~Carl~
Son birkaç dakikadır, adeta omletiyle didişen oğlumu, kaçamak bakışlarımla izliyorum. Çok sessiz ve gergin. Bu haline hepimiz yabancıyız. Normalde kahvaltıda çok neşeli, enerji dolu olur ama bu sabah fazlasıyla sessiz. Biliyorum, dünden beri çok gergin aslında ama çabuk atlatırdı, bu kadar uzun sürmezdi. Böyle olmasının mutlaka Megan ile ilgisi var.
Peggy ile arada bir meraklı ve daha çok endişeli bakan gözlerimiz buluşuyor. Omuzlarını kaldırıp, bırakıyor ve o zeytin karası gözlerini deviriyor.
Roy'un yanımıza gelmesinin ardından çok geçmeden Megan'da mutfağa geldi ve o, gayet keyifli görünüyor. Hatta fazlasıyla keyifli olması dikkatimden kaçmıyor.
Mutfağa girer girmez oldukça neşeli bir günaydın çekti hepimize ve bir an gözleri, Roy'a takıldı. Resfleksle dönüp Roy'a baktığımda onun bu günaydını hiç duymamış, hatta Megan orda değilmiş gibi davrandığını gördüm. Sadece kısacık bir an gözleri Megan'ı buldu, belli belirsiz bir baş selamı verdi. Sonrası sessizlik. Kesin yukarda bir şeyler olmuş. Oğlumun arada bir adeta burnundan soluması tamamlıyor bu düşüncemi. Elbette ne olduğunu öğreneceğiz.
Ve şimdi Megan, Andy ile heyecanlı, bir o kadar da neşeli bir sohbette. Sanki okul sıralarında oturan ve aklı fikri şeytanlıkta olan yaramaz çocuklar gibiler. Birbirlerini daha yeni tanıyor olmalarına rağmen kırk yıllık dostlar sanki.
Andy'e bakıyorum ve onu böyle keyifli görmekten çok mutluyum.
İster istemez onu çoğu zaman babasıyla içten içe kıyaslarım ama düşüncelerimi asla ikisiylede paylaşmam, gerekte olmaz zaten.
Roy, Andy'nin yaşında çiçeği burnunda yeni evli genç bir adamdı ve o yaşlarda bile kırk yaşındaki bir insanın olgunluğuna sahipti. Ağırbaşlıydı, sakindi ve bu özellikleriyle herkesin saygısını, sevgisini fazlasıyla kazanmıştı. Yakışıklıydı, dikkat çekiciydi, kasabanın kızları hatta bazı evli kadınlarının hayranlığını kazanmıştı. Bazılarının iç çekerek ona baktığına defalarca şahit olmuştum.
Andy'e baktığım zaman, benim tatlı torunum...o her yaşta olması gerektiği gibi yaşadı tüm yaşlarını. Annesiz büyüyor olmasının eksikliğini ona hissettirmemeye çalıştık hepimiz. Arada bir şımartttığımızda oldu ama Roy, o her zamanki ön görüsüyle bunun fazla sürmesine izin vermedi, hoş Andy'de sanki annesizliğini biliyormuşçasına, tıpkı babasının bebekliği ve çocukluğundaki gibi sakindi.
Ona ağaçtan oyup, yaptığım tüm o atlar, sığırlar, arabalar hala odasındaki 'kıymetlilerimin yeri' dediği ahşap rafında durur.
Şimdi yirmi birini süren bu genç adam, heyecanlı, hırslı, atik, neşeli ve daha hayattan ne istediğini bilemeyecek kadar tecrübesiz, yani sanırım babasıda bende öyle düşünüyoruz. Kimbilir belki de bizim gözümüzde hala çocuk olduğu içindir.
Kızlarla arasıda iyi keratanın. Onunla kasabaya alışverişe gittiğimizde daha iyi anlıyorum bunu. Güleryüzlü, şakacı ve espirili diliyle kızların oldukça ilgisini çekiyor, ehh birde babasının gençliğinin kopyası sanki. Elenor'un burnunu ve dudaklarını almış, birde o derin bakışlarını.
Gözlerim doldu yine.
~Andy~
Megan'ı dinlerken, bu kızı ilk gördüğüm andan beri ondan hoşlandığımı hissediyorum ve onunla ilerleyen zamanlarda çok daha iyi anlaşacağımı biliyorum.
Ehh benim gibi yakışıklıya kim dayanabilir ki, özellikle de o can alıcı espirilerime, oda dayanamadı işte. Gülüp duruyor ve çokta neşeli.
Onunlayken, insanın canı hiç sıkılmaz gibi geliyor. Havaalanındaki o ilk karşılaşmamızda bize epey bir tepeden baktığının elbette farkındaydım ama umursamadım, gayet doğal karşıladım. Oysa şimdi o dünkü kızla bugünkü kız arasında dağlar kadar fark var, en azından bana karşı öyle, bunu görebiliyorum.
O bir şeyler anlatırken, ister istemez onu inceliyor gözlerim. Yüzü gerçekten çok güzel ve o kocaman koyu mavileri, bir an uçsuz bucaksız okyanusları hatırlatıyor.O kimi zaman derin, kimi zaman çocuk gibi bakan gözlerini gölgeleyen kirpikleri, öyle siyah, öyle kıvrıkki, kendimi o kirpiklerin ucundan tutunmuş, sallanırken hayal ediyorum... nerden aklıma düştüyse bu hayal... uzanıp, parmak uçlarımla o kirpiklere dokunmak istiyorum.
Los Angeles'ta yaşıyor olmasına rağmen, sanki hiç dışarı çıkmıyor, güneşle buluşmuyor gibi teninin rengi tatlı bir beyaz ve yanakları çok hafif pembe. Bu haliyle sanki vitrinlerde gördüğüm oyuncak bebekler gibi.
Dünde geldiğinde saçları ensesinin üstünde topuzdu, bugünde tam tepesinden at kuyruğu yapmış ve bu haliyle çok sevimli. Kahkulleri alnını kapatıyor ve o güzel yüzüne ayrı bir hoşluk katıyor.Dikkat ettimde saçları resmen kuzguni siyah, hatta kömür karası ve samur gibi parlak.
Gözlerinin üzerindeki kaşları hafif kalın ve yay gibi şekliyle tıpkı saçları gibi siyahın en tatlı tonu. Yüzünün tam ortasından yükselen burnu, 'ayna ayna var mı benden güzeli şu dünyada?'der gibi kalkık ve gölgesinin düştüğü, sürekli bir şeyler anlattığı için kıpır kıpır olan küçük, dolgun ve kırmızının tatlı bir tonundaki dudaklarına bir anlığına kayıyor gözlerim ve hemen çekiyorum bakışlarımı.
İnsan bu yüze biraz daha bakarsa aşık olabilir. Sesi dikkatimi dağıtmayı başarıyor, kulaklarımı okşuyor resmen ve şu dinmek bilmeyen heyecanı bana da geçiyor.
"ya böye kendilerini bir bok sanan tipler var, cidden görmelisin... sözüm ona vücut geliştiryolar, salaklar, üçgen vücut oluyolar ama bana göre çok iğrençler ve heriflerin kasları, araba lastiğine hava pompalamışlar gibi şişmiş, dokunsan patlayacaklar sanki. Gerzeklerin bedenleri kocaman, beyinleri ufacık, bu piç kuruları kendilerini matah bir şey sanıyolar ve ayrıca o boktan..."
"Megaan!" Mutfakta babamın öfkeli sesi yükseliyor bir anda. Birbirimize bakarken, anlıyorum ben. Aslında söylemeyi yada uyarmayı istedim ama öyle tatlı, öyle heyecanlı anlatıyordu ki büyükbabam ve Peggy'de kulak kabartmış onu dinliyorlardı ve tabii ki babamda. Megan'ın bilmediği ama büyük ihtimal birazdan öğreneceği şey babamın kırmızı çizgisi. Asla ödün vermez.
~Roy~
"Sana bunu ilk ve son kez söyleyeceğim. Küfür yok, küfür yasak...neden diye soracak olursan, ben ve burda gördüğün herkes, küfürden nefret ederiz ve duymak istemeyiz!"
"Ne diye herkesin adına sen konuşuyosun, neden bütün kararları tek başına sen alıyosun, bu evde özgürlük yok mu ya! toplama kampında falan mıyız da haberimiz yok! Sizin diliniz yok mu ya?" diye sorduğunda o zehir gibi diline eş kızgın ve sorgulayan bakışları tek tek aile üyelerinin yüzlerinde gezinip, en son o nefret edilesi dik dik bakan gözleri, gelip beni buldu. Ona açıklama yapmalı mıyım? "Babam uzun zaman önce aile reisliğini kendisi bile isteye bana devretti ve ben küfürden ölesiye nefret ederim, bir kadının ağzına da hiç yakıştırmam," demeli miyim, sorularını yanıtlayarak onu onurlandırmalı mıyım? Hiç sanmıyorum.. bunu hak ettiğini görürsem ne ala, şimdi duymazdan geliyorum.
Sinirlerimi bozuyor, yay gibi geriyor beni bu kız. Bir de iki de bir oğluma James Deanciğim demesi yok mu? İyice canımı sıkıyor ama oğlumun hoşuna gidiyor ve buna müdahale edemem... o onun özgürlük alanı çünkü.
Offf! Ne yapacağım ben bu kızla ya! ne yapacağım?
* * *
~Megan~
Burda günler, birbirinin aynısı gibi geçiyor, belli bir rutinin içinde ve ben on beş gündür burdayım ve tüm bu alışılmış yaşantıya yabancı biri olarak bende, yavaş yavaş alışıyorum galiba.
Sabah erkenden uyanıyorum, istesem de uyuyamıyorum ki. Burda hava çok temiz ve pırıl pırıl. Büyük şehirlerin, isi, sisi, egzos kokusu, insan ve araç kalabalığı yok burda. Genellikle sessiz, sakin ve de dingin..ve bu dinginlik bir süre sonra banada bulaşır mı, bilemiyorum.
Uyanır uyanmaz, soluğu duşta alıyorum, cidden hava çok sıcak ve hemen koştura koştura üçüncü kattaki odamdan çıkıp, merdivenlerden aşağıya yuvarlanmayı göze alarak mutfağa iniyorum. O mis gibi kokular, ufaktan yukarıyı sarmaya başlayınca gelde inme.
Tombulun mutfağı çok iyi, hatta harika. El lezzetine diyecek hiçbir şey yok. Sayesinde şu kahvaltı denen şeyi sevmeye başladım. Sevilmeyecek gibi değil ki.
Annem, bu kahvaltı işini sevmeme mutlu olur muydu acaba, sevinir miydi? Sevinirdi elbette. "Bünyen çok zayıf, adam gibi yesene şunları...hastalanıp iş çıkarma başıma, okunması gereken senaryolarım var benim," dediğini duyar gibi oldum yine..Neyse...
Kilo mu almaya başladım ben ya? Boyum 1.74 ve elli yedi kiloydum bir hafta önce. Giyisilerim hala aynı ama ne bilim işte. Çokta umrumda...eve dönünce nasılsa veririm.
Tombulla aramız düzeliyo gibi, en azından günaydınlarıma bir iki gündür beni, şöyle tepeden aşağıya süzdükten sonra cevap verir oldu. 'Gözüm üstünde' mesajı bu bakışlar, anlıyorum. Oralı oluyor muyum? Ehh işte.
Büyükbaba Carl, çok şeker ya! Her gördüğümde, o tatlı mı tatlı yanaklarını hem sıkasım, hem de ısırasım geliyo ve çok sevdiğini, saygı duyduğunu hissettirdiği Roy baba...ayhhh! Tanrım, tam bir kuralcı ve bu gidişle onunla çokta iyi anlaşabileceğimi sanmıyorum.
Andy! Ah Andy...onu düşünmek, ismini anmak bile yüzümü güldürüyor, içimi ısıtıyor. Onunla nasıl desem, acayip uyumluyuz ya! Açıkçası son bir haftadır, sabahları ilk onun, o yakışıklı yüzünü ve o yüze çok yakışan tatlı, hatta biraz seksi tebessümünü görmek, gelip beni odamın kapısında beklemesi, birlikte merdivenlerden inerken çocuklar gibi yarışmamız ve kahkahalarımız, hatta ondan öğrendiğim son on-on beş basamak kala cilalı, kıvrımlı trabzanlardan hızla aşağıya kaymak acayip hoşuma gidiyo. Gerçi bunun içinde babasından ikimiz de azar işittik. Kızmadığı ne var ki zaten? Andy'e parmak sallayarak, "bu kız evine tek parça halinde dönecek Andy!" azarlaması yok mu? Sanki ben bebeğim, deli ediyo beni ya, bildiğin deli oluyorum. Ama kim takıyo ki onu... Andy, tabiiki belli babasını çok seviyo, saygı duyuyo ve doğal olarak söz dinliyo tıpkı bir uysal kedi gibi ama ben dinlemek zorunda mıyım? Tabiiki hayır! Çok bekler Bay Roy Stewarth! Peki sonuç? Offf Tanrım offf!
~Carl~
Megan tam bir haftadır, her nasıl oluyorsa erkenden kalkıp, kahvaltıya inmeyi başarıyor ve hemen hemen her gün Roy ile tartışıyor, ona duyulmadık hitaplarla, olmadık laflarla saldırıyor ve gerçekten oğlumun sabrını sınıyor, zorluyor. Son icadı "kazma,"...nerden, nasıl bulur bu sözleri anlamış değilim ama evde birazda şenlik oluyor gibi son zamanlarda sanki.
Eminim, Roy bu aralar Elanor'u eskisi kadar çok düşünmeye fırsat bulamıyordur, çünkü uğraşmak zorunda olduğu baş belası bir Megan'ı var artık.
Birazdan gelir yine ve başlarlar bir gün önce kaldıkları yerden güne.
Yine gün görmemiş laflar, karşılıklı kızmalar, Megan'ın o birbirinden farklı, garip ve birazda komik mimikleri ve ben, biz tüm bunları sinema izler gibi izliyoruz, elimizde bir tek patlamış mısırımız eksik.
Sürekli, ben ve oğlum iş konuşurken, nasıl oluyor, yapıyor bilmiyorum ama mutlaka lafa atlıyor, sanki çok anlıyormuş gibi ilginç fikirler sunuyor ve biz Roy ile birbirimize duyduklarımıza inanamayan gözlerle bakıyoruz. Aaahh Tanrım! Tüm bunların ardından beklenilen fırtına kopuyor ve Peggy ile ben, çareyi kaçmakta buluyoruz.
Bu sabah korkarak nedense korkarak bekliyorum onu. Andy, sanırım yine kapısındadır onun. Fazla mı yakınlaştılar şu bir haftadır yoksa bana mı öyle geliyor, yakında anlayacağız.
~Megan~
Yüzüme vuran sıcaklıkla aralıyorum uykulu gözlerimi ve bir anda doğruluyorum. Saate baktım, sabahın yedisine yarım saat kalmış. Nasıl fırladım yatağımdan, hızıma ben bile şaşırıyorum. Acele tarafından duşumu alıp, resmen zamanla yarışıyorum. Beyaz, üzerinde mavi mine çiçek desenli askılı elbisemi giyinip, saçlarımı at kuyruğu yapıyorum tepemde. Andy, "çok yakışıyor sana böyle toplamak saçını,"dedi ya.. öyle işte.
Ellerimle şöyle bir kahkullerimi düzeltip, kapalı duran kapımın önüne geldiğimde, derin bir nefes alıyorum.
Heyecanlı mıyım ben? Hem ne diye bu kadar heyecanlanıyorum ki? Son kez nefesimi tazeleyip, kapımı açıyorum ve tam bir hayal kırıklığı!
Yüzümdeki, açmış çiçekler gibi tebessümüm soluyo bir anda. Nerde bu çocuk ya?
Gözlerim alışık olduğu üzere Andy'i arıyo ama yok. Oysa onun beni beklediğini düşünüyodum. Puufff! Kahkullerim, yukarı verdiğim nefesle havalanıyor.
Niye bu kadar canım sıkıldı ki? Yoksa yok, ne yapalım yani?
Şu an kendime uyuz oluyorum. Tıpkı o kazma gibi çoğul konuştum ya!
ee, nerdeki bu çocuk? Mantıklı bir sebep arıyorum. Uyuya mı kaldı acaba? Olamaz mı? Yok bee! Kurulmuş saat gibi bunların hepsi, saat altı dedi mi uyanıyolar, kalkıyolar.
Hızlanan adımlarımla merdivenlerin başına gittiğimde, Andy'de koşarak çıkıyo basamakları ve gözlerim, bana gülerek bakan orman yeşilleriyle özlem gidermekte.. ama o da ne? Arkasında tuttuğu elini bana uzattığında gözlerim, o birbirinden taze, rengarenk kır çiçeklerine takılıyo ve şok oluyorum, aynı zamanda da çok mutlu. Ellerimle ağzımı kapatırken, kıkırdıyorum aynı anda. Çiçek toplamış benim için ya! Buna cidden inanamıyorum. Bu yüzden mi gecikti bu sabah? Çok mutluyum şu an.
Daha önce hiç kimse benim için çiçek toplamamıştı ki. "Günaydın güzellik," diyo, "günaydın yakışıklım,"diyorum ve aynı anda düşünüyorum. Odamda vazo yokki! Uzanıp, yanağına bir öpücük bırakıyorum.
Niye yüreğim böyle kıpır kıpır ve o gözlerini niye kaçırıyo benden? Neden ikimizde bir garibiz ki? "hadi kahvaltıya, odanda vazo yoktur şimdi senin, Peg'den isteriz," diyo ve bende başımla onaylıyorum onu. Elini uzatıyo bana ve bende hiç düşünmeden tutuyorum. Titriyo mu eli ve niye benimde bacaklarım titriyo ki?
Ufff! Nedir bu saçma haller? İyiki biri sana çiçek toplamış be kızım! Ve iç sesim 'o öylesine biri değil ki o, Andy' diye fısıldıyo bana. Ürperdim mi ne? Yuh yani yuuh Megan! Kendine gel, topla kızım kendini.
Bu yuhlamalarıda Andy'den kaptım. Ona Los Angeles ile ilgili bildiğim her şeyi anlattığımda, bazen duyduklarına öyle tatlı şaşırıyor yada kızıyor ve tepkisini böyle veriyor, bende buna bayılıyorum.
El ele mutfaktan içeri girince, üçüde önce bize, sonra hala birleşik olan ellerimize bakıyorlar. Peggy, bıyık altından gülümsüyor, Roy babacık şaşkın ve büyükbaba Carl, bu durumdan çok hoşlanmışa benziyor, o yaşlı gülen gözleri ışıl ışıl.
Nedense utanıyorum ve utanmak nedir bilmeyen ben yavaşça bırakıyorum Andy'nin elini.
Sıcaklığı ne güzelmiş oysa, parmaklarım üzgün mü ne?
"Peggy, bir vazo var mıydı?" diye sorduğumda sesim niye böyle cılız çıktı ki? 'Aahhh Megan, toparlan kızım, noluyo sana ya?'
~Carl~
Vay,vay,vay...ellerde birleşmiş bugün! Utandı mı bu kız ya? Hayret! Aslında üçümüzde şaşırdık ve ben dönüp oğluma, kaldığım yerden devam ediyorum. Maksat, gençlerin üstünden dikkatler dağılsın ve rahatça otursunlar yerlerine.
"evlat kuzulama dönemi çoktan başladı biliyorsun, aslında birçok koyun yavruladı bile. Buda sürünün çoğalması demek, bende çocuklara katılayım ha ne dersin? birlikte götürelim otlaklara, ne de olsa şimdi daha çok taze besine ihtiyaçları var ve ne kadar kalabalık olursak o kadar iyi...yanlış mı düşünüyorum?"
"farkındayım baba. Sanırım Andy ve Hank koyunları ırmağın yakınlarında otlatabilirler, ben ve jason'da sığırlarla ilgileniriz. Hava çok sıcak, sen buralarda ol.. biz hallederiz merak etme sen," dediğinde, zaten beni otlaklara yollamayacağını biliyordum. Sırf dikkatini çekmek için söyledim. Yoksa bu sıcakta ne işim olur dışarda benim.
Bir ara Megan'a baktığımda çok şükür ki onun sessiz olduğunu ama dikkatle Roy'u dinlediğini görüyorum. "Bende bir şeyler yapmak istiyorum, tam bir haftadır istediğim gibi!" dedi bir anda. Hemde ne söyleme? O mavilerini dikmiş Roy'un gözlerine, kırpmadan bakıyor ve ben bu yaşımda korktum o bakışlardan. Hay dilimi eşek arısı soksaydı. Tühh be!
Onun oldukça istekli olan bu halleri, ne benim, ne de Roy'un dikkatinden kaçmıyor. İkimizde onun buram buram kokan Los Angeles havasına, şu giyindiği şık elbisesine, hangi ara yaptıysa makyajına, o tatlı at kuyruğuna, kırmızı ojeli ellerine bakıp, aklımızdan geçen düşünceler gözlerimize yansıyıp, birbirimize bakıyoruz oğlumla. Konuşmadan da anlaşıyoruz. 'kesinlikle berbat bir fikir, berbat ötesi bir istek!' ve onu hiç duymamış gibi yaparak işle ilgili sohbete devam ediyoruz. Roy, "yarında veteriner gelip, bütün hayvanları bir gözden geçirecek," dediği an, "heey! bende bir şeyler yapmak istediğimi söyledim az önce, duymadınız mı beni?" demez mi?
Roy'un Megan'a bakan gözlerinde belli belirsiz bir öfke vardı ve belli ki yine başlayacaklardı. Yine korktuğum şeyle başbaşa kalacaktık iyi mi?
~Roy~
"Duyduk Megan, duyduk! tam bir haftadır duyduğumuz gibi yine duyduk. Seni duymamak mümkün mü ve sende beni duysan artık. Önce şu önündeki kahvaltını bitirmeyi düşün de, sonra konuşuruz ve tabii izin verirsen bizde keyifle yapalım kahvaltımızı, hepimiz yani!" derken, elimdeki kahvaltı bıçağıyla herkesi işaret ettim. Şimdi yine takılırdı "kaç kişisin sen?" saçmalığına ve bununla uğraşacak halim yoktu.
Tam, jambonlu omletimden çatalımla bir parça almaya hazırlanıyordum ki tam karşı tarafımdan nasıl yaptıysa, kendi tabağını, masanın üstünden önüme doğru bir firizbi kaydırır gibi kaydırdı ve tabak Carl'ın fincanına çarparak durdu. Bakışlarım masaya sıçrayan çaydan, ona kaydı. Gözlerimi kaç kez kırpıştırdım bilmiyorum ama kalbimin atışları, nefes alışverişlerim, çoktan değişmişti ve o tam karşımda, kızgın bakan gözlerini bir an olsun benden ayırmıyordu. Resmen gözleriyle ateş ediyordu bana...peki ben, ben ne yapacaktım? * * * * *