?4.BÖLÜM: HIZLI VE ÖFKELİ

3353 Words
Çıkışa doğru koşar adımlarla ilerlerken çizmelerim zemini dövüyor, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor, kulaklarım uğulduyor ve hayatım boyunca hiç korkmadığım kadar korkuyordum. Bir yabancıyla, özellikle de az önce birini gözünü bile kırpmadan öldürdüğünü gördüğüm bir yabancıyla bilmediğim bir yere gitme fikri kulağa berbat geliyordu ama cehennemden farksız olan o kafeye dönme fikri de berbattı. O yüzden hem depo hem de Acil Çıkış olarak kullanılan dar, loş koridorda ilerlerken ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Tek bildiğim bu lanet yerden bir an önce çıkmam, daha sonra da polise gitmem gerektiğiydi. Bu düşünceyle daha da hızlı bir şekilde yürümeye başladım. Kendi adımlarıma takılmamak için ekstra çaba gösterirken hissettiğim korkuyu ve endişeyi olabildiğince dibe bastırmaya çalıştım ama iki duygu da hücrelerime kadar sindiği için bu pek mümkün olmadı. Sakinliğimi korumalı ve kendimi kurtarmalıyım... Bir şekilde. Keşke mantıklı bir şekilde düşünecek kadar sakin olsaydım. Şu an aptalca bir şey yapmaya o kadar müsaittim ki! Hâlâ adını bile bilmediğim barista üzerinde kocaman harflerle 'ÇIKIŞ' yazan kapıyı sertçe ittirdi ancak kapı dışarıdan kilitlenmişti. Panikle koridorun gerisine, hâlâ silah seslerinin geldiği yöne baktım. Ayvayı yemiştim! Buradan çıkmanın tek yolu geri dönüp kafenin çıkış kapısını kullanmaktı. Barista silahını kaldırıp kapıya doğrultunca hafif bir çığlık atarak kulaklarımı ellerimle kapattım. Gözünü bile kırpmadan art arda beş kere ateş etti. Her seferinde de tam kilidin ortasını vurmuştu. Çelik kapı yüksek sesle gıcırdayarak açılırken dudaklarım şaşkınlıktan aralandı. Barista hızlı ama kendinden emin adımlarla dışarı çıktı ve bir an duraksadıktan sonra sanki bir canavar tarafından kovalanıyormuş gibi aceleyle onu takip ettim. Yağmur dinmiş olsa da her yer hâlâ ıslaktı. Soğuk hava yanaklarımı yaktı ve temiz, yağmur kokan havayı içime çektiğim an zihnim canlanıverdi. Birden hiç tanımadığım silahlı bir herifle nereye gittiğimi sorgulamaya başladım. Bu adam delinin tekiydi! Ondan bir an önce kurtulmam lazımdı! Bu düşüncelerin etkisiyle bir an önce gitmek için ters tarafa yöneldim. Hızla yürümeye başladığım anda barista sertçe "Hey!" diyerek parmaklarıyla dirseğimi kavradı. "Nereye gittiğini sanıyorsun sen?" "Lütfen, bırak gideyim." Kendimi güçsüzce kurtarmaya çalıştım ama parmakları birer kelepçeden farksızdı. Beni bırakmaya hiç niyeti yok gibiydi. O yüzden toprak kokan havayı içime çektim ve suyuna gitmeye çalışarak yabancının gözlerine çaresizce baktım. "Kimseye bir şey söylemem, yemin ederim. Sadece... Sadece gitmeme izin ver. Burada kalmak istemiyorum." diye devam ettim ikna edici olduğunu umduğum bir sesle. "Tamam. Normalde bu tavrın beni eğlendirirdi ama bu durum oldukça can sıkıcı olmaya başladı. Bu seni hayal kırıklığına uğratacak ama gitmene izin vermeye hiç niyetim yok." "Bunların neden benimle bir ilgisi olduğunu düşünüyorsun? Bir yanlışlık olmalı." Kolumu bırakmadan duygusuz bir bakışla yüz hatlarımı ve bedenimi süzdü. Sanki az önce silahlı bir saldırıdan kaçmamış gibi sakin bir sesle sordu. "Sen Rachel Dupont değil misin?" İsmimi duyunca mavi gözlerim irice açıldı. Konuşabildiğim zaman titrek bir sesle "E-evet." dedim, o sırada adımı ve soyadımı biliyor olmasının şaşkınlığını sindirmeye çalışıyordum. İşin garibi, bu adamı daha önce tanımadığımdan emindim. Kolayca unutulacak birine benzemiyordu. Öyle olsa bile onunla gidemezdim, kahrolası herifin silahı vardı. "Yanlışlık falan yok. Arabaya bin." Canımı yakmayacak kadar hafif bir şekilde beni siyah, kocaman bir jipin olduğu caddeye ittirdi. Olduğum yerde durdum ve bariz bir biçimde tereddüt ederek kaçmak istediğim yöne baktım. Başarabilir miydim acaba? Barista, ne yapmayı düşündüğümü hissetmiş gibi bir tonla konuştu. "Arabaya bin, dedim Rachel. Hemen." İyiden iyiye paniklediğimi hissedebiliyordum çünkü çok ciddi görünüyordu. "Seninle hiçbir yere gelmem ben!" Barista şaşırdı, kısa bir andı, sonra hemen toparladı. "Sen beni anlamıyorsun galiba. Ben ne dersem onu yapacaksın çünkü ölmek istemiyorsun, anladın mı? Şimdi. Bin şu arabaya." derken avucunu uzun bacağının yan tarafına vurdu, inadım karşısında git gide sabrının sınırlarına yaklaştığını görebiliyordum fakat ondan o kadar korkuyordum ki bu bile geri adım atmamı sağlamadı. "Bırak beni, seni pislik yı..." Barista ne dediğini duyamayacağım kadar alçak bir sesle bir şeyler homurdanarak kollarımdan tuttu. Dokunuşundan kaçarak içgüdüsel olarak geri çekildim ancak kavrayışı daha da kararlı bir hâle geldi. Ardından bedenimi neredeyse benim boyumda olan, gıcır gıcır, lüks jipin kapısına yasladı. Sırtıma çarpan sert yüzeyin soğukluğu beni baştan aşağı ürpertirken aynı zamanda da bir şaşkınlığın çarptığını hissettim. Baristanın gözleri benimkilerle keskin bir yoğunlukta buluştu, alışılmadık derecede kurnaz ve kendinden emin bir bakışı vardı. Onu kendimden uzaklaştırmaya çalışmak üzereyken parmaklarını kaldırdı ve yüzüme karşı bir kimlik tuttu. Normal bir kimlik değildi bu. Üzerinde daha önce hiçbir yerde görmediğim resmi bir arma vardı. Polis olmadığından emindim ama öylesine biri olmadığından da emindim. Barista, tane tane konuşarak "Arabaya bin. Şimdi." dedi, ses tonu tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesindi ama resmen donup kalmıştım. Seçeneklerimi tarttım; Kaçmak ve taleplerini yerine getirmek arasında bocaladım- Her zerrem kaçmam için çığlık atıyordu. O da bundan faydalandı. Hızlı bir hareketle kapıya uzandı ve otoriter bir havayla açtı. Beni biraz güç kullanarak jipin deriyle kaplı ön koltuğuna bindirdi. Kapıyı sertçe kapatırken yerimden sıçradım ve sinirlerimi sakinleştirmeye çalışarak titreyen ellerimi yumruk haline getirdim. Beynim durmadan çalışıyor, kafamın içinde sorular dönüp duruyordu. Kendimi neye bulaştırmıştım ben? Bu silahlı, esrarengiz yabancıyla gitmek akıllıca mıydı? Ama bana zarar vermek istese bunu çoktan yapmaz mıydı? Barista hızlı adımlarla ön taraftan dolanırken onu dikkatli gözlerle camın ardından takip ettim. Sanki sadece bakarak kim olduğunu anlayacakmışım gibi! Sürücü koltuğunun kapısını sertçe açtı ve silahı torpidonun üzerine, tam da gözümün önüne koydu. Şeytan kulağıma tatlı tatlı fısıldarken ona direnmekte güçlük çektim ve yanımdaki adam tamamen kontağı açmakla meşgulken parlayan, siyah silaha hızla uzandım. Parmak uçlarım serin yüzeye dokundu ama baristanın sesi beni durdurdu. "Aklından bile geçirme." Gözlerini önünden ayırmadan anahtarı çevirip motoru çalıştırdı. "Oyuncak değil o." Oysa bana bakmadığından çok emindim. Ah, kahretsin. Ne yani, tüm dikkati zaten ben de miydi? Bu tatsız durum karşısında ister istemez biraz utangaç hissederek elimi silahtan geri çektim. Ne yapacağımı bilemez bir halde başımı kafenin çıkışının olduğu tarafa çevirdiğimde o silahlı adamlardan birkaçının dışarı çıktığını gördüm. Bir şekilde öfkeli, sabırsız ve başarısızlığa uğramış görünüyorlardı. Sanki orada olduğumuzu biliyorlarmış gibi doğruca siyah jipin olduğu tarafa baktılar. Barista vitesi yukarı çekerken en önde olanın silahını bize doğru kaldırdığını gördüm. Kendimi korumak için öne eğilirken kalbim bir kere daha yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Ateş edecekti! Araba hızla hareket ettiği anda kurşun sesi kulaklarımda patladı, tam olarak nereye isabet ettiğini bilmiyordum ama arkamızdan bağırarak küfreden adama bakılırsa hedefi tutturamamıştı. Barista durmadan gaza basıp vitesi büyütürken bir süre sonra daha da tedirgin olmaya başladım çünkü yavaşlamıyordu. Yani cidden, hiç. Dar ve bir sürü ıvır zıvırın, çöp tenekesinin olduğu bir ara sokaktaydık ve yerler nemli olmasına rağmen barista durmadan vites atıyor, arabanın hızını giderek artıyordu; Yirmi, otuz, kırk, elli, altmış... Kendimi hızla ilerleyen bir füze içinde sıkışmış, korkunç bir kaderi bekleyen bir yolcu gibi hissediyordum. Her geçen an hız göstergesi daha da yukarı seviyelere tırmanırken tir tir titreyen ellerimle emniyet kemerine uzanıp çekiştirerek taktım. Sonra da korkuyla arabayı kullanan adama bakıp "Hey! B-biraz yavaş süremez misin?" diye fısıldadım. "Hayır." dedi sakin bir sesle. Arabanın ön tarafı yolun ortasından geçen bir baharat arabasına sertçe çarptı. Ahşabı parçalayıp geçerken havaya karışan rengarenk tozlardan bir an hiçbir şey göremez oldum. Bir süre sonra tozlar dağıldı, her şey daha görünür oldu. Caddenin sonu oldukça işlek olan bir ana caddeye çıkıyordu ve kahrolası araba şu an yetmişde gidiyordu. Gelip geçen arabalara bakarken bir tanesine toslayacağımdan emin olarak yavaşça yutkundum ve sıkı sıkı kemerime tutundum. Barista direksiyonu son anda çevirince tekerleklerden tiz bir çığlık yükseldi. Panik içindeyken kaçınılmaz çarpışma için kendimi hazırladım... Ama öyle bir şey olmadı. Araba yan bir şekilde ana caddeye kaydı ve hızla akan sabah trafiğine girdi. Yerden bir sürü yağmur suyu sıçradı ve yan tarafımızda duran eski bir arabayı baştan aşağı yıkadı. Arkamızdan korna, fren ve küfür sesleri yükselirken hissettiğim endişe yüzünden başımın döndüğünü hissettim. Aman Tanrım! Ayvayı yemiştim! Herif manyak gibi araba kullanıyordu! Tam önümüzde duran yeşil ışığın önce sarıya, sonra da parlak bir kırmızıya döndüğünü görünce sırtımı iyice koltuğa yaslayarak hafif bir çığlık attım. Sanki onu görmüyormuş gibi "Kırmızı ışık! Kırmızı ışık!" diye haykırdım. Araba bir an olsun yavaşlamadan kırmızı ışıktan ve yaya geçidinden geçip gitti. "Tanrı aşkına! Kırmızı ışık 'dur' demek! Bas gaza geç, değil!" "Çok fazla konuşuyorsun." "Biraz kendini frenlesen mi acaba, hem gerçek hem de mecazi anlamda? Ah, Tanrım... Trafiği katletmeyi bırak! Şehir içi hız sınırı elli!" Baristanın ifadesi duygusuzca kaldı, beni kısaca süzdükten sonra tekrar yola odaklandı. Cevabı soğuk ve hesaplıydı. "Aslında kırk falan ama bir şey demeyeceğim." diye düzelttiğinde gözlerimi kırpıştırdım. "Sen manyak mısın? İndir beni! İnmek istiyorum! Durdur şu arabayı hemen!" Barista itirazlarımı hiç umursamadığını göstermek için gözlerini devirdi ve inat eder gibi arabayı daha da hızlandırdı. İbre seksen beşin üzerine çıkarken ve etraftan korna sesleri yükselirken aynı oranla kalbim de hızlandı. 'Galiba kalp krizi geçireceğim!' diye düşündüm. Nefes almak için ağzımı açarken içinde olduğum jip kendi halinde giden diğer arabaların arkasından makas atarak ilerlemeye başladı. Bu gidişle bir yere çarpıp ölmemiz kaçınılmazdı. Hemen bir şeyler yapmam gerekiyordu. Birden sırt çantamın hâlâ yanımda olduğunu fark ettim. Kendimi hareket etmeye zorlayarak çantamın içindeki cep telefonumu çıkardım ve titreyen parmaklarımla polisin numarasını tuşlamaya başladım. Tam son rakama basacaktım ki barista uzanıp telefonumu elimden kapıverdi. Tek eliyle direksiyonu sabitlerken telefonumu yarısı açık olan camdan dışarı attı. Anında paramparça olduğundan emin olduğum telefonumun arkasından şaşkın şaşkın bakarken, barista, "Telefon yok. Polis de yok." diye uyardı beni. Sesimi boğan bir korkuyla "Ama neden? Yardıma ihtiyacımız var!" diye bağırdım. "Yardım burada zaten." diye homurdandı. Tam telefonumu attığı için ona bağırmak üzereydim ki bir arabaya sürtünerek geçip aynasını parçaladı. Oturduğum koltuğun kenarına sıkıca yapıştım. Zemin nemliydi, lastikler ıslak asfalta tutunurken çığlık atıyordu ve araba çarpışmalardan kıl payı kaçınırcasına trafikte zikzak çiziyordu. Tek yapabileceğim sıkı sıkıya tutunmak ve çarpışmayı beklemekti. "Hayır, ben..." diyerek konuşmaya çalıştım. Ah, midem feci hâlde bulanıyordu. Sürekli savrulan araba yüzünden her an kusabilirdim. "Demek istediğim..." Tam da o sırada hem tanıdık hem de yabancı gelen bir ses sözlerimi böldü. Gözlerimi yoldan çektim ve kemeri daha da sıkı bir şekilde tutarken yanımdaki adama garip garip baktım. Hızlı bir hareketle elini direksiyondan çekti ve cebine uzandı. Telefonunu çıkarıp ekrana göz gezdirdi. Sonra da gelen aramayı açtı. Başımı hızlı bir biçimde iki yana salladım ve istemsiz bir şekilde sesimi yükselterek "Hey, hani telefon yoktu?" diye çıkıştım ama beni geren asıl şey arabayı şehir içindeki bir trafikte -Hem de ters şeritte!- bu kadar hızlı kullanırken telefonla konuşacak olmasıydı. Kahrolası şey, ne kadar trafik kuralı varsa çiğnemeye yemin etmiş gibiydi! Barista beni umursamadan üçlü kavşaktan U dönüşü yapıp ona ait olmayan şeride girerken son derece hoşnutsuz bir sesle "Zamanlaman daha berbat olamazdı." dedi. Bir süre karşı tarafı dinlerken üzerimize doğru gelen araçlardan sakınmak için direksiyonu çevirmekten başka bir şey yapmadı. "Evet. O konuda ufak bir pürüz çıktı. İşler biraz... Karıştı ama hallediyorum." Olanlardan bahsettiğini anlıyordum ama kiminle konuşuyordu? Sorsam söyler miydi? Söylese tanıyacak mıydım ki? Konuşma devam ettikçe üzerime sızan rahatsızlık hissinden kurtulamıyordum fakat merakıma rağmen bir şey sormaya çekiniyordum. Bu yüzden kendimi daha sık ona bakarken, ifadesinden veya davranışından herhangi bir ipucunu çözmeye çalışırken buldum. "Evet. Her şey yolunda. Durum tamamen kontrolüm altında, merak etme." Karşı taraf duymadığım bir cevap verince barista uzun, kemikli parmaklarını direksiyon simidinde hafifçe oynattı. Ardından "Hayır." dedi. "O iyi. Benden şüphe mi ediyorsun yoksa? Yolunda gitmeyen bir şeyler olsa sana söylerdim, değil mi?" Ama yolunda gitmeyen bir şeyler var zaten! O da sensin! Burası ters şerit! Ters şeritte sürüyorsun arabayı! Zihnim bir sürü soruyla dolup taşıyordu ama onları dile getirmeden önce barista aramayı sonlandırdı ve telefonunu arka taraftaki koltuğuna fırlattı. Kısa bir an orada olduğumu hatırlamış gibi bana bir bakış attıktan sonra -Varlığıma dair verdiği tek tepki de buydu,- dikkatini tekrardan yolun ötesine odakladı. Ters şeritten bir an önce çıkmak için dua ederken korna seslerini ve araba camlarının ardındaki öfkeli yüzleri görmezden gelmeye çalıştım. Her an bir trafik polisi önümüzü kesebilirdi ve içten içe bunun bir an önce olması için dua ediyordum. Şu an yetkili bir insan görmeye o kadar çok ihtiyacım vardı ki... "Kimdi o adamlar?" Sesli bir şekilde düşündüğümü fark edince bir an duraksadım ve sonra gizlenmesi imkânsız olan bir endişeyle konuşmaya devam ettim. "Neden benim peşimdeler?" "Uzun hikaye." Ben kısa cevap karşısında şaşkınlığımı gizleyemezken baristanın keskin, kehribar rengi gözleri dikiz aynasından arkaya kaydı. Zaten sert olan ifadesi daha da sertleşirken gözlerini yeniden önüne çevirdi. "Bu iyi değil." "Ne?" "Peşimizden geliyorlar." "Ne?!" Bir an için kalbim duracak gibi oldu. İşler nasıl her an daha da kötü bir hâl alabiliyordu? Hareket edebilecek hâle geldiğimde merak duygusuna karşı koyamayarak oturduğum koltukta yan döndüm ve arka camdan yola baktım. Bizim gibi iki araba ters şeritte hızla ilerliyordu. Biri beyaz bir Audi'ydi, diğeri de son model bir siyah Mercedes. Bunların kafedeki adamlar olup olmadığından emin değildim ama bizim peşimizde oldukları kesindi. Bir şeyin parladığını görünce merakla gözlerimi kıstım. Sonra korna, küfür ve bağırış seslerini bastıran korkunç bir ses duydum; Silah sesi. Barista direksiyonu öyle keskin bir şekilde kenara kırdı ki başımı cama çarpmamak için torpidoya avucumu yaslamak zorunda kaldım. Saçlarım savrulup yanaklarımdan aşağı dökülürken art arda devam eden ateş sesleri karşısında gözlerim şokla açıldı. Ah, hayır! "Vay canına," dedi barista onun tarafında olan aynaya çok kısa bir bakış atarak. Gözlerinin altında bir çizgi oluştu. "Bu bir Fn Scar. Bu herifler kesinlikle çok ciddi." Fn Scar'ın ne tür bir silah olduğunu bilmiyordum ama bir taramalı olduğu kesindi. Arabalardan birkaçı ardı arkası kesilmeyen kurşunlar yüzünden bariyerlere toslayıp dumanlar çıkarırken bir anda tüm trafiğe müthiş bir panik dalgası hâkim oldu. Neden yirmi dakika önce tanıştığım bir yabancıdan medet umduğumu kendim bile bile bilmezken, titrek bir sesle, "N-ne yapacağız şimdi?" diye sordum. Barista korkuyla kaplı yüzüme bir bakış attı, kısa bir bakıştı, ardından yeniden yola bakarak parmaklarını kıpırdattı ve direksiyonu daha da sıkı kavradı. Yeniden konuştuğunda sesi sert ve kararlıydı. "Bundan sonra olacaklardan hiç hoşlanmayacaksın." Ona zaten şu ana dek olanlardan hiç ama hiç hoşlanmadığımı söylemek üzereydim ki kısık sesle küfür ederek gaza daha da yüklendi ve arabayı dehşet verici bir şekilde hızlandırdı. Vites sürekli büyürken motor kontrolsüz bir güçle gürleyerek havayı yardı. Hız yüzünden sırtım koltuğa gömüldü. Koltuğun kenarına sıkıca yapıştım, parmak uçlarım dengemi korumak için beyazlaştı. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Bu olanlara inanmakta güçlük çekiyordum ve nedenini bile bilmiyordum. Zorlanan arabanın lastiklerinden dumanlar çıkarken gözlerimi iri iri açarak adını bile bilmediğim baristaya baktım. Yüzü çok sakindi ve arada sırada aynalardan arkayı kontrol ediyor olsa da tamamen arabayı sürmeye odaklandığı belli oluyordu. Ama kahretsin, çok, çok çok hızlı gidiyordu! Üstelik şu an ters şeritteydik ve arabaların arasından geçmek için sürekli zik zak çizmek zorundaydı. Önümüzdeki yola bakarken ve otoyola çıkış tabelasının yanından süratle geçerken midemin daha da bulandığını hissettim. Kesin ölecektik. Hatta bu hızla giderken cesedimizi tek parça halinde bulmaları bile bir mucize olurdu. Şerit çizgileri başımı döndürmeye başlayınca yeniden baristaya baktım, elleri etrafımızdaki kaosun aksine sabit bir şekilde direksiyonda duruyordu. Gözleri yola dikilmişti ve derinliklerinde kararlı bir parıltı parlıyordu. Hız göstergesi daha da yükseldikçe midemde bir rahatsızlık hissi kıvrandı. "Dur, dur, dur!" Ciğerlerimin izin verdiği ölçüde bağırdım, sesim motorun gürültüsü arasında boğuldu. "Yarışta olduğumuzu filan mı sanıyorsun sen? Ya da hız sınırı denen şeyin ne olduğundan haberin var mı? Yavaşla! Çok hızlı gidiyoruz!" "Sakin olur musun? Sen böyle bağırırken nasıl konsantre olabilirim?" "Sen böyle hızlı giderken ben nasıl sakin olabilirim? Senin yüzünden kaza yapacağız! Ölürsem kesinlikle sana musallat olacağım!" diye çıkıştığımda barista başını çevirip bana baktı. Yola bakmıyordu. Bu yüzden panik göğsümü dağladı. Üzerine uzandım, çenesini tutup öne çevirdim. "Gözlerini yoldan ayırma!" "Rachel..." Parmaklarımı çenesinden çekerken küçük bir gülümseme yabancının dudaklarında oynaştı. Gözlerinde yanan ateşi görebiliyordum. "Bizi asfalttan kazımalarını istemiyorsan dikkatimi dağıtmayı kes." Titreyen dudaklarımın arasından zar zor çıkan bir mırıldanmayla "Nasıl bir insansın sen?" diye soludum. Elleri ustalıkla direksiyonun üzerinde hareket ediyor, kollarındaki kaslar her keskin dönüşte kasılıyordu. Ya beni duymuyordu ya da duymuyormuş gibi yapıyordu. İlk seçeneğin olma ihtimaline karşı sesimi biraz yükselttim. "Lütfen... Çok hızlı gidiyorsun! Beni korkutuyorsun!" "Ölmektense biraz korkmak iyidir. Ayrıca endişelenmen gereken bir şey yok, ben hayatımda hiç kaza yapmadım." "Ama bir sürü hız cezası yediğinden eminim!" Öyle hızlı gidiyordu ki camdan baktığımda her şeyi bulanık görüyordum. Hem dikkatimi dağıtmak hem de kontrol etmek için gözlerimi kaldırdım ve dikiz aynasından arkaya baktım. O iki araba da bizim gibi hızlanmıştı. Hatta daha da hızlılardı. Kesinlikle peşimizden geliyorlardı. Nedenini asla anlamadığım ve muhtemelen de asla anlamayacağım bir endişeyle fısıldayarak "Geliyorlar!" diye uyardım yanımdaki adamı. "Görüyorum." Baristanın direksiyonu kavraması sıkılaştı ancak hızını düşürmedi. Bunun yerine aynaya hızlı bir bakış attı, gözleri kararlılıkla kısıldı. Üstünde kocaman, mavi harflerle 'HAVALANI' yazan ok şeklindeki tabelanın yanından geçerken lastikler asfaltı tırmaladı. Hızlı ve tehlikeli bir biçimde ikinci yola girdik. Artık doğru şeritteydik ama buna bile sevinemedim çünkü viraj işaretinin yanından hızla geçip giderken birkaç metre önümüzde kocaman bir virajın bizi bekliyor olduğunu görebiliyordum. Bu durumda arabanın kontrolden çıkması işten bile değildi. Ölmek de. Boğulur gibi "Yavaşla!" dedim. "Şimdi değil." Yine aynaya baktı; Mercedes'e değil, bize daha yakın olana, beyaz Audi'ye odaklanmıştı. "Ne demek şimdi değil? Deli misin sen? Bu hızla giderken o virajı geçemezsin! Öleceğiz!" Bu düşüncenin korkunçluğu yüzünden gırtlağımın derinliklerinden acı bir ses yükseldi. Hızlı bir şekilde nefes alıp verirken olanları düşünüyor, bu arabaya bindiğim için kendi kendime kızmadan edemiyordum. Ne halt yiyordum ben? Bu adam kafayı yemişti! Hiç tanımadığım bir herif yüzünden öleceğime inanamıyordum. Barista... Ya da adı her neyse artık... Aynaya bir kere daha göz attı. Beyaz Audi'nin arayı hızla kapatmak üzere olduğunu görünce dudaklarının köşelerinde bir tebessüm oynadı. Gaz pedalına bastığında siyah jip daha da kararlı bir şekilde viraja doğru ilerlemeye devam etti. Lastiklerden dumanların ve çığlıkların yükseldiğini gördüğümde keskin viraja doğru dönmüştük. Bir anda gelen sarsıntıya karşı kendimi hazırlamam mümkün değildi. Bedenim yana çarparak insan titreten bir kuvvetle sarsıldı. Kemer tutup beni çekmeseydi eğer kesinlikle birkaç kemiğimi kırardım! Lastiklerden duman yükseliyor, havaya keskin bir koku yayıyordu. Soluğum boğazımda takıldı, köşeden dönerek bir çarpışmayı kıl payı kaçırdık. Birinin böyle tehlikeli bir şey yaptığına inanamıyordum! Biraz olsun kendime gelir gibi olduğumda sersem bir halde dönüp arka camdan yola baktım. Audi bizim gibi hızını alamayarak viraja girdi ama dengesizdi. Devam edemedi ve ancak yan tarafını bariyerlere çarparak durabildi. Etraftaki insanların kaza alanına toplandığını görünce önüme bakmak için döndüm. Az önceki olayın şokunu atlatamadığım ve muhtemelen de bir süre atlatamayacağım için zangır zangır titriyordum. "Şu arabayı pislik gibi sürmeyi keser misin? İkimizi de bu yaşta öldürmek mi istiyorsun? Çünkü çok doğru yoldasın!" "Bağırmayı bırakır mısın? Beni de geriyorsun." Garip bir şekilde dediği şeyi yaptım. Suyuna gitmeye çalıştım. "Şey... Galiba onları atlattık. Durabilirsin yani." "Bir daha düşün istersen." Mercedes bir anda önümüzü kesti, bunu o kadar hızlı bir şekilde yapmıştı ki nereden çıktığını anlamamıştım bile. "Eğil!" Neden onu dinlediğimi bilmiyor olsam da dediğini yaptım. Barista durmak yerine direksiyonu sağa çevirdi ve çok daha sakin olan başka bir ara caddeye girdi. Kurşun arka camı kırarak parçalara ayırırken adamların peşimizden geldiğini bilmek için dönüp bakmama gerek yoktu. Şimdi bizi yakalamasınlar diye barista arabayı o nereye giderse o tarafa sürüyordu. Kırmızı ışıkta bekleyen iki arabanın arasından Jip ve Mercedes öyle hızlı bir şekilde geçti ki arkadan küfürler yükseldi. Bu kedi fare oyunu fazla sürmedi. Mercedes kısa bir süre sonra bize yetişip bizimle aynı hızla yan yana sürmeye başlarken korkudan emniyet kemerinin kayışını tüm gücümle sıktım. Benim tarafımda olan camdan hemen yanımda olan arabaya baktığımda o taramalı silahın namusuyla göz göze geldim. Yolcu koltuğunda oturup bize silah çeken adam otuzlu yaşlarının sonundaydı. Onu ve sürücü koltuğundaki yaşlı adamı hayatımda ilk kez görüyordum. O yüzden neden böyle bir durumda olduğumu, neden bizi öldürmek istediklerini anlamıyordum. Ben düşüncelerle boğuşurken barista direksiyonu tek eliyle sabitleyerek torbidonun üzerinde duran silahını kaptı. "Arkaya yaslan!" diye emrettiğinde beni vurmasından korktuğum için dediği şeyi yaptım. Kolunu kaldırdı ve nişan alırken sıcak nefesim bileğine çarptı. Sonra ateş etti. Yan tarafımdaki cam parçalara ayrıldı, rüzgar ağzıma dolup saçlarımı uçuştururken bir çığlık sesi duydum. Görebildiğim kadarıyla bize nişan alan adamı omzundan vurmuştu. Taramalı silah, açık olan camdan düşüp gözden kaybolurken adam kanamaya başlayan omzunu tutarak öne eğildi, baristaya epey yüksek bir sesle küfür etti. Barista onu duymazdan gelerek direksiyonu bir kere daha çevirdi ama aksi yöne değil. Lüks, siyah jipin kaya gibi sağlam olan gövdesi Mercedes'in yan tarafına çarparken araba sarsıldı. Mercedes ise yoldan çıktı, 'Bilinçli Kullanın!' yazan trafik tabelasına çarptı. Evet, bu harbiden de bilinçli bir hareketti. Sersemliği üzerimden atamamışken jip hızla otobana açılan üç şeritli yola girdi. Otoban, diye düşündüm dehşet içinde. Kurşun yüzünden kırılan camdan sarkıp uçuşan saçlarıma aldırmadan arkamızda kalan New York manzarasına bakarken o paniğin geri geldiğini hissettim. Çok safça bir düşünce olsa da tüm bu hengame bittiğinde baristanın beni kenarda bırakacağını düşünmüştüm. Oysa şimdi durmaya hiç niyetinin olmadığını anlayabiliyordum. Kapıyı açıp yola atlamak intihardan farksız olacağı için koltuğa geri yaslanıp sinirlerimi yatıştırmak gözlerimi yumdum. Biraz cesaret bulduğumda, alacağım cevaptan korkarak, "Nereye götürüyorsun beni?" diye sordum. Cevap vermedi. Ah, hayır... Kaçırılıyor muydum?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD