Maktulün sevgilisi ve ihbarı veren kişi olan Kerim Kutlu’ya bakarlarken, zamanın kendi etraflarında durduklarını hissediyorlardı.
Kerim, yirmi yedi yaşında genç biriydi. Gözlerinin şişkinliğinden saatlerce ağladığı belli oluyordu. Artık gözleri ağlamaktan morarmış ve o kendine özgü maviliğini kaybetmişti. Cesedi bulduğunda şoka uğramış, hala daha o şoku atlamadığı içinde bir noktaya donuk bir şekilde bakması gözlerden kaçmamıştı. Bu süreçte herkes bir köşeye geçip düşüncelere boğulmuştu.
Ada, cinayete ilk verdiği tepkiye göre her geçen saniyede daha da alışıyor, olayları itinayla sindirmeye çalışıyordu. Özgür Komiserle yaptığı ayrıntılı konuşma aralarında oluşan gerilimi açıkça gösteriyordu.
Özgür Komiserin ara sıra Ada’ya yan gözle bakıp tekrar önüne dönmesi de cabasıydı. Açıkça Özgür Komiser geriye çekilmişti. Bunu gören Ada’da yüksek özgüveni kendine saklamayarak, renklenen yüzüne bu başarıyı gülümsemeyle gösteriyordu.
Tabii acısı olan bir adamın karşısında gülümsemek hiç etik değildi.
“Öncelikle başınız sağ olsun.” dedi Ada nazik bir ses tonuyla.
Özgür Komiserin odada gezen şüpheci gözleri üç kişinin arasında dayanılmaz bir gerginlik oluşturuyordu.
“Ekip arkadaşlarımızdan duyduğumuza göre Sare’yi bulan sizlermişsiniz. Nasıl oldu? Olayı en baştan anlatır mısınız?”
Kerim, kirpiklerine yapışmış ıslak gözlerini kurulamak için elini yüzüne getirerek derin bir soluk aldı. Az önce döktüğü yaşlardan ve olayın şokundan dolayı kayıp olan kişiliği tekrar yerine gelmişti. Üçe vurulmuş saçlarına ve üzerindeki siyah tişörtün kırışıklığını incelerken ikisinin de sabah aynı evde olduklarına yemin edebilirdi.
Vücudu yapılı, oturuşu dik ve her an selam duruşuna kalkacak gibi duruyordu. Bu da asker ya da ona benzer bir meslek yaptığını gösterir nitelikteydi. Ama şöyle bir durum vardı? Sabah aynı evdelerse o zaman Sare nasıl öldürülmüştü?
“Ben dün geceden beri onunlaydım. Sabah kalktığımda o uyuyordu, koşuya çıktım ve geldiğimde hala daha uyuyordu. Onu rahatsız etmeden kahvaltıyı hazırlamak istedim, çünkü dün gece çok zor zaman geçirdi. Sadece biraz da olsa onu mutlu etmek istemiştim.”
Tekrar gözyaşlarına boğulan adamı telkin etmek için ona su uzattı Ada.
“Anlıyorum.”
Kerim suyu alırken Ada’nın nazik hareketi karşısında biraz rahat hissetse de yine de çekinceleri vardı. Gözleri ağır hareketlerle uzaklara bakarken sabahı düşünmeye çalıştı.
“Sonra kahvaltıyı hazırladım ve taze ekmek almak için yarım saatliğine dışarıya çıktım. Geldiğimde kapı açıktı ve o…”
Yutkunarak gözlerini kapatınca gözlerinden damlalar süzüldü. Ada onu görünce içten içe canı yansa da hiçbir şey demeden beklemeye devam etti. O da bundan yıllar önce ona sorulan sorulara cevap vermekte zorlanmıştı. Hem de küçük bir kız çocuğuyken… Bu adam bu kadar kötüyse o yaşlardaki kız çocuğu ne yapardı kim bilir?
“Dün gece çok zor zaman geçirdi dedin, ne demek istedin?” dedi aniden araya giren Özgür. Ada’nın gözleri yanındaki umursamaz adama kaydı.
“Şey, biz ailesiyle tanışmaya gitmiştik. Aslında daha önceden tanışmıştık ama bu daha farklıydı. Ben ona evlenme teklifi edecektim. Bu yüzden ailesinden izin almak ve kaynaşmak için yemek yedik. Ancak yemekten sonra Sare, bir anda ağlamaya ve öfkeyle saldırmaya başladı. Onu durdurmak için her şeyi yaptım ancak kendini toparlamakta zorlandı.”
“Kavga sizin aranızda mı oldu yoksa ailesinin evinden mi başladı?”
Gerilen zaman ve evdeki ekiplerin sessiz ilerleyişi Kerim’in sessizleşmesiyle birlikte duyulur hale gelmişti. Özgür sorduğu sorularla bir mantık ilerleyişine gitmeye çalıştığı buradan baktığında bile anlamak zor değildi. Çünkü evde bir kavga varsa belki de bu kavga tüm olayların başladığı nokta olabilirdi.
“Galiba orada başladı. Hatırlamıyorum, bazı şeyler çok bulanık.”
“Peki sevgilinizin bir düşmanı ya da ona kin güden biri var mıydı?”
Kerim, dudaklarına yerleştirdiği ellerini yapışmış kirpikleriyle ve ağlamaktan şişmiş gözleriyle uyumlu bir hale getirerek donuklaştı. Düşüncelerde boğulduğunu ya da düşünmek istediği şeyleri ağlamaktan bulanıklaşmış zihninde, elde tutulabilir bir hale getirmeye çalıştığı buradan belli oluyordu. Ancak bir süre sonra bir şey bulamadığını gösterecek şekilde başını salladı.
“O herkes tarafından sevilirdi. İlkokul öğretmeniydi ve ona hayran bir sürü öğrencisi vardı. En başta çocukları çok severdi, onun kadar iyi kalpli bir öğretmenin ne gibi düşmanı olabilir ki Komiserim?” dedi Kerim çatallaşan sesiyle birlikte. Ada anlıyorum dercesine başını sallarken Özgür tatmin olmamışçasına kıpırdandı.
“Eğer iyi kalpli ve herkes tarafından seviliyorsa kim öldürdü o zaman, ben mi öldürdüm?”
Ada’nın ve Kerim’in gözleri aynı anda Özgür Komisere döndü.
“Nasıl yani?” diye kaşlarını çatan Kerim’in anlamsız bakışları Özgür’ün üzerinde gezdi.
“Bak, içeride bir ceset var. Kimin öldürdüğü belli olmayan bir ceset ve biri belli ki bir sebepten dolayı iyi kalpli öğretmeninizi öldürmüş. Çünkü benim literatürümde de bir insan hiçbir insanı sebepsiz yere öldürmez, yani demek ki o kadar da iyi değilmiş.”
“Ne demek istiyorsun sen?” diye yükseldi Kerim. Ada eliyle oturmasını işaret ederken ikaz eden gözleri Özgür’deydi.
“Demek istediğim şu, hareketlerine ve görüşüne bakılırsa askeri bir eğitim almışsın ve saçlarında üçe vurulmuş. Demek ki askersin.”
“Astsubay.”
“İyi ya,” dedi ellerini açarak. “Bizim işimizi de az çok anlarsın, sonuçta ikimizde neredeyse aynı işi yapıyoruz. Vatanımıza hizmet ediyoruz. Şimdi de bir insanın cinayetini çözmek istiyoruz.” diyerek açıklayıcı bir şekilde kendini aktardı.
Ada hiçbir şey demeden Özgür’ü izlemeye devam etti. Çünkü ilk defa böyle bir polisle karşılaşıyordu.
“Benden ne yapmamı istiyorsunuz?”
Özgür, öne doğru kaykılarak ellerini önünde bağladı.
“Sadece gerçekleri istiyoruz, neden her şeyi en baştan anlatmıyorsunuz?”
**
Saatler sonra olay yerinden ayrıldıklarında saat dördü bulmuştu. Uzun ve değişik bir günün ardından böyle bir vakayla karşılaşmak herkesin harcı değildi. Ölen kişinin neden öldüğü belli değildi bir kere ve daha aydınlanmamış olaylar vardı. Kerim’in anlattıkları çok ayrıntı barındırmıyordu, bu yüzden önce ailesiyle, sonra arkadaşlarıyla ve en sonda da çalıştığı okulla görüşmeleri gerekiyordu.
Ama öncelikle Ada, şu umursamaz adamla uğraşmalıydı.
İçinde barındırdığı öfkesi Özgür’ün üzerinde gezerken, ilerleyen adımları sanki yerde çatlaklar oluşturuyordu. Acısı olan bir insanın bu kadar üzerine gitmek doğru muydu, orasını bilmezdi ama sarf ettiği sözler hiç mantıklı değildi.
“Bunu nasıl bu kadar rahat yapabilirsin?” dedi dişlerini gıcırdatırken.
Özgür’ün rahat ve kendinden emin adımları arkasındaki kızın öfkeli sesini duymasıyla birlikte ağırlaştı.
“Neyi?”
“O adamın acısı varken neden onun üzerine o kadar gittin ki? Zaten bildiği her şeyi anlattı.”
Özgür, gerinirken yüzüne de hafif bir gülümseme ekledi.
“Yeni olduğun o kadar belli ki. Ben sadece işimi yaptım yeni yetme. Asıl işini yapmayan sensin.”
Ellerini cebine koyup tekrar yürümeye başladığında Ada’da ona doğru hızlı adımlarla ilerledi.
“Ne saçmalıyorsun sen?”
“Senin o sizli bizli lafların son buldu galiba.”
Ada kaşlarını çattı.
“Şöyle bir baktım da sen saygıdan falan anlamazsın.”
“Ha şunu bileydin.” dedi alayla.
Her alaylı hareketi Ada’nın öfkesini daha da arttırıyordu.
“Hâlâ daha küstah konuşuyor ya, bir de adamın üzerine giderek görevini yaptığını söylüyor.”
Özgür yavaşça başını sağa doğru yatırırken bir gözünü kısmayı da ihmal etmedi. Karşısındaki kızın polisliğini sorgulayan bir ifadeyle yüzündeki o şüpheciliği arttırdı.
“Polisliği kaç yıl yaptın?”
“Beş, ne oldu?”
“Hayatın boyunca hiç suçlularla karşılaşmadın mı sen?”
“Karşılaştım.” diyerek sorduğu sorunun mantığını aradı.
“Ee, o zaman neden suçluları bilmiyormuş gibi davranıyorsun. Bu durumlar insanlara hayat dersi vermeye benzemez, hatta sokakta kovaladığın adamlarla övünmeye de benzemez.” deyince aklına aniden manşet haberi geldi. O abartılı başlıklar altında olan fotoğrafı…
“Okudunuz mu?”
“Oo, bakıyorum da tekrar sizli konuşmalara geri döndük.”
Ada, gözlerini devirirken batan güneşin yaydığı soğuk havayla ellerini deri ceketinin içine koydu. Bu adamla konuşmaya çalışmak, kendi kendine duvarla konuşmaktan daha beterdi. Belki alaycı tavrı bu kadar baskın olmasa onu ciddiye alabilirdi ama sanmıyordu. Çünkü hiçbir şekilde onu ciddiye alacak kadar önemsemiyordu.
“Sana güzel bir ders vereyim, Komiserim.” dedi Özgür sessizliği bozarak.
“Psikopatların ve suçluların birden fazla özelliği vardır. En önemlisi de çok iyi yalan söyleyebiliyorlar. Hatta o kadar iyi yalan söylüyorlar ki bir zaman sonra kendileri de o yalanlara inanmaya başlıyorlar.”
“Ne demek istiyorsun? Kerim yalan mı söylüyordu yani?”
“Söylediklerine yalan diyemem, ama tamamını da doğru veya eksiksiz anlattığını sanmıyorum. Sadece… Bir şeyler saklıyor.” diyerek duraksadı.
Yönünü Ada’ya çevirirken, “Otopsi raporlarına ve bulduğumuz kanıtlara güvenebiliriz anca. Sen daha çok yenisin Komiserim. İşleri öğrenince her şey çok daha eğlenceli ve tereyağından kıl çekiyormuşsun gibi olacak. Böylece sende beni yalnız bırakmış olacaksın.” dedi.
Düşünceler içerisinde Özgür’ün dediklerini zihnine kazımaya çalışırken bir anda son dediğiyle birlikte başını kaldırdı.
“Ne? Bu da ne demek şimdi? Beni göndermeye mi çalışıyorsunuz?”
Özgür Komiser, yüzüne eklediği sinsi gülümsemeyle birlikte Ada’nın çatık kaşlarına bakarken Galip Başkomiserle birlikte girdikleri iddiayı hatırladı. Eğer kazanırsa Ada geldiği gibi gidecekti. Eğer Galip Başkomiser kazanırsa da Ada istediği kadar burada kalmaya devam edecekti.
Ama buradan bakınca bu kız zeki duruyordu. Çabuk ve hızlı bir şekilde bu vakayı çözerdi. O zaman da gidiş biletini almış olurdu. Bunu düşüncesiyle birlikte o sinsi gülümseme tekrar gerçek bir gülümsemeye evrildi. Arkasından gelen Ada’yı beklemeden adımlarını hızlandırarak arabaya doğru ilerledi.
Ada’da peşine takılmış giderken aniden onu durdurdu.
“Sen taksiyle gel.” dedi ve arkasında bile bakmadan arabaya binip uzaklaştı.
Ada, sadece onun arkasından bakakalmıştı. Tamam, kendi arabası olsa böyle çekip gitmesi normaldi ama kaçırdığı araç ekip aracı olunca bu tam tersi bir durum oluyordu. Ekip araçları ekibe ait olurdu. Ama tabii söz konusu Özgür Kahraman olunca akan sular dururdu. Çünkü o kimseyi dinlemezdi değil mi?
O bu soğukta büroya kendi başına nasıl geri dönecekti şimdi? Arabasını da karakolun önünde bırakmıştı. Keşke bilseydi arabasıyla gelirdi ama… İşte, nereden bilecekti ki böyle bırakıp gideceğini? Geriye dönüp ellerini cebine koydu. Zaten bu saatten sonra da karakola gitmek hiç içinden gelmiyordu.
Tekrar bir cinayeti gözden geçirmek istiyordu. O otopsi raporu çıkana kadar bu süreçte elleri bomboş olacaktı. Daha ailesiyle de görüşmemişlerdi, ki büyük ihtimalle diğer ekip arkadaşları çoktan ifadelerini almışlardı. Geriye sadece düşünmek kalmıştı.
Sare’nin başından vurulmuş hali aklına gelince, annesinin yüzü de onunla birlikte gelmişti. Çok değil bundan on beş yıl önce yaşamıştı her şeyi. Normal bir akşam yemeğinden sonra birlikte otururken babasının telefonu çalmasıyla başlamıştı olaylar ve kısa bir süre sonra da ev kurşun yağmurunun altında kalmıştı. Annesi ilk kurşunun kurbanı olarak gözünün önünde ölürken babasının ölümü ise ondan daha kötüydü.
Belki de Kerim’e bu kadar içerlenmesinin sebebi buydu. Yapmamalıydı aslında. Duygularını bu işe karıştırmamalıydı ama durduramıyordu. İçindeki kükreyen yangınları söndüremezken yapamıyordu. -Ne kadar o adamın haklı olmasına katlanamasa da- Özgür haklıydı.
Bu işe duygularını kattıkça sonuca hiç varamayacaktı. Üstüne üstlük amacına ulaşamadan onu buradan göndermekte istiyordu bir de.
Ama sonuçta ilk vakasıydı değil mi? Daha öğrenecek çok şeyi vardı.
Uzun bir süre yolda tek başına yürüdükten sonra en sonunda sıcak bir kahve almak için, önüne gelen ilk dükkânda durakladı. Ağır ve solgun yüzüyle, sıcak dükkâna girerken kafasındaki şapkayı çıkartmayı da ihmal etmedi. Uzun zamandır sadece şapkanın tuttuğu o gece kadar siyah olan saçları omuzlarından aşağıya dere gibi döküldü.
“Vay canına,”
Kulaklarına hayret dolu bir erkek sesi gelince, en sonunda düşüncelerinden sıyrılarak sesin sahibine baktı. Genç ve yakışıklı bir barista elindeki karton bardakla birlikte öylece ona bakıyordu. Etrafına küçük bir göz attıktan sonra sırada ondan başka kimse olmadığını fark edince gözlerini çocuğa çevirdi tekrar.
“Bana mı dediniz?”
“Kusura bakmayın, saçlarınızın bu kadar güzel olacağını düşünmemiştim. Kendimi tutamadım.”
Ada kaşlarını çatsa da sesini çıkartmadan baristanın önünde doğru ilerledi.
“Ne alırdınız?”
“Latte.”
Elindeki şapkanın tozunu silkelerken derin bir iç çekti. Özgür’ün sorduğu sorudan sonra Kerim pek bir şey söyleyemese de bazı ipuçlarından bahsetmişti. Öncelikle ailesiyle birlikte olan bir olaydan sonra Sare’nin çok tuhaf bir şekilde değiştiğini, sonra da okulda bazı sorunlar yaşadığını öğrenmişti. Bu demek oluyordu ki; önce aileyle konuşmaları, sonra da okulla konuşmaları gerekiyordu.
Belli ki bu üçlü arasında gidip gelmişti her şey. Belki de olay aslında göründüğü kadar karmaşık değildi. Bir şekilde çözülecekti bu. Öyle ya da böyle bir şekilde…
“Bakar mısınız?” diye itinayla çağıran sesi duyunca daldığı noktadan ayrılıp, çocuğa çevirdi gözlerini.
O anda ilk defa birinin göz renginin bu kadar güzel olabileceğini düşündü. Çenesinin hafif keskin inişi ve yüzünün temizliği dokunulmaz olarak göstermişti kendini. Ama kim bilir kaç kalp kırmıştı bu yüzle.
“Adınız nedir?” dedi çocuk tekrar bir umutla. Ada, saçmalamayı bırakıp boğazını temizledi.
“Ada.”
“Ada,” Bardağın üzerine ismi yazarken yan gözle Ada’ya bakmayı da ihmal etmedi. “Bugün pek de iyi bir gün değil, heh!” dedi kalın dudaklarını mırıltıyla oynatarak.
“Hayır değildi,”
Saçının bir tutamını kulağının arkasına koydu Ada.
“Uğraşmam gereken çok şey var.” diyerek kollarını stantlardan birine yasladı.
“Polissiniz galiba.” dedi çocuk kahveyi bardağa doldururken.
“Ya, nereden anladın? Dedektif misin yoksa?” dedi alayla.
Yüzüne eklediği gülümseme sönerken alayla söylediği sözleri aniden saçma buldu. Kendini yerin dibine sokmak için böyle bir şey arıyordu resmen. Bu sözün ardından nasıl tepki vereceğini tahmin etmesine bile gerek yoktu. Bazı şeyleri batırdığı gibi esprileri de batırabiliyordu. Bu da onlardan biriydi.
“Bilmem, olmak isterdim ama.” deyince Ada utançla alt dudağını ısırdı. “Çünkü sizin gibi güzel bir kadının gizemlerini çözmeyi çok isterdim doğrusu.”
Böyle bir şeyi beklemeyen Ada aniden şaşkınlığını yüzüne yansıttı. Kahveyi tezgâha koyarken de konuşmasına devam etti.
“Bu benden olsun.”
Gözlerini baktığı yerden ayırır ayırmaz çocuğun temiz yüzüyle karşılaştı.
Yüzüne eklediği nefes kesici gülümsemesiyle birlikte, kahveyi Ada’nın önüne doğru ittirdi ve tekrar işine dönerken hâlâ o nefes kesici gülümsemesini devam ettiriyordu. Ada, az önce ne yaşadığını anlamak için büyük bir uğraş verdiği sırada, kahvenin üzerinde yazılı olan numarayı fark etti. Altında da küçük bir mesaj vardı.
“Ne zaman istersen ara beni.”
Bu hayatında aldığı ilk ama bir o kadar da komik numara verme şekliydi. Kendini kahkaha atmamak için zar zor tutarken çoktan gülümsemesi yayılmıştı yüzüne. Birinin, hatta hiç tanımadığı birinin onu güldüreceği aklının ucundan bile geçmemişti bunca zaman. Ama ilk defa yüzünü güldüren bir insan olduğundan dolayı bu durumdan memnundu. Çünkü bunca zaman onu bu denli kimse güldürmemişti.
Hiçbir şey söylemeden kafeden çıktığında akşamüzeri olmaktaydı. Gün kendini kırmızılığa teslim edip İstanbul semalarını tatlandırırken, yine adımlarını kaldırım taşlarının üzerinde gezdirmeye devam etti.
Hayatın rengi birçok açıdan değişikti. Bazen pembeyken, bazen mor oluyor, hatta tamamen siyaha dönebiliyordu. O bu aralar pembe değildi, mor olmaya da hiç gerek duymuyordu.
Sadece siyahtı, karanlık ve yıkıcı bir siyah…
Ama bazen o siyah rengin değişmesine ihtiyacı vardı. Çünkü hayat bir zaman sonra acıdan ibaret değildi, olamazdı da. Hayat değişiyordu. İnsanlar değişiyordu. Artık o da değişmeliydi.
Cebindeki telefonu çıkartarak karton bardakta yazılı olan numarayı yazdı. Arama noktasına geldiği sırada parmağını orada bekletti. Aramakla aramamak arasında gidip gelirken bir anda kendini yeşil simgeye basarken buldu ve sonrasını düşünmeden telefonu kulağına getirdi.
Telefon bir çalmada hemen açıldı. O derinden gelen etkileyici sesi duydu.
“Bu kadar erken aramanı beklemiyordum doğrusu.”
Sesinin tonu az öncekinden daha samimi ve sıcak geliyordu.
“Ne zaman istersen ara dedin.”
Alt dudağını utançla dişleyerek etrafına bakmaya başladı. Arkasındaki dükkândan onu gördüğünü biliyordu ama yine de ilerlemek için bir harekette bulunmuyordu.
“Evet, dedim ama bu kadar erken… Bu beni bile şaşırttı.”
Ada bunu duyunca yaptığı şeyin tuhaflığını kavrayarak bir adım geri gitmeye çalışsa da yine de bunu yaptığı için pişman değildi. Sonuçta numarasını araması için vermişti, değil mi?
“Bir şeyler içmek ister misin?” diye sordu çocuk. Telefonun ardından gelen nefes alışını duyunca nedensizce gülümsedi. Rüzgâr saçlarını yavaş yavaş dalgalandırırken elinde duran ve henüz hiç içmediği kahveye baktı.
“Ama zaten bir kahvem var.”
“Benim de var.” dedi çocuk ve Ada’da o anda arkasına dönerek dükkânın içine baktı. Çocuğun ona kocaman gülümsediğini gördü. Elindeki kartonu yavaş hareketlerle sallarken de sevimli duruyordu. Kendini istemsizce ona gülümserken bulmuştu ve bu ucuz numarayı yuttuğu için pişman olmadığını düşündü.
Adımları tekrar kafeden içeriye girerken bütün gün yaşadıklarını ve geçmişini kısacıkta olsa unutabilmişti. Adının Mert olduğunu öğrendiği çocukla birlikte güzel bir sohbetin başlangıcını yaparken hayatı bambaşka bir yöne evirildiğini görebiliyordu.
Ve uzun zaman sonra ilk defa kendini pembe hissediyordu.
Hayatın ne getirdiğini kimse bilemezdi ama getirdiklerine de artık kucak açma vakti gelmişti.