?3.BÖLÜM: SAVAŞ ALANI

3640 Words
Uçuşan kurşunlar yüzünden raflarda dizili olan kavanozlar, bardaklar, tabaklar ve kırılabilecek neler varsa, teker teker yere düşüp parçalara ayrılırken kalbim kaburgalarımı parçalayacak kadar şiddetli bir şekilde atıyor, damarlarımda dolaşan korku yüzünden parmaklarımın titrediğini hissedebiliyordum. Bir saldırının ortasında kalma düşüncesi acayip dehşet vericiydi, özellikle de ne kadar savunmasız olduğum düşünülünce. Ne bahtsız bir insanım ben, diye düşünerek arkamdaki mermerin soğukluğunu sırtımda hissederken hâlâ üzerimde olan genç adama baktım. Ne tepki vereceğimi bilemeyerek mavi gözlerimi aptal aptal kırpıştırdım. Şey. Belki de o kadar bahtsız değilimdir. Ne de olsa bu yabancı az önce hayatımı kurtarmıştı. Beni tezgahın arkasına çekmeseydi eğer orada ciddi bir şekilde yaralanabilirdim. Belki de ölürdüm - tüm yaşamım hayati bir yere isabet eden tek bir kuşuna bakardı... Ama cidden, anlamıyorum, bir barista nasıl bu kadar çevik reflekslere sahip olabilir? Beni tezgahın arkasına çektiği an ile tezgahın önünde durduğum an arasında elle tutulur birkaç saniye bile yoktu. Üstelik soğuk ve telaşsız bakışlarıyla, bu işi sanki hiç çaba harcamadan yapmış gibi görünüyordu - sanki böyle acil durumlar için eğitilmiş gibiydi. Ah, belki de stres altında hızlı düşünen o insanlardandır? Ama önemli değildi ve gerçekten de değildi. Kanımın içinde pompalanan adrenalin rağmen beni güvenliğe çeken bu genç adamın sakin tavrına hayret etmemek, ona minnet duymamak mümkün değildi. Çığlık atma isteğimi kontrol altına almak için çabalarken derin bir nefes aldım. Midem bulanıyor, başım da feci dönüyordu. Düşüncelerim akıp gidiyordu, her biri bir öncekinden daha korkunçtu. Bir şeyler desene aptal, diye kızdım kendi kendime; Ve burada durup ölmeyi bekleme! Kaçmaya çalış, diğer tüm insanların yaptığı gibi! Ama silah sesleri durmadan devam ediyordu ve çığlık atarak kafeden kaçma fikri kulağa o kadar da zeki bir planmış gibi gelmiyordu. O yüzden diyebileceğim en aptalca, en mantıksız şeyi söyleyerek "S-sen... Sen az önce beni tezgahtan çekip yere mi fırlattın?" diye sordum. Soru kendi kulaklarıma bile saçma gelmişti, çılgınlığın içinde bir nebze mantık bulma çabasının zayıf bir ifadesiydi. Hâlâ üzerimde olan baristanın keskin çene hattına ve neredeyse heykel gibi görünen yüzüne bakarken kurşun sesleri yüzünden kulaklarım acımaya başlamıştı. "Bu... Bu çok tehlikeliydi. Bunu biliyorsun, değil mi?" Hafifçe bana doğru yaklaştığında dalgalı koyu bir denizi andıran saçları alnından sarktı. Şimdi tek görebildiğim saçına, beyaz tenine ve gömleğinin üzerine giydiği siyah yeleğe tezat oluşturan, erimiş altını andıran bir çift gözdü. Derin bir ciddiyetle, etrafımızdaki karmaşaya aldırış etmeden, "Tehlikeyi severim." dediğinde hissettiğim şaşkınlık yüzünden dudaklarım telaş içinde aralanıp kapandı. "Ben hiç sevmem." "O halde ne talihsiz bir ruhsun." Gerginlik, silah seslerinin yankılarıyla birleşirken baristanın son sözleri havada asılı kaldı- bizi çevreleyen keskin gerçeğin unutulmaz bir hatırlatıcısıydı. Etrafımızdaki dünya deliliğe doğru sürüklendiği zaman bu kadar sakin ve kontrollü kalmasının altındaki nedeni merak etmekten kendimi alamıyordum çünkü ben korkuyordum. Hem de çok. Havada gerilim ve kan kokusunun metalik tadı yoğun bir şekilde hissediliyordu. Neler olduğunu görmem gerekiyordu. Bu yüzden başımı çevirip yanağımı soğuk mermere yaslayarak tezgahın altındaki o hafif boşluktan telaş ve korku içindeki insanlara baktım. Kimi masanın altına girmişti, kimi hâlâ kaçmaya çalışıyordu, kimi de yere çökmüş kulaklarını elleriyle kapatmıştı. Yeri yer yer kaplayan koyu kırmızı sıvıları net bir şekilde görebiliyordum. Kesinlikle birkaç kişi vurulmuş olmalıydı. Hatta bir tanesi kolundan oluk oluk süzülen kanı eliyle durdurmaya çalışırken içecek dolabının arkasına çöktü. Gerçekten de bir saldırının tam ortasındaydık! Polisin olay yerine gelmesi ne kadar sürerdi bilmiyorum ama onlar gelmeden önce burada vurulup ölme ihtimalimi hesaba katmak zorundaydım. Ah, neden bugün kahve almaya gelmiştim ki sanki? Şu an üniversitenin kapısından içeri girmiş olabilirdim ve eminim ki o zaman tamamen güvende olurdum. Şimdiyse yaralanabileceğim, belki de ölebileceğim bir mekanda sıkışıp kalmıştım. Tek düşündüğüm ailemdi. Sevgi dolu annem, bana babalık eden adam ve hiç görmediğim küçük kardeşim... Hatta öz babam bile... Bir daha onları görememe ihtimali, vurulup canımın yanması fikrinden kat kat daha korkutucuydu çünkü beni seviyorlardı, ben de onları seviyordum. Burada ölürsem bu onları mahvederdi. Ah, lütfen... Bu cidden oluyor olamaz, değil mi? Önümdeki korkunç manzara karşısında derin bir dehşete düşmüştüm. Tepki vermemi sağlayan tüm içgüdülerim benden çok uzaklara gittiği için ne kımıldayabiliyor ne de bir şey diyebiliyordum. İnsanların çığlıkları kulaklarımdan gitmiyordu ve her saniye o çığlıklara yeni bir çığlık daha ekleniyordu. Kafede küçük çocuklar, hatta bebekler bile vardı. Yüzümün rengi iyiden iyiye atarken barista alçak bir sesle homurdandı ve çenemden tutup yüzümü kendine geri çevirdi. "Bendesin, sorun yok." dedi emin bir sesle. Bunu sanki 'Güvendesin, o yüzden o endişeli ifadeyi yapmayı kes.' diyormuş gibi bir tonlamayla söylemişti. Şaşkınlıktan dudaklarımın arasından minik bir inilti kaçtı. Ne? Neden bahsediyor bu? Şaşkın şaşkın "Neden bahsediyorsun sen?" diye fısıldadım. Başımın yanındaki elinden destek alarak üzerimden doğrulurken "Burada kal." diye uyardı beni. Ardından nefesimi kesen bir hareketle arkasına uzanıp parlak, siyah, gıcır gıcır görünen bir silahı ortaya çıkardı. Kalbim müthiş bir hızla atmaya başlarken midemden yükselen iğrenç bir his boğazıma kadar tırmandı. Ah, hayır! Hayır, hayır, hayır! Bir SİLAHI vardı! Yanında bir silah taşıyordu! Tüm zihnimi kaplayan bir şaşkınlık içinde onu izlerken barista silahın şarjörünü çıkarıp erimiş altın rengi gözleriyle kurşunları kontrol etti. Neredeyse alışkanlık gibi görünen bir hamleyle şarjörü geri taktı ve başparmağıyla emniyeti kaldırdı, mekanizmanın yumuşak tıklaması tüm bedenimde bir ürperti yarattı. Yüz ifadem şok ve dehşet arasında gidip geliyordu. Tüm içgüdülerim bana buradan hemen kaçmam gerektiğini, tehlikenin çok yakında, tam önümde olduğunu fısıldıyordu fakat hissettim korku yüzünden uzuvlarım çılgınca dönen aklımın komutlarına itaat etmiyordu. Nihayet tepki verebilecek bir hâle geldiğimde aradan birkaç saniye geçmişti. Hiç olmadığım kadar huzursuz ve endişeli hissederek alt dudağımı ısırdım ve bacaklarımdan destek alıp kalçalarımın üzerinde kayarak geriledim. Belki de ona fark ettirmeden... Ancak barista -Dikkatinin yeterince dağınık olduğundan emindim ama o kadar da dağınık değildi anlaşılan!- başını benden tarafa bile çevirmeden, şaşırtıcı derecede çabuk bir şekilde hareket ederek, ayak bileklerimden birini yakaladı. Tutuşu sıkıydı. Bir şekilde inatçı. Beni kendine doğru geri çektiğinde kayarak ona geri yaklaştım. Neredeyse göğsüne toslamama neden olacak kadar beni çektikten sonra yüzünü yüzüme eğdi. "Hayır. Sen burada kalıyorsun, küçük hanım. Orası senin için güvenli değil." dedi, beş yaşındaki bir çocuğu azarlar gibi bir tonla. Donakaldım, kalbim hâlâ müthiş bir hızla çarpıyordu. Hâlâ kaçmak istiyorum ancak baristanın ayak bileğimdeki sıkı tutuşu beni yerimde tutuyordu. Dokunuşu kararlı, emrediciydi. Yeniden konuşmadan önce çizmelerimin üzerinden bileğimi hafifçe sıktı. "Kıpırdama. Anladın mı beni?" "Üzerinde... Üzerinde neden bir silah taşıyorsun?" "Başını aşağıda tut, ses çıkarma ve mümkünse, hayatta kalmaya çalış." Bunu duyunca kaşlarımı sert bir biçimde çattım. Kahretsin ya! Aynı dili konuşmuyor muyduk? Oysa ikimizin de İngilizce konuştuğundan emindim. Şansımı bir de ana dilim olan Fransızca'da demek isterken her şey iyice birbirine girdi. Baştan aşağı koyu giyinimli bir adam bir anda tezgahın arkasında ortaya çıktığında barista bana olan ilgisini kaybetti. Doğrulurken gözlerimi ondan ayırmadım. Ne kadar uzun ve yapılı olduğunu o an hiç olmadığı kadar çok fark ettim. Omuzları geniş ve en az bir seksen beş olmalıydı. Dikkatli bir ifadeyle yirmili yaşların sonunda görünen kızıl saçlı adama baktı. Adam öfkeli bir yüzle "Bu işe hiç karışmamalıydın, seni piç kurusu!" diyerek baristanın üzerine saldