Aşkın Kârinesi

3163 Words
Hayretle gözlerinin içine bakakaldım. Haftalar sonra karşımdayken söylediği şu sözlerle sanki parçalanmamışım gibi biraz daha dağıtıyordu beni. Onsuzluğa alışmak varken böyle sevmenin olamayacağına ikna ediyordu. Sonra vicdanım eline alıyordu tokmağı, yüreğime yüreğime indiriyordu tüm darbelerini. “Dağıttıklarının toparlanması mı seni böyle rahatsız eden?” diye sordum gözlerinin tam içine bakarken. Şaşkınlığını seyrettim. Yüzünü buruşturdu, hışımla ellerini kaldırıp saçlarının arasından geçirdi. Öyle güzel görünüyordu ki büyülenmeden edemiyordum. Yahu böyle sevmek olmamalı! Nefes aldığı için bile hayranlık duyabilecek bir noktadaydım. Böyle sevmek olmamalıydı işte! “Meva,” dedi nihayet kendini sakinleştirip bana döndüğünde. “Doğru düzgün konuşalım artık. Haklısın. Ama rica ediyorum beni de dinle. Kendimi anlatmama artık müsaade et. İçimdeki yangın dinmiyor, çaresizliğimi görmüyor musun?” Gözlerimi kapatıp açtım. Haklıydı, ona hiç kendini anlatma fırsatı vermemiştim. Öfkem, hayal kırıklığım ve nicesi ile boğulurken onu dinlemek aklımın ucundan bile geçmemişti. Vicdanım da rahat değildi. Akif’le bile defalarca konuşmayı, anlatmayı, anlaşabilmeyi denemiştim. Onun kadar umursamayan birini bile… O karşımda böyle çırpınırken yıllar önceki kendim geliyordu gözümün önüne. Aynen böyle yalvarıyordum ben de işte. Kendime yapıldığı için çok kırıldığım halde aynısını ona yaşatmak utanmama neden oldu. “Konuşalım.” Dedim pes ederek. “Meva, reddetme artık beni!” dedi acıyla. Ona şaşkınlıkla baktım. Ne hale getirdiysem artık olumlu bir şey dediğimi dahi anlayamamıştı. Gerçekten haksızlık ettiğimi düşündüm. Yaptığı kesinlikle doğru değildi ama ne olursa olsun ondan kendini anlatma hakkını almamalıydım. Çünkü bir insandan kendini anlatma hakkını çalmanın ne gibi yaralar bıraktığını en iyi ben bilmeliydim… “Kürşat!” dedim dikkatini yakalayabilmek için. “Konuşalım, diyorum.” Hayretle yüzüme bakakaldı. Hiç beklemediği öyle açıktı ki. Böyle şeker verilmiş küçük bir çocuk gibi bakarken yüreğim sıkışıyordu. Şaşkınlığı bile güzel olur muydu bir insanın, iflah olmaz bir kalbim vardı… “Ne?” dedi o hayreti sesine yansırken. “Yani… Beni dinleyecek misin?” Paramparça oldum. Karşımda yıllar önceki kendimin çaresizliği varken adeta başımdan vurulmuşa döndüm. Bende mi böyle gözüküyordum o zamanlar? Bu kadar çaresiz ve parçalanmış… “Evet, seni dinlemek istiyorum.” Dedim. Öyle bir gülümseme peyda oldu ki dudaklarında onun mutluluğu bana vicdan ağırlığı gibiydi. Canım öyle çok yanmış ki karşımda kendim gibi acı çeken bu adamı gözüm görmemiş. Haklı değildi, yaptıkları çok yanlıştı, hiçbir sebep onu aklamayacaktı ama en azından onu dinleyip yine önüme bakacaktım. O kötü bir insan değildi… “İzninle önce izin almam gerekiyor…” dedim kısaca. “Ondan mı?” dedi öfkeli gözleri az önce yanımızdan ayrılan adamın gittiği yola kaydı. “Benim departman müdürüm farklı fakat hayır, Polen’e haber vereceğim ve izin girmesini isteyeceğim.” Dedim niye bilmiyorum ama biraz içi rahatlasın istedim. Ayrıca şüphelendiği şeyin çok yanlış olduğunu göreceği anı düşündüm. Sonuçta sanırım bu işin sonunda beni değil, kız kardeşini kıskanıyor olacaktı… Hislerim kuvvetliydi, keşke