?6.BÖLÜM: GÜVENLİ BÖLGE

3779 Words
Polislerden kısa ama daha kaslı olanı pantolonunun kemerini düzelttikten sonra öne eğildi. Geniş omuzlarını saran temiz üniforma gerilirken işaret parmağının arkasını iki kez cama vurdu. Diğer polis daha zayıf, daha uzun ve daha gergindi. Arabanın önünde gergin bir ifadeyle duruyordu ve her olası ihtimale karşı, ellerinden biri belinde asılı olan silahın üzerinden ayrılmıyordu. Duruşu tetikte, anlık tepki vermeye hazır bir şekildeydi. İfadesi de pek sakin değildi. Gözleri cam gibiydi. Biz de bir terslik olduğunu bildiği belliydi. Barista kendi tarafında olan camı -O hâlâ sağlamdı- indirirken hissediyor olduğum gerginlik had safhaya ulaştı. Yükselen sinir dalgasını bastırmak için derin bir nefes aldım ve kucağımda duran ellerimi sıktım. Polisten kaçacak olsa hiç durmazdı, diye hatırlattım kendi kendime. Bu düşünce biraz sakinleşmeme yardımcı oldu. Omuzlarım gevşedi, ellerimi sıkmayı bıraktım. Daha kısa olan polis, boğazını temizledi ve kısık ama kontrollü bir sesle bize hitap etmeden önce cılızca gülümsedi. "İyi günler. Bu bölgede şüpheli faaliyetlere dair raporlar aldık. Bu yüzden kimlik kontrolü yapıyoruz. Kimliklerinizi alabilir miyim?" derken kendini bizimle konuşmak için zorluyormuş gibi geldi. Kesinlikle polise haber vermişler. Şükürler olsun. Keşke o ikisini yeniden görsem. Onlara teşekkür etmek istiyorum. Her şey rutin bir kontrolü andırsa da polisin nabzımızı yokladığının farkındaydım, muhtemelen barista da bunun farkındaydı. Tek bir şüpheli harekette ya tutuklanarak hapse gönderilir ya da ölürdü. Elini beline attığında yüreğim ağzıma geldi çünkü silahını çıkarıp polisi vuracak sanmıştım ama çıkardığı tek şey... Kimliğiydi. Polise kimliğini uzattı ve polis şüphesi daha da artmış bir şekilde baristanın kimliğini alıp telefonundan tarattı. Önüne düşen sayfa karşısında gözleri kısıldı, daha iyi görmek için öne eğilirken alt dudağımı ısırdım. Yakalanmıştık. Bundan o kadar emindim ki polisi bu meselelerle hiçbir alakam olmadığına, sadece masum bir üniversite öğrencisi olduğuma ikna edip edemeyeceğimi düşünüyordum. Alakam bile olmayan bir olay yüzünden hapse girersem annem deliye dönerdi. Polis bir kimliğe bir de baristaya baktı. Bakışlarında hem şaşkınlık hem de endişe vardı. Yakalandın, demek istiyordum ki polis yeniden konuştu. "Üzgünüm, efendim. Herhalde yalan ihbardı. Buyrun, yolunuza devam edebilirsiniz." Şaşkın şaşkın "Ne?" diye fısıldadım. Öylece gitmemize izin mi verecekti? Barista kimliğini geri alırken sorun olmadığını göstermek için elini havada salladı. Bense hâlâ şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalışıyordum. Hayır, buna daha fazla katlanamazdım. Bir şeyler yapmam lazımdı. "Memur bey, ben bu adamı hayatımda ilk kez gördüm! Beni bu arabaya binmem için zorladı ve nereye götürdüğünü bile bilmiyorum! Bana yardım etmelisiniz!" Polis, yüzüme baktı. Endişemi, korkumu ve gerginliğimi görmüyor olması için ileri derecede miyop olması gerekirdi. Kemerine uzanınca silahını çıkaracak sandım ama tek yaptığı kemerini düzeltmek oldu. Sanki hiçbir şey söylememişim gibi arkasını dönüp giderken hayal kırıklığı fiziksel bir darbeden daha çok yaktı canımı. Oysa polisi görünce buradan kurtulacağımdan o kadar emindim ki! "Sorun çıkarmaktan keyif alıyorsun, değil mi?" Karşılaştığım bu manzara donup kalmama neden olmuştu. Yarı baygın - yarı ayık bir halde yanımda oturan adama baktım. Vitesi bire çekmek için uzanırken yüzüme bakmak için dönmeden, acımasız bir alayla, "Ne olacağını umuyordun? Beni alnımdan vuracağını, sonra da seni şehre geri götüreceğini mi?" diye sordu. "Ben... Sadece..." Senden bir an önce kurtulmak istiyorum ve evet, aynen öyle umuyordum! "Hiçbir şey anlamıyorum... Mike ve Jack'in seni ihbar ettikleri çok belli. İnsan kaçırmak ciddi bir suç. Niye gitmene izin verdi?" "Benim için insan kaçırmak suç değil." "Bu imkansız!" Gerçi o kadar da emin değildim. Jipi yeniden şeride geçirip polis arabasının yanından geçerken bana bir cevap vermedi. Ben de sakinleşmeye çalışarak gözlerimi yumup dişlerimi birbirine bastırdım. Bana düzgün bir şekilde cevap vermemesi beni hem uyuz ediyordu hem de tedirgin ediyordu. Daha fazla onunla konuşmak istemediğime karar verdiğimde başımı hızla kendi tarafıma çevirip akıp giden yola bakmaya başladım. Olanları düşünerek mantıklı bir yanıt bulmak için çabalasam da silahlı saldırıyı, o korkunç araba macerasını, umursamaz polisleri ve gizemli baristayı bir çerçeveye oturtamıyordum ama kesin olan bir şey varsa, o da beni o silahlı korkunç adamlardan uzak tutmak için her şeyi yaptığıydı. Belki de o kadar kötü biri değildir, diye düşünerek iç çekip başımın arkasını koltuğa yasladım. Kırık camdan giren hava tenimin üzerinden gezinip saçlarımın arasından geçerken gözlerimi yumdum. Keşke sihirli bir değnekle o sabaha dönebilseydim. O kafeye asla girmemiş olmayı dilerdim. O zaman her şey farklı olurdu. Ama olur muydu gerçekten? Kafedeki o saldırıyı yeniden kafamda canlandırdım, bunu yaptığım anda da kalbimin tam ortasından yayılan bir huzursuzluk tüm bedenimi kapladı. O adamlar gerçekten 'benim' peşimde miydi? 🔸🔸🔸 Ne zaman uykunun beni kollarına aldığını bilmiyorum. Bu çok kötüydü çünkü uyanık kalmayı, nereye gittiğimi görmeyi tercih ederdim. Şimdiyse bir bilinmezliğe gelmiş gibiydim. Burası otoban değildi. Otobanın yakınından bile geçmiyordu. İri gövdeli ağaçlarla kaplı bir orman yolunun içindeydik. Güneş, yapraklarının arasından sızarak yolun üzerinde gölgeli figürlerin oluşmasına neden oluyordu. Açıkçası daha önce pek şehir dışına çıkmamıştım. O yüzden bir tahminde bulunmam bile imkânsızdı. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirerek nihayet 'ona' baktım. Gözlerini yola dikmişti ve yüzündeki ciddi ifade her zamanki gibi oradaydı. Artık daha sakin hissettiğim için onu inceleyebildim. Yapılı bir bedeni vardı ama kendini aşırı şişiren o sporculardan daha çok atletik ve sağlıklı görünüyordu. Öyle olduğunu da biliyordum. Koyu saçları biraz uzundu, alnından V şeklinde kavisleniyor ve başının iki yanına zarif bir şekilde dökülüyordu. Hatları düzgün ve simetrikti ve gözleri öyle açık bir renkteydi ki, sanki sarıya çalıyor gibiydi. Onu robot resmini kusursuz bir şekilde kadar incelediğimden emin olduktan sonra adının ne olduğunu soracaktım ki, jipi bir bahçe kapısından geçirdi ve taşlı yoldan ilerleyerek büyük oranda siyah camlardan, balkonlardan oluşan tek katlı lüks bir evin önünde durdu. Dikkatim anında dağılırken genişlemesine uzun olan modern eve bakmaya başladım. Böyle bir evi ilk kez görüyor değildim. Sadece böyle bir yere gelmeyi beklemiyordum. "Beni nereye getirdin?" diye sordum ve o sırada emniyet kemerini çözen baristaya bakmak için başımı çevirdim. Sanki hiç konuşmamışım gibi davranarak "İçeri girelim." dediğinde kaşlarımı sert bir şekilde çattım. Arabadan inmek adına hiçbir şekilde kıpırdamadığım için olsa gerek, bana baktı. Beni süzdü. Yine de kıpırdamadım. O da ciddi bir yüz ifadesiyle bana doğru eğildi. "Aynı dili konuşmuyor muyuz, Rachel?" Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve kaşlarımı hafifçe kaldırdım. Evet, ona meydan okuyordum. Evet, bu çok saçmaydı ama bana düzgün bir cevap vermeden yerimden kıpırdamaya hiç niyetim yoktu. "Bana cevap ver." dedim inatla. Aynı inatla "İn arabadan." diye tekrar etti. "Önce bana cevap ver." Sert ve katı bir tavırla, "Neden uğraştırıyorsun beni?" diye söylenerek geri çekildi. Kendimi hiç de güvende hissetmediğim için bakışlarımı üzerinden ayırmadım. Barista onun tarafında olan kapıyı açtı ve tek bir kelime daha söylemeden araçtan indi. Aradan geçen her salisede, saniyede, dakikada daha da gerildiğimi hissettim ve arabanın etrafından dolanırken böyle kolay pes etmeyeceğini düşündüğüm için baristayı gözlerimle takip ettim. Yapmasını umut ettiğim gibi evin içine girmedi, hatta buna yeltenmedi bile. Benim olduğum tarafa geldi ve kulpa uzanarak sert bir şekilde kapımı açtı. Kapıdan içeri giren soğuk orman havasından çok baristanın varlığı yüzünden gerildiğimi hissettim. Kahretsin. Ne yapıyordu bu yine? Algım biraz yavaş çalıştığı için ancak arabanın içine uzanıp belime dokunduğunda ne yapmaya çalıştığını anladım. Ah, hayır! Beni yine omzuna alacaktı! Panikle, dehşetle ve öfkeyle baristanın omuzlarına tutunup kendimi ondan çekmeye çalıştım. Bacaklarımı büküp tekme atmayı bile denedim. Hatta birkaç tanesi baldırına isabet etti. Yine de barista benden kat kat daha hızlıydı, tüm direnişlerime karşı belimi sertçe kavramayı başarmıştı. Beni kendine doğru çektiğinde kalçam koltuktan kaydı. Başka bir çarem kalmadığı ve gerçekten omzunda seyahat etmek istemediğim için, "Tamam, tamam! Dur! Kendim gideceğim!" diye haykırdım. Pes etmek istemiyordum ama etmezsem beni zorlayacağını kesin bir şekilde göstermişti. Şimdilik ona ayak uydurmalı ve buradan kurtulmak için mantıklı bir plan yapmaya çalışmalıydım. Pes ettiğimi duyunca ellerini geri çekti, kendini de... Şaşkın şaşkın soluklanıp ona bakarken doğruldum, beni bir çuval gibi omzuna almasın diye direndiğim esnada sırtım vites topuzuna değecek kadar geri yaslanmıştım. "Harika fikir, güvercin." "Bana o şekilde seslenme!" Pespembe bir suratla arabadan indim. Kızgın görünmek için elimden gelen her şeyi yapıyor olsam da öylece pes etmeme neden olduğu için utanıyordum. Aldığı yanıttan hoşnut olmuş gibiydi çünkü hem bir şey söylemiyordu hem de gözlerini üzerimden çekmiyordu. Bende hiç olmadığım kadar öfkeliydim. Bağırmak, içimde biriken tüm öfkeyi ve hayal kırıklığını dışarıya salmak istiyordum; Ama baristaya baktığımda, hâlâ o sinir bozucu sakinlikle beni izlediğini gördüm. Hıncımı almak için arabanın kapısını tüm gücümle kapatırken ona ölümcül olduğunu ümit ettiğim bir bakış fırlattım. Tek yaptığı kaşlarını hafifçe çatmak oldu; 'Umurumda olduğunu mı sanıyorsun?' Bir şey diyebilecek olsaydı eminim bunu derdi ya da buna benzer bir şey. Büyük bir içtenlikle "Senden nefret ediyorum! Korkunç birisin!" diye çıkışırken daha önce kimseden nefret etmediğimi düşündüm. O yüzden göğsümü yakan bu his nefretten başka bir şey olamazdı- Ama üzerine düşününce, daha önce hayatım için endişelendiğim de olmamıştı. Bu his ölüm korkusu da olabilirdi. "Söyleyecek daha ilginç bir şeyin yoksa içeriye geçelim." Ona hayretle bakakaldım. Ne kadar da... Duygusuzdu. Yumruklarımı sıktım, bir şeye, herhangi bir şeye vurmak istediğimi hissediyordum. Ardından içimde kabaran öfkeyi kontrol etmeye çalışarak dişlerimi sıktım ve "Peki," dedim, isteksizce. "Ama bir daha asla böyle bir şey yapma. Hatta mecbur değilsen bana dokunma bile." "Sana dokunmak mı? Ben asla..." Aniden konuşmayı kesti. Gözlerini kapatıp bir nefes aldı. Bir an sonra yüzünde ciddi bir ifadeyle başını salladı. Onu anlamıyordum. Ne yapmamı bekliyordu? Hiçbir şey olmamış gibi davranmamı mı? Ama gözlerinin içine baktığımda ciddiyetinin ardında başka bir şey gördüm. Bir kararlılık. "Peki. Anlaştık. Sana dokunmayacağım. Bu meseleyi hallettiğimize göre kıpırda." "Ve bana emir verme." Barista sertçe gülümsedi. Sabrını ne kadar zorladığımı görebiliyordum. "Kıpırdar mısın, Rachel?" dedi kendini bana karşı kibar olmak için zorlayarak. Yapmayı pek istemiyor olmama rağmen soğuk havanın keskin kokusunu içime çekerek eve doğru yürüdüm. Gergin hissediyordum, bu ateşkesin ne kadar süreceği belirsizdi ne de olsa. Daha da kötüsü, her an hayati bir tehlikenin içinde bulabilirdim kendimi. İyi olan tek şey, kaçmam gereken bir durum olduğunda bunu hemen algılayabilecek bir ruh halinde olmamdı ama içinde bulunduğum bu şartlarda bunu 'iyi bir şey' olarak etiketlemek bile zordu. Baristanın birkaç adım arkasından yonca taşlarıyla döşenmiş patikadan ilerlerken çiçek tarhlarından yayılan güzel koku burun deliklerime doldu. Dayanamadım ve etrafı incelerken buldum kendimi. Bahçe heykelleri güneşin altında parıldıyor, yüksek dallar rüzgarın melodisi eşliğinde hafifçe sallanıyor, yapay çeşmede banyo eden kuşların cıvıltısı kulakları okşuyordu. Bir rüzgar çanı ile pergonun altına yerleştirilmiş ahşap-metal malzemelerden yapılma dört ayaklı, kocaman bir masa bile vardı. Burası inanılmaz huzur verici bir yerdi. Keşke rahatsız edici düşüncelerden kurtulmak için bu kadarı yeterli olsaydı. Başımı usulca iki yana sallayarak birkaç adım önümden yürüyen baristanın sırtına baktım. Bir süre sonra oldukça sağlam göründüğünü düşündüğüm desensiz, düz çelikten kapıya ulaştık. Ben yanımdaki adamı izlerken uzun ve sağlam bacaklarını saran koyu pantolonun cebine elini attı. Bir anahtar çıkarmasını bekliyordum. Bunun yerine siyah bir tabakayla kaplı ince, dikdörtgen bir kart çıkardı. Kartın bir tarafında altın rengi, ince bir şerit vardı. Kartı çelik kapının kenarındaki pürüzsüz alana yaklaştırdığında -Şimdi fark ediyordum, orası daha koyu bir griydi- alanın üzerinde mavi bir ışık çerçevesi hareket etti ve elektronik kilit sisteminin açıldığını duydum. Baristanın peşinden uzun hole girerken yaptığım şeyin büyük bir hata olmaması için dua ettim. "Alexa, ışıkları aç." Baristanın sesi kadife gibiydi, hafifçe irkilmeme neden oldu. Komutuyla birlikte ev otomasyon sistemi aktif hale geçti ve holün tavanına yerleştirilmiş led spot lambalar her yeri aydınlatacak şekilde açıldı. Meraklı bir ifadeyle etrafı süzdüm. Beyaz bir şifonyer, birkaç çiçeksiz, geniş yapraklı yeşil bitki ve sanat eserleri dışında hol geniş ve ferahtı. Aramıza mesafe koymaya özen göstererek baristayı takip ederken koridorun sonunun kocaman camlarla kaplı bir oturma alanına açıldığını gördüm. Bahçe ve holde de olduğu gibi burada da aşırı ve abartılı eşyalar yoktu. Temel mobilyalar ve birkaç ilginç dekor haricinde her yer oldukça minimalist döşenmişti. Beyaz seramikten yapılmış bir bibloya parmak uçlarımla hafifçe dokundum. Her zaman böyle bir evim olsun istemiştim ama piyango çıkmadığı sürece asla alamayacağınızdan emin olduğunuz bir evin katoloğuna bakmak gibi bir şeydi bu. Aslında oldukça sade ve lüks bir yer. Ferahlatıcı ve güzel. Bir şekilde... Huzurlu hissettiriyor. Barista, beyaz parkelerin üzerinde orta alana doğru yürüyerek parmaklarını kaldırdı, yeleğinin önündeki üç siyah düğmeyi çözmeye başladı. Hareketleri rahat ve akıcıydı. Siyah, kolsuz yeleği çıkararak kanepelerden birinin üzerine atarken sadece beyaz bir gömlek ile kalmıştı. Bir an onu da çıkaracak diye korkmadım değil. Ne de olsa bu adamı tanımıyordum. Pekala bana zarar verebilirdi. Neyse ki gömleğini çıkarmak için herhangi bir hamle yapmadı. Bana bakmak için başını çevirdiğinde kıpkırmızı kesildim ve rengarenk balıkların tembel tembel yüzdüğü büyük akvaryuma bakmak için başımı çevirdim. Onu aval aval izlerken yakalanmak istememiştim. Zaten olanlar yüzünden kendimi yeterince aptal gibi hissediyordum. Merakım dayanılmaz bir hâle gelince ona daha fazla engel olamayarak "Burası senin evin mi?" diye sordum. Sonra parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip bir nefes aldım. Burnuma hafif bir koku geldi. Bahçedeki havuza bakan sürgülü balkonlardan biri açıktı, içeri çimen kokusunu taşıyan rüzgar giriyordu. "Hayır." dedi barista. "Wifi şifresi FourthHome008, büyük harflerle. Banyo üst katta, koridorun sonundaki kapı. İstediğin bir şey var mı? Şekerin düşmüş olmalı." Gergin bir sessizlikten sonra şaşkın şaşkın odanın ortasında duran uzun boylu adama baktım. Sanki yaptığı şeylerin yüzde doksanı resmen suç değilmiş gibi sinir bozucu bir şekilde normal davranıyordu. Hatta neredeyse... Misafirperver sayılırdı. Hızına yetişemiyordum cidden. Alnıma dokunarak ihtiyacım olan tek şeyi düşünerek "Sakinleştirici var mı?" diye sordum. "Hayır ama biraz sütüm var." "Kaç yaşında olduğumu sanıyorsun?" "Bilmem," Beyaz tenine çok yakışan kehribar rengi gözleriyle beni süzerken beni sindirdiğini düşünmesin diye bakışlarımı kaçırmamak için kendimi zorladım. "On altı mı?" diye sordu, yüzüme geri bakarken. Gözleri bir kurnazlık parıltısıyla yoğunlaşırken benim gözlerim de genişçe açıldı. Zayıf ve minyon bir kızdım ama on altı da göstermiyordum bence. Ellerimi kalçalarıma yerleştirerek sıkılmış, sabırsız, şüpheli bir ifadeyle kaşlarımı çattım. "Aslında kaç yaşında olduğumu biliyorsun, değil mi?" "Ben sana içecek bir şeyler getireyim, Rachel." Barista bunu diyerek yanımdan geçerken hakkımda daha neler bildiğini öğrenmek istiyordum. Yaşım, adım, soyadım. Bunlar bile benim için çok fazlaydı. Acaba sapık bir takipçi miydi? Bu düşünceyle midem bulanıp tüylerim diken diken olurken 'Ama hiç de bir sapığa benzemiyor!' diye düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım. Gerçi bir sapık tam olarak neye benzerdi ki? Gözlerimin önüne gerçek suç dosyalarını sunan programlar gelirken ayakta duramayacak bir hâle geldim. Kendimi desensiz, yumuşak koltuklardan birine bırakarak öne eğilip başımı ovmaya başladım. En kötüsünü hayal etmekle belki de abartıyordum ama kendimi güvende hissetmediğim için bence bu şekilde düşünmem çok normal bir şeydi. O bir yabancıydı. Onu tanımıyordum. Bana göre bir seri katil bile olabilirdi. Bir an hazır O da burada değilken bu evden kaçmayı düşündüm ama ormanın ortasında nereye gidecektim? Vahşi hayvanlar olabilirdi. Üstelik otobanın hangi yönde olduğunu bile bilmiyordum. Bilsem bile daha önce hiç ormanda yolumu bulmam gereken bir durumda kalmamıştım, başarabileceğimden emin değildim. Bu karanlık, kasvetli, düşünceler kafamın içinde dönüp dönüp dururken evden kaçmak ile kaçmamak arasında bocaladığımı hissedebiliyordum. Korku, çoğu zaman duygulara ve benliğe hükmeder. Bazen de mantığa... O, gitti. İşte sana fırsat! Neyi bekliyorsun? İşlerin çığırından çıkmasını mı? Şu an düşünmen gereken son şey burada kalmak. Devam etmelisin! Ölsen insanlar bunu ne zaman fark eder? Beş gün? Bir hafta? Sonunu düşünmeden oturduğum koltuktan kalktım ve açık olan balkon kapısına doğru parmak uçlarımla yürüdüm. Barista geri dönene kadar ne kadar zamanım vardı bilmiyorum ama bir şeyler yapmak istiyorsam hızlı davranmam gerekecekti. Evden çıkarsam belki orman yolunda kaçırılmış bir kıza yardım etmek isteyen birilerini bulabilirdim. Yakalanma korkusu öyle yoğundu ki, bu korkuyla kalbim göğsümden çıkacak gibi hızlı atıyordu. Ses yapmamalıydım. Yüksek sesle nefes almamalıydım bile. Neyse ki evin parkeleri adımlarımın altında gıcırdamayacak kadar yeni ve sağlamlardı... Fakat bir sorun vardı, ben bunu başaramayacak kadar bahtsız bir insandım. İki - üç adım ancak atmıştım ki arkamdan yükselen ve artık tanıdık olmaya başlayan yabancı ses kulaklarıma ulaştı. Emrederek "Alexa, kapıları kilitle." ded o ses. Balkon kapıları bu komutla kapanırken duyduğum ses başımı döndürdü. Ah, olamaz. Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki baristanın geri döndüğünü bile fark edememiştim. Şiddetli bir hissin damarlarımda hızla dolandığını hissedebiliyordum. Baristanın tepesini attırdığımdan emindim. Gözümün önüne kafede olanlar geliyordu. O adamları yumruklamıştı. Bana da vurur muydu? Daha da kötüsü, kaçmaya çalıştığım için bir yerlere hapseder miydi? En iyisi yalan söylemek. "Ben... Ben sadece..." Sesim birden alçaldı. "Ben sadece bahçeye çıkıp hava almak istemiştim. Sen de tam o sırada geldin. Yemin ederim." Bana bakmaya devam etti. Yüzündeki ifade küçük düşürücüydü. Sanki şımarık, küçük bir çocukla uğraşıyormuş gibi. "Öyle mi? Ben de kaçmaya çalışıyorsun sanmıştım." diye taş attığında yakalandığım için yanaklarımın hafifçe yanmaya başladığını hissettim. İyi tarafından bakarsak, kaçmayı denediğim için şalteri atmamıştı. Barista, "İki dakika uslu dur da işimi kolaylaştır." diyerek dört kişilik koltuğa oturdu ve içi turuncu bir içecekle dolu olan kocaman bir bardağı cam sehpalardan birinin üzerine bıraktı. Ardından da bardağı işaret parmağının ucuyla olduğum tarafa doğru ittirdi. Portakal suyu olmalıydı. "Uslu mu? Ne bekliyorsun? Teşekkür mü? Beni kaçırdın sen! Bence bir seri katil bile olabilirsin!" "Seni öldürmek isteseydim çoktan ölmüş olurdun." Bunu duyunca taş kesilmiş gibi donup kaldım. "Ne? Sen..." Birden sustum ve hayal kırıklığımı yansıtan bir tonla güldüm. Neden ona azar çekiyordum ki? Bu işe yaramayacaktı. İsteksizce ona doğru yürüyüp koltuğun diğer ucuna oturdum. Sehpanın üzerinde duran içeceğe baktım. Aslında çok susamıştım ama bir yabancının evinde hazırlanışını görmediğim bir şeyi içmek istemiyordum. Kendimi çok zayıf, bir o kadar da öfkeli hissediyordum. "Bak, adın her neyse. Daha önce ne olduğu umurumda değil. Şu an tek istediğim şey annemin sesini duymak ama yapamıyorum. Neden biliyor musun? Çünkü telefonumu arabadan fırlattın!" "Sana bir iyilik yaptım. O telefon başına bela açacaktı." Aynı anda hem öfkeli, hem şaşkın, hem de endişeli hissediyordum. Sözler ağzımdan bir çırpıda çıktı. "Ne? Ne demek istiyorsun? Ne belası?" diye fısıldadım, tek düşündüğüm annemi ve polisi aramam gerektiğiydi. Ses tonum yüzünden barista bir kolunu koltuğun arkasına atarak derin, dikkatli bakışlarla beni süzdü. Bense ona bakmaya cesaret etmekte zorlanıyordum. Koltukta bana yaklaştı, aramızdaki mesafeyi kapattı ama yine de beni rahatsız etmeyecek kadar uzakta durmaya dikkat ettiğini gördüm. Bu iyiydi çünkü biraz daha yaklaşsaydı hızlanan kalp atışlarımı duyabilirdi, beni gerçekten ürkütüyordu. Ne diyeceğine karar vermeye çalışırken bakışlarını yüzümde gezindirdi. "Biraz önce yapmaya çalıştığın şey çok aptalcaydı. Nerede olursan ol seni bulurdum ama yine de aptalcaydı. Şehre inmeden ormanda açlıktan ölürsün ve bu bile senin için merhametli olur. Neden biliyor musun? Eğlence olsun diye insan derisi yüzen adamlar var. Daha önce kafede gördüğün adamlar o adamlardandı ve senin peşindelerdi. Onların ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyorsun. Sana önce ben ulaştığım için şanslısın, Rachel." "Tüm bunlar çok mantıksız. Bir yanlış anlaşılma olmuş olmalı. Benim peşimde olmaları için hiçbir sebep yok. Ben sadece sıradan bir üniversite öğrencisiyim." Bir süre düşündükten sonra elini pantolonunun cebine attı ve ona ait olan telefonu çıkarıp bana uzattı. Kendimi okyanusun ortasında boğulmak üzereyken bir can simidi bulmuş gibi hissettim. Hızla öne uzandım ama parmaklarını hem zarif hem de hızlı bir şekilde oynatarak telefonu geri çekti. Parmaklarım boşluğu yakaladı. Barista telefonunu hafifçe havada sallayarak bana uyarı dolu bir bakış attı. "Anneni arayabilirsin ama sadece anneni. Polisi ya da ona benzer bir şeyi ararsan sadece beni uğraştırdığınla kalırsın. Anlıyor musun, Rachel? Onlar gelip seni benden alacak yetkiye sahip değiller." Yetkiye sahip değiller mi? Özellikle bu kelimeyi kullanması çok garipti. Neyse. Önemli değildi. Önemi olan tek şey annemi aramam için izin veriyor olmasıydı. Telefonu almadan önce kuruyan boğazımı ıslatmak hem de sesimi düzeltmek için portakal suyuna uzandım. Dürüst olmak gerekirse, annemi aramak gibi bir şeye izin verdikten sonra içeceğime bir şey attığını düşünmüyordum. Hem dediği gibi, bana zarar vermek isteseydi bunu çoktan yapmaz mıydı? Portakal suyundan bir yudum aldım. Ağzıma ekşi portakal parçacıklarından başka bir tat gelmedi. Bu daha mükemmel olabilirdi. Yakışıklı bir adamla güzel bir içecek içmekten bahsediyorum ama ölümden kılpayı kurtulduktan sonra pek de hoş bir şeymiş gibi gelmiyordu. Annemin numarasını anaokuluna giderken ezberlemiştim. Olabilecek en hızlı şekilde rakamları girdim. Neyse ki telefon yurtdışı aramalara açıktı. Fransa'daki telefonun açılmasını beklerken gerginlikten alt dudağımı ısırıyordum ama ne yazık ki, arama telesekretere düştü. Annemin yumuşak, sevgi dolu sesini duyunca hayal kırıklığıyla nefesimi tuttum. "Merhaba. Ben Flria. Lütfen sesli mesaj bırakın." İyi tarafından bakarsak, en azından bana ulaşamayınca endişelenmemesi için ona bir mesaj bırakabilirdim. "Hey, anne. Benim, Rachel. Seni... Bir arkadaşımdan arıyorum. Telefonum kırıldı ve artık kullanılmayacak bir halde. Bir süre ulaşamayabilirsin. Seni uygun olduğumda yeniden arayacağım. Kendine dikkat et. Seni seviyorum." Son cümleyi söyledikten sonra mesajı sonlandırdım ve biraz isteksiz bir tavırla telefonunu baristaya geri uzattım. Ona sürekli işiyle hitap edip dursam d gerçek işinin baristalık olduğundan bile emin değildim. Sadece kahve yaparak bu lüks, modern evde kalacak parayı bulmuş olabilir miydi? Hiç sanmıyordum. Ama adını hâlâ bilmiyordum. O yüzden isminin ne olduğunu öğrenene kadar benim için 'barista' olarak kalacaktı. Barista, telefonunu cebine koyduktan sonra TV'nin kumandasını aldı ve karşı duvara monteli bir halde duran dev ekranı açtı. KANAL 9'da kafedeki saldırının haberi vardı. Tüm algılarım açılırken hemen oturduğum yerde dikleştim. Kadın muhabir heyecanlı bir tavırla kafedeki saldırının üç terörist tarafından düzenlenmiş olduğunu anlatırken hiçbir dediğini kaçırmamak için doğruca dudaklarına bakıyordum. Görünüşe göre kafenin sahibi kamera sistemlerinin tamamını açmadığı için olay yeri görüntülerine ulaşılamıyordu ve bunun için kafe sahibine esaslı bir ceza uygulanacağı söyleniyordu- Ama ipuçları vardı, yangın çıkışında bulunan ceset gibi. Yanımdaki adamın öldürdüğü ceset, diye geçirdim içimden. Ne yazık ki güvenlik şefinin dediği tek şey adamın ölümüyle ilgili detayların 'belirsiz' olduğu ve adli tıp raporuyla ortaya çıkacağıydı. Bunu duyunca neredeyse gülecektim. Şaşkın bir halde ekrandaki karmaşaya baktım. "Onu alnının ortasından vurdun. Bunu bir geri zekalı bile fark eder. Nasıl ölümüyle ilgili detaylar belirsiz olabilir?" diye sordum. Şimdi muhabir tanıklarla rapörtaj yapmaya geçmişti. Ekranda yüzüne işlenmiş bir dehşetle konuşan genç kız, kafedeyken bize acil çıkışın yerini gösteren kızdı. "Belirsiz değil." dedi barista. Ekrandaki kızı dikkatle dinlerken küçük kumandayı hızlı bir şekilde parmaklarının arasında çeviriyordu. "Muhabirler sadece onlara ne söyleniyorsa onu söylüyorlar. Haberlerde duyduğun her şeye inanma. Basın çıkarı neyse o şekilde haber yapar." "Yani, kafedeki olayın üstünün kapatıldığı mı imâ ediyorsun? Nasıl bir yetki böyle büyük bir karmaşayı örtebilir? Seninle ilgili tek bir kelime, tek bir görüntü yok. Sen... Kimsin?" Bu noktada başkanın oğlu olduğunu falan düşünmeye başlamıştım. Gerçi başkanın bir oğlu olsa bunu mutlaka bilirdim, değil mi? Tam da o sırada kapının zili yüksek sesle yankı yaptı. Barista parlak, pahalı bir platinle kaplı kol saatine bakmak için bileğini kaldırınca şüpheyle gözlerimi kıstım. Birini mi bekliyordu? Bu dağ başına bizden başka kim gelirdi ki? "Burada bekle." diye uyararak evde kapıyı kolayca açacak bir sistem olmasına rağmen yanımdan kalktı ve holün olduğu tarafa geçti. Yapacak daha iyi bir şey olmadığı için gözlerimi yeniden ekrana çevirdim. Şimdi ekranda savunma bakanının görüntüsü vardı. Oldukça güçlü görünen Nicholas Wainwright kırklı yaşlarının sonunda, kısacık kesilmiş gri saçlara ve buz mavisi gözlere sahip bir adamdı. Sakalsızdı. Buna rağmen yüz hatları keskin ve sertti. Kare çenesi her zaman biraz çıkık dururdu, dudakları ise daima düz bir çizgi halinde olurdu. Çok sık gülmeyen bir tipi vardı ama bunun normal olduğunu düşündüm. Savunma bakanlığı yapmak stresli bir iş olsa gerekti. Bakan, konuşmasında saldırının arkasındaki o iki teröristlerin kaçmaya çalışırken kaza yaptığını söylüyordu ama yayın akışında trafiği nasıl katlettiklerine dair de hiçbir görüntü kaydı yoktu. Trafik kameralarında bile. Sadece hurda haline gelmiş araçların birkaç resmi, o kadar. Adamlardan biri boğazına giren metal parça yüzünden anında hayatını kaybetmişti, diğeriyse yoğun bakımdaydı ve durumu hâlâ ciddiyetini koruyordu... Barista peşinden gelen bir adamla içeri girdiğinde gözlerimi televizyondan zorlukla ayırıp onlara çevirdim. Sonra yeniden ekrana baktım. Kafam karışmıştı, dahası şaşırmıştım. Ekranda saldırı ile ilgili açıklama yapan bakanın yüzüne uzun uzun baktım çünkü aynı yüz birkaç adım ötemde duruyordu. Baristanın yanında gördüğüm adam Nicholas Wainwright'dan başkası değildi. Diğer bir deyişle, ülkenin savunma bakanı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD