Ethan’dan
Defne’nin hastalığını öğrendiğim andan itibaren, içimdeki tüm dünya paramparça olmuştu. Doktorun söylediklerini tekrar tekrar düşünürken beynimde yalnızca tek bir şey yankılanıyordu: Onu kurtarmalıyım. Her şeyimle, tüm varlığımla, bütün imkanlarımla onu yaşatmak için savaşmalıydım. Onu kaybetmeyi düşünmek bile dayanılmaz bir acıya neden oluyordu. Kalbimdeki bu derin korkuyu bastırmak için harekete geçmek zorundaydım.
Kendimi toparlayıp yanımda oturan Carter’a döndüm ve “Carter, bana dünyanın en iyi onkologlarını bul. Şu anda en etkili deneysel tedaviler nelerse onları öğren. Kimden yardım almamız gerekiyorsa, hangi kapıyı çalmamız gerekiyorsa, öğrenmek için ne gerekiyorsa yap.” dedim, sesim sakin ama içindeki kararlılık keskin bir bıçak gibiydi.
“Ethan, elbette araştırırım.” dedi Carter, biraz duraksayarak. “Fakat bu süreç zor olacak dostum. Belki Defne deneysel tedavilere sıcak bakmayabilir. Ama biz yine de elimizden geleni yapacağız.”
“Carter,” dedim, sesimdeki çaresizlik git gide artarken. “Ne gerekiyorsa yap. Para, zaman, kaynak... Hiçbiri umurumda değil. Sadece bir yol bul. Onu kurtarmalıyız.”derken derin bir nefes aldım. Carter omzuma babacan bir şekilde dokundu ve cebinden çıkardığı telefonuyla yanımdan kalktı. Yanımdan uzaklaşarak birini arayıp telefonu kulağına götürdü. Arkadaşım şimdiden araştırmaya başlamıştı bile.
Onun gidişiyle koridorun sonundaki pencereden dışarı bakarken, gece çökmek üzereydi. Dışarıdaki manzara bulanıktı, tıpkı zihnim gibi. Defne için bir şeyler yapmam gerekiyordu. Onu hayatta tutmak için yapabileceğim her şeyi yapmalıydım.
Birkaç saat içinde Carter geri döndü. Elinde bir tablet vardı, içinde uzun bir listeyle yanıma geldi. “Ethan, dünyanın en iyi doktorları ve onkologlarıyla iletişime geçtim. Birçoğu, Defne’nin durumuyla ilgili daha fazla bilgiye ihtiyaç duyuyor. Ayrıca bir deneysel tedavi listesi çıkardım. Fakat bunların riskleri ve başarı oranları oldukça değişken.”
“Tüm riskleri göze alacağız.” dedim tereddütsüz. “Doktorlar nerede? Onları buraya getirebilir misin?”
Carter başını salladı. “Evet, birçoğu kabul etti. Bir kısmıyla da yarın görüşmelerimiz olacak. Ancak Ethan… bu süreç biraz zaman alacak.”
Zaman… İşte en büyük düşmanım buydu. Zamanı durdurmak ya da geriye çevirmek mümkün olsaydı, bunu Defne için yapardım. Fakat dünyada sahip olamadığım tek şey zamandı.
Doktorların izniyle Defne’nin odasına girdiğimde, gözlerim hemen ona kaydı. Bembeyaz çarşafların içinde, o narin bedeni sessizce yatıyordu. Solgun yüzü, odadaki steril beyazlıkla neredeyse bir olmuştu. Yavaşça yanı başına oturduğumda onu daha yakından görmek, kalbimi sıkıştırmış içimdeki çaresizliği daha körüklüyordu.
Ellerini usulca avuçlarımın içine aldım. Hâlâ hafif bir sıcaklık vardı ama eskisi kadar değil. Onunla şimdi konuşmak isterdim, ona ne kadar güçlü olduğunu söylemek… Ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Onu bu hâlde görmek, içimde yıkıcı bir boşluk yaratıyordu.
“Defne…” dedim, sesim neredeyse bir fısıltıydı. “Seni kaybetmeyeceğim. Seni yeni bulmuşken gitmene izin vermeyeceğim.”
Bedenim, onun yanında otururken sanki taş kesilmiş gibiydi. Ama zihnim sürekli çalışıyordu. Onun için neler yapabileceğimi, kimlerden yardım isteyebileceğimi düşünüyordum. Tekrar telefonumu çıkardım ve Carter’a bir mesaj daha gönderdim: “Hangi araştırma laboratuvarları bu konuda öncüyse, hemen bağlantı kur. Beklemek istemiyorum.”
Telefonu masanın üzerine bıraktım ve tekrar Defne’ye döndüm. Gözlerim, onun yüz hatlarında gezinirken hafifçe iç çektim. Saçları yastığa dağılmış, teni neredeyse şeffaf bir hâl almıştı. Bu kadar kırılgan ve zayıf görünmesine rağmen, onun ne kadar güçlü olduğunu biliyordum. Fakat o güçlü kadın savaşmayı bırakmış gibiydi. Bense onun yıkık savaş alanına tüm silahlarımla dalmaya hazırdım. Onun siperlerini sevdiğim kadın koruyamıyorsa ben koruyacaktım.
Bir süre sessizce oturdum. Makinenin monoton bip sesleri, odadaki tek ses kaynağıydı. O uğursuz ses aklıma bir mıh gibi çakılıyordu. Şimdi geriye tek birşey kalmıştı. Onun uyanmasını beklemek...
Kaç saat boyunca başında oturdum bilmiyorum. Onun nefes alışını dinlerken, kalbimde bir tür huzur bulmaya çalıştım.
Defne’den
Hayatım hep bir koşuşturma içinde geçmişti. Şu andaysa etrafımda her şey olağanüstü bir güzellikteyken dinlenmek için müthiş bir mekandaydım. Göz alıcı bir ışık cennet gibi bir yerin her köşesini aydınlatıyordu. Gözlerimi kısmak zorunda kalacak kadar parlak, ama aynı zamanda huzur verici bir ışıktı bu. Yumuşacık bir rüzgar, üzerime ipekten dokunuşlarla dolanıyordu. Çiçeklerin kokusu öylesine yoğundu ki her nefeste ruhuma işliyordu. Ayaklarımın altında, sanki bulutların üzerinde yürüyormuşum gibi hissettiren yumuşacık bir zemin vardı. Uzakta, masmavi bir gökyüzü sonsuzluğa uzanıyordu ve bu büyülü manzarayı çevreleyen bir huzur denizi vardı.
Ama içimdeki tuhaf bir boşluk hissi, bu kusursuz cenneti anlamlandırmama engel oluyordu. Bu kadar mükemmel bir yerde neden huzur bulamıyordum? Bir eksik vardı. Kalbimde, tarif edemediğim bir sıkışma hissediyordum. Sonra fark ettim: Ethan. Onu göremiyordum. Cennetim tamamlanamamıştı, çünkü Ethan yanımda değildi.
"Ethan!" diye seslendim. Sesim yankılanarak etrafta kayboldu. Rüzgar, adını taşıyan yankılarımı alıp götürüyordu. Etrafta onu bulmak için dolanırken, bir anda her şey hareket etmeye başladı. Çevremdeki manzara değişiyor, çiçekler solup yok oluyordu. Ayaklarımın altındaki yumuşak zemin, çatırdayarak sertleşiyor, üzerimdeki gökyüzü kararıyordu. Panikle etrafıma bakındım, ama onu göremedim.
"Ethan!" diye tekrar bağırdım, bu sefer sesim çaresizlikle doluydu. Ama hiçbir cevap alamıyordum. Yalnızlığım büyüdükçe, cennetim de parçalanıyordu. Renkler soluyor, çiçekler çürüyor, gökyüzü karanlığa gömülüyordu. Her şey bir kaosun içine sürükleniyordu. Kalbim göğsümde çılgınca atarken, bir korku beni ele geçirdi. Ethan’a bir şey olmuş olmalıydı. Onu bulmam gerekiyordu. Şimdi hemen!
Koşmaya başladım. Ayaklarım, artık taşlaşmış zeminde yankılanıyordu. Etrafımdaki her şey bir girdap gibi dönerken, Ethan’ın adını tekrar tekrar haykırıyordum. Gözlerimle onu arıyor, her yerde onun siluetini görmeye çalışıyordum. Ama hiçbir şey... hiçbir işaret yoktu. Kalbim daha hızlı atıyor, nefesim kesiliyordu. İçimde tarifsiz bir korku büyüyordu. "Ethan, neredesin? Lütfen duy beni!" diye fısıldadım bu sefer, boğazım düğümlenmişti.
Birdenbire, önümde keskin bir ışık belirdi. O kadar parlaktı ki gözlerimi kısarak bakmak zorunda kaldım. Bu ışık, sanki beni içine çekiyordu. İçimden bir ses, Ethan’ın bu ışığın ardında olduğunu söylüyordu. Ona ulaşmak için daha hızlı koşmaya başladım. Ama ne kadar hızlı koşarsam koşayım ışığa yaklaşamıyordum. Adımlarım hızlandıkça nefesim daha da daralıyordu. Kalbim göğsümde bir çekiç gibi çarparken, “Ethan!” diye son bir kez bağırdım. Sesim bağırmaktan çatallaşsa da bu girdabın içinde yankısı bile duyulmadı.
Işığa bir adım daha yaklaşmaya çalıştığımda, birdenbire zeminin altımdan kaydığını hissettim. Ayaklarım yerden kesiliyor, düşmeye başlıyordum. Düştükçe, o ışık üzerime daha da yaklaşıyordu. Ve tam ışığın içinde kaybolduğumu düşündüğüm anda…
Gözlerimi açtım.
Keskin beyaz ışık yine oradaydı, ama bu sefer tavan lambalarından gelen steril bir hastane ışığıydı. Burnuma keskin bir dezenfektan kokusu doldu. Neredeydim? Ne olmuştu? Derin bir nefes almak istedim, ama ciğerlerim sanki kilitlenmiş gibiydi. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ellerim yanımdaki yatak çarşafını kavradı. "Ethan?" diye mırıldandım, sesim neredeyse bir fısıltı şekilde çıkmıştı.
Gözlerim hızla etrafı taradı. Odanın beyaz duvarları, monitörlerin kesik kesik gelen sesleri ve odanın köşesinde duran birkaç makineyi gördüm. Ama tam o anda, sol tarafımdan gelen hareket dikkatimi çekti. Döndüğümde, gözlerim onunla buluştu.
Ethan, yatağımın hemen yanındaydı. Gözleri endişeyle doluydu. Saçları karışmış, yüzündeki yorgunluk derinleşmişti. Ama o gözler… o gözler, içimdeki fırtınayı anında yatıştırdı. "Defne!" dedi, sesi titrek ama yumuşaktı. "İyi misin, ağrın var mı?"
Ona bakarken, rüyamda hissettiğim o derin korku yeniden zihnimde canlandı. Ama şimdi buradaydı. Yanımdaydı. Ellerimi usulca tuttu ve sımsıkı kavradı. O sıcak dokunuş, kalbimdeki tüm o karmaşık duyguları yatıştırdı.
“Ethan…” dedim, sesim çatlamıştı. Gözlerim dolmuştu, ama bu sefer mutluluk gözyaşlarıydı. "Seni buldum. Seni buldum."
Ethan, gülümsedi ama gözlerindeki endişe hala geçmiş değildi. "Ben buradaydım, Defne. Hep buradaydım. Ve seni asla bırakmayacağım."
Bu sözler, kalbimde yankılanırken, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Rüyamdaki cennet yıkılmış olabilir ama burada, Ethan’ın yanında, gerçek cennetin ne olduğunu anlamıştım.