etrafımdakiler kadar kendim için de böyle keskin farkındalıklara sahip olsaydım… “Sana isminle hitap ediyor zirzop…” “Çünkü astıyım,” dedim kısaca. “Siz birbirinize nasıl hitap ediyorsunuz?” Bana bakıp somurttu. Aslında amacım laf sokmak değildi, elbette askeriyedeki düzenden haberim vardı sadece anımsatmak istemiştim ama o laf soktuğumu düşünmüştü. “Baban emekli bir albay, bunu çok iyi biliyorsundur.” Dedi kısaca. “Babam emekli bir albay ama kızının gözü o kadar açık değilmiş demek ki. Sanem gibi şüphelenemedim bile senden…” “Çünkü şüphe duyacağın bir şey yoktu. Ben gerçekten mühendislikte yapıyorum.” “Bunları oturduğumuzda konuşalım mı?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak. Başını sallayarak beni onayladıktan sonra ilerlemeye başladı. Boylu poslu olduğundan adımları da bir hayli büyüktü. Arkasından şaşkınlıkla baktım nereye gittiğini anlamaya çalışarak. Birkaç saniye sonra durup bana döndü. “Hadi,” dedi harekete geçirmek ister gibi. “Nereye?” diye sordum başımı hafif sallayarak. “Konuşmaya,” dedi masum masum. Benim sütten ağzım pek âlâ yandığından elbette onun arabasıyla hiçbir yere gitmeyecektim. Sonra kaçmam gerekirse çok zorlanıyordum. Bu sebeple yine aynı hataya düşemezdim. “Mekânın konumunu atarım sana,” dedikten sonra arabama bindim onun şaşkın bakışları altında. Bana bakmaya devam edince arsız bir gülümseme ile ona göz kırptıktan sonra gaza bastım. Hızlı bir manevrayla yanından dönüp geçerken sol aynamdan ne yaptığını görmeye çalıştım. Tekerimin çıkarttığı tozda öksürdüğünü düşündüğüm adam öylece durmuş gidişimi seyrediyordu. Hayretin yanı sıra bir hayranlık vardı sanki yüzünde ya da benim geniş hayal gücüm böyle görmek istiyordu. Yolda kırmızı ışıkta durduğum bir vakit gerçekten mekânın konumunu attım. Ardından açtığım eğlenceli bir şarkıyı bağıra çağıra söyleyerek yola devam ettim. İçimde bir yan vardı, öyle bir umudu taşıyordu ki bazen ben bile o umut karşısında şaşkına dönüyordum. Benden bile daha çok inanıyordu… Arabamı otoparka bıraktıktan sonra gözüme gözlüğümü taktım ve mekâna girdim. Bahçe tarafında kalan, kapıdan girdiğiniz gibi görünen masada Ahmet Kürşat’ı görünce kaşlarımı çattım. Deyim yerindeyse havam söndü… Trafik canavarı kim bilir kaçla gelmişti buraya! Çalışan arkadaşın yardım teklifini kibarca geri çevirdikten sonra ayağımın altındaki zemini döve döve ona doğru yürümeye başladım. Her adımda kalbimin gümbürtüsü arttı. Gözlerimin tam içine bakan ve her adımımı takip eden adamın bakışları beni susattı. Resmen içim kurudu. O nasıl bakıştı… “Hoş geldin,” dedi beni karşılamak için ayağa kalkarken. “Hoş bulur muyum bilinmez,” dedikten sonra sandalye çekmek için yeltendim fakat bana izin vermedi. Usulca sandalyemi çekip oturmamı bekledi. Sandalyeye otururken onun düzeltmesine izin vermeden hemen yerleştim ve o da tam karşıma oturdu. Şimdi birbirine meydan okuyan iki insan gibi birbirimize bakıyorduk. Ellerimi birleştirip çenemin altına yerleştirdim. Ne anlatacağını, kendini nasıl aklayacağını merak ettim. “Bize iki çay, biri açık diğeri demli olsun lütfen.” Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Açık çayı tercih ettiğimi nereden biliyordu? Birbirimize ne kadar zıt olduğumuz da barizdi. O da benim aksime demli içiyordu. Gündüzle gece kadar zıttık işte! “Nasılsın?” Sorusuyla yüzümde o kendime çok güvenen gülümseme yamuldu. Gözlerimi kırpıştırırken adeta donduğumu hissettim. Onun bu sorusuna şimdiye kadar hep en dürüst şekilde cevap vermiştim. Kötüyken iyiyim dememiştim o da sessiz kalsam da sessizliğimden bile ne olduğunu anlardı. Şimdi ise… Gözlerimin içine bakarken ona yalan söylemek istiyordu bir yanım. Çok iyi olduğumu haykırmak istiyordum ama yine de yapamıyordum işte. Bir bakışımdan ruhumdaki boşluklara kadar sirayet edebilme gücü vardı. “İyiyim, demeyeceğim. Çünkü artık onun nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyorum. Sen nasılsın?” Çünkü sana güvenmeyi kendim seçmiştim. Sözlerinin altında başka anlamlar aramamayı ben istemiştim. İnanmak istemiştim. Güven problemlerimi suçun günahın yok diye sana yansıtmak istememiştim. Bir önceki ilişkim başarısızdı diye acısını senden çıkartmamayı seçmiştim… Yutkunduğu sırada Âdem elması yukarı aşağı hareket etti. Gözüm oraya takıldı. Ona dokunma arzusuyla bedenimin yanmaya başladığını hissettim. Karşımdayken tüm yelkenlerimi indirdiğim için bir kez daha kızdım kendime… “Seni severken senden uzak durmak zorunda oluşumun acısı var içimde ve bu acı hiç geçmeyecekmiş gibi hissettiriyor…” Sözleri kalbimin kapılarına vurdu. Bin bir zincirle kilit vurduğum o kapının onun bir dokunuşuyla neredeyse açılacak gibi oluşuyla da yüzleştim. Ben ne kadar engel olmak istesem de bazen olmazdı işte… “Senin müsebbip olduğun şeylerden ötürü ben de senden vazgeçmek zorunda kaldım, Ahmet Kürşat…” dedim bu cümlenin en çok beni yaktığında haberi olmayacaktı. “Evimin yolunu unuttum, ezbere bildiğim sokaklarda kaybolur oldum, yokluğunla sınanırken kendimi de kaybettim, ben bu sabah yanına gelirken ne düşündüğümü bile unuttum ama gözlerimin içine en son nasıl baktığını asla…” Bu kadar iyi laf cambazlığı yapması canıma okuyordu. Her sözüyle bir çembere hapsediyordu beni. Boğulacağımı düşünürken onun çemberinin içinde yaşadığımı hissetmekmiş aşkın laneti… Bu aşk beni benden etti de senden geçirtmedi be Ahmet Kürşat… “Ben de arkamdan çevirdiğin işi unutamıyorum… Bu ihanetine kılıf aramaktan da usandım. Söyle ki bileyim nedenini çünkü seni affedip, ardımda bırakmak ve kendi yoluma bakmak istiyorum artık.” Keskin sözlerime karşılık gözlerinde kırıldığını gördüm. Ben hiçbir parçamı bulamaz haldeydim. Acıdan bazen kendimden geçiyordum. Öyle büyük bir yüktü ki bana bıraktığı, daha önceki acılara bile önünde diz çöktürtmüştü. Ondan gelecek bu darbeyi öylesine beklemiyordum ki… Ona kendimden bile çok güvenmiştim. “Babamın vefatından sonra gerçekten askerlikten istifa ettim fakat Savunma Bakanlığının görevlendirmesiyle Savunma ve İstihbarat Teşkilatı’nda işime devam ettim. Ayrıca milli ve yerli uçak üreten bir firmada mühendis olarak işe başladım. Birkaç üstün başarı sonrası Yüzbaşı olarak terfi aldım. Hatta yakında Binbaşı olacağım…” Hayretle ona bakakaldım. Ne olurdu daha önce anlatsa… “Sanem, Gökalp’in sadece bir doktor olmadığını fark etmiş. Sıkıştırmış, hatta onu takip etmiş…” Sanem… Yapmıştır, arkadaşımı tanıyordum. Zaten fark ettiğini söylediği an diğer yaptıklarını anlatmasına gerek yoktu. Gökalp’i hayatından bezdirmiştir gerçeği öğrenene kadar. “Gökalp ona itiraf etmek zorunda kalmış fakat bunlar yaşanırken bile biz hâlâ o görevi almamıştık. İstihbaratta çalışan ve gerektiğinde onlar için göreve çıkan iki adamdık yalnızca. Pikniğe gideceğimiz güne kadar…” O kara gün… Tüm dünyam bir anda nasıl da başımın üstüne yıkılmıştı ama… “Sabahtan çağırıldık. Yeni bir görev verileceği söylendi. Bunlar her zaman yaşanan olağan süreçlerdi fakat görevi duyduğum an şaşkına döndüm. Daha önce babanın emre uymama sebebiyle görevden uzaklaştırılmak yerine emekli olmaya zorlandığını da bilmiyordum zaten…” derken imayla gözlerimin içine baktı. “2016 yılında darbe girişiminden hemen önce emekli olma kararı şüpheli göründüğünden bir süredir araştırılıyormuş. Bizden önceki ekip pek bir şey bulamamış. Neden ayrıldığına dair geçerli bir kanıtta sunamayıp ailenizi araştırmaya başlamışlar. Sonucunda da senin benim annemin karşı dairesinde oturduğun bilgisine erişmişler. Tabi böylece seni tanıdığım için görev fikrim sorulmadan, itiraz etmem söz konusu dahi edilmeden bana devredildi.” “Terör örgütünü destekleyen generaller tarafından sırf ayaklarına dolanmasın diye görevinden emekli olarak ayrılmasına neden olunduğunu bulabilecek kabiliyetleriniz yok mu? Emeklilik kararı kimin onayından geçmiş, kimlerin işine gelmiş bakmak zor olmasa gerek. Bunları istihbaratta çalışmayan ben bile düşünebiliyorsam…” “Varsayımlarla ilerleyemez kimse, gerçek bir kanıt bulmak zorundadır. Generaller tutuklanmış ama kimisi de yurt dışına kaçmış. Kendileri hiçbir yazışma, sesli kayıt bırakmadığı için iş çok zordu. Ki o dönemde kendini belli etmemiş daha onlarca asker var, her biri için aynı prosedür devam ediyor. Araştırılmak zorunda çünkü devletin çıkarları her şeyden üstün görülür.” “Araştır, araştır da çok büyük yanılacaksın Ahmet Kürşat. Benim babam şerefiyle bu vatana hizmet etmiş bir askerdir!” dedim gururla. Sesimi biraz yükseltince telaşlandı. “Şşt…” dedi uyarırcasına. “Biz de bunu kanıtlamak için uğraşıyoruz zaten, Meva!” Dehşetle karşısında kalakaldım. Bu da ne demekti şimdi? Madem öyle neden haklamaya çalıştıklarını söylemişti Gökalp? “Haklayacaktınız…” dedim hayretle. “Yahu, Meva…” dedikten sonra elleriyle gözlerini kaşıdı. Sanırım sakin kalmakta zorlanıyordu. “Bu bir jargon, o sırada aptal Gökalp’te gerçekten bunu yapacağımız için değil görevler doğrultusunda yapmak zorunda kalabileceğimiz bir ihtimal olduğu için söyledi. Senin duyacağını bilse dikkat ederdi…” “Sadece bir ihtimali dile getirdi yani? Ben duymasam da yanlış bir kelime seçimi…” dedikten sonra kollarımı birleştirip bakışlarımı boğaza çevirdim. İstanbul’un keşmekeşinden ayrışmış, yalın bir sessizlikle hüküm sürüyordu. “Biraz argo konuşabiliyoruz, bazen… O esnada görevi alalı sadece birkaç saat olmuştu. İkimiz de olayın altından neler çıkabileceğini bilmiyorduk. Sonunda bunu da yapmak zorunda kalabilirdik…” İnatla bana bakıyor, ne tepki vereceğimi çözmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Bunun üstüne yorum yapmamayı seçtim. “Şu anda tek bir amacımız var o da haksız yere görevinden ayrılmış bir komutanın suçsuzluğunu kanıtlamak. Zor da olmadı açıkçası. Önceki ekip yanlış yerlere bakmış yalnızca. Biz doğru olan neyse onu yapmak için uğraşıyoruz. Sadece senin baban olduğu için de değil, yanlış anlaşılmasın. Bu vatana namusuyla, şerefiyle, canını feda etmeye hazır bir şekilde hizmet etmiş bir adam için. İtibarın iadesi yapılmalı fakat zaten emeklilik işini saman altından yürütmüşler. Biliyorsun ki devletin tüm organlarına sızmışlardı, yaptıkları da ortada. Biz de görevimizi yaparak suçsuz bir adamın suçsuzluğunu kanıtlayacağız sadece bu kadar.” Bakışlarım yeniden ona döndü. “Yani, beni tanıdığın sırada böyle bir görevden haberin bile yoktu?” “Hayır, tabi ki yoktu Meva. Ne olursa olsun ben daima dürüst duygularla geldim sana. Hiçbir çıkarım olmadan, seni incitmek gibi bir niyetim olmadan sadece sen olduğun için…” Nefesim kesildi. Üstümdeki ağırlık neredeyse yok olacak gibiydi. “Peki bir şey soracağım…” dedim ona bakarken. “Dinliyorum.” “Ben tüm bunları duymasam yine de bana söyler miydin?” Sorumla çarpıldı. Aslında ben cevabımı aldım. Söylemezdi… “Seni korumak için söylemezdim. Benim yaptığım işi bilmek sana fayda sağlamazdı aksine daha kötü sonuçlar bile doğurabilirdi.” “Neden İstihbaratta çalıştığını söylemedin o halde? Ben öğrenmesem hiç söylemeyecek miydin?” “Elbet söylemek zorunda kalacaktım. Sonuçta seninle bir hayat paylaşmak istediğimi çok net bir dille sana söylediğimi düşünüyorum.” Nefesim kesildi. Bazen böyle cümleler kurup kalbime indiriyordu. Haksız da değildi gerçekten de istediklerini çok net anlatan bir adamdı. Gerek direkt gerekse dolaylı olarak… “Bir sırrın nelere mâl olduğunun farkında mısın?” diye sordu acı içinde bir tonla. Başını ağır ağır salladı yalnızca. Şimdi ben ne yapacaktım? “Seni zorlayamam, verdiğin karara da saygı duyacağım ama sen bilmesen de görmesen de yine de seni görmek isteyeceğim Meva. Şayet kararın yanımda kalmak olursa…” “Olmuyor, Kürşat. Ben yanında kalmak istedikçe hayat bir şekilde bizi ayırmayı başarıyor, görmüyor musun?” diye sorarken sesim hayata karşı kırgınlığıyla titredi. “Olmuyorsa olduracağız, Mübrem… İlerlemiyorsa ittireceğim, seni benden almak isteyenlere karşı dimdik duracağım. Gerekirse yanıma seni, karşıma tüm dünyayı almaya hazırım ben.” Ona yenilmeye meyilli yanım hevesle bu sözlerden sonra beyaz bayrağını çekmişti bile. Gözlerine bakarken içimde büyüyen hislerin farkındaydım. Elbette her şey öyle bir anda olmazdı, güven bir günde inşa edilemezdi ama istedikten sonra bunu da başaramaz mıydık? Aklımda onu suçladığım her suçta aslında benim de ona ettiğim haksızlıkları keşfettim. Kendini yalın bir şekilde açıklayışı aydınlanışıma vesile oldu. Niyetinin en başından temiz olduğunu bilmek yüreğimi hafifletti. Her şey, karşılaşmamız, hayatıma girişi bir yalan üzerine kurulu olsaydı şayet ben o binanın temelini baştan atamazdım ama Ahmet Kürşat başta da sağlam temeller attığı için sanırım şimdi karşımda söylediği her sözüne inanmayı istiyordum. Yalan söylemiyordu, artık yalan söylemek için bir sebebi yoktu sonuçta. Gerçekten yeniden kazanmak istediği için savaşan bir adam görüyordum gözlerinde. Ve sizin için savaşıldığını bilmek, değerli görüldüğünüzü bilmek bir lütuftu. Zamanında bunun yokluğunu iliklerime kadar hissettiğim için savaşmak isteyen birine şans vermemezlik yapamazdım. Çünkü ben bana şans bile verilmemişken savaşmıştım. Ona aynı acıyı reva göremeyecek kadar onu seviyordum… *** Görüşmemizden sonra Ahmet Kürşat benimle iletişime geçmek istediğinde artık onu reddetmiyordum. Mesajlarına geri dönüş yapıyor, aramalarını cevaplıyordum. Bu sefer daha sağlam adımlar atmak, güvenin temelini de sağlamlaştırmak istiyordum. Bazı şeylerin geç farkına varıp üzülmektense baştan adımlarımı sağlam atmayı yeğlerdim. “Abimin yüzü yeniden gülüyor,” dedi gözlerinde parlayan bir mutlulukla bana dönen Ayla. “Sanırım bazı buzları erittiniz?” Ne diyeceğimi bilemedim. Bizzat kardeşinin ağzından bunu duymak, onun da üzüldüğünü bilmek hem canımı yakıyor ama bir yandan da iyi hissettiriyordu. İstemsizce önceki deneyimleriyle karşılaştırıyordu insan. Ben yalnızca seven taraf olmuştum, sevilmek ne bilmezdim ki… Akif uzun zamandır sessizdi. Bu durum hoşuma gittiği kadar korkutucuydu da. Bir şeyler planlamadığına inanmak istiyordum. “Konuştuk,” dedim suyumdan bir yudum aldıktan sonra. “Sanırım tekrar deneyeceğiz ama bu sefer daha sağlam olması gerekecek her şeyin.” “Senin için göze alabileceklerini tahmin bile edemiyorum,” derken bakışları benden arkama doğru kaydı. Hülyalı bakışlarıyla kaşlarım havalandı ve meraklanıp arkamı döndüm. O esnada Menderes Bey ile göz göze geldik. Başıyla bizi selamladıktan sonra yanındakilerle yemek yemek için başka bir masaya geçtiler. “Sen de ister miydin hayatında senin için her şeyi yapabilecek birini?” diye sordum önüme dönüp arkadaşıma bakarken. Anında gözlerini kaçırdı ve birkaç saniye sonra da kızardığına şahit oldum. Kim istemezdi ki? “Sanırım benim kalbim hiç doğru, bana göre birini seçemiyor…” diye söylendi kendi kendine. Kaşlarım çatıldı bu sözleriyle. Kendine böyle bir şeyi reva görmesine izin veremezdim. “O da ne demek, Ayla?” Omuz silkti sözlerimin üzerine. Bakışlarına acı bulaşırken elindeki çatalla yemeğiyle oynamaya başladı. “İlk eşimi çok sevsem de aslında olmayacağını biliyordum. Ailesi daima birinci plandaydı, hiçbir şekilde benim özel olduğumu onlara göstermezdi aksine ailesinin yanında hep rencide edecek hareketler yapardı ama ben seçmiştim işte, çekmek zorunda olduğumu düşündüm. Çünkü en başında bile biliyordum ailesine düşkün birisi olduğunu. Ben böyle biriyle yapamayacağımı biliyordum ama kalbim yanlışta olsa seçmişti işte…” Kısa bir duraksamanın ardından bakışlarını kaldırıp yine Menderes Beyin olduğu tarafa çevirdi. Ardından bir soluk bıraktı. Çaresizliği bir nefeste gizlenmişti sanki. “Yine imkânsızın peşindeyim…” diye mırıldandı. “Asla olmayacağını bile bile denemek, pes etmekten daha zor. Bu yüzden pes ettim, Meva. Ben ne hallere düştüm, anlatmaktan utandığım şeylere maruz kaldığımda sustum. Şimdi vazgeçtim. Sonu hep hüsran…” İçim ezildi sözlerinden sonra. Bu kadar umutsuz oluşu canımı sıktığı kadar da acıttı. Böyle böyle pes ettiriyorlardı bizleri. Kadını susturmanın bir diğer yöntemiydi bu da. Eziyor, susturuyor, bezdiriyorlardı. Bezince de pes ediyorduk ve başarıyorlardı. Bu yüzden onlara inat pes etmek yoktu. Biz dimdik bir şekilde ayaklarımızın üzerinde duracaktık işte o kadar! “Yok öyle pes etmeler, vazgeçmeler hanım efendi!” dedim bir anda arkadaşıma doğru uzandım ve eğdiği başını kaldırıp onu gözlerime bakmaya zorladım. “Denemeden vazgeçmek yok. Bizim canımız daha fazla acımaz sanıyoruz ama acıyor, Ayla. Madem illa canımız acıyacak o zaman deneyip kaybettik diye olsun!” Bu konuşma her ikimizin de miladı olacak gibiydi. Ayla’nın çehresini aydınlatan o güzel gülümsemesini gördüğümde buna kanaat getirdim. İstesek her şeyi başarırdık biz, kimseye ihtiyacımız yoktu! Yemekten sonra yeniden işimizin başına döndük. Artık resmen İnsan Kaynakları Müdür Yardımcısı olduğum için elbette sorumluluklarım artmıştı fakat şikâyetçi değildim. Zaten ben bu hayatta pek şikâyetçi olmadığım için kaybetmiştim çoğu zaman… İş çıkışı Ayla’yla otoparkta karşılaştık yeniden. Ayaküstü kısa bir sohbet ettiğimiz sırada belimi saran kolu hissederek irkildim. Göz göze geldiğim arkadaşımın kıs kıs güldüğüne şahit oldum. Dehşetle kalakalsam da elbette kim olduğunu tahmin edebilirdim. Kendi kokusuna bulanmış parfümünün ince alt tonlarını bile ezberinde tutuyordu hafızam… “İyi akşamlar, hanımlar…” diye konuştuğu sırada başımı hafif arkama çevirerek ona döndüm. “Merhaba, güzelim.” Neyse ki belimden tutuyordu da düşmemek için bir desteğe sahiptim. Ufacık bir hareketi dahi aklımı başımdan alıyordu. “Merhaba,” dedim zar zor dönen dilimle. “Sizi yemeğe götüreceğim,” Gülümsemesiyle çarpılır gibi oldum. “Birinizin yeni işini, diğerinizin de terfiini kutlayacağız.” Dudaklarımda bir tebessüm belirdi o anda. Karşımda devrilmiş koca bir çınar gibi durmasının ne kadar canımı yaktığını bir kez daha hatırladım. Şimdi gülüşünde bir ışık mevcuttu. Güneşi kıskandırırdı… “İyi akşamlar.” Menderes Beyin sesiyle o tarafa döndük. Ahmet Kürşat’ın bedeniyle aramızdaki mesafe yok denecek kadar az olduğundan ne kadar gerildiğini hemen hissettim. Karnımın hemen üstünde duran elinin tutuşu sertleşmişti bile. “İyi akşamlar, Menderes Bey.” diyerek ilk konuşan Ayla oldu. Adama pür dikkat bakan Ahmet Kürşat, kardeşinin ses tonuyla hışımla Ayla’ya döndü. “İyi akşamlar, Menderes Bey.” Dedim hemen Ayla’dan dikkatini dağıtmak için. Neyse ki başardım. Bu sefer tepeden bakışlarını benim üstüme indirdi. Bakışlarındaki öfkeyi elbette seçebiliyordum. “İyi akşamlar,” diye ağzında geveledi yalnızca. “Ayla, yarınki toplantı için hazırladığın raporu gördüm. Çok başarılı, çok emek vermişsin ellerine sağlık.” “Çok teşekkür ederim, Menderes Bey.” Dedi sesindeki heyecanı ve kızarışını daha fazla gizleyemeyen Ayla. Ben gözlerimi sıkıca yumdum. Ahmet Kürşat ise şaşkınlıkla bir kardeşine bir de müdürümüze bakıyordu. Bizi başıyla selamladıktan sonra yanımızdan uzaklaşan adamın ardından uzun uzun bakma niyeti varsa da boğazımı temizleyip araya girdim. “O zaman kimin arabasıyla gidiyoruz?” diye sordum şirinlikle. “Burada bırakmayalım arabaları şimdi, herkes kendisi gelsin.” Dedikten sonra abisine son bir bakış atan Ayla adeta kaçarcasına yanımızdan uzaklaştı. Ardından onunla baş başa kaldık. Bana bakarken tek kaşı havalandığında ciğerimdeki hava adeta buharlaştı. Yakacaktı çıramı… “Bu neydi?” diye sordu bildiğimden emin bir şekilde. “Ne?” dedim tamamen saf bir rol oynarken. “Ulan ben sevdiğim kadını koruyayım derken meğer adam bacıma yazılıyormuş!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD