?5.BÖLÜM: BİLİNMEYEN ROTA

3118 Words
Şehirden ne kadar uzaklaşırsak içimdeki kötü his de o kadar büyüyordu. Ve ben... Şey... Daha berbat bir halde olamazdım herhalde. Telefonum yanımda değildi, az önce resmen bir ölüm kalım savaşı vermiştim ve yanımda duran kahrolası herif de ağzını açıp tek kelime etmiyordu! Onunla ilgili rahatsız edici bir sürü şey olsa da en rahatsız edicisi sessizliğiydi. Bir şeyler söylemesini tercih ederdim, kötü şeyler diyecek bile olsa... Ne yazık ki, arada sırada birazcık cesaret bulup onu konuşturmak için ağzımı açsam da barista benimle konuşmaya pek yanaşmadı. Bir süre sonra ben de pes ettim ve daha fazla onunla konuşmaya çalışmadım. Zaten bana cevap vereceği de yoktu. Manhattan tabelasının yanından hızla geçerken fazla düşünmekten çok yorulduğumu fark ederek yüksek sesle iç çektim. Biraz kahveye, dinlenmeye ve sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Ne yazık ki bu da pek mümkün değildi. Damarlarımda taze bir şekilde dolaşan adrenalin yüzünden midem iyice bulanmaya başlamıştı. Kendimi kötü hissediyordum. Berbat. Yıpranmış. Hasta. Yorgundum, hem fiziksel hem de duygusal olarak tükenmiştim. Daha önce olanları düşünmek ise durumumu daha da kötü bir hâle getiriyordu. Bu iyi değildi ve bunu derken demek istediğim gerçekten de iyi değildi. Her şey sakinleşince daha iyi hissedeceğimi umuyordum ama bu umut umutsuzlukla kaplı bir çölde ulaşılmaz bir vaha gibiydi. Korku ve endişenin yoğun ritmi kulaklarımda atmaya devam ediyordu ve bu, her şeyi yaşamaktan bile daha kötü bir şeydi. Bir köşeye çekilip ellerimle kulaklarımı kapatmak ve annemi sayıklayarak ileri geri sallanmak istiyorum. Ah, sanırım stres sonrası travma falan geçiriyordum. Gerçi geçirmemem tuhaf olurdu. Hayatı boyunca kendi küçük, güvenli kabuğunda yaşamış sıradan bir kızdım ben. İlgi çekici hiçbir yanım yoktu. Doğru düzgün bir hobim bile yoktu. Tamamen, yüz de yüz, kesin ve kesin bir şekilde sıradan bir kız... Öyleyse neden böyle korkunç şeyler yaşıyorum? Anıları bir kenara itmeye ve şimdiki ana odaklanmaya çalışarak sonsuz bir asfalt şeridi gibi uzanan yoldan gözlerimi çektim ve yanımdaki sessiz figüre yan gözle baktım. Varlığı bana hiçbir teselli sunmadı, sadece yabancısı olduğum bir herifin ürkütücü bir arkadaşlığından ibaretti. Onun sessizliğini kırmak istiyordum, bana biraz teselli veya güvence sunmasını istiyordum. Tüm bu suskunluğu beni rahatsız ediyordu. Az önce cehennemi atlatmıştık ve şimdi de sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Bu kesinlikle normal değildi. Gerçi bugün yaşadığım hiçbir şey 'normal' değildi. Önümüzde uzanan yola baktıkça endişe ve stresten midemdeki ateşin ağzıma kadar yükseldiğini hissedebiliyordum. İçimden 'Kahretsin!' diye geçirdim. Bu hissi savuşturmak için avucumla ağzımı kapattım ve yüzümü buruşturdum. Barista ruh halimdeki ince değişimi fark etmiş gibiydi; kaşları hafifçe çatılmış, ifadesinde beliren bir anlam arayışıyla gözlerini dikkatlice üzerime dikmişti. Sonrasında yapmasını hiç beklemediğim bir şey yaptı. Jipin hızını düşürdü ve bir süre sonra da arabayı rüzgarla sallanan ayçiçeklerle kaplı bir tarlanın kenarına çekti. Kontağı kapattığında motorun vızıltısı sessizliğe karıştı. Ağzımı açtığım anda kusmayacak olsaydım nihayet durduğu için ona teşekkür ederdim. Bunun yerine öne eğildim ve boşta kalan avucumu torpidonun üzerine yaslayarak hızlı hızlı soludum. Barista, "Biraz gergin görünüyorsun." dedi ama kötü bir ruh halinde olduğum için cidden ne halde olduğumu mu soruyor yoksa alay mı ediyor, anlamakta zorlanıyordum. Elimin altından, boğazımda düğümlenen bir sesle, "Kendimi hiç iyi hissetmiyorum." dedim. Midemdeki rahatsızlık her an patlamaya hazır bir volkan yutmuşum hissettiriyordu. "Kusacağım galiba." Lütfen, şimdi değil. Hiç tanımadığım birinin önünde değil. Daha da önemlisi, onun önünde değil. Kendimi tutma çabama rağmen midemin çalkalandığını hissettim. Emniyet kemerini çabucak çözdüm ve aciz bir tavırla, sendeleyerek bedenimi arabadan dışarı attım. Nerede olduğumuz hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama New York'un aksine buraya yağmur yağmıyordu. Hava son derece parlak ve güneşliydi. Hoş bir değişiklikti. Keşke bunun tadını çıkaracak kadar güzel bir ruh halinde olsaydım. Kağıt gibi bembeyaz kesilmiş bir yüzle tarlanın kenarına koştum. Öne eğildim ve saçlarıma bir şey bulaşmasın diye yanağımdan sarkan saçları çektim. Kusma isteği oldukça yoğun olmasına rağmen tenime çarpan serin hava bana öyle iyi geldi ki yavaşça midemdeki çalkalanma azalmaya başladı. Durumu değerlendirirken ağzımdaki iğrenç tat haricinde iyi olduğumdan emin olana dek bekledim, sonra da nefes nefese bir hâlde doğruldum. Arkamı dönmeye karar verdiğimde büyüleyici, kehribar rengi gözlere bakarken buldum kendimi. Ben inince barista da araçtan inmişti. Sırtını arabanın kapısına yaslamış bir hâlde beni seyrederken arkasındaki otobandan her çeşitten araba geçip gidiyordu. Umursamaz bir hava saçıyordu ancak gözleri beni dikkatlice izlerken keskin bir ilgiyi ele veriyordu. Kendimi heyecanla dolu hissetmemek mümkün değildi. Bu adamda bir gizem, beni hem ilgilendiren hem de eşit derecede tedirgin eden bir karmaşıklık vardı. O gizemli gözlerin arkasında ne tür düşüncelerin saklandığını merak ediyordum. Ağırlığımı bir ayağımdan diğerine kaydırdım ve meraklı, ilgili bakışlarımı baristanın üzerinden bir an olsun ayırmadım. Bunun haricinde pek bir şey olduğu da yoktu. O konuşmuyordu. Ben de konuşmuyordum. Sessizlik, gönüllü bir şekilde imzaladığımız bir anlaşma gibi aramızda dururken bir süre sonra kaslarımdaki gerginliğin hafiflediğini hissederek derin ve sakinleştirici bir nefes aldım. Havanın akışı hoş bir rüzgar gibi akciğerlerimi doldurdu ve göğsüm bu çaba ile yükselip indi. Aptal mıydım yoksa meraklı mı? Gitmem, hatta kaçmam, olan her şeyi arkamda bırakmam gerektiğini biliyordum ancak görünmez bir güç beni yerimde tutup bu adamın beni nereden tanıdığını öğrenmek istememe neden oluyordu. Tanıdığını biliyordum. Adımı biliyordu. Soy adımı da. Kim bilir, başka daha neler biliyordu. "Bunların hepsi, tek kelimeyle, korkunçtu!" "Sen pek maceracı bir tip değilsin, değil mi güvercin?" Cevabı sakin, neredeyse sükûnet dolu olsa da kemiklerimi ürperten bir soğukluğa neden olmuştu. Ardından son sözcük yüzünden şaşkınlıkla kaşlarımı çattım, onun tuhaf sözcük seçiminin arkasındaki anlamı kavramaya çalışıyordum. Şaşkın bir halde "Güvercin?" diye yineledim ama boğuk sesim güçsüzdü. Daha önce kimse bana böyle hitap etmemişti. "Evet, güvercin. Eskiden çatıda onlardan beslerdim, bana senin gibi bakarlardı. Böyle kocaman, şaşkın gözlerle... Onları hatırlatıyorsun bana." Yüzümdeki şaşkınlık daha da büyüdü. Bu garip, rahatsız edici bilgiyi sindirmek için birkaç saniye gerekti bana. Bunu yaptığımda "Tamam," dedim yavaşça. "Öncelikle bana bir daha güvercin deme. Ciddiyim. Asla. Bundan hiç hoşlanmadım. İkinci olarak da, cevaplara ihtiyacım var. Orada ne oldu öyle? Neden şehrin orta yerinde bir saldırıya uğradık? Bu bir terörist eylemi miydi?" "Büyük elçi ya da başkan değilsen terörist eylemleri belirli bir kişiyi hedef almaz, özellikle de pek dikkat çekmeyen üniversite öğrencilerini." "Vay canına. Teröristler hakkında çok şey biliyor gibisin." "Ufak tefek şeyler." Kollarını bir kaya kadar sağlam görünen göğsünde kavuşturdu ve başını yana yatırarak tembel, acelesiz bir bakışla bedenimi süzdü. Amber rengi gözleri mavi gözlerimi bulduğunda derin bir ürpertinin omurgamdan aşağı süründüğünü hissettim. Bana gülümsedi, tehlikeli ama bir şekilde de zarif bir gülüştü bu. "Aslında sana acıyorum, güvercin. Nasıl bir belaya bulaştığından haberin bile yok." Tanrım... Nasıl bu kadar sinir bozucu olabilir? "Bana güvercin deme!" Gözlerini gözlerimden ayırmadan başını yavaşça yana yatırdı. Karşımda duran bu genç adamı tanımıyordum ama bunun üzerine bahse girerdim ki bana yine 'güvercin' diyecekti. Aslında güvercinlerle bir derdim yoktu. Bence gayet sevimli hayvanlardı ama bu sözcük onun dudaklarının arasından çıkınca kendimi aptal, beceriksiz ve anlama kabiliyetinden yoksun biri gibi hissetmeme neden oluyordu. Biraz kendime gelir gibi olduğumda gözlerim şaşkınlıkla genişleyip etrafta dolaştı, kaçma ihtimalimi değerlendirerek karşımdaki manzarayı içime çektim. Canlı sarı yapraklar hafif esen rüzgarla dans ederken bir yandan da bu ıssız yerde nereye kaçabileceğimi düşündüm; Göz alabildiğine uzanan altın sarısı ayçiçeklerle kaplı geniş bir alan. Evet. Seçenekler pek benden yana değil gibiydi. Böyle bir yerde nereye gidebileceğim, şehre nasıl dönebileceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İçimden bir ses 'Bu adam varken o iş biraz zor!' diyerek beni uyardı. Arkama bakmadan topuklama fikrini B planına erteleyerek baristaya doğru yürüdüm. Ben ona yaklaşırken gözlerinde bir şüphe kıvılcımının belirdiğini görebiliyordum. Bana güvenmiyordu. Sorun yoktu çünkü zaten ben de ona güvenmiyordum. Zerre kadar umursamadan yanından geçtim ve arka koltuğa fırlattığı telefonu almak için jipin kapısını gürültüyle açtım. Telefonunda şifre ve parmak taraması vardı ama acil durum numaralarını aramak için şifreye gerek yoktu. Polisin numarasını tuşlamaya başladığım anda barista sırtını jipten ayırdı, üzerime yürüdü. "Hey! Polis yok demedim mi ben sana?" diyerek telefonu elimden çekip alınca içimde bir öfke dalgası kabardı. Düşüncesiz cesaretimi besledim ve haklı olarak, telefonu geri almak için ileri atıldım. "Ver onu bana!" Üzerine atıldım ama ulaşamamam için telefonu yukarı kaldırdı. Zıplayıp telefonu almaya çalışsam da baristanın boyu çok uzundu. Parmaklarım boşluktan başka bir şey yakalamadı. Daha da kötüsü, hızımı alamadım baristanın göğsüne çarptım. Sersem bir halde duraksarken adamın kokusu burnuma doldu. Yağmur, toprak ve güzel bir erkek parfümü kokuyordu. Yine de bir yabancıyla, daha çok ona, bu kadar yakın olmaktan hiç hoşlanmamıştım. İrkildim. Gerileyerek ondan uzaklaşırken yumruklarımı iki yanımda tüm gücümle sıkarak kaşlarımı çattım ve baristaya onu oracıkta öldürecek gibi baktım. Neden sürekli polisi aramama engel olduğunu anlayamıyordum. Öte yandan, o silahlı adamlarla nasıl dövüştüğünü gördüğüm için ondan o telefonu almanın ne kadar zor olduğunun farkındaydım. Benim gibi biri için bunu denemek boşa kürek çekmekten farksız bir şeydi. Sonunda pes ederek elimi şöyle bir salladım. "Biliyor musun, boş ver, sen de kalsın. Ben gidiyorum ve söylemek isterim ki, seninle tanışmak da bir zevk falan değildi!" Barista kaşlarını hafifçe çattı ve içten içe ondan bu kadar kolay kurtulamayacağımı çok iyi biliyor olmama rağmen arkamı dönüp otobanın kenarı boyunca yürümeye başladım. Bu sonsuz gibi görünen yolda nereye gittiğimi bilmiyordum ama şehre dönmek için bir yol bulmam gerektiğini biliyordum. Ya da geceyi geçirmek için pansiyon gibi bir şey, tüm bir geceyi bu otobanda geçirmek istemiyorsam tabii... Bu düşünceyle ürpererek kollarımı etrafıma sardım. Aslında ürpermem sadece soğuktan değildi. Hava güneşli olmasına güneşliydi ama rüzgar aşırı serindi. Neyse ki bugün yağmura uygun şekilde giyinmiştim. Kollarımı kendime sardım ve bir süre sonra ne yaptığını merak ederek omzumun üzerinden arkama göz attım. Ne yazık ki, barista peşimden geliyordu! Aramızda birkaç metre vardı ama beni takip ediyordu işte. Gözümün önüne öldürmeden önce avını takip eden dev, vahşi, sarı kediler geldi. Bir de seri katiller. Panikleyerek başımı çevirip daha hızlı bir biçimde yürümeye devam ederken 'Niye peşimden geliyor?' diye düşündüm. Çaresizlik ve bilinmezlik beni ileri itiyor, aramızdaki mesafeyi arttırmaya çalışıyordum. Bir yandan da ümitsizce 'Lütfen, peşimi bıraksın, lütfen.' diye dua ediyordum. "Nereye gidiyorsun?" Duraksar gibi oldum. Bunu öyle normal, öyle sakin bir şekilde sormuştu ki kendimi bir arkadaşımla normal bir şekilde sohbet ediyormuş gibi hissetmiştim ama bu durumda normal bir şey yoktu. Bunu kendime defalarca kere hatırlattıktan sonra yürümeye kaldığım yerden devam ettim. Basitçe "Şehre," dedim, sözler dilimde acı bir tat bırakıyordu. "Geri dönmenin bir yolunu bulacağım. Taksi falan belki." "Buradan taksi geçmez." dedi, tartışılmaz bir gerçeği ifade eder gibi. "Otostop çekerim." Aslında otostop falan çekmeyecektim ama böyle söylersem belki beni rahat bırakır diye umuyordum. "Bu iyi bir fikir değil." diye uyardı beni. "Yine de şansımı deneyeceğim, teşekkür ederim." Ama ikna olmadı. Ayrıca verdiğim bu yanıttan da hiç hoşlanmamıştı. Uzandı, eli yumuşak ama sıkı bir kavrayışla dirseğimin etrafına kapandı. Yüzümü, hâlâ adını bilmediğim baristaya dönerken ürpermeden edemedim ama bu defa ne soğuktan ne de korkudandı; Bakışlarının üzerimdeki baskısı fiziksel bir kuvvet gibiydi. Kafam karışık bir halde kaşlarımı çattım. Seçeneklerimi tartıyordum. Bir yandan bu yabancıya güvenmiyordum. Öte yandan, belirsiz bir hedef olmadan yol boyunca yürümek de pek çekici değildi. En sonunda "Lütfen, bırak beni artık." dedim bezgin bezgin. "Benimle gelmelisin." "Rüyanda görürsün!" "Zor yoldan öğreniyorsun, değil mi güvercin?" İrkildim. Güvercin. Sesim sertleşti. "Bana bir daha güvercin dersen, yemin ederim, seni..." Sesim yavaş yavaş kısılırken tehdidimi bitirmekte zorlandım çünkü birden bana yaklaşıp dibime girmişti. Kekeleyerek susarken üzerime uzandı ve kolunu belimin etrafına doladı. Zihnim olanları anlamaya çalışarak yarıştı. Bana sarılıyor muydu? Yoksa tacize mi uğruyordum? İkinci düşünce iğrençti ama açık olmak gerekirse diğerinden daha yoğundu. Baristanın ne yapmaya çalıştığını birden yeryüzünden çekilene kadar anlayamadım. Ayaklarım havada sallanırken tiz bir çığlık attım, sesim otoban boyunca yankılandı. Barista beni sanki çok hafif bir şeymişim gibi omzuna atarken dünya etrafımda dönüyordu, düşmemek için sırtına tutunmaya çalıştım. Dönüp arabaya geri yürümeye başlarken ve beni de bir çuval gibi yanında görürken gözlerim şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. Ne yapıyordu bu? Bir an kayar gibi olunca dengemi korumaya çalışarak siyah, kolsuz yeleğinin sırtına yapıştım. Tırnaklarımı yumuşak, serin kumaşa geçirdim. O sert asfalta düşersem kesin bir yerlerimi kırardım! Öte yandan dokunmaması gereken yerlere dokunmuyor olmasına rağmen yüzümün alev alev yandığını hissedebiliyordum. Bir çuval gibi taşınmak pek de hoş hissettiren bir şey değildi açıkçası. Neyse ki etrafta beni gören kimse yoktu. Saçlarımı yanaklarımdan aşağı sarkarken bir an yola umutla baktım, arabalardan birinin duracağını ümit ediyordum. Çok kısa bir süre sonra utancın altından yükselen panik duygusu içimi kapladı. "Bırak beni! Delirdin mi? Ne yapıyorsun?" "Seni taşıyorum." Kararlı bir tınıyla konuşuyor, bir yandan da yürümeye devam ediyordu. "Bana başka seçenek bırakmıyorsun." "İndir beni! Beni indirirsen şikayetçi olmam! Yaptığın şeye insan kaçırma denir! Bu bir suç!" Evet. Tabii. Eminim bu onu ikna eder. Alaycı bilinçaltımı görmezden gelmek zordu. Başımı iki yana sallayarak sıkı, inatçı ve sinir bozucu kavramasıyla mücadele ettim. Beni arabasına doğru taşımaya devam ederken debelenip durduğum için belimdeki tutuşunu sıkılaştırdı. Hafif bir çığlık atarak sırtına yumruk attım. Bu canını acıtmazdı ama hiç değilse sinirimi atıyordum. Gitmeme izin vermemesi iyice panik yapmama neden oluyordu. Belimdeki kolu bir mengendeden farksızdı. Hıncımı alamayıp bir kere daha sırtına yumruk attım. "Uslu dur. Sana yardım etmeye çalışıyorum." "Yardımına ihtiyacım yok!" "İhtiyacın var, bana inan." İyiden iyiye sinirlenerek, kalan tüm gücümle, "Sana inanmak mı?" diye bağırdım. Kendimi yere atsam çok canım yanar mıydı acaba? Siyah, sert asfalta şöyle bir baktığım anda vazgeçtim. Başımı çevirerek baristaya bakmaya çalıştım. "Dalga mı geçiyorsun? Tanışalı daha yirmi dakika oldu!" Ve bu birini tanımak için hiç de yeterli bir süre değil, adını bile bilmiyorum! "Yirmi yedi dakika, on sekiz saniye oldu." Pek küfürbaz biri değildim ama keskin bir fren sesi duyana dek bildiğim tüm küfürleri sıralamaya hazırlanıyordum. Barista olduğu durdu. Belli belirsiz "Bir seyircimiz eksikti." diye mırıldandığını duydum. Sanırım biri çığlıklarımı duymuş ve be olduğuna bakmak için durmuştu. Şükürler olsun. Barista başka çaresi olmadığı için beni yere geri indirdi ve bir an düşmemem için dikkat ettiğini fark ettim. Hatta dengemi sağladığımdan emin olana dek kolunu üzerimden çekmedi. Beni, "Bagajda seyahat etmek istemiyorsan olay çıkarmayı bırak." diye uyardığında ona şaşkın bir bakış attım. Bir an ciddi sandım çünkü yüzünde hiçbir ifade yoktu ama sonra bunu yapmak istese en baştan yapacağını düşündüm. Ne de olsa yol boyunca kafasını şişirip durmuştum. En azından ciddi olmama ihtimali daha fazlaydı. Cevap vermeden başımı çevirdim ve siyah, lüks jipin arkasında duran Toyota Camry'den iri yarı, kolları dövmelerle kaplı iki adamın indiğini gördüm. Bize doğru yürürken iki adamın göz korkutucu bir tipi vardı. "Her şey yolunda mı?" diye sordu, daha uzun ve daha korkutucu olanı. "Ben Mike. Bu da kardeşim Jack. Bağışları duyduk ve kontrol etmek istedik." Barista bana konuşma fırsatı vermeden "Evet," diye cevap verdi, sesi alçak ve otoriterdi. "Evliliklerde olur böyle şeyler. Karım bazen her şeyi dramatize etmeye bayılıyor." O... Ne? Baristanın kısa cevabı havadaki gerilimi hafifletmedi. İki adamın da gözlerinin ağırlığını üzerimde hissedebiliyordum, beni değerlendiriyorlar, duydukları şeyin doğru olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Bagajda seyehat olayını bir kere daha düşündüm ama sonra kafedeki saldırıyı ve o korkunç araba yarışını düşündüm. Az önceki uyarı kulaklarımda yankılandı ama korkunun beni felç etmesine izin veremezdim. Bu dövmeli adamlar benim tek şansımdı, bunun farkındaydım. Böyle bir şansı kaçırmamak için "Hayır!" diyerek karşı çıktım. Kelime dudaklarımdan bir telaşla dökülmüştü. Barista gözlerini yumdu ve bir nefes aldı. Devam ettim. "Yardım edin lütfen! Biz evli değiliz! Bu adamı tanımıyorum ve gitmeme izin vermiyor!" Dövmeli adamlar birbirleriyle bakıştılar, sessiz bir iletişim aralarında dolaşırken bana yardım etmeleri için onlara yalvarmaya hazırdım. Mike, kısık gözlerle bize doğru bir adım attı. Uzun, siyah saçları vardı ve yüzünden bile ne kadar cesur biri olduğu anlaşılıyordu. Jack'le konuşarak "Bence ona yardım etmeliyiz." deyince içimde bir umut ışıldadı, düşüncelerimi bulutlandıran karanlığı dağıttı. Ama umudum kısa ömürlüydü çünkü baristanın eli ölümcül bir amaçla hareket etti, silahı kaldırıp Mike'ın yüzüne nişan aldı. "Defol git bence." dedi Mike'ın tehditkâr sesini taklit ederek. Mike'ın gözleri şaşkınlıkla genişledi, kendi zihnimde yankılanan şaşkınlıkla aynı şaşkınlıktı bu. Jack'in tepkisi de aynısıydı, yüzü korku ve endişe karışımı bir ifadeyle çarpılmıştı. Açık olmak gerekirse, böyle bir durumda ne yapılması gerektiği hakkında en ufak bir fikir gelmiyordu aklıma. Mike'ın yüzünde endişeye çok benzeyen ama endişe olmayan bir his belirdi; tereddüttü bu. Gitmesi mi yoksa kalıp yardım etmesi mi gerektiğine karar veremiyordu ama silahlı bir insana kafa tutmak hiçbir zaman zekice bir plan değildir. Jack'de benim gibi düşünüyor olmalı ki kardeşinin kolunu tuttu ve onu arabalarına doğru çekiştirirken duyamayacağım bir sesle bir şeyler söyledi ona. Bense orada durup giderek benden uzaklaşan umuduma bakmaktan başka bir şey yapamadım. Adamlar arabaya binip gözden kaybolunca barista beni siyah jipe geri götürdü. Ne gariptir ki, emniyet kemerimi bağlamak için üzerime uzanana kadar ona karşı koymayı akıl edemedim. Kalkmaya çalıştım. Omzumu tuttu. Yine de kalkmaya çalıştım. Omzumdaki kavrayışı sıkılaştı, beni sağlam bir şekilde koltuğa yaslayıp yerimde tutarken bana daha da yaklaştı, gözleri benimkinden başka bir yere kaymıyordu. Kalbim göğsümde hızla çarparken panik beni sarmalamaya başladı. "Ne yapıyorsun? Bırak! Bırak yoksa yemin ederim seni-" Aniden sustum ve şaşkın şaşkın soludum çünkü üzerime eğilmişti. Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki, nefesimi tutarken buldum kendimi... "Ne yaparsın? Söyle." diye meydan okudu bana. Onu ittirmek ve çığlık atmak arasına mekik dokurken hem kıpırtısız hem de sessiz kaldım. Sonra uzun, kemikli parmaklarıyla omzumu okşadı ve güneş vurduğunda iyice altın rengine dönen, siyah kirpiklerle çevreli gözlerinde duygudan yoksun bir ifade belirdi. "İdeal bir tanışma yaşamadığımızı biliyorum, Rachel. Sana biraz... Kaba ve kontrolsüz görünmüş olabilirim ama incinmeni istesem çoktan yapardım, değil mi? Benimleyken güvendesin. Yani debelenmeyi, sorun çıkarmayı ve sivillerin dikkatini çekmeyi kesmelisin." "Seninle bir yere gelmek istemiyorum. Kim olduğunu bilmiyorum veya benden ne istediğini." "Hassas konularla ilgilenen bir organizasyonda çalışıyorum ve şu anda, sen de bu konulardan birisin. Bu da işler daha da tehlikeli hale gelmeden seni götürmem gerektiği anlamına geliyor." Gözlerimi daraltarak ona baktım, doğruyu mu söylüyor yoksa başka bir yalan mı uyduruyor diye anlamaya çalışıyordum. Sözlerinin ağırlığını hissederken boğazımda bir düğüm oluştu. Nihayet biraz sakinleşir gibi olduğumda "Beni nereye götürüyorsun?" diye sordum, tereddütle. Tek bilmek istediğim buydu. Şimdilik. "Güvenli bir yere." "Bu yeterli bir cevap değil!" "Bunu bilmen yeterli." Nereye gittiğimizi bana söylememesinden hiç mi hiç hoşlanmamıştım. Ayrıca sırf 'Benimleyken güvendesin,' dedi diye rahatlayacak da değildim. Gerçi pek de yalan söylüyormuş gibi görünmüyordu ama nereden bilecektim ki? İfadesi insanın tereddüt etmesine neden olacak kadar sert, duygusuzdu. Sanki orada bir yerlerde hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Aklıma Terminatör filmi geldi. Başımı yavaşça öne salladım. Barista üzerimden geri çekildi ve kapıyı örterken bir an yine kaçma planı yapmadığımı söylesem yalan söylemiş olurum. Aklımdakileri hayata geçirmeye fırsat olmadan barista sürücü koltuğuna geçti. Onun süreceği bir arabaya yeniden biniyor olmak midemi tepetaklak ediyordu. Neyse ki bizi kovalayan o adamlar çok geride kalmıştı. Başımı cama çevirdim ve onunla konuşmak istemediğim için, zaten sorularıma doğru düzgün cevap verdiği yoktu, yol boyunca dizilmiş olan sarı çiçeklerle kaplı tarlalara bakmaktan başka bir şey yapmadım. Bir süre sonra yolun ilerisinde duran mavi-kırmızı bir ışık gözlerimi aldı. Merakla başımı çevirdim. Sonra gözlerimdeki merak büyüdü. Polis. Polisti bu. Üniformalı adamlardan biri bize kenara geçmemiz için bir işaret verince vücudumdaki gerilimin boşaldığını hissettim, yerini garip bir sakinlik aldı. Yanımızdan ayrıldıktan sonra Mike ve Jack'in polise haber vermiş olmalıydı. Plakayı almayı akıl etmeleri büyük bir şanstı ama sevinsem mi üzülsem mi emin değildim. Baristanın yeniden arabayı deli gibi kullanmaya başlayacağından korkuyordum. Bir de yanında ruhsatının bile olduğundan emin olmadığım bir silah vardı. Eğer polisten kaçmaya başlarsa bu işin sonu hiç iyi bitmezdi. Lütfen mantıklı davransın, lütfen manyakça bir şey yapmasın.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD