BUĞU

2003 Words
Clara kadife koltuklara oturmuştu. adamın suratına acayip bir merak ile bakıyordu. adam claranin bu haline hiç sasirmiyo bu kızın amacı ne demiyo yalnızca birbirlerinin gözlerine bakıp hepsi de aklından geçenleri okuyor biliyor ve ayiplamiyordu. adamın inanılmaz büyüleyici bir duruşu vardı Clara buna kapılmış gidiyordu. onun dışında her şey buğu ve her şey uğultudan ibaretti. iki yeşil dağın ortasında korkutucu bir sis denizi vardi. bu manzaraya ev sahipliği yapan vadiyi yaran ve yılan gibi kıvranan bir tren hızla gideceği öteki durağa ulaşmaya çalışıyordu. trenin içindeki curcunanin sesi bu kadar uzaktan duyuluyordu. sanki bu yeşil ürkütücü vadi dünya tren hayat içindeki insanlarda hayatın onlara çizdiği yolda ilerleyen zavalla insancıklardi. trenin içinde kimler yoktu ki. sarhoşu zengini fakiri güzeli çirkini kaderin sillesini yemişleri hayatı sonuna kadar yaşamışlardı veya yasayamamislari zavallılari sürgünleri ozgurleri çocukları katili alimi zalimi hepsi bu trenin içinde bulusmuslardi ve de bu yolu sonuna dek gidiyorlardı. aralarında ne denli farklar olursa olsun hepsi aynı yerdeydiler. hayat onları bu trende bulusturmustular. trenin içine girecek olursak türlü türlü seslere şahit oluruz bir odada beraber tatil yapmaya giden bir arkadaş grubunun yıllar önce yaşanılan bir durumu anlatıp kahkaha atmalarını sesi, bir diğer odada sevgilisinden ayrılıp evinden taşınıp kendine yeni bir hayat kurmaya yemin etmiş bir kadının hıçkırık sesi, bir diğer odada her şeyden habersiz olan biten hiç bir şeyi kafasına takmayan veya çok takan bir adamın uyurken çıkardığı homurtu sesi, bir diğer oda da ilk defa başka bir yere gideceği için çok heyecanlı olup yerinde bir türlü duramayan ve sürekli dönüp babasına gidecekleri yer ile alakalı sorular soran küçük kızın şen şakrak sesi, bir diğer odada da bizim bu hikayemizin güzel ile çirkini, zavallı ile muhtesemi, ateş ile suyu, siyah ile beyazı. yolculuk başlayalı daha 2 buçuk saat olmuştu. en son onları bıraktığımız halden daha farklilardi. birbirlerine alışmışlar fakat henüz hafızalarında o sessiz ve dehşet anlar taze idi. William claraya sohpetin ortasında: - Clara. tam olarak neyden kaciyordunda hayat seni Fransa'ya giden bir trene kadar kovaladı? - sormayın mösyö. bir adamdan kaciyordum. - ne adamı? sapığın mi yoksa? - bir yerde öyle de denebilir. fakat ailem tarafından teshislenmis ve onaylanmış bir sapik bu. - hmm. anladım. şu şey hani. kız daha yeni yeni büyümeye başlamıştır ve artık ailesi her gittiği baloda kızının yanına bir yakışıklı beğenir ve tanıştırılir. ardından aileler de tanışır ve iş kızın aklını ince ince işleyip bağlamak ile son bulur. değil mi? - evet tam olarak bu anlattığımız hikayeyi yaşıyordum. . . William aniden sözünü keser claranin, - ki sen o beyni çabuk yıkanmayan şunu yap dersin yapmayan hırçın kız çocuklarından biri çıktın. - iste burada yanılıyorsunuz mösyö. zira ben çocuk değilim. kız çocuğu hiç değilim. - niye oğlan çocuğumuzun yoksa, dedi ve sadece kendisi güldü. Clara ise son derece bilmisce gülümseyerek: - hayır mösyö değilim. sadece 25 yaşındayım diye öyle dedim. işte William bu lafı hiç beklemiyordu. ne demek 25 yaşındayım. bu paril paril parlayan uzun bukleli saçlar kırmızı al al yanakları sanki her an agliyacakmis gibi sulu sulu duran mavi gözler ve o masum yüze 70 yaşına dahi gelse kalacak olan sakin ifadesini bırakan küçük dolgun dudaklar... bu bildiğin 15 yaşında olmalıydı dedirtti Williama kendi kendine. bu şaşkınlığını gizleyemedi ve bunun hemen farkına vardı claranin suratından onunda bunu çoktan fark ettiği ve yaramaz yaramaz williami suratına bakıp kis kis güldüğünü görünce William hiç pot kırmadan şöyle dedi; - e desene o zaman ben evde kaldım diye, dedi büyük bir keyif ile. hatta bu laftan sonra claranin yüzündeki o müzikçi kız mimiklerini görünce daha da çok hoslandi dediği laftan. - hayır mösyö ondan değil. ben seçtim evlenmemeyi. - tabi efendim tabi. şuan burada olduğunuzdan da anlaşılacağı üzere İngiliz erkekleri bitti ben bir de Fransız erkeklerine bakayım dediniz. - ya evet tabi senim de ne için burada oldugun aynı sebepten olmasın. - bakıyorum da bu sizi pek rahatsız etti madam Clara. zira ilk defa bana mösyö değil sen dediniz. - ... Clara söyleyecek tek bir şey bulamadı. adam ciddi değildi elbet sadece karşılıklı birbirlerini kotuleyip eğleniyorlar di fakat bu o kadar hızlı ve doğaçlama olduki kendisi şuan adamın son söylediği şeye cevap veremedi. çünkü William aslında bunu söylerken içinde bir ciddiyeti barındırıyordu. hal böyle olunca Clara cevap veremedi. dut yemiş bülbüle döndü. gerçekten de ne vardı bu adam da. yakışıklılık desen bir tek ondan yoktu. çevresinde ondan daha iyileri daha zenginleri ve hatta daha sohpeti hoş olanları da vardı. fakat claranin hiç birine dikkati kaymamisken şimdi bu laubali herife neden kayıyordu. ondan bu çekimi yaratan şey neydi? - ne oldu uyuyan güzel? birden gittiniz? sorusu ile birden kendine geldi Clara tüm bunları düşünürken; - sizin hadbilmez tavırlarınizi düşünüyordum. zira yol arkadaşı olabiliriz fakat yine de bu rahatlık nereden geliyor size anlamış değilim. - her şeyi bir kenara köy Clara cidden benim ile Fransa da plan yapmadan 5 parasız ve tamamen doğaçlama bir kaç gün geçirmek istemez misin? - nasıl yani? - nasıl demeden işte, ne yapmak istiyorsak yapicaz nereye gitmek istiyorsak gidicez ne yemek istiyorsak icicez sadece nasıl veya neden demeden yapicaz hepsini. ve beraber olup sadece birbirimize katlanicaz. Clara'nin kalbi nedenini bilmedi bir şey için deli gibi atıyordu. sanki yıllardır beklediği ve artık unuttuğu bir şeyi birden karşısına çıkarmışlar gibi hem heyecanlandı hem korktu. ne diyeceğini bilemiyordu. - . . . - hadi ama Clara. bu kadarı da tesadüf olamaz. önce seni çok saçma ama balkondan beni dikizlerken gördüm sonra gene cok saçma bir neden ve bir yerde seninle aynı trenin aynı odasına geldik. . . Clara utançtan ve heyecandan artık yüzünün kizardigini hissetti. adam onu görmüştü balkondayken. bir şey onu da durtmustu ve yukarıya bakma ihtiyacı duymuştu. ve aklımda kalmıştı gördüğü şey. fakat hala konusamiyordu. William onu o kadar heyecanlandırmıştı ki o hep konuşsun istiyordu kendisi de onu hep böyle için için dinlesin: - . . . - tüm bunların bir anlamı olmalı Clara. evet tüm bunların bir anlamı olmalı. ama iyi mi kotu mü bilmiyordu. bu durum da onu heyecanlandiriyordu. en sonunda ağzından şu döküldü claranin: - korkuyorum. William claranin ta gozlerinin içine baktı. - bizi hem hayatta tutan hem de durduran şey değil midir korku? Clara gözlerinin dolduğunu hissetmişti. adam resmen gözlerine bakıp ruhunu okuyordu. bütün yaşanmışlıkları ve hayali kurulan ama yasanamayan şeyleri hayal kırıklıklarıni, bazen baş bas bağırarak haykirdiklarini, bazen yorgunluktan içine atıp biriktirdikleri o her şeyi görüyor ve claranin suratına söylüyordu. - evet. . . . mösyö Thomas ve madam Victoria birbirine çok aşık 2 genctiler. ikisi de o soylu sınıfta alışıldık olduğu üzere ailelerinin bir araya gelip birbirlerini sevmesi ile başladı. aslında orta da aman aman anlatılacak bir hikaye yok. yalnızca aileleri tarafından birbirlerine uygun gorulup mahkum edildiler ve bu hissettikleri şeyin adını aşk koydular. soranlara evet aşığız dediler o kadar. az önce de bahsettiğimiz gibi alışılmış olduğu üzere. insanoğlunun alisilmislikla imtihanı üzerine konusucak olursak örnek olarak bu ciftimizi gösterebiliriz. evlendikten sonra usul gereği sevişip çocuk yaptılar ve ardından buna da aşkımızın meyvesi dediler. adını da Clara koydular. işte Clara böyle alisilagelmislikler üzerine hayata gelmiş ve büyümüş bir kızdı. fakat küçüklükten beri içinde yanan zaman zaman sönen zaman zaman harlanan bu hırçınlık onu her şeyden ve herkesten ayırmıştı. alışılagelmiş olan hiç bir şey güzel olsa dahi ilgisini çekmiyordu. onun bu hayattaki en büyük iki korkusu bir ileride annesi madam Victoria gibi birine dönüşmek ikinci korkusu ise babası Thomas gibi bir adam ile hayatını birlestirmekti. bu anlattıklarımiz claranin onlari sevmediğini aklınıza getirmesin. yalnızca bazen insanlar severler fakat gene de sevdikleri gibi olmak istemezler. clara'nin durumu da aynı böyleydi iste. annesi çok dediğim dedik ve yönetmeyi seven sert mizaçlı bir insandı babası da yönetilmesi seven ve biri ona bir şeyi yap denediği sürece yapmayan bir adamdı. bu denk gelme yıllarca evliliği ayakta tutan şey oldu. onun dışında ne aşk dedikleri palavra zamana karşı direnebildi ne de göz göze gelince mide de uçuşan kelebekler. ayrıca bu iki insanın huylarinin birbirine uyustugu herkeste böyle denk gelmez de. eğer öyle ise vay halinize iste. hem kendi hayatınızı size asla ilgi ve şevkat vermeyecek birine bağlamış olursunuz hem de ileride çocuğunuzu bir parça sevgi kirintisina muhtaç bir zavallı olarak yetiştirirsiniz. neyse ki bu ailenin durumu aradaki uyumdan kaynaklı böyle vahim değil. fakat Clara hem annesinin hem babasının ilerleyen zamanda her gördükleri yakışıklı soylu ailenin çocuğuna kendisini yakıştırması onda artık bir buhran oluşturmuştu. sanki hayatı bir tiyatrodan ibaretti çevresindeki herkes rolünü çok iyi biliyor ve replikleri çok güzel söylüyordu da kendisi bir türlü role giremiyor gibi hissediyordu. istemiyordu alışılagelmiş olan hiç bir şeyi. güzel olsun istemiyordu çirkin hatta en çirkini olsun gerekirse ama alışılmış olmasın istiyordu. işte Clara trende ve balkondayken karşılaştığı bu adamda da kendisinde olan bu alev alev yanan cevheni görmüştü. o da öyle olmalıydı ki kendisine kendini rahat bırak plan yapma günü yasa anı yaşa diyordu. bunu daha önce kimsenin ağzından kendisine karşı söylendiğini duymamıştı. adam adeta onu bu özgür ruhu ile fetih etti. onu istiyordu Clara. onun ile beraber olmak onun ile beraber yeniden doğmak onun ile beraber büyümek yaşamak ve ölmek istiyordu. adamın bir kor gibi yanıp sönen gözlerine baktıkça kendi eksik parçasını buldu sandı. William haklıydı korkarak bir yere varamazdi kendisi. artık kendimi rahat bırakıyorum dedi kendi kendine. kendimi ona teslim ediyorum. . . . Fransa'nın Paris şehri bu tren için son durakti. istasyona yaklaşınca tren yavaş yavaş hızını azalttı dışarıda büyük bir kalabalık insan kitlesi vardı. herkesin eli havada yüzünde kocaman bir gülümseme ile treninin camlarından bakıp tanıdığıni bulup el salliyordu. hepsinin içi kıpır kıpır ve heyecanliydilar. tıpkı trenin içindekiler gibi onlarda çeşit çeşittiler. her türlüsü ayrı bir renkti fakat bir aradaydilar ve hepsi mutluydular. kimisi askerden dönen sevgilisini karşılamaya gelmişti, kimisi okuldan gelen oğlunu aile evine getirmeye, kimisi tek başına şehri karış karış gezmeye, kimisi de ölümcül bir hastalığın pençesinden Paris'e tedavi olmaya gelmişti. şu bir gerçek ki tren istasyonlarınin pek çoğu bayramda yapılan aile ziyaretlerinden daha mutlu olmasa da daha samimi kavuşmaları şahit olur. bizim bu hikayemizin kahramanlarida birbirlerini buldular ve kavuştular. baştan sonu olmayan bir hikayeye basladilar. onlarda trenden inen kalabalık insan grubu arasindaydilar. hemen bavulları ellerine alıp el ele güle oynaya öylece kalabalığın ardından sıyrılıp istasyondan çıktılar. kosuyorlardi ama bir yere yetişmek için veya birinden kaçmak için değildi. sadece koşmak istedikleri için kosuyorlardi. ve birbirlerine bakıp sesli sesli gülüyorlardi. Clara tüm hayatı boyunca verdiği hiç bir karardan dolayı bu kadar ferahlamis bu kadar rahata ermis olduğunu hatirlamiyordu. daha doğrusu kendisi ilk defa annesinin etkisi altında kalmadan bir karar vermişti. Williama evet demeden önce yaşadığı o gerginlik ve korku artık yoktu ve sanki hiç olmamıştı. onun yanında kendisini hiç olmadığı kadar özgür hiç olmadığı kadar rahat hissediyordu. sanki o şuan ne der ise desin ne yapar ise yapsın hiç bir şeyi yagilamiyacakmis gibi geliyordu. kuş gibi haflemisti Clara. annesi ile babasini da aklına gelmiyordu. sadece onun Fransa'da olduğunu ve adamın biriyle günü birlik kaçtığını öğrendiklerinde ki suratlarini düşünüp gülüyordu. her şey şaşılacak derece canlı ve pembe gözükmeye başladı Clara için. sanki yoldan karşıya koşa koşa geçerken arabanın biri çarpıp ölse ikisi beraber öldüğü için gene de mutlu olucekmis gibi geliyordu ona. Clara hiç bir zaman aşık olmayacağına inanarak büyümüştü. daha doğrusu aşka inanmazdi. fakat şu an bu hissettiği şeylerin yaşadıklarının bir anlamı olmalıydı tıpkı williami da dediği gibi. daha 24 saat önce birbirlerinden haberleri bile yoktu. birbirlerinin var olduklarını dahi bilmiyorlardi. fakat şu an birbirleri için vardılar ve birbirlerine bagliydilar. bu bağ sonsuza dek surecekmis gibiydi şuan. Clara hic bir şeyden emin değildi kim bilir neler yasiyacakti şu bir kaç gün içinde fakat korkuyordu umurunda da değildi. çünkü güveniyordu ve bulmuştu herkesin dediği doğru insani. ve biliyordu ki William da onun için aynı şeyleri dusunuyordu. Clara kendi içinde ne hissediyor ne yaşıyor ise o da aynı şeyleri yaşıyor aynı şeyleri hissediyordu. işte böyle bazı anlar vardır ki insanı felakete sürükler fakat o kişi felaketi yasamadikca hiç bir şeyin ters gittiğine inanmak istemez. her şeyin rengi pembe tadı tatlı gelir insana böyle zamanlarda. canı acısa bile içindeki o hayatta kalma dürtüsü onu uyarsa dahi duymaz hissetmez insan. kabul etmek istemez evvela. öyle bir suruklenistir ki bu kör olur sağır olur asla yapmam dediği şeyleri bir bakmışsın yapmış bulursun kendini. uyandığında ise artık her şey için çok geçtir. nasıl göremedim nasıl anlayamadım diye kendi kendini yer bitirir. trenin seni nereye gosturdugune bakmazsan sonu cehenneme çıktığında sasirmamalisin.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD