Dudaklarımda, tırnağımın ucundan saç köklerime kadar çektiğim acının yansıması olan bir tebessüm peyda oldu. Bakışlarımdaki alay, sözleriyle çelişen hareketlerine bir kılıf uydurmak isteyen adamın tavrınaydı. Vazgeçmek değil miydi yani şimdi bu?
“Gülme!” dedi öfkeden delirmek üzere gibi görünürken. “Ben sana ihanet etmedim, yemin ederim ki etmedim…”
O, babamı suçlamak için deliller arayan değilmiş gibi bu sözleri edebiliyordu ama ben sanki bu böyle değilmiş gibi davranamıyordum.
“Kaybetmeyi göze almışsın…” derken o cümle boğazımı yırtarak döküldü dudaklarımdan. Ardında bıraktığı kanda benim yüreğimdeki sevgiyi boğuyordu. “Beni gözden çıkarmışsın. Ağlayıp sızlasam ne gam, sen benden geçmişsin…”
Her şey dediği gibi olsa bile görevi gereği babam hakkında onu suçlu gösterecek her türlü delili toplamalıydı. Babamın aleyhine çalışmak, onların tabiriyle onu haklamak zorundaydılar. Hiçbir şey değilse bile bu gerçek bizim bir daha aynı yolda yürümemize engeldi…
“Vatanım için kendimden, canımdan ve dahi nicesinden vazgeçerim…” dediği an gözlerimi yumdum acıyla. Bu olması gerekendi, gerçekti ama yine de canımı çok acıtmıştı. “Ama senden geçemem, Meva…”
Son sözleri yüreğimde iflah olmaz bir yanımı heyecanlandırmayı başarsa da olmazdı. Daha da olmazdı. Biz buradan sonra yan yana yürüyemezdik. Ona verilmiş olan öyle bir görevdi ki daha da yaklaşamazdım yanına…
“Biz artık aynı tarafta değiliz, Üsteğmen.” Dedim gerçi rütbesinden bile emin değildim. Söylediği gibi askerliği bırakmış değildi nihayetinde. Görevine devam ettiği kurum değişmişti yalnızca…
“Meva!” dedi artık kendine hâkim olmakta zorlandığını görebiliyordum. “Bu görevi kabul etmekten başka çarem yoktu. O piknik gününe kadar ise böyle bir görev olduğundan haberim yoktu! Rutin bir soruşturma yapacağız ve bitecek!”
“Onu haklayacaktınız ya, Kuzgun…” dedim aynı alayla gözlerine bakarken.
Kara hareleri içime mızrak gibi saplandı. İşte bendeki hayal kırıklığı tam olarak o gözlerde resmediliyordu. Her yanımız abluka altındaydı. Yalanlar, keder, dikenli yollar… Birini aşsak öbürüne takılıyordu ayağımız. Şimdiyse karşı saflardaydık. İşte bunu aşacak güç ne onda ne de bende yoktu!
“Meva…” dedi ve sustu. Yalnızca gözlerimin içine baktı çaresizlikle. Yapmak zorunda olduğunu biliyordum, biliyordum ama yine de içim içimi kemiriyordu acıyla. “Özür dilerim…”
Üstüme yıkılan acılarımın altında titreyerek ağlamaktan bıkmıştım. O yalan söylemişti, acısı beni benden etmişti. Ne zaman soğurdu içim bilinmez ama benimki soğuduğunda onunkinde ateş başlasın istiyordum. Öyle bir acıydı ki bana bıraktığı, onu deli gibi severken benim kadar canı yansın istiyordum. Çünkü o bir daha birini yeniden tanıyıp, boşuna alışıp sevmeye değmeyeceğini öğretmişti bana. Ondan sonra kimseyi sevemeyecek kadar çok kırgındım ona…
Savaş bitmişti işte. Benden başka savaşan da yokmuş zaten… Aramızdan su sızmasın, hiçbir şey giremesin istemiştim. O ortamıza okyanus koymuştu… Başından beri kandırıldığını kabullenmesi ne zordur insanın, bilir misiniz? Ben bana göz bebeği titreyerek bakan adamın yalanıyla sınanıyordum. Ne kadar zor olduğunu bir başkası da öğrensin istemeyecek kadar canım yanıyordu. Sorgusuz sualsiz her sözüne inanacağım adam, en başından beri yalanlarıyla ayakta uyutuyormuş meğer beni… Bunu sindirmek, kabullenmek zordu. Çok üzülecektim, biliyordum ama bitmişti.
“Bitti, Kürşat…” derken titreyen sesime mâni olamadım. “Ben artık sana güvenemem…”
Çünkü taziyesini tutturup, bedelini ödettin bu aşkın bana…
Sevgimle tekrar kumar oynatmayacaktım. Aynı hatayı yapmıştım, dersimi almıştım…
“Meva…”
“Şehadet haberin ulaşsa ve ben o zaman senin hâlâ görevini yaptığını öğrenseydim seni yüreğimin en güzel yerine gömerdim, Kürşat… Ama ihanetin üstünü örtemiyor insan, bir yalan tüm güveni yıkıp geçiyor…”
Sözlerimle adeta çarpılmış gibi oldu. Hiçbiri değil de sanki içini yakan sadece bu sözlerdi. Bazen insan sözlerinin vardığı yeri kestirerek konuşmayı unuturdu…
“Bir gün karşılaşacağız, Meva.” Dedi artık direnmeyi bırakmışken. “O gün yaşanması muhtemel her türlü güzelliğin bir kalemle üstünü çizdiğini hatırla ama pişman olma… Yine şimdiki gibi bak gözlerime… Bak ki bu kapıdan çıkıp gittiğim için, seni dinleyip seni bıraktığım için kendi kafama sıkmak zorunda kalmayayım!”
***
Haftalar Sonra
O gün onu son kez gördüm ve hayranı olduğum güzel sesini son kez işittim… Ardını dönüp giderken en çok benden götürdüğünden habersiz çıkıp gitti hayatımdan. İlk zamanlar çok zordu. Kimseye bir şey açıklayamamak, herkesten gerçekleri gizlemek… Herkes sorunun benden kaynaklandığını düşünüyordu çünkü güven sorunlarımdan kaynaklı yapamadığımı söyleyerek son anda bile onun adını temiz tutmaya çalışmıştım.
Annem, kardeşim hatta Gülizar Teyze bile bu ilişki bittiği için beni azarlamış, içimde yanan cehennem ateşinde kavrulmamışım gibi benim kaybettiğimi haykırmıştı. Gerçi kaybettiğim konusunda haklılardı…
Ev sahibim taşınma kararım için hiç zorluk çıkartmamıştı. Kalan kiraların ödemesini istememiş, her türlü yardıma açık olduğunu iletmişti. İçimde bu kadar iyiliğin sebebinin Ahmet Kürşat olduğuna inanan hâlâ aptal bir yanım vardı ama sanmıyordum. Ev sahibim Almanya’da yaşayan bir adamdı.
Büyük hayallerle taşındığım bu evden ayrılmak sandığımdan zor oldu. Tüm eşyalar evden çıktığında içimde bu koca ev gibi bomboştu sanki. Anılar gözümün önünden geçerken her birinin yüzümü gülümsettiğini unutmayı diledim. Burada daha fazla bir hayatım olamazdı…
Zor şeylerden birisi de babama hiçbir şey söyleyememekti. Söyleyememiştim… Ben zaten babamdan emindim. Onun vatan aşkıyla görevini yaptığını, darbeci komutanlar tarafından zorla görevden uzaklaştırıldığını biliyordum. Bu yüzden onlarla herhangi bir bağlantısı olmadığını kısa bir süre sonra anlayacaklardı. Geç olacaktı…
Yeni ev bulmak en zoruydu. Neredeyse maaşımla yarışan kiralarla İstanbul’da ev tutmaya çalışmak bir hayli zor oldu. Nihayetinde babamın eski asker arkadaşlarından birinin evinin kiralık olduğunu, güzel bir semtte bulunduğunu, güvenlikli bir sitede olduğunu söyleyen babam vasıtasıyla o evi tuttum. Kirası elbette tanıdık olduğum için normale kıyasla çok daha uygundu. İşime ve İpek’in okuluna yakındı. Her şey olmasını istediğimden bile iyiydi ama ben mutsuzdum.
Depresyonda olduğumu söylüyordu Sanem. Kararımın fazla fevri, anlamadan dinlemeden olduğundan bahsedip vicdanıma bir bir indiriyordu darbelerini. Yalan söylediği için tepki göstermemin doğal olduğunu, bu konudaki tavrıma laf etmediğini ama benim nasıl olur da hâlâ asker olduğunu anlamadığımı da anlamadığını ekliyordu.
Nasıl anlayabilirdim Allah aşkına? Kendisiyle tesadüfen iş yerimin olduğu semtte bile karşılaşmıştım! Kendisinin de orada çalıştığını söylemişti. Orada gerçekten Teknopark vardı ve savunma sanayi firmalarının çoğu da oradaydı. İnanabilmem için onlarca sebep vardı önümde, şüphelenebileceğim hiçbir şey yoktu fakat en üzücü olanı, ona inanmak istememdi…
Dürüst olduğuna, beni katiyen kandırmayacağına inanmak istemiştim ne bileyim işte değerliyim sanmıştım. Değer veren anlatırdı hayatını diye düşünmüştüm. Meğer önemim yokmuş…
Taşınmıştım. Akif’in onlarca kez teklifi hakkında düşünmem gerektiğine dair ısrarlarını geçiştirmiştim. Hayat devam ediyordu işte, bir farkla. İçim oyulmuş gibi hissediyordum… Yani daha önce boşanmış bir kadın olduğumdan daha rahat atlatabileceğimi düşünerek gaflete düşmüşüm. Zamana bırakmanın en iyisi olduğunu düşünerek kendimi işime adamakta buldum çareyi.
“Terfi listesi açıklanacakmış bu hafta,” diyerek heyecanla yanıma geldi Polen.
Başımı bilgisayar ekranından kaldırıp arkadaşıma döndüm. Heyecanını elbette anlıyordum. Artık bir uzman olmak istiyordu. Yeterli tecrübeye sahipti, bu terfilerde uzman olduğunun açıklanmasını bekliyorduk.
“Hayırlı olsun şimdiden canım,” dedikten sonra yerimden kalkıp ona sarıldım.
“Sana da hayırlı olsun diyelim,” derken gözlerimin içine bakıp gülümsedi. “İnsan Kaynakları Müdür Yardımcısı için aday kesin sensin…”
Abarttığını düşünüyordum. Müdür yardımcısı olacak kadar deneyimim yoktu. Hamileliğimin sekizinci ayında doğum iznine çıkmıştım. Ücretli iznimin bitmesiyle ücretsiz izin süremi uzatmıştım. Yaklaşık iki buçuk senelik bir boşluğum vardı, bu sebeple benim seçileceğimi düşünmüyordum. Hem herkes Cam Tavan metaforunu bilirdi... (Cam tavan, toplumda kadınların ve/veya azınlık grubu oluşturan kişilerin maruz kaldıkları ve mevcut hiyerarşik düzende belli bir seviyenin üstüne yükselmelerine engel olan soyut ayrımcılığı ifade eden bir metafordur.)
“Sanmıyorum, Polen. Hem benim öyle hayallerim hiç olmadı.”
“Hak ettiğinden daha azını düşlemekten vazgeç o zaman Meva. Bu pozisyonu hak ediyorsun, şu departmanda sen kadar azimle, şevkle çalışan bir Allah’ın kulu yok. Elbette hakkını en azından hayal edebilirsin.”
Arkadaşıma minnetle baktım. Ben son zamanlarda pek fazla hak etmediğim muamele gördüğümden eh bir de onları sindirmekle uğraştığımdan hak ettiklerimi düşünecek vakit bulamamıştım.
Günün geri kalanı da koşuşturmacayla geçti. İşe alım görüşmelerimi tamamladıktan sonra son olarak eğitim organizasyonlarının bu haftaki düzenlemesini tamamlayıp bilgisayarımı kapattım. Bugün İpek’i kreşten babam alacağı için birkaç saat mesaiye kalmıştım. Ofiste kimse yoktu. Masamı biraz topladıktan sonra çantamı alıp ofisten çıktım. Fayans zeminde topuklu ayakkabımın çıkarttığı sesi dinleyerek yürürken çantamın içinden araba anahtarımı çıkarmaya uğraşıyordum. Önüme bakmamak gibi de bir akılsızlık yapmıştım.
Akılsızlığım sonucu birinin koluna oldukça sert bir şekilde çarparak geriye doğru sendelemiş ve hayretle başımı kaldırıp çarptığım kişiye bakmıştım. Yere düşmemi engelleyen tek şey beni dirseğimden yakalamış olmasıydı. Ben kadar şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu.
“Affedersiniz… Kusura bakmayın lütfen, etrafta kimse olmadığı için…”
“İyi misiniz?”
Sorusuyla beni saçma bir açıklama yapma zorunluluğundan kurtardığı için ona minnettardım.
“İyiyim… Siz? Umarım canınızı yakmamışımdır.”
Sözlerimin ardından güzel bir gülümseme sundu. Benim de gülesim geldi. Çok ufak tefek diyebileceğim boy ölçülerine sahip olmasam da karşımdaki adama zarar verebilecek bir yapım yok gibi görünüyordu.
“İyiyim. Dikkat edin lütfen, yerler fayans incinmeyin.”
Son sözleriyle gülümsemem genişledi. Daha fazla incinebileceğimi zannetmiyordum gerçekten.
“Teşekkür ederim,” dedim bir adım geri çekilirken. Dirseğimi tutan eli bu hareketimle nazikçe benden uzaklaştı.
“Rica ederim…” deyip duraksadı. İsmimi bilmediğini o an fark ettim.
“Meva,” dedim nazikçe.
“Rica ederim, Meva.” Dedi gülümsemeye devam ederken. “Menderes Arman.”
Gülüşümün yamulduğuna emindim. Hayretle karşımdaki adama bakakaldım. Kendisi şirketimizin Mali İşler Direktörüydü (CFO). Durduğu kapı da Muhasebe Departmanının kapısıydı. Sanırım o da mesaiye kalmıştı…
“İyi akşamlar, Menderes Bey…” dedim utançtan kırmızıya çalan suratımı saklamak için kaçarcasına uzaklaşmaya çalışırken.
“İyi akşamlar, Meva.”
Son sözleriyle atik bir şekilde öne atlayıp hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım. Sırtımda hissettiğim ağırlığa bir anlam yüklemeden ve asla arkama bakmadan koridorun sonuna vardım. Seri bir şekilde otoparka geçerken nefes nefese kalmıştım. O kadar bahtsızdım ki çarptığım adam bile müdürüm çıkıyordu. Hayat sanki ayağımı kaydırmaya yer arıyordu.
Hızlıca arabaya bindim ve anahtarı kontağa yerleştirdim. Çevirdiğim gibi arabanın uyarı sesini işittim. Dehşetle gözüm ön panele kaydı. Ne oluyordu yine?
Egzoz emisyonu kontrol ettirin, hatasını gördüğünde derin bir nefes aldım. Bir sen eksiktin gerçekten… Hızlıca telefonumu alıp babamı aradım ve açmasını beklemeye başladım.
“Efendim, güzel kızım?” diyerek telefonu açtı.
“Baba…” dedim sesim titrerken. “Araba hata veriyor.”
Hatayı sordu, detaylı bilgi almak istedi. Arabayı çalıştırmamı istedi. Yüksek devirde arabayı kullanmamı söylediğinde suratımı astım. Arabayı otomatik vitesten manuele çektikten sonra vitesi beşe aldım. (Otomatik arabalardaki manuel vites ayarı farklıdır. 6 vitese kadar çıkabilmektedir.)
Arabayı otoparktan bile çıkaramamıştım ki motor ışığının yanmasıyla derhal durdurdum. Tekrar babamı aradım ve bir çekici ile gelmesini rica ettim. Neyi yanlış yapmıştım acaba?
Arabayı yolun ortasından kenara çektikten sonra kaputu açıp içine bakmaya başladım. Telefonun flaşıyla görünür de bir sorun var mı onu arıyordum. Hava kararmıştı. Otoparkta pek kimse görünmüyordu. Bir yandan dakikada bir arayarak beni kontrol eden babamı iyi olduğuma ikna ediyordum diğer yandan hangi lanet şey yüzünden hata aldığımı anlamaya çalışıyordum. Benden fazla telaş yapmıştı babam da ve bu beni daha fazla germişti. Gerçekten kim daha bahtsız yarışmasına katılsam sanırım rakipsiz kazanırdım.
“Bir sorun mu var, Meva?”
Adeta yerimden sıçrarken küçük çaplı bir korku nidası döküldü dudaklarımdan. Şaşkınlıkla arkamda duran adama bakakaldım. Karanlıkta seçmek daha zordu siyah takım elbise giydiği için ayrıca kafamın içindeki düşüncelere öyle bir dalmıştım ki adım seslerini dahi duymamıştım.
“Menderes Bey…” dedim nefes nefese fakat biraz mühlet vermem gerekti kendime. Gerçekten korkmuştum ve konuşacak halde değildim o an.
“Korkuttuğum için kusura bakma lütfen,” derken aramızdaki mesafeyi birkaç adım daha kısalttı. “Sorun ne?”
“Araba önce egzoz emisyon hatası verdi sonra da motor ışığı yandı. Ben de sorunu anlamaya çalışıyorum.” Derken bir önceki an korkudan konuşamazken şimdi bülbül gibi şakımama şaşırdım.
“Müsaadenle,” diyerek arabanın açık kaputuna yaklaştı.
Arabaya eğilip tuttuğum ışıkla bir şeyleri görmeye çalıştı. Fakat ben baktığı yere ışık tutmuyor olacağım ki telefonu tuttuğum elimi nazikçe baktığı tarafa yönlendirdi. Müdürümün bir arabamla ilgilenmesi eksikti gerçekten! Babam da sürekli arayıp duruyordu ama şimdi açamayacaktım.
“Görünür parçalarda bir sorun yok gibi. Hararetinde de sorun olduğunu sanmıyorum, yeni çalıştırmış olmalısın arabanı.”
Benden çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. Bu kadar fazla ilgilenmesi bile insanı şaşırtıyordu açıkçası.
“Üfleme sesine benzer bir ses işitiyor musun gaza bastığında?” diye sorarken başını kaldırıp bana döndü.
Bir an öylece kalsam da sonraki an hemen kendimi toplayıp cevap verdim.
“Bilmiyorum ki…” dedim biraz mahcup.
Onu da işinden ediyor olmalıydım ve insanlara yük olmaktan daha çok nefret ettiğim bir şey olamazdı. Zaten babamı da uğraştırdığım için içim içimi yerken bir de müdürüm çıkmıştı…
Ricası üzerine direksiyonun başına geçip araba boştayken gaza basarak ses geliyor mu kontrol ettim ve tam olarak da söylediği sesi işitmemle kontağı kapatıp tekrar arabadan indim.
“Turbo borusunda bir yırtık vardır. Arabayı sürmende bir sakınca olduğunu düşünmüyorum. Arabayı servise götürmen lazım, hiç beklemeden.”
Başımı olumlu anlamda sallarken telefonumun bir kez daha çalmasıyla konuşmamız bölündü. Bu sefer onu bekletmeden açtım.
“Efendim baba?”
“On dakikaya oradayız kızım, neden telefonlarımı açmadın çok korktum.” Dedi kırgın bir sesle.
“Arabayla uğraşıyordum baba, bekliyorum.” Dedim kısaca.
Müdürümün bakışları altında daha fazla konuşmayı sürdüremedim.
“Sanırım seni evine bırakmam gerekmeyecek,” derken anlayışlı bir gülümseme bahşetti bana.
“Çok teşekkür ederim, Menderes Bey. Babam çekici ile on dakikaya burada olacak.”
Başını anladığını belli etmek ister gibi salladı fakat gitmek için hiçbir harekette bulunmadı.
“Aklıma gelmişken, seni tebrik etmek isterim. Yarın İnsan Kaynakları Müdür Yardımcısı olduğun ilan edilecek.”
Hayretle kalakaldım. Gerçekten başarmış olmak başta inanılmaz geldi. Hak edip etmediğimi bile sorgulayamadan ulaşan haber gerçekten şaşırtmıştı beni.
“Ben…” dedim fakat ne diyeceğimi bilemedim. “Teşekkür ederim.”
“Beklemiyor muydun?” diye sordu merakla.
“Açıkçası beklemiyordum,” diye itiraf ettim.
“Performansın ortada, senden başka aday yoktu. Müdürün de senin en uygun olacağını söyledi. Kendini fazla mı küçümsüyorsun acaba?” diye sordu biraz muzip.
Bu kadar samimi oluşu beni şaşırttı. Kendi müdürümden bile daha sıcak kanlı davranıyordu.
“Yeteneklerimden şüphe duymuyorum, Menderes Bey. Sadece bildiğiniz üzere biz kadınlar iş hayatında ayrımcılığa uğrayan bir grubuz. Beklemiyordum çünkü yerime geçebilecek bir sürü erkek aday da vardır illa.”
Bu kadar açık konuşurken ne düşünüyordum ben? Karşımdaki adamın konumunu anımsadığımda yüzüme bir sıcaklık bastı. Bazen şu dilimi tutamıyor olmaktan çektiğimi başka hiçbir şeyde çekmediğimi düşünüyordum.
“Haklısın,” diyen adamla adeta şaşkınlığın nirvanasına ulaştın. “Bizim şirket politikamız ayrımcılığın hiç olmadığı bir ortam oluşturabilmek. Diliyorum en kısa sürede tüm dünyada bu gayenin kutsallığını anlar.”
Otoparka giren çekiciyi görmemizle sohbetimiz yarıda kesildi. Babam çekiciden inip, ne oluyor burada, dercesine bana bakarken ne diyeceğimi bilemedim.
“İyi akşamlar,” diyerek yanımıza geldi.
“İyi akşamlar,” diye geveledim.
“Siz?” diye sorarak müdürüme dönen babama inanamadım.
“Menderes,” diyerek elini babama doğru uzattı.
Unvanını belirtmemiş olmasına inanamadım. Neden müdürüm olduğunu söylememişti ki şimdi?
“Alparslan,” diyerek karşısındaki adama elini uzattı babam. El sıkıştıkları esnada son anda yaptı yapacağını. “Emekli Albay Alparslan Soyalp.”
Karşısındaki adamın duruşunun bile değiştiğini fark ettim. Ah baba ah… Tehlike algıladığı her an şunu yapmak zorunda mıydı?
“Çok memnun oldum,” dedi elini çekerken müdürüm. “Arabaya bir baktım fakat görünür parçalar da sıkıntı yok. Turbo borusunda yırtık olduğunu düşünüyorum. Geçmiş olsun.”
“Teşekkürler,” dedi kısaca babam.
Kısa bir duraksamanın ardından izin isteyerek yanımızdan ayrıldı müdürüm.
“Baba!” dedim kısık bir sesle ciyaklayarak.
“Kim bu herif?” diye pek nazik bir soru yöneltti.
Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım.
“Müdürüm!”
Gözlerimi açtığımda babamın surat ifadesindeki öfkenin dağılışını seyrettim.
“Kendisi mühendis ve Mali İşler Direktörü.” Bildiğim kadarıyla ilk mesleği mühendislikti. Daha sonrasında finans üzerine eğitimi tamamlamıştı. Baş mühendislik, proje müdürlüğü gibi pozisyonlardan sonra çabalarıyla bu unvana hak kazanmış bir iş insanıydı işte.
Bu kadar bilgiye diğer müdürler hakkında da sahiptim. İnsan Kaynakları Uzmanıydım elbette müdürlerimiz hakkında her şeyi biliyordum…
“Sağ olsun o zaman, biz gelene kadar da gitmemiş… Maşallah…” Sonraki sözlerini kendi kendine söylediğinin farkındaydım çünkü ilkinden daha kısık sesle konuşmuştu.
Arabayı çekiciye taşıdıktan sonra birlikte eve döndük. Çok yorulduğum için bu akşamı ailemin evinde geçirmeye karar verdim. Annem saat epey geç olduğu için kızımı uyutmuştu. Tüm gün onunla doğru düzgün vakit geçirememiş olmaktan hicap duysam da eve varır varmaz onu görüp uykusunu bozmamaya gayret ederek öpmeyi ihmal etmemiştim. Annemin ısıttığı yemeği yedikten sonra salona ailemin yanına geçmiştim.
“Nişan zamanı da geldi çattı, sen ne giyeceğini seçtin mi Meva?” diye soran kız kardeşime döndüm.
Nişan bu hafta sonuydu ve ben daha bir elbise bile seçmemiştim. Kendimi işe öyle bir kaptırmıştım ki sırf düşünmeme mâni olmak için kardeşimin nişanında giyeceğim elbiseyi bile es geçmiştim. Elbette bunu belli edemezdim, çok kırılırdı. Beyaz bir yalandan bir şey olmaz diye düşündüm.
“Elbiseyi beğendim, bu hafta içinde alacağım ablacım.”
“İnşallah,” dedi bana ima dolu bir ifadeyle bakarken.
“Ne?” dedim kardeşime gözlerimi dikip.
Suçlu olsam da kız kardeşinizle herhangi bir tartışma içindeyseniz bir abla olarak bunu asla kabul etmezdiniz. Sonra pişman olur ve söylemezdiniz. Biraz zaman geçtikten sonra bende olan ve kardeşimin çok beğendiği herhangi bir eşyamı kullanabileceğini söyleyerek gönlünü alırdım. Her abla böyleydi değil mi?
İki Gün Sonra
Bardağımdan son yudumu aldıktan sonra arkadaşıma baktım. Terfi haberini kutlamak için beni adeta zorla dışarı çıkarmıştı. Uzun zaman sonra Ayla ile de burada görüşüyorduk. Geçmiş konular hakkında konuşmamaya sözleşmişiz gibiydi. Abisinin konusunu dahi açmamıştı.
“Nişan elbiseni aldın mı?” diye sordu Sanem.
“Aldım,” dedim arkadaşıma dönerken.
Berra ile konuşmamızın ardından ertesi gün iş çıkışı kızımı alıp anne kız bir güzel alışveriş yapmıştık. Uzun zamandır hiçbir şey almadığımı fark ettiğimden biraz abartmıştım. Saçlarımı katlı bir şekilde kestirmiş, önden de perçem bırakmıştım. Sonunda onun son izlerini de bedenimden silmeyi başarmıştım. Onun dokunduğu uzun saçlarım artık orta boydan biraz daha kısa ve onun dokunduğu halinden çok daha farklıydı.
“Akif hâlâ rahatsız ediyor mu?” diye soran Ayla oldu.
Dün onunla gerçekleştirdiğimiz iş görüşmesi sonucu bizim şirkette önümüzdeki hafta muhasebe departmanında işe başlayacaktı. Bu süreçte onunla iletişimi kesmek gibi bir gaflete elbette düşmemiştim. Başta her şeyi düzeltmeye hevesli olsa da benim keskin tavrım karşısında herkes gibi o da pes etmek zorunda kalmıştı.
“İpek dışında farklı bir konu hakkında konuşmayacağımızı net bir şekilde ifade ettim…”
“Laftan anlamıyor tabi…” diyerek lafa atladı Sanem. “Sağlam bir dayak yiyecek en son Alparslan Amcadan aklı başına gelecek.”
Kıkırdamadan edemedim. Babamın bu durumdan neyse ki haberi yoktu. Annem her ne kadar ağzından kaçırmaktan korksa da özellikle rica edince durulmuştu. Gülizar Teyze bile oğlunun nihayet aklını kaçırdığına inanıyordu. Bir anda coşmuştu resmen. Bu kadar sıkıştırmasını, ısrar etmesini beklemiyordum. Boşanmak istediğim o ilk an böyle çabalasa belki hâlâ evli olacaktık. Neyse ki ben doğru yolu o zaman görebilmiştim ama şimdi için aynı şeyi söylemekte zorlanıyordum. Pişmanlık değil de hasret denen illet tüm benliğimi ele geçirmişti. Ahmet Kürşat’ı öyle kolayca silemiyordum işte… Bir insanın gülüşüne, kokusuna belki varlığına hasret kalırdı insan ama dokunuşuna…
“Babam en son temiz bir dövecek gibi görünüyor.” Diyen Berra ile gerçekliğe tekrar döndüm.
“Şimdilik durdurabilmiş gibiyim.”
“Sen kaç sene sonra iş hayatına dönüyorsun, Ayla?” diye sordu bu sefer de Sanem.
“Ersan Alp büyüdükten sonra aslında geri dönmüştüm ama haksızlığa uğrayarak istifa etmiştim. Hakkım olan bir terfi kadın olduğum için ben yerine benden az deneyimi olan bir iş arkadaşıma verilmişti. Erkekti tahmin edebileceğiniz gibi…”
“Şaşmaz…” dedi Berra. “Aynı haksızlığa uğramayan kadın var mıdır ki?”
“Meva!” diyerek kadehini kaldırdı Sanem. “Arkadaşım sonunda hak ettiği gibi terfiini aldı.”
Hep beraber kadeh kaldırdığımız sırada ben durmam gereken noktayı bildiğimden bu sefer su bardağımı kaldırdım.
“Ayla ve Meva…” dedi bize kıstığı gözlerle bakan Sanem. “Bu nişandaki kavalyeleriniz kim?”
Dehşetle bakakaldım arkadaşıma. Şimdi bu konuyu açmanın ne yeri ne de zamanıydı. Çünkü Ayla’nın kavalyesini duymaya yüreğim dayanır mıydı bilmiyordum. Annem sırf bir kere görüştüler diye Tülin Hanımı bile davet etmişti…
“Şey…” dedi Ayla ardından benim olduğum tarafa bir kaçamak bakış attı. “Benimkini tahmin edebilirsiniz diye düşünüyorum.”
Boğazım kurudu. Uçurumdan beraber atlamaya gönlüm olan adam bir yabancı gibi kardeşimin nişanına katılacaktı. Bu yük oldu yüreğime.
“Meva?” dedi kaşlarını havalandırıp bana bakan arkadaşım Sanem.
“Hiç kimse…” dedim kısık bir sesle.
“İnanamıyorum! Pes gerçekten…”
“Sanem… Kapatalım konuyu!” dedim uyarır gibi çıktı sesim.
Mesajı nihayet almış arkadaşım konuyu değiştirdiğinde ona minnettar oldum. Bir süre daha sohbet ettikten sonra taksilere binerek ayrıldık. Apartmanın kapısını açarken Berra bir anda bana döndü.
“Senin kavalyen olmalıydı…”
“Berra…” dedim sesim kırgın çıktı.
“Sen ne kadar suç bende desen de ne kadar kırgın olduğunu görüyorum, abla. Kırılanın kalbin değil güvenin olduğunu da görüyorum ve biliyorum, sen hep güveninden sınandın. Umarım sizin için bir ihtimal vardır. Ben o gözlerinin böylesine güldüğüne hiç şahit olmamıştım.”
Kardeşimin her bir sözü yüreğimin üstünde ağırlık oluşturdu. Ben daha önce böyle güzel sevildiğimi hiç hissetmemiştim çünkü. Sevilen her kadın güzelleşirmiş meğer…
“Kader…” dedim yalnızca.
Diyecek onca söz varken susmanın en iyisi olduğunu öğrenmiştim. Daha fazla konuşmak ve hatırlamak hele de hatırladığın her şeyin çok güzel olması insanın yüreğini yoruyordu. Ben unutmak için kendimi işe vermiştim. Zincirlerim öylesine kalındı ki bir yerden kopsun diye umut ederken aslında kopmayacağını da biliyordum işte. Gözümü karartıp evliliğimi bitirmiştim. Güvenin olmadığı yerde sevgiden söz edilemezdi. Ben sevgimden emindim ama güvenim birleştirilemeyecek o yerden kırılmıştı işte…
Sabah erkenden uyandığımda başımdaki ağrının sebebini bilerek yüzümü buruşturdum. Hızlıca hazırlandıktan sonra meleğimi, kızımı uyandırıp üstünü giydirdim.
“Bu akşam da bize gelecek misiniz kızım?” diye sordu beni kapıdan geçirirken annem.
“Bu akşam eve geçeriz annecim ama zaten yarın nişan için erkenden eve geleceğim.”
“Tamam canım benim,” dedikten sonra sıkıca bana sarıldı.
Kızımı koltuğuna oturtup kemerini bağladığım sırada uykulu uykulu söylenmesini işittim.
“Güzel Abiyi özledim…”
Yüreğime bir bıçak saplandı sanki bir anda nefesim kesildi. Ah kızım, yapma bunu bana…
“Yarın göreceksin, meleğim…”
Annemin aklından ne gibi bir plan geçiyordu bilmiyordum. Onu görünce içimdeki yangının harlanarak her şeyi unutacağımı düşünüyor olmalıydı. Sorunun benden kaynaklandığını sandığından bu normaldi. Bu sebeple zaten onu ve ailesini davet ettiğine emindim. Yoksa kim bir kere gördüğü birini kızının nişanına davet etmek konusunda bu kadar ısrarcı olurdu ki? Hem de babamın ısrarla karşı çıkmasına rağmen.
Babam işte, bir şekilde kırılanın ben olduğunu sezmiş gibi bir bariyer örmüştü. Beni güvenli kollarına alıp kırılan yanlarımı sarmak istiyordu, yine. Çünkü kızını bir kere daha o düştüğü dipten tutup çıkartmak zorunda kalmıştı…
İpek’i kreşe bıraktıktan sonra işime geldim. Arabamın yapımı bir saatten kısa sürmüştü. Çünkü Menderes Beyin tahmini doğru çıkmıştı. Turbo borum boydan boya yırtılmıştı. Boru değiştirildiği gibi tüm hatalar kaybolmuştu. Kendisine teşekkür etmeyi hatırlattım. Terfiimi de bizzat ondan öğrenmiştim. Hafta başı müdür yardımcısı olarak işe devam edecektim. Güzel bir teşekkür etmem gerekirdi haliyle.
Hem Ayla, onun biriminde işe başlayacaktı. Referansı bendim ve Menderes Beyle birlikte işe alım görüşmesini gerçekleştirmiştik. Her şey çok iyi geçmişti. Elbette ortamda ısınan havayı fark etmiştim. Ayla’yı bu konuda sıkıştırma fırsatım henüz olmamıştı ama işe başladığı gibi yapacağımı aklıma not ettim.
Arabadan eşyalarımı aldıktan sonra indim. İndiğim gibi bileğimi tutan bir elle dehşete düşerek başımı kaldırdım. Karşımda görmeyi beklemediğim biri daha…
“Meva…” dedi çaresiz çıkan sesiyle.
“Senin burada ne işin var?” diye sordum bileğimi elinden kurtarmaya çalışırken.
“Konuşmak istiyorum, daha fazla geçiştirme beni lütfen.”
Ona hayretle baktım. Onu geçiştirdiğimi mi düşünüyordu gerçekten? Açık bir şekilde reddedildiğini bile anlayamayacak kadar aklını yitirmişti artık!
“Akif,” dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. “Çek elini!”
“Bir yere geçip konuşalım, Meva…”
O an alkol kokusunu aldım. Anca kendime gelmiş olmalıydım. Şaşkınlıkla suratına baktım. Sabahın bu kadar erken saatinde sarhoş olacak kadar kendinden geçmiş olamazdı!
“Akif, şu anda kafan yerinde değil ve benim işimin başında olmam gerekiyor.” Derken her kelimeyi bastıra bastıra söylüyordum. “Berra’nın nişanından sonra konuşalım!”
Bir rezillik çıkmasını istemiyordum açıkçası hele de içinde olduğumuz otopark benim iş yerime aitken!
“Meva…”
“Sanırım tam olarak anlamadınız bayım ama Meva elinizi çekmenizi söyledi!”
Bakışlarım şaşkınlıkla Akif’in arkasından bize doğru gelmekte olan Menderes Beye kaydı. Bu ana şahit olduğu için yerin dibine girmek istedim. Ah Akif, İpek dışında hayatıma kattığın bir tane mi iyi bir şey olmazdı be adam?
“Sen kimsin?” dedi şaşkınlıkla müdürüme dönen Akif. “Biri bitti diğeri mi başlayacak, Meva? Sen benim dışımda herkesle ilişkiye açık mısın?” diye bağırmasıyla neye uğradığımı şaşırdım.
“Ağzını topla!” dedim şaşkınlığıma rağmen.
“Kibarlıktan anlayacağını sanmıyorum,” derken bir anda Akif’i yakasından yakaladı Menderes Bey. Dehşetle ikisine bakakaldım. “Bir hanım efendiyle nasıl konuşman gerektiğini bu yaşında sana anlatmamı istemiyorsan bas git!”
“Meva…” dedi bana hayal kırıklığıyla bakan Akif. “Benim dışında herkese müsait mi kalbin?”
Başımdan aşağıya kaynar su döküyorlardı sanki. Kendisinin rezil olduğu yetmiyormuş gibi beni de kendiyle birlikte rezil ettiğine inanamıyordum. Nasıl bu kadar aşağılık birine dönüşebildiğine inanamıyordum. Alkol bir insanı hiç olmadığı birine dönüştüremezdi ya!
“Elimden bir kaza çıkacak artık!” derken kendini zor kontrol ediyor gibi görünüyordu Menderes Bey. “Geldiğin yere git ve zıkkımını içmeye devam et. Buraya gelip de kimseyi rahatsız edemezsin!”
“Sen geri çekil,” diyeni işittiğimde tüm bedenim bir anda kasıldı. Başımı öyle bir hızla çevirdim ki sesin geldiği yöne saçlarım adeta savruldu. Hayretle açık kalmış ağzıma yapışan birkaç telden kurtulmam gerekti. “O belasını benim elimden bulacak!”
“Sen de kaptırmışsın Meva’yı, Ahmet Kürşat…” dedi alayla Akif.
“Kes sesini!” diye çığırdım artık daha fazla susamayarak.
Ahmet Kürşat, Akif’in sözlerinin ardından dönüp önce Menderes Beye ardından da bana baktı. Herhalde bu ayyaş adamın sözüne de inanmamıştır…
“Seni uyarmıştım, Akif!”
“Peh…” dedi alayla Akif. “Benimle uğraşacağına yenisiyle uğraş.”
Kafamı deve kuşu gibi toprağa gömmek istiyordum. Akif seni Allah bildiği gibi yapsın. Hiçbir şeye değilse kızının annesiydim insan buna saygı duyardı…
Ahmet Kürşat’ın Akif’e kafa attığı sahneyi gördüğümde dudaklarımdan kaçan çığlığı bastıramadım. İki elimi sıkıca dudaklarıma bastırdığımda korkum tüm bedenimi ele geçirdi. O esnada kaçmak istercesine birkaç adım geri çekilmek istedim. Arkamda duran Menderes Bey ona çarpmamam için beni omuzlarımdan tutarak durdurdu ve tam o anda hissetmiş gibi bize döndü Ahmet Kürşat… Bir bakışı vardı ki ciğerimdeki tüm oksijeni sökerek aldı benden. Bu yanlış anlaşılmanın başıma bela olacağını o an anladım.
Alnında şimdiden büyüyen bir şişlikle Akif’i yakasından tuttuğu gibi geldiği taksiye bindirdi. Taksi en başından beri orada olduğundan Akif’in onunla geldiğini tahmin edebildim. Ardından taksiciye onu aldığı adrese bırakmasını söyledikten sonra kapıyı sertçe kapattı ve arabanın tepesine iki kere vurdu. Taksi usulca bizden uzaklaşırken o da yaklaşmaya başladı. Tam önümde durduğunda bakışları arkamdaki adama sabitlendi.
“Mühendis Yüzbaşı Ahmet Kürşat,” diyerek adama elini uzatmasıyla dehşetle bakakaldım. Yüzbaşı mı? Babam tahmininde yanılmamıştı, mesleği bırakmasa şimdiye yüzbaşı olacağını söylemişti. Hissetmiş miydi?
“Mali İşler Direktörü Menderes Arman.”
Nefesimi tutmuş iki adamı seyretmekten başka çarem yokmuşçasına onları seyrediyordum. Ahmet Kürşat’ın ve Menderes Beyin el boğumlarının bembeyaz oluşundan o sıkışın ne kadar sıkı olduğunu kavramam zor olmadı. Gayriihtiyari elimi uzatıp Ahmet Kürşat’ın elinin üstüne koydum. Hayretle bana döndü. Kırgın bakışları daha da derin bir acı barındırıyordu şimdi.
“İyisin değil mi, Meva?” diye sorarak bana döndü Menderes Bey.
“İyiyim, teşekkür ederim Menderes Bey. Ayrıca böyle bir ana şahit olduğunuz için özür dilerim, çok üzgünüm…”
“Estağfurullah, Başkomiser bir arkadaşım var. İvedilikle uzaklaştırma kararı çıkartalım, bana fazla tehlikeli göründü bu adam.”
“Gerek yok!” diye keskin bir ses girdi aramıza. “Ben halledeceğim.”
“Meva nasıl isterse…” dedi bakışlarını meydan okumasını kabul ederek Ahmet Kürşat’a çeviren Menderes Bey.
Yutkunamadım. Çok büyük bir yanlış anlamanın tam ortasında olmanın hezimeti içindeydim.
“Meva böyle ister!” dedi kendinden emin bir şekilde.
“Kendisi karar verebilir!” dedi aynı eminlikle müdürüm.
“Meva…” diyerek bir anda bakışlarını bana çeviren adamla hayretle ona bakakaldım. “Konuşmamız gerek.”
“Ta… tamam. Müsaadenizle Menderes Bey,” diyerek ona döndüm.
“Müsaadenizle…” diyerek sesini inceltip beni taklit eden adama hayretle döndüm.
“İşin bittikten sonra ofisime gel lütfen, iyi olduğundan emin olmak isterim.”
Adamın sözleriyle arkasını dönmüş Ahmet Kürşat hışımla yeniden bize döndü. Onu bileğinden yakaladığım gibi durmasını sağladım. Sanırım buna sebep olan dokunuşum da olabilirdi.
“Teşekkür ederim, uğrayacağım.” Dedikten sonra Ahmet Kürşat’ı tuttuğum bileğinden sürükleyerek otoparkın daha uzak bir köşesine çekiştirmeye başladım. “Senin burada ne işin var?”
“Seni aradım ben ömrüm boyunca ne demek burada ne işin var?”
Hayretle kalakaldım. Öfkesine rağmen hâlâ böyle cümleler kurabilmesine de ayrıca şaşkındım. Yine tüm dengemi altüst ediyordu, yine aklımı bulandırıyordu. Burada oluşu, hareketleri… Kafayı yememe ramak vardı artık!
“Ahmet Kürşat…”
“Kürşat de!” diyerek bir anda yükseldi.
Sabrının sonunda olduğunu o an anladım. Fazla şansımı zorlamak istemedim.
“Kürşat, burada ne işin var?” diye sordum bu sefer.
“Meva, sen beni hayatından çıkarttın. Ben böyle bir şey yapmadım!”
“Ahmet Kürşat…” dedim fakat yine konuşmama müsaade etmedi.
“Kokunu bile değiştirmişsin.”
“Hayır, değiştirmedim.” Külliyen yalandı…
“Değiştirmişsin, kokunu biliyorum. Artık Mübrem gibi kokmuyorsun…”