Odanın ortasında duran savunma bakanının yüzüne baktığımda burada ne aradığını merak ettim. Bu, beklenmedik bir şeydi işte. Onu her zaman ekranlarda görmüştüm, konferanslarda ve toplantılarda... Kesinlikle ve kesinlikle yanımda değil.
Tamam. Her şeyden önce, olanlardan sonra onun gibi bir adamla karşılaşmanın endişelerimi ortadan kaldırmadığını söylesem yalan söylemiş olurum. Sonunda yetkili, aklı başında biri. Tutunacak bir dal. Daha ne isterdim? Neredeyse gülümseyecektim ama sonra adamın gerçekten öfkeli, yorucu ve yıkıcı göründüğünü fark ettim. Oturduğum koltuğa geri sindim ve tüm kalbimle ufalıp küçücük kalmak istediğimi hissettim. Bir süre ağzımı açmasam iyi olacaktı. Zaten adamın beni fark ettiği de yoktu. Gösterişli, siyah takımıyla içeri yürürken doğrudan baristayla konuşuyordu ve ifadesinden anladığım kadarıyla pek de hoşnut bir ruh halinde değildi. İleri geri volta atıyor, bir yandan da bir şeyler mırıldanıp çenesini kaşıyordu. Ya varlığımın farkında değildi ya da beni bile isteye yok sayıyordu. Bir an göz göze geldik ama adamın duygusuz bakışları hızlı bir şekilde baristaya geri odaklandı. O yüzden tercihimi ikinci seçenekten yana kullandım; Herif beni bilerek görmezden geliyordu.
Nicholas Wainwright, hoşnutsuz ama bir o kadar da kontrollü görünen bir ifadeyle kollarını göğsünde kavuşturdu. Sonra sabrı taşmış olmalı ki kare hatlara sahip çenesini kaldırdı. "Aramalarıma neden yanıt vermedin?" diye sorunca istemsiz bir şekilde konuşmalara kulak kabartmaya başladım. Barista bir şey demeden önce savunma bakanını kısa bir bakışla inceledi. Gözleri biraz... Nasıl derler... İlgiden yoksundu. Wainwright onu sorgularken içimde bir tedirginlik hissetmemek mümkün değildi.
"Hayatta kalmaya çalışmakla meşguldüm."
Bakan buna yüksek sesle güldü. Sabırsız ve bıkkın bir tavırla ellerinden birini havada sallayarak "Ve trafiği birbirine katmakla." diye ekledi. Alnındaki o ince, mavi damar ya gerginlikten ya da sinirden belirginleşmişti. Derin bir nefes aldığında ince dudakları daha da gerildi. "Bu işte yalnız olacağını biliyordun. Seni özellikle fazladan sorun çıkarmaman için uyardım ama elimizde ne var? İki ölü. Beş hız cezası. Dört trafik kazası. Sekiz yaralı. Bir de adamlardan birini alnının ortasından vurup öldürmüşsün ve masum bir sivili silahla tehdit edip polise ihbar edilmişsin. Üstelik bunlar sadece bana ulaştırılan raporda yazanlar. Senin yüzünden delilleri ortadan kaldırmak için bir servet ödemek zorunda kaldım. Kendinle gurur duyuyor musun bari?"
"Seni öldürmeye kararlı silahlı adamları atlatmak sandığın kadar kolay bir şey değil."
"Ne kadar zor olduğu umurumda değil. Dikkatsiz ve sorumsuzsun. San Fransisco'daki kumarhanede yaptığın karmaşayı unutmadım daha. Senden yapmanı istediğim tek şey birazcık iş ahlakı edinmen. Amacın kızı kaçırmak ya da şehri birbirine katmak değildi. Amacın, o adamların kimin için çalıştıklarını öğrenmekti. Böylece bu vakanın hangi ülke mafyasıyla uzantısı olduklarını öğrenebilecektik ama hepsini öldürdüğün için bu artık mümkün değil!"
Bir dakika, bir dakika. Az önce duyduğum şeyleri yanlış duymamıştım, değil mi? Mafya mı demişti o? Mafya dediğinden neredeyse yüz de yüz emindim ama resmen duyduklarıma inanamıyordum.
Barista, ülkenin savunma bakanının onunla konuşuyor... Hayır, onu azarlıyor olmasını umursamadan oturduğum koltuğun diğer ucuna oturdu. Rahat bir tavırla arkasına yaslanarak bakana baktı. Bunu düşünüyor gibiydi. Burnunu kıpırdattı. Duygusuz bir küstahlıkla "İşe yarar mı bilmiyorum ama bence İtalyana benziyorlardı." diye cevap verdiğinde gözlerimdeki şaşkınlık hissi daha da büyüdü. Karnımın derinliklerine bir dehşet hissi yayıldı. Kalbim patlayacakmış gibi atıyordu. Yanlış duymamıştım. Gerçekten de mafya demişlerdi. O adamlar mafya mıydılar? Ama bu meselenin benimle ne ilgisi vardı? Bugün olanları saymazsak eğer hayatımda yaptığım en tehlikeli şey kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmekti.
"Hâlâ çok küstahsın. Ben olaya değil, sonuca bakarım. İşleri biraz ağırdan almayı öğrenmen gerek." diyen Nicholas düşünmek için bir an sustu. Tembel tembel şakağına masaj yapmaya başladı. Zihnim sorularla dolup taşarken Nicholas devam etti, sesi ciddi bir hâl aldı. "En azından kız hâlâ tek parça halinde. Görünen bir darbe izi de yok. Özellikle de okuduğum raporlardan sonra. Hiç fena değil. Aferin sana."
Bu kadar yeter. Buna yeterince katlandım.
"Bana ne olduğunu anlatabilir misiniz?" diye sordum saygılı olmaya çalışarak ama sesim inançsızlıkla titriyordu. Savunma bakanı nihayet bana bakarken öfkeli bir ifadeyle biraz ötemde oturan baristayı işaret ettim. "Bu adam... Gerçek adı her neyse... Hiçbir soruma cevap vermedi ve bana hiçbir şey anlatmadı. Ayrıca bir sürü suç işlediğini gördüm. Birini öldürdü! Beni kaçırdığından bahsetmiyorum bile!"
Bu dediklerimden sonra Nicholas Wainwright kaşlarını hafifçe kaldırarak hâlâ koltukta sakin bir şekilde oturan adama baktı. Barista, kendine bir kadeh şarap doldururken -O kadar dalgındım ki orada pahalı bir şişe şarap ile zarif bir cam kadeh olduğunu yeni fark etmiştim- Nicholas açıkça kızgın olduğunu belli eden bir merakla "Neden bu kadar tepki veriyor? Ne yaptın sen?" diye sordu. Bunun üzerine baristanın biçimli dudaklarına soğuk, kibirli bir gülümseme yayıldı.
"Hiçbir şey. Sanırım yolculuk onu biraz korkuttu."
Nicholas ne diyeceğinden emin değilmiş gibi bir ifadeyle "Şey..." dedi. Bana baktı, şimdi biraz mahcup görünüyordu. "Her zaman bu kadar kötü değildir. Dinle, Rachel. Korkmana ya da endişelenmene gerek yok. Burada emin ellerdesin. Kim olduğumu zaten bildiğini farz ediyorum. Ben, Nicholas Wainwright. Savunma birliğine başkanlık yapıyorum."
"Evet, biliyorum. Sadece netleştirmek için soruyorum, Peki ya O? O kim?"
Kimi kastettiğim çok açıktı çünkü odada sadece üç kişiydik.
"O mu? Uluslararası sorunlarda hükümetler için çalışan mütevazi biri. Şimdilik biz ne dersek onu yapar."
Burnumu hareket ettirdim, mütevazılık kısmından tam olarak emin olamamıştım. Adamın gayrı resmi tavrına ayak uydurmaya çalışarak "Interpol gibi mi yani?" diye sordum. Dediğim şey baristanın başını geriye atmasına ve derin bir sesle mırıldanmasına neden oldu. Ben de ona garip garip baktım. Bu kadar şaşırtıcı olan ne söylediğimi bilmiyordum. Nicholas, tereddütümü hissederek boğazını temizledi, sonra konuşmaya başladı.
"Sayılır." dedi.
"Sayılır mı? Nasıl sayılır?"
"Tam olarak öyle değil. O, polis değil. Üst düzey yetkileri olan bir ajan. İsmi, Zack Connor."
"Seninle tanışmak bir zevkti, Rachel." diyen Zack elindeki kadehi beni selamlar gibi kaldırırken içimde bir tedirginlik hissetmemek mümkün değildi. Dayanamadım ve onu uzun uzun süzerken buldum kendimi. Resmi, uluslararası bir ajan mıydı yani? Neden bana bunu daha önce söylememişti ki? Gerçi ajanlar kimliklerini herkese ifşa edemezdi, değil mi? Bu, daha önceki polislerin onu neden tutuklamadığını da açıklıyordu. Ne olursa olsun, manyağın teki yerine bir ajan olduğunu öğrenmek çok rahatlatıcıydı. Bu durumda rahatlayabilirdim; Barista, iyi adamdı. En azından, büyük bir olasılıkla. Bu da bir şey sayılırdı. Nasıl dövüştüğünü, silah ve araba kullandığını gördükten sonra Zack'in kötü adam olmama ihtimalinin büyüklüğüne sevinmiştim. Öyle olsaydı tam bir bela olurdu.
Anladığımı göstermek için yavaş bir sesle "Tamam," dedim ve devam etmeden önce derin bir nefes aldım. Kendimi güvende hissetmek çok daha mantıklı bir şekilde düşünmeme yardımcı olmuştu. Sorularıma cevap verme konusunda Zack isimli ajandan çok daha iyi bir seçenek olduğu için tamamen savunma bakanına odaklandım. "Anladım. O bir ajan. Peki, o saldırı da neydi öyle? O adamlar kimdi? Niye beni buraya getirdi?"
"Hmm... Aslında bu biraz karmaşık bir mesele. Neden öncesinde bir şeyler içmiyorsun? Midene bir şeyler girse kendini daha iyi hissedersin."
Nicholas'ın bana cevap vermekten çekiliyor gibi bir hâli vardı. Beklemediğim bir şekilde, soruma düzgün bir biçimde yanıt veren Zack oldu. Homurdandı ve acımasız bir kayıtsızlıkla "Her şey baban olacak adam yüzünden." diyerek bardağını kaldırıp içeceğinden küçük bir yudum aldı. Sertçe irkildim. Kafam karışmış bir halde ona bakarken parmaklarım boynuma, babamın hediyesi olan kolyeye gitmişti. Kuğu figürünü okşadım. Dürüst olmak gerekirse, bu noktada babamdan bahsetmesini beklemiyordum. Şaşkın ifadem ne hissettiğime dair her şeyi söylüyor olsa da derinlerde bir yerde başka bir şey vardı, bir merak belki de...
Nicholas, yüksek bir sesle "Zack!" dedi ve buz mavisi gözleriyle ona uyarı dolu bir bakış attı. "Ona karşı daha yumuşak olabilirsin. Henüz ne olduğunu ya da onu nelerin beklediğini anlamıyor. Hem burada kızın babasından bahsediyoruz, değil mi? Her şeyi ona alıştıra alıştıra söylemeliyiz."
Aralarına girmekte en ufak bir sakınca görmedim.
"Babamın bunlarla ne ilgisi var?"
Bu sorunun cevabını duymaya hazır olduğumdan emin değildim gerçi. Hayal kırıklığına uğramaktan korkuyordum ve içimde bir yerlerde bunun olacağına dair yoğun bir his kol geziyordu.
Zack, benim boru gibi çıkan ürkek sesimin aksine derin, hoş ve net bir sesle "Aslında bu..." dediği anda başımı çevirdim ve ona ters bir bakış attım. Kucağımda duran parmaklarımı boğumları beyazlayana dek sıktım. Bir ajan olabilirdi, yakışıklı ve işinde iyi bir ajan da olabilirdi, hatta hayatımı kurtaran bir ajan da olabilirdi ama ondan kesinlikle hoşlanmadığımdan emindim. Beni asıl rahatsız eden şey sakinliğiydi. Daha önce olanların etkisini bir tek ben mi yaşamıştım? Bir tek ben mi tramvatize olmuştum? Ama muhtemelen, bundan kat kat daha kötü durumlarla da karşılaşmıştır.
"Seninle konuşmuyorum." dedim kaba ve anlayışsız olmaktan ilk defa çekinmeyerek. Zack'in kaşlarının arasında bir çizgi belirdi ama inatla devam ettim. "Onunla konuşuyorum."
"Senden pek hoşlanmıyor galiba, Zack."
"Evet, hem de hayatını kurtarmama rağmen. Biraz nankör."
Güldüm ama içten bir gülüş değildi bu, öfkeli bir gülüştü. Dayanamadım ve "Ah Zack, sen olmasan ne yapardım ben?" diye alay ettim. İsmi dudaklarımda yabancı durmuştu.
"Muhtemelen ölürdün."
Bunu duyunca hem istemsiz hem de sert bir biçimde kaşlarımı çattım. Benimle oyun oynadığı o kadar belliydi ki... Ve alay edilmekten, oynanılmaktan hiç hoşlanmamıştım! Sırf bu pisliğin egosunu tatmin etmemek için itiraz etmeye devam edecektim ama sonra bunun gerçeğin taa kendisi olduğunu fark ettim. Ne dövüşmeyi bilirdim ne de hızlı koşardım. O adamlardan kendi başıma sağlam bir şekilde kaçmama imkân yoktu ama söyledikleri yüzünden sinirliydim. Aslında öyle bir şey yapamayacak olmama rağmen bir hışımla koltuktan kalktım. Zack ve Nicholas Wainwright aynı anda bana sorgularcasına baktılar.
"Ben eve gidiyorum."
Bir adım attım. Bir adım attığımla da kaldım. "Otur oturduğun yerde. Seninle işimiz daha bitmedi." Zack'di bunu diyen. Zaten Nicholas benimle asla bu şekilde konuşmazdı. Oturduğu koltuktan uzandı ve onun tarafında olan -O esnada bir adım önünden geçiyordum,- bileğimi uzun, kararlı parmaklarıyla kavradı. Beni koltuğa geri çektiğinde doğru düzgün bir tepki verecek kadar bile zamanım olmadı. Sendeledim. Ayaklarım birbirine dolandı. Düşerken küçük, tiz bir çığlık atmayı başarabildim. Sonra da olabilecek en kötü yere düştüm; Zack'in kucağına! Açık dizlerinden birine kalçam, göğsüne de bedenimin yan tarafı sertçe çarptı. Şimdi o kadar yakındık ki saçlarından yayılan şampuan kokusunu alabiliyor, beyaz gömleğinin üzerinden teninin sıcaklığını hissedebiliyordum. Kollarımdan biriyle boynuna sarılmış sırtının arkasına tutunurken, diğer elim de gömleğinin ön tarafına sıkı sıkı kavramıştı. Zack'in kolu ise dengemi sağlamak için belimin etrafına dolanmıştı. Yüzü neredeyse burnumun dibindeydi. Bir erkeğe, özellikle de daha bugün gördüğüm birine bu kadar yakın olmak yanaklarımın alev almış gibi ısınmasına neden oluyordu. Utanç içinde donmuş kalmışken, Zack, parmak uçlarını belimin kıvrımında hafifçe dolaştırarak "Kucağımdan kalkmayı düşünüyor musun?" diye sordu. Bu sözlerini duyunca gözlerimde bir an için şaşkınlık belirdi. Aniden farkına vardım. Ah, Kahretsin! Hâlâ kucağındaydım...
Normalde hiç öyle biri olmamama rağmen içine düştüğüm durum beni agresif yapmıştı. "Ne yapıyorsun sen!" diye haykırarak panikle kucağından kalkarken Zack'in eli de belimin etrafından kayıp bacağının üzerine düştü. Tepesinde dikildim. Yüzüme bakmak için başını kaldırırken o da biraz şaşırmış görünüyordu.
"Üzerime düşen sensin."
"Evet!" diye bağırdım. "Çünkü beni çekerek dengemi kaybetmene neden oldun! Sapık falan mısın?"
"Seni kucağıma çekmeye çalışmıyordum. Aslında koltuğa çekmeye çalışıyordum ama yeni doğmuş bir tay gibi tökezleyen kişi sendin, güvercin."
Yine 'güvercin' dediğini duyunca irkildim.
"Bana güvercin deme!"
Ona dik dik baktığımda onu suçlamamdan eğlenmiş gibi dudağı bastırılmış bir gülümsemeyle kasıldı. Onun umursamaz tavırlarına karşı içimde bir rahatsızlık hissetmemek imkansızdı ancak o rahatsızlık altında, isimlendiremediğim bir şey daha vardı. Çekicilik miydi? Hayır, olamazdı. Özellikle de bulunduğumuz durumu düşünerek böyle düşünceleri eğlenceli bulmuyordum. Bir canavardan kaçıyormuş gibi koltuğun Zack'e en uzak olan noktasına oturdum. Alt dudağımı ısırırken içimden kendi kendime 'Aptal, aptal, aptal...' demeden duramıyordum. Ne sanıyordum ki? Öylece gitmeme izin verecek olsa o otobanda kaçmaya çalışırken yapardı bunu.
Nicholas durumu biraz eğlenceyle biraz da hafif bir endişeyle izliyordu. Sonunda konuşmaya karar verdiğinde "Tamam, yeter, siz ikiniz. Üzerinde durmamız gereken daha önemli konularımız var." diyerek araya girdi. Ses onu hem nazik hem de ısrarcıydı. Annemin akşam yemeğine katılmam için ısrar ederkenki tonunu andırıyordu; Kesinlikle bu bir emirdi. Burada neler olup bittiğini öğrenmeyi her şeyden daha çok istediğim için bu talimata uymayı tercih ettim. Bir yandan da kendi kendimi telkin etmeye çalıştım.
Sakin ol, Rachel... Daha ne kadar kötü olabilir ki?
"Bakın, hakkımda ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama bir yanlışlık olmuş olmalı." dedim onları bu gerçeğe ikna etmek istercesine. "Kafedeki o adamları tanımıyorum. Zack'i de tanımıyorum. Ve sizi de sadece televizyonda gördüm. Ben sıradan bir üniversite öğrencisiyim, o kadar. Bence yanlış insanla konuşuyorsunuz."
Nicholas Wainwright parmaklarını grileşmiş, kısa saçlarının arasından geçirirken bana benim için gerçekten üzülüyormuş gibi baktı. Konuştuğunda sesi de öyleydi.
"Üzgünüm, Rachel. Yanlışlık falan yok. Bugün olan hiçbir şey seninle ilgili değildi. Babanla ilgiliydi. Sen sadece talihsiz bir insansın. Dinle, kızı olduğun için bunu sindirmek zor olabilir ama baban son yıllarda birkaç kötü adamın dikkatini üzerine çeken bir iş anlaşması yaptı. Açık olmak gerekirse, onun çok güçlü bir mafya babasıyla çalıştığını düşünüyoruz. Sanırım onlar için bir çeşit kod dizilimi hazırlamış. Henüz o sistemin ne işe yaradığını öğrenemiyoruz ama en kısa sürede bunu yapacağız. Sen de bize yardımcı olmanı istiyoruz."
Gerçekten babamdan mı bahsediyor?
"Hayır." Tamam. Sorumsuz ve ilgisiz bir baba olabilirdi ama kötü bir insan değildi. "Yanılıyor olmalısınız. Babamın herhangi bir yasadışı işe karıştığına inanmak çok gülünç. O asla başkalarına zarar verecek bir şey yapmaz."
"Belki de değildir ama ne yazık ki şu an..."
"Olayları yumuşatmaya çalışma." Zack'ın derin, dikkat çekici sesi sessizliği bir bıçak gibi kesti. Tüm bu konuşmadan sıkılmış gibi Nicholas'a sert bir bakış attı. "Ayrıca ona yalan söyleme. Ailesini karanlık işlerden uzak tutması babasının iyi biri olduğunu göstermez. Üzgünüm, güvercin ama neye inanırsan inan, baban tek hedefi para kazanmak olan insafsız bir insan. Bu yüzden de bir sürü düşman edindi."
Sözler havada ağır bir şekilde asılı kaldı, her bir hece git gide yaklaşan fırtınanın ağırlığını taşıyordu. Hem dişlerimi hem de yumruklarımı daha da sıktım, babamın üzerine atılan suçlamaları işlemekte zorlanırken parmak eklemlerim beyazlaştı. Nicholas'ın acıma ve kararlılık dolu gözleri benimkilerle buluştu, bana sunulan sert gerçeği kabul etmem için beni teşvik etti. Bense sadece sinirden güldüm. Gerçekten. Yapamıyorum. Bu ne biçim bir konuşma? Ciddi ciddi bunların konuşulduğunu düşününce...
Öfkeyle titreyen bir sesle "Kes şunu, Zack!" dedim. Biraz daha konuşursa ona cidden vurabilirdim. Bunu yapmamak için ayağa kalkmaya yeltendim. Bu saçmalıkların hiçbirini bir dakika daha dinlemek istemiyordum ama Zack omzumdan tuttu ve beni koltuğa geri çekti. Bu sefer kucağına düşmedim, bunun yerine yanına düştüm. Sırtım koltuğun sırtına yaslanırken Zack hızla döndü ve koltukta bana doğru kaydı. Kollarımın iki yanından tutarken avının üzerine eğilen vahşi bir kuş gibi üzerime eğilmişti. Daha önce hiçbir insanda görmediğim kadar kararlı bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu...
Hem şaşkınlıkla hem de öfkeyle "Ne yapıyorsun?" diye fısıldadım. "Bırak beni!"
"Beni dinle. Durumun ciddiyetini anlaman gerekiyor. Babanı suçlu faaliyetlerle ilişkilendiren kanıtlarımız var ve yazdığı o kahrolası kodlar her neyle ilgiliyse sadece senin için değil, etraftaki tüm insanlar için tehlike oluşturuyor. Neden, biliyor musun? Karaborsada çalışan her bir pislik o kodların peşinde de ondan. Öyle insanlar asla iyi şeylerin peşinde olmazlar."
Tüm direnişime rağmen yüz hatlarımda hafif bir tereddütün belirmesine engel olamadım. Babamın içinde yaşadığı o lüks evi düşündüm ve öyle bir evi alacak parayı nereden bulduğunu... Gerçekten olabilir miydi? Babam gerçekten de tehlikeli suçlularla iş yapmış olabilir miydi?
"Neden bunları babama sormuyorsun?" diye sordum, merakla.
"Sorardım, muhtemelen onu iyice bir döverdim de ama yapamam. İki gün önce öldü. İntihar etti."
Bu sözleri duyduğumda bedenimin taş kesildiğini hissettim. Zack'in gözlerindeki kararlı bakışlar beni olduğum yere çiviledi; kaçmaya teşebbüs etmeyeceğimden emin olana kadar sıkıca kollarımı kavradı. Sonunda, bir anlık tereddütten sonra, kollarımı bırakıp geri çekildi ancak bana olabildiğince yakın bir mesafede oturdu. Bedenimin her hücresi kaçmayı istediği halde ondan uzaklaşmaya çalışmadım. Sadece önümdeki duvara bakıyor, içimdeki karmaşayı uzakta tutmaya çalışıyordum. Bir anda her şey anlamını yitirmişti sanki. Babam ölmüş müydü? Hayır, öyle olsa annem bana söylerdi, değil mi? Gözlerim içlerinde birer ateş topu varmış gibi sızlıyor, sanki binlerce ufacık iğne batıyormuşçasına acıyı hissediyordum. Kolumu yavaşça kaldırdım ve avucumun içi soğuk tenime dokunurken, parmaklarımın ucuyla yanaklarımdan süzülen yaşları yakaladım ve sildim. Ağladığıma, hem de tanımadığım insanlar karşısında ağladığıma inanamıyordum. Babamla son buluşmamızın anısı sürekli gözlerimin önünde dönüp duruyordu. Aramız o kadar iyi değildi ama ne olursa olsun o benim babandı. Hiç iyi anımız yok da değildi. Ölmesi elbette beni üzerdi. Üstelik bir anda onu kaybettiğimi öğrenmek, hem de böyle... Neden daha bugün tanıştığım birinin söylediklerine koşulsuz şartsız inandığımı bilmiyor olsam da bana bunu derken Zack'in gözleri öyle kararlıydı ki doğruyu söylediğini anlamıştım.
"Bravo Zack," dedi Nicholas Wainwright, hoşnutsuz bakışlarla ve imalı bir tınıyla. "Onu ağlattın."
"Bu... Bu nasıl oldu?" Dudaklarım titriyordu.
Nicholas, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak keskin bir bakışla Zack'e dik dik baktı. "Eee? Buna da cevap vermek ister misin, Zack?"
"Oturma salonunda kendini asmış." dedi Zack, bundan memnun değilmiş gibi ama bunun bir insanın hayatına son vermesinden çok babamı sorgulayamadığı için olduğunu hissettim. Birden bana ne kadar yakın oturduğunu fark ettim. Omzu omzuma değiyordu. Tiksinerek kayıp ondan biraz uzaklaşırken, gücenmiş bir sesle, "Biraz daha duyarlı davranamaz mısın!" dedim. Tek yaptığı bana kısa, ilgisiz bir bakışla bakmak ve cevap verirken omuzlarını silkmekti.
"Suçluların ölümü beni üzmez."
Baştan aşağı ürperdim. Babam bir suçlu değil, diye bağırmak isterdim ama içimden bir ses bunun o kadar da doğru olmadığını söylüyordu. Üstelik ağzımı açarsam kendimi tutamaz ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardım. Dizlerime yaslanıp titrek bir sesle nefesimi bırakırken Zack bana durumun ne olduğunu herhangi bir empatiden yoksun bir sesle anlatmaya devam etti.
"Polisler binanın güvenlik kameralarına bakmış. Görünüşe göre baban öldüğünde yalnızmış. Yani kendi kendini öldürdüğüne karar kıldılar, en azından görünüşte durum bundan ibaret."
Eve dönmeli ve Yakındaki Psikologlar diye Google'da arama yapmaya başlamalıydım.
"Gerçekten," dedim sonunda tartışıp durmak yerine doğru düzgün bir şekilde Zack'le konuşmaya karar vererek. Ona bakmak için ellerimi yüzümden çektim ve başımı çevirdim. Yanaklarım gözyaşlarım yüzünden nemliydi, muhtemelen gözlerim de kızarmıştı ama bu en son dert edeceğim şeydi artık. "Bir mantık kurmakta zorlanıyorum. Babam niye kendini öldürsün? O intihara meyilli biri değil ki."
Ona soruyordum çünkü belli ki ne kadar acımasız olursa olsun bana doğruyu söylüyordu. Aslında ben de bunu tercih ederdim. Acı gerçeğin balla kaplanabileceği türden bir durum değildi bu.
"Ölmeden önce kodlara yanlış girildiğinde kendini sıfırlayan bir şifre koyduğunu öğrendik. Bu durumda, zaten bir ölüydü. Çalıştığı o adamlar öyle kolay kazık atılacak adamlar değiller. En azından ölmeden önce bize bir iyilik yapmış. Ellerinde kodlar olsa da şifre yüzünden onlara ulaşamıyorlar. Kafedeki saldıranlar... Hedefleri sendin ama seni öldürmek istemiyorlardı. Daha çok, yaralı ama canlı, modundaydılar. Bu da şifreyi hâlâ çözemedikleri anlamına gelir. Bir de her türlü riski almayı göze aldıkları. Orada bir sürü görgü tanığı vardı ve bunu pek de kafaya takmadılar."
"Bekle, bekle! Dur! Bir dakika..." dedim panikle ellerimi kaldırarak. Zack susup bana baktı, ben de kaşlarımı sert bir şekilde çattım. Yavaşça, endişeyle "O kodlar ile benim ne ilgim var?" diye sordum.
Zack cevap vermedi, başını başka tarafa çevirerek acı bir şey yemiş gibi yüzünü buruşturdu.
Ah, hayır... Dehşet yavaş yavaş ifademde yayılırken gözyaşlarım durdu, kekeleyerek fısıldadım. "O... O şifreyi benim açabileceğimi mi düşünüyorlar?"
"Evet. Orada olup seni kurtarmam da bir hayli sinirlerini bozmuştur. Benden korkmana gerek yok, ben iyi adamım. Vurarak öldürdüğüm o adam var ya, arananlar listesinin başını çekiyor. İsmi Giovanni. Kadın pazarlayan ve organ kaçakçılığı yapan bir baronun sağ kolu."
"Ne? Beni pazarlayacak mıydı!"
"Tüm bu olanlar arasında en son takılman gereken şeye takılıyorsun, güvercin. Sen bundan çok daha değerlisin. Muhtemelen seni milyon dolarlar için bir mafya liderine satacaktı. Baban olacak adam yüzünden karaborsadaki her bir pislik senin peşinde."
Yüzüme yerleşen ifadeyi görünce "Gene de kötümser olmaya gerek yok." diye homurdandı Nicholas...
"Yok mu?" Zack, Nicholas'a 'Sen ciddi misin?' diyen bir bakış attı ve çenesiyle beni gösterdi. "Onu bugün gördüm. Hayatta kalma içgüdüsü sıfır. Hem ne yaşadığının o kadar farkında değil ki alnında bir hedef tahtasıyla dolaşıyor sayılır."
Buna hiç de itiraz edemeyecektim.
"Şu gün bir bitse artık!" diyerek öne eğilip başımı ellerimin arasına aldım. Bir gün içinde hayatım nasıl bu kadar berbat olabilirdi? Tüm bu olanlara inanamıyordum. Aklımda bir sürü soru dolanıyordu? Eğer dedikleri doğruysa o kodlar ne işe yarıyordu? Neden bu kadar önemliydi? Sırf bilgisayar mühendisliği okuduğum için mi babamın koyduğu herhangi bir şifreyi açabileceğimi düşünüyorlardı? Bu çok aptalcaydı. Ben onunla doğru düzgün görüşmüyordum bile. Acaba babam o adamlara benden bahsetmiş olabilir miydi? Ah, kahretsin. Tek bir sorunun bile cevabı ben de değildi ve cidden, baştan aşağı pisliğe batmış durumdaydım. "Bu çok kötü!" dedim, içinden geçenleri tek bir cümleyle özetleyerek.
"Tam olarak değil ama olacak." Nicholas başını iki yana salladı, ifadesi çok ciddi görünüyordu. "Tek sorunun, silahlı saldırıya uğramış olman değil Rachel. Peşinden yeniden gelme ihtimalleri o kadar yüksek ki ben yüz de yüz derdim. Bu yüzden seni tanık koruma programına aldık."
İtiraz etmek yerine sessizce başımı aşağı yukarı salladım. Sanırım bu mantıklı bir karardı.
"Neyse, benim artık gitmem gerekiyor. Görüşmem gereken birkaç önemli insan var." Nicholas zamanında yetişeceğinden emin olmak için saatine baktı ve ceketinin yakalarını düzeltti. Gitmeye yeltenmişti ki, sanki bir şey aklına gelmiş gibi durdu. Bize geri döndü ve ince dudaklarına yavaş bir gülümseme yayıldı. Sonrasında dediği şey o gün içinde beni en çok şaşırtan şey oldu. "Ah, son bir şey daha. Zack'de bu işin içinde artık, Rachel. O, senin koruman olacak."
Ben tepki veremeden "Ne?" diye patladı bir ses yanımdan. Zack öyle hızlı ve sert bir şekilde yerinde doğruldu ki, başımı çevirip şaşırarak ona baktığımda derisinin altındaki kaslarının ani hareketiyle belirginleştiğini gördüm. İfadesi katılaşırken yüz hatlarına, en çok da gözlerine, yavaş yavaş yoğun bir öfke yayıldı. Endişeyle yüzümü buruşturdum. Harika. Sanırım onun da korumam olacağından haberi yoktu.