Yâr

3568 Words
Şaşkın bakışlarım arasında vicdanımda bir hüzün ararken buldum kendimi ama Akif öyle şeyler yapmış, öyle şeyler söylemiş, öyle çok kırmış ki beni esamesini dahi bulamadım. Elbette kızımın özbeöz babasını sevmesini isterdim çünkü eksikliği hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar derindir fakat babasının da kızıma aynı şekilde kıymet vermesini beklerdim. Beni aldatmasını konunun dışında tutuyordum, bu şimdilik yalnızca bana yaptığı yanlıştı ama kızım büyüdüğünde, gerçekleri öğrendiğinde ona da yapılmış bir yanlış olduğunu bilecekti. Bizi daha o küçücükken evin içinde tek bıraktığını, en ufacık meselede çekip gittiğini, beni dinlesin diye yalvarırken duymazdan geldiğini, sorunlarımızı çözebilmek için çırpınırken o okyanusta benim boğulmama izin verdiğini ben unutmayacaktım. Yalnızca beni değil, kızını da terk etmişti. Bir insan evladından aylarca habersiz yaşayabilir miydi, Akif yaşamıştı! Elbette kızım daha küçüktü ama çocuklar bizim düşündüğümüzün aksine her şeyin farkındaydılar. Kızımın dudaklarından dökülen ve beni saatlerce ağlatabilecek o sözler de buna kanıttı. Beni defalarca babası yüzünden ağlarken görmüştü. O bile üzülmemem, ağlamamam için yalvarırken babasının hiçbir şekilde çabalamadığını biliyordu. Aksine işleri zorlaştırmayı seçmişti Akif. Farkındalığıydı ona bu sözleri söyleten. Çocuktur zaten anlamaz diyorduk ama anlıyordu ve anladığı bunca şeyin onun hayatında nelere yol açacağını bilememek beni korkutuyordu. Bizim sorunlarımız gelecekte onun travmaları olacaktı. Bu yüzden eş seçerken ilerideki çocuklarımıza aynı zamanda baba seçtiğimizi daima hatırlamalıydık. Ben bir hata yapmış, gençlik heveslerimle harekete geçmiştim. O zamanki duygularımın yeterli olacağını zannetmiş ve yanılmıştım. Tek başına sevmek yetmiyordu. Sevilmeyen bir kadının çocuğu olmaksa en çok o küçücük çocuğa zarar veriyordu. Bunu deneyimle öğrenmekti beni üzen yoksa Akif’in haline üzülecek değildim. Yaptıklarıyla gözümde bir gram kıymetini bırakmamıştı. Daima en büyük pişmanlığım olacaktı onu kızıma baba olarak seçmek… “Senin burada ne işin var?” diyerek ilk konuşan babam oldu. İpek’in doğum gününe davet edilmemişti, bu benim kızım için planladığım bir organizasyondu artık kızım için bile ona katlanmak istemediğimden çağırmamıştım. Çok istiyorsa görebileceği gün kızı için bir plan yapabilirdi ama Akif her zamanki bencilliğiyle buradaydı işte. Kızının en güzel gününü yine gölgelemek istiyordu. Gülizar Teyze ve eşini de davet etmiştim elbette, onların bir suçu yoktu sonuçta. “Akif, sana buraya gelmeyeceksin demedim mi?” Akif’in babası ve annesi hemen arkasında durmaktaydı tam o esnada ben başta fark etmemiştim. Babası Vahit Amca çok öfkeli görünüyordu. Akif’in kolunu tuttuğu gibi kendine çevirmiş ve öfkeyle bağırmıştı. Daha fazla öylece duramayacağım için kimsenin mâni olmasına izin vermeden hızlı adımlarla yanlarına gittim. “Bugün İpek için çok kıymetli bir gün, kızımın üzüleceği hiçbir şey yaşanmamasını istiyorum. Derhal buradan defol Akif!” diye tısladım tam önünde durduğumda. “O benim de kızım…” dedi hayal kırıklığı ile bakan gözleriyle. Bir gülme aldı beni. Bazen bu cümlesi çok komik geliyordu gerçekten. “Aksini kimse söylemedi. Ben buna rağmen şu an burada olamayacağını söylüyorum sana, Akif!” derken sesim beklediğimden bile sert çıktı. Tolerans yoktu artık! “İpek’i tutar mısın, Berra?” diyen Ahmet Kürşat’ın sesini duydum. “Ben oğlumu alıp gideceğim, Alparslan lütfen kusura bakmayın.” Diyen Vahit Amca yine çok mahcup görünüyordu. Her hareketiyle yine ailesini utandırıyordu Akif. “İpek benim de kızım!” diye bağırdı bir anda Akif. Kimse bunu beklemiyordu. Tam önümde bağırmış olduğu içinse irkilmeme sebep oldu. Bir adım geri çekilecekken beni sıkıca tutan adamın dokunuşunu tanıdığımda içimdeki endişenin yavaş yavaş suyunu çektiğini hissettim. “Çocukları çıkarttık endişelenmene gerek yok, güzelim.” Böyle bir anda bile hâlâ beni düşünüyor olması yüreğimin mutlulukla göğüs kafesimde takla atmasına sebep oldu. Öyle bir adamdı ki, öyle bir insandı ki her an kendine hayran bırakabiliyordu. Beni benden bile daha çok düşünüyordu. Beni geçtim, kızımı bile… “Kızın, öyle mi? Madem kızındı da ne diye aylarca arayıp sormak aklına gelmedi, Akif?” Ben Ahmet Kürşat’ı tutayım derken babamın adeta köpürerek konuşmasıyla şaşkına döndüm. “Sen benim kızımı aldattın, sen kendi kızını bile aldattın alçak! Hangi yüzle buraya gelip konuşuyorsun!” Annem, babamı kolundan tutmuş Akif’in üstüne atlamasını engelliyordu. Ağladığını o an gördüm. Annemin gözyaşlarını görmek göğsümün sıkışmasına sebep oldu. Öyle bir hataydı ki benimki yalnızca kendi hayatımı da etkilememişti. Benimle birlikte ailemi de üzmeyi başarmıştı Akif. “Madem biliyordunuz neden söylemediniz o zaman çok kıymetli kızınıza?” diye bağıran Akif’e şaşkınlıkla döndüm. Yüzsüzlüğü karşısında dilim tutuldu. “Ulan senin yaparken utanmadıklarını ben söylemek isterken utandım karaktersiz herif ama merak etme, kızımı yanında bırakmayacaktım elbette. Zaten evine de uğradığın yoktu, biz bir yolunu bulmaya çalışırken kızım meğer hiçbir şeyi bilmeden istemiyormuş artık seni. Yediğin bokla kızımı daha fazla üzmektense zaten senden kurtulduğunu bilip bunun vicdan azabıyla yaşamayı seçtim!” Gözlerim yaşlarla dolarken ebeveynlerime bakakaldım. Elbette bunu en başından söylemeleri gerekirdi ama bir ebeveyn olarak onları da anlıyordum. Enkazını gördüğünüz bir binayı daha fazla yıkamazdınız. Onlar da kalıntılarım arasından daha kolay çıkabileyim diye susup bunun vicdan azabıyla yaşamayı seçmişlerdi. Belki seçim hakkı onların bile değildi ama bir kızım vardı, bunu kötü niyetle yapmadıklarını sadece evlatlarını düşündüklerini biliyordum. Onlara kızamazdım. Ben elimde valizlerle, kucağımda kızımla kapılarının önünde dikildiğimde tek bir soru sormadan beni yeniden kollarının arasına almışlardı. Bunu her ebeveyn yapmalıydı ama bu ülkede yapmıyorlardı. Bu ülkede kadınlar yeniden baba evlerine dönemedikleri için koca evlerinde ölmeye razı gelmek zorunda bırakılıyordu! Bu ülkede yaşamak için çocuklarının gözleri önünde yalvaran hemcinslerim vardı, kan ve revan içinde hem de! Ne olursa olsun onlara bunun için kızamazdım, minnetim her zaman daha büyük olacaktı. “Bunu da mı yaptın, Akif?” diye soran Vahit Amcanın gözlerindeki dehşeti görebildim. “Ben nasıl bir günah işledim de senin gibi bir evladım oldu?” Babasına kırgınlıkla döndü Akif. Bakışlarındaki ifadeyi net bir şekilde herkesin gördüğüne emindim. Bu sözleri duymayı kendisinin seçtiğinin dahi farkında olamayacak kadar gözü kör olmuştu. “Ben nerede hata yaptım, ben nerede yanlış yaptım… Sen bu hale nasıl geldin, oğlum?” derken gözyaşları içinde zar zor konuşabildi Gülizar Teyze. Onların hallerine de üzülmeden edemiyordu insan. Kim evladının bu kadar iğrenç yüzünü görmek isterdi ki? “İpek, benim kızım…” derken son derece çaresiz görünüyordu Akif. “Babalık doğurtmakla mı oluyor, Akif? Sen kendi öz evladına babalık bile yapamamışsın ki! Şimdi sen bin kere de aynı şeyi söylesen, kızın senin ona baba olmanı istemiyormuş.” Dedi dolu gözleriyle Vahit Amca. “Meva’nın hayatına burnunu sokmaktansa kızına babalık yapmış olsaydın bunlar olmazdı. Ne iyi bir insan ne iyi bir baba olamamışsın. Git buna yan sen…” Sözlerinin hemen ardından gözyaşları içindeki eşini de alıp gitti Vahit Amca. Daha fazla utancı kaldıramayacaklarını biliyordum. Kendi babasından duyduğu sözleri ise sindirememiş görünüyordu Akif. Bunca yanlışı üst üste yapabilmiş olmasına inanamıyordu insan. Hem eskiden hayat arkadaşı olan kadına hem de evladına… “Git artık,” derken sakin çıkıyordu Ahmet Kürşat’ın sesi. “Daha fazla olay çıkmadan, git. Kızının doğum gününü kutlamak istiyorsan onu görebileceğin zamanda onun için özel bir şey yap. Kızının babasına ihtiyacı var ve emin ol, kimse gerçek babasının yerini tutmaz, tutamaz.” Onun sözlerinden sonra gözyaşlarımı tutmam daha da zorlaşsa da bir şekilde yine de başardım ağlamamayı. Dönüp ona bakan gözlerimde minnetten başka bir duygu yoktu. Taş kesilmiş Akif’in kalbi ne kadar anlardı bunca sözden bilmiyordum ama haklı olmak güçlü olmaya benzemiyordu. Haklı olmak vicdanda ne büyük bir rahatlıktı öyle. Biliyordum ki ben haklıydım, biliyordum ki yanlışı hiçbir zaman ben yapmamıştım. Şimdi düşünme sırası Akif’teydi. Ben çok düşünmüştüm, hayatımı daha fazla onun sınırlarına bağlı yaşayamayacağıma da böyle karar vermiştim. Şimdi sıra ondaydı… Akif, kısaca orada bulunan herkese baktıktan sonra bana döndü. Ben artık onun pişman bakan gözlerine inanmazdım. Çok pişmansa kızıma iyi bir baba olma borcunu yerine getirirdi, gerisi umurumda bile değildi. Kızımın babasının onda bıraktığı eksiklikleri bir başkasında araması yalnızca onun canını yakmıyordu. Ahmet Kürşat’ı bu kadar benimsemesi elbette çok güzeldi ama konu bundan ibaret değildi. Akif, kızımı eksik bırakmıştı. Kızımsa küçücük yaşında bu eksikliği gidermek için çareler aramaya başlamıştı. Onunla kan bağı olmamasına rağmen böylesine ilgilenen Ahmet Kürşat’sa ona liman olmuştu işte. Bu o kadar üzücü bir şeydi ki… Babasının ona vermediği her şeyi bir gün yine dışarda ararken başına kötü bir şey gelse, kötü bir insana denk gelse kim verecekti bunun hesabını? Ebeveyn olarak çocuğumuza iyi birer anne ve baba olma borcumuz vardı. Sonuçta onları bu dünyaya getirmeyi biz seçiyorduk. “Git, Akif…” dedi bu sefer üstüne basa basa Ahmet Kürşat. “Yeniden karşı karşıya gelmeyelim!” Bu sözlerin üstüne son olarak Ahmet Kürşat’a bakan Akif ses etmeden çıkıp gitti. Gidişinin ardından geçen birkaç dakika sessiz ve donuk olsa bile neyse ki sonradan biraz daha toparlayabildik. Çocuklar yanımıza tekrar geldiğindeyse her şey daha da güzel oldu. Onların neşesi bize de bulaştı. “Babam gitti mi anne?” diye sordu İpek. “Gitti, kızım ama hafta sonu göreceksin elbette.” Derken o güzel saçlarını okşayıp onu öpücüklere boğdum. “Seni yine ağlatmadı değil mi, anne?” O çaresizlikle titreyen sesi yüreğimin orta yerinde çınladı. Onu böylesine yaraladığımız için bir kez daha öfkelendiğimi hissettim. Bunca şeye şahit olmamalıydı, bunları yaşamayı hak etmemişti… “Ağlatmadı, annem. Baban anneyi ağlatmaz ki…” derken yalanıma neredeyse ben bile gülecektim. Öyle bir ağlatmıştı ki bazen içim çıktı sanıyordum da ah edemiyordum işte sırf kızım anlamasın diye ama başarısız olmuşum. Kızım meğer her şeyi anlıyormuş zaten. “Ağlama, anne. Sen hep gül.” Diyerek boynuma sıkıca sarıldı. Hemen kollarımla daha sıkı sardım kızımı. Bu dertlerle uğraşmak için ne kadar küçüktü oysaki ama biz ebeveyn olarak başaramamıştık işte… Kızıma karşı her zaman mahcup olacaktım, her zaman suçlu hissedecektim bu yüzden. “Anneyi hep güldürelim biz, Fıstığım. O zaman ağlayamaz…” Ahmet Kürşat’ın arkamızda durduğundan haberim olmadığından sesini ilk duyduğumda irkildim. Onu duyar duymaz başını omzumdan kaldıran kızımın kıkırtılarıyla kulaklarım şenlendi. Boynumu saran kollarını hemen çözüp Ahmet Kürşat onu alabilsin diye uzattı. Ahmet Kürşat ise kızımın bu isteğini yine karşılıksız bırakmadı ve hızlıca kızımı kucağına aldı. “Güzel Abini gördün tabi sat hemen anneyi,” derken onlara doğru döndüm. “Annemi hep güldürürsek ağlamaz mı, Güzel Abi?” diye sordu kızım beni duymazdan gelip. “Ağlamaz tabi, Fıstığım. Biz anneni hep güldüreceğiz,” derken o içimi eriten bakışları yeniden beni buldu. “Oley!” diyerek ellerini çırpıp tiz bir çığlık attı güzel kızım. O esnada onu öpücükleri ile aynı annesi gibi mest etti Güzel Abisi. Bakışlarımız yeniden buluştuğunda teşekkür edercesine ona baktım. Çocuklarla çok iyi anlaştığını zaten biliyordum ama kızımın ve benim gönlümü böylesine çalması hâlâ beni şaşırtmayı başarıyordu. “İyi ki varsın,” dedim dudaklarımı oynatarak. Sözlerimle yüzünün aydınlandığını görmek bile beni heyecanlandırıyordu. Dudakları mutlulukla kıvrılırken usulca kucağında kızımla beraber yanıma gelip oturdu. Kulağıma doğru fısıldadığı sözlerle adeta dilim tutuldu. “İyi ki bana yârsin…” *** Berra’nın bu yaz yapılacak düğünü için yine bir hafta sonu alışverişe gelmiştik. İpek, bugün babasıyla olacaktı. Onca edilen sözden sonra ne yapacağını bilmiyordum. Bugün İpek’i almak için ailemin evine geldiğinde kapıyı ben değil babam açmıştı. Onu görmediğimden de ne yapabileceğini tam kestiremiyordum işte. “Gelinlik seçmek ne zormuş…” diye söylene söylene yanıma geldi kardeşim. “Gelin oluyorsun tabi, kolay mı?” dedikten sonra güldüm. O da sözlerime güldükten sonra farklı mağazalarla devam ettik. Sonunda tükendiğimizde ise bir yere oturup kahve içmeye karar verdik. Bu esnada da sohbet ediyorduk elbette. “Akşam ne yapıyorsun?” diye sordu pipetini ısırırken Berra. Ona kıstığım gözlerle baktım. Bu manidar bakışları niyeyse hiç hayra alamet gibi görünmedi gözüme. “Ahmet Kürşat ile yemek yiyeceğiz.” Dedim sakin bir ses tonuyla. “Senin evinde mi?” “Hı hı…” dedim yalnızca. “Baş başa mı?” dedi heyecanla yerinde kıpırdanırken. Yeniden bir bakış attım kardeşime fakat pek oralı olmadı. “İlk defa yapmıyoruz sonuçta Berra, neden bu kadar fazla tepki veriyorsun?” derken tek kaşım benden bağımsız bir şekilde havalandı. Sırıtışı bir anda kıpkırmızı kesilmeme sebep oldu. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken kaşlarım hızla havaya kalktı. Ben nasıl imasını anlayamadığımı da bilemedim. Bu kız bazen insanı çilede çıkartmakta dünya markasına dönüşüyordu. “Berra!” dedim uyarır bir tonla. “Ne var canım?” dedi omuzlarını silkerken. “Sonuçta ikiniz de genç, sağlıklı ve yetişkin insanlarsınız. Olabilir böyle şeyler…” “Ablanı utandırmaktan keyif almamalısın, bu çok ayıp!” dedim ters ters. “Nesi ayıp?” dedi gerçek bir şaşkınlıkla. “Bu dünyanın en normal olayı!” “Ben sana Bahadır’la ne yaptığını hiç soruyor muyum? Sonuçta siz de genç, sağlıklı ve yetişkin insanlarsınız!” derken karşımda bir anda kıpkırmızı kesilişini keyifle seyrettim. “Aynen öyle, canım. İşte böyle bir his! Artık sen de biliyorsun.” Kıkırdamadan edemedim kardeşimin bu haline. Kendi kazdığı kuyuya düşmüştü şimdi, hiç acıyamazdım. “Çok kötüsün, abla!” “Sen kadar…” deyip göz kırptım. Kahvenin ardından annemin de bize katılmasıyla alışveriş daha da bir eğlenceli hal aldı. Berra’nın annemi çileden çıkartıp bir de bununla eğlenmesine gül gül mahvolduk. Annem de kızmış gibi görünse de bıyık altında güldüğünü görebiliyordum ama otoritesini de sarsmıyordu asla. Keyifli alışverişimizin ardından onlarla vedalaşıp evimin yolunu tuttum. Yolda durup akşama yapacağım yemek için markete uğradım. Almam gerekenleri bitirdikten sonra eve geçtim. Üstümü değiştirip saçlarımı tepeden ev topuzu yapıp hazırlıklara giriştim. Mutfaktaki işimi tamamladığımda masayı hazırladım. Sıra kendime geldiğinde kalbimde pır pır eden bir heyecanla odama yöneldim. Kuşkonmaz rengi (yeşilin bir tonu) ip askılı uzun elbisemi giymeye karar verdim. Elbise yapısından ötürü yılan derisi misali tüm vücudu saran türdendi. Kumaşı yumuşak ve inceydi. Topladığım saçlarımı açıp güzelce taradıktan sonra sırtıma doğru attım. Sabahki kadar dalgalı olmasa da hâlâ kıvrımları belli oluyordu. Makyajımı tazeledim ve aynada son kez görüntüme baktım. Gördüğüm aksimden memnun bir şekilde gülümseyip yeniden mutfağa geçtim. Salata ve meze tabaklarını almış salondaki masaya yerleştirirken kapımın çalınmasıyla yüreğim hızlı bir şekilde atmaya başladı. Elimdekileri acele bir şekilde masaya yerleştirdikten sonra birbirine dolanan ayaklarım yüzünden düşmemeyi başarıp kapıya ulaştım. Kapı deliğinden baktığımda gördüğüm manzarayla nefesim kesildi. Derhal kapıyı açtım. Bir elini kapının pervazına dayamış, başı hafif yere eğilmişti. Üstünde siyah kot ceket, siyah pantolon, siyah bir tişört olduğunu gördüm. Onun yanında ne kadar renkli kalmıştım böyle. Yanında sarkan elinde tuttuğu çiçekleri gördüğümde dudaklarım hızla yukarı doğru kıvrıldı. Başını kaldırıp gözlerimle buluşturduğunda nefesinin kesildiğine net bir şekilde şahit oldum. Kısa bir süre hiç nefes almadan bana baktıktan sonra dişlerinin arasından derin bir nefes çekerken gözlerini yumdu. Etrafım onun kokusuyla çevrelenirken gözlerini yeniden araladı. “Karşında her seferinde dizlerimin bağı çözülüyor, Mübrem. Ben ezelden sana yenilmişim…” Sözleriyle kalbimi tekletti daha ilk andan. Ona bakan gözlerimde sevdanın küllerinden alevlenişi görülebilirdi zannımca. Yüreğim ona doğru kanat çırpıyor, kaderim bile onu gördüğü anda gülümsüyordu. Somurtmak benim ne haddimeydi? “Hoş geldin,” dedim mutluluktan ne yapacağımı bile bilemezken. “Sen de…” dedi ve duraksadı. Ne demek istediğini anlayamadım ta ki o açıklayana kadar. “Hayatıma çok hoş geldin.” “İçeri geç, lütfen.” Diyerek kapıdan usulca çekildim. Sözümü ikiletmeden derhal içeri girdi. Ardından elindeki çiçeği bana uzattı. Beyaz lalelerin mis kokusu genzimi doldurdu. Hemen elinden alıp burnuma doğru götürdüm. “Saf sevgiyi aktarmanın en güzel yolu beyaz lale derler…” diye konuştuğu sırada evin kapısını kapatıyordu. “Çok bilinmeyen diğer anlamı ise kalbini kırdığın birinin gönlünü almak için de tercih edilmesidir.” Bakışlarım şaşkınlıkla ona döndü. Her şeyi nasıl bu kadar en ince detayına kadar düşünüp hesapladığını anlayamadım bir kez daha. Bu adam her hareketiyle beni şaşırtmayı nasıl başarabiliyordu? “Kürşat…” dedim nazlanır gibi bir sesle ismini uzatarak. “Ömrüne yol olsun, Kürşat. Gecene ay, gününe güneş olsun be Mübrem.” Sözlerinin ardından belimi saran kolunun dokunuşuyla içim ürperdi. Gözlerim hissettiğim hislerin yoğunluğuyla kapandığı an dudaklarının dudaklarımın üstündeki ıslaklığını hissederek yüksek sesle ağzının içine doğru inlememi engelleyemedim. Elimdeki çiçekleri o an için umursayamadım. Kollarımı boynuna sararken bedenimi de onunkine yasladım. Öpüşüne aynı şekilde karşılık verirken içimde yükselen şehvetin elbette farkındaydım. Ateş parçasıymışçasına yanan dudaklarında hayat bulmak, o hayatta seve seve yanmakta sevdaya dahildi işte. Onunla her şey güzeldi. “Öyle çok seviyorum ki seni…” diye mırıldandım öpüşmemiz sırasında. “Ben uğruna değil canımı, herkesinkini feda edebilecek kadar.” Sözlerinin ardından öpüşü daha da sertleşti. Dudakları ardından boynuma doğru kayarken önce çeneme uğradı. Oraya ıslak, cayır cayır yakan öpücüklerini sıraladıktan sonra boynuma geçti. Öptüğü yeri önce yakıp ardından ıslak dokunuşuyla serinletiyordu. Dokunuşu altında erimeden duramıyordum. “Yemek?” diye sordum cılız bir sesle. “Sen varken mi?” Cevabıyla daha da tutuştuğumu hissettim sanki mümkünmüş gibi. Bu adam bizi cayır cayır yakmaya ant içmiş gibiydi. Nihayet zevk dolu eziyet bittiğinde adeta adım atmaya bile mecalim kalmamıştı. Birkaç dakika kolları arasında soluklandıktan sonra anca kendime gelebildim. “Çok sıcak oldu,” diye saçmaladım. “Ben senin yanında yanmaya alışkınım.” “Verdiğin cevaplar daha sıcak olmasına neden oluyor,” deyip kıkırdadım. “Yanmayalım mı, güzelim?” Titrediğimi hissettim. Bu adam bazen bana kendimi bile unutturuyordu. “Yanıyoruz.” “Ben senle sönemiyorum.” Elimdeki çiçekleri bir vazoya yerleştirdikten sonra masanın köşesine koydum. O esnada Ahmet Kürşat’ın elinde dikkatimi çekmeyen tatlıyı dolaba koyuşunu seyrettim. Aklım öyle bir başımdan gidiyordu ki bazı şeyleri gözden kaçırabiliyordum işte. “Neden bu kadar güzelsin?” Masaya oturmuş, çenesini birleştirdiği ellerine yaslamış ve pür dikkat beni seyrediyordu. Her sözüyle tenimin ısısının arttığını hissediyordum. “Kürşat…” dedim yine aynı nazlı sesimle. “Gözümü bir an dahi çekmek istemiyorum üstünden. Bir anını kaçırırım diye ödüm kopuyor.” “Nefesimi kesiyorsun…” dedim yüzümün kıpkırmızı olduğundan emin bir sesle. “Nefesim senindir, al benimkini çek içine.” Ah bu adam… Dengeden geriye hiçbir şey bırakmıyordu bende. Öyle güzel seviyordu ki şımarmak istiyordunuz. Daha çok sevsin daha çok konuşsun diyordunuz. Ben de işte tam öyle bir andaydım… Yemeğe nihayet başladığımızda her lokmasıyla beğeni dolu nidalar dökülüyordu dudaklarından. Onun yemek yiyişini seyretmekten bir iki lokma dışında bir şey yiyememiştim resmen. Sevilmek, desteklenmek, takdir edilmek, beğenilmek ne güzel şeymiş meğer… Yemeğin ardından masayı beraber topladık. Ahmet Kürşat, kot ceketini çıkarttığında altındaki tişörtünün bedenini nasıl da sıkı sıkıya sardığına şahit oldum. Tişörtü hafif yukarı doğru kıvrılmış olsa da çok net bir şekilde vücut kıvrımlarını görebiliyordum. İnsanın ağzının suyunu akıtacak cinstendi… Kendimi sakinleştirdikten sonra usulca bulaşıkları yerleştiren adama yardım etmeye başladım. O esnada sıradan bir konudan sohbet ediyorduk. Birbirimize günümüzün nasıl geçtiğini ve nicesini anlatıyorduk. Biz çifttik, gerçek bir çift! Bu gerçek beni her seferinde sarsıyordu cidden. Düşüncelere daldığım bir an belimde hissettiğim ellerin dokunuşuyla irkildim. Bakışlarımı kaldırdığımda dudaklarındaki çarpık gülümsemeyle bana bakan adamla şaşkına döndüm. Beni mutfak adasına oturttuğu sırada hâlâ aynı şekilde bakmaya devam ediyordum. “Kahve yapayım mı bize?” diye sordu. Sorusuyla iyice afalladım. “Tuzlu kahveyi sen yapacakmışsın gibi sordun?” derken sırıtmamı gizleyemedim. “İçmez misin elimden bir tuzlu kahve, güzelim?” Kıkırdamadan edemedim bu sözleriyle. Bu adam gerçekten beni şaşırtmaktan vazgeçmeyeceğe benziyordu. “İçerim tabi neden olmasın.” Dedikten sonra ona göz kırptım. Parmağının kenarını yavaşça burnumun ucuna vurduktan sonra o da bana göz kırpıp derhal kahve yapma işine girişti. Tahmin ettiğim gibi Türk Kahvesi yapmayacağını diğer kahve makinesini çalıştırmasından anladım. İkimiz için de kahveleri hazırladıktan sonra benimkini tezgâhın üstüne yanıma koydu ve tam karşımdaki tezgâha yaslanıp kendi kahvesinden bir yudum aldı. Kahveyi beğenmiş olacak ki gözlerini yumup beğendiğini belli eden bir ses çıkarttı. “Senin yanında her şeyin tadı bir başka,” dediği an gözlerini açıp direkt bana baktı. “Seninleyken de öyle. Hayatımın kefareti gibisin. Doğru bildiğim ne varsa yanlış olduğunu seninle öğrendim. Sevilmek neymiş ben seninle tattım, Kürşat.” Kahvesini içerken beni dikkatle dinliyordu. Son sözlerimi duyduğunda elindeki kupayı bırakıp usulca yanıma yaklaştı. Ellerini iki yanıma yasladıktan sonra usulca üzerime eğildi. Yüksekte oturmama rağmen uzun boyu sayesinde hâlâ bana tepeden bakabilmesine inanamadım. “Hak ettiğinden daha azını kabullenme, Mübrem. Sen bundan bile fazlasını hak ediyorsun, inan bana.” Dedikten sonra uzanıp küçük bir buse kondurdu burnumun ucuna. “Daha seni gördüğüm ilk an bile biliyordum çok kıymetli olduğunu. Ve o ilk an bile biliyordum vazgeçilmez olacağını.” “Kürşat…” dedim adeta eriyen bir sesle. “Sen kaçınılmazdın, seni sevmek kaçınılmazdı Meva. İlk kez görmüştüm seni ama sanki ruhumla bir tanışıklığın vardı. O ilk an nasıl çarpıldığımı anlatabilecek bir dil bu dünya üzerinde yok, olamaz da. O gözlerinde titreşen endişe, korku ve kimsenin göremediği isyankâr kıvılcımların… O an biliyordum sen asla vazgeçilebilecek biri değildin.” Yüreğim her sözüyle daha da hızlanıyordu sanki. İçime sığmıyordu hissettiklerim, düşündüklerim ben sevdamdan taşıyordum adeta. “Kader seni kendi ayaklarınla bana getirmişti ya işte o gün kader ile hiçbir anlaşmazlığımız kalmadı…” “İyi ki kader beni sana getirmiş o zaman,” dediğim sırada usulca üzerime eğiliyordu. “Daha güzel bir iyi ki olamaz, sevgilim.” Dudaklarımız yeniden birbirini bulduğunda bunun öncekilere nazaran farklı olduğunu biliyordum. Daha derin, daha anlamlı, daha olgundu. Tutuşu bile daha hassas, dokunuşu buna nazaran daha yakıcıydı. Ellerinde erimekten memnun bana sunduğu her şeyi keyifle alıyordum. Bunu yaparken büyük bir memnuniyetle tüm sevgimi ona veriyordum. Öpücüğüyle adeta sarhoş oluyordum. Başımı döndüren bir yanı vardı. Yanıma sabitlediği ellerini tezgâhtan çekip beklemediğim bir anda beni bacaklarımdan tutup kucağına aldığında bir çığlık döküldü dudaklarımdan. Sıkıca boynuna sarılırken bir an bile öpücüğümüzü kesmemize müsaade etmedi. Giderek daha da tutuşan bedenlerimiz bir sonraki an Ahmet Kürşat’ın çalan telefonuyla sönecek gibiydi. Homurdanan adamı duyduğumda usulca geri çekildim. Gözlerinin içine bakarken kıkırdamadan edemedim. Hoşnutsuz suratı istediğini alamamış bir çocuğu andırıyordu. “Bak hadi telefonuna,” dedim gülmeye devam ederken. Pantolonunun cebinden telefonu çıkarıp göz ucuyla baktığında usulca beni tezgâha geri bıraktı. “Bunu açmak zorundayım,” dedikten sonra mutfaktan çıkışını izledim. Nefes nefese arkasından bakarken bunun işiyle ilgili olduğunu anladım. Sakince onu bekleyecektim. Çok beklememe de gerek kalmadı. Acele bir şekilde mutfağa girdiğinde gidişiyle silinen gülümsemem yeniden dudaklarıma oturdu. “Özür dilerim, tam da böyle bir anda gitmem gerektiğini söylemek hiç olmuyor ama acil bir iş çıkmış. Derhal oraya gitmem gerekiyor.” Diye sözlerini sıraladı nefes nefese. Oturduğum tezgâhtan inip yanına gittim. Avucumun içini sakallı yanağına yasladım ve okşadım. “Önemli değil, mühim olduğuna eminim. Sen şimdi git, yapman gereken işi hallet ve bana yeniden geri gel. Seni bekliyor olacağım.” Sözlerimin ardından eğilip dudaklarını alnıma bastırdı. Öpüşüyle gözlerimi yumup derin bir nefes çektim. Ona veda ederken bu vedanın ne kadar süreceğinden habersizdim. “Geleceğim, Mübrem. Ben daima sana geleceğim.” “Gel, lütfen hep gel…”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD