameliyat masasına yatmadan önce ne olduğunu çözmem lazımdı. Rüyaları yeniden düşündüm. Her anıyı yeniden hatırlamaya çalıştım.
Başıma giren ağrıyla gözlerim acı içinde kapandı ve bir anı silsilesi üstüme üstüme yağdı.
“Geldin,” dedim onu öperken. “Sakın gitme!”
“Gitmem,” dedi.
“Her şeyi unuttur bana,” derken ellerim gömleğine uzandı.
Başımdaki ağrı şiddetlendi. Acı içinde kıvranırken günlerdir rüyamda süzülen sözler yeniden kulaklarımda çınladı.
“Her şeyi unuttur,” dedim ona. “İsmimi, cismimi, kimliğimi…”
Kardelen'i kucağıma alıp yatak odasına gittiğimiz an sarsılmama sebep oldu.
İsmini dua gibi dilime doladığım, dudaklarımı tenine mühürlediğim sahneler dönmeye başladı.
Kardelen'in inlercesine adımı fısıldaması… Ezberlemek istercesine bedeninin her bir noktasında gezinen ellerim ve ellerime eşlik eden dudaklarım…
Tadı, kokusu, bedeninin yumuşaklığı, buğulu bakışları…
Kendimi içine gömdüğüm anı hatırlamamla titredim…
Birbirine çarpan bedenlerimiz… Ellerime dolanan saçları, gözlerindeki o bakış…
Tüm yakınlığımıza rağmen bir türlü yetmediğini hissettiren o tutku…
Kendimden geçmeden önce hatırladığım son şey bana aşkla bakan mavi gözleriydi…
Ben ne yapmıştım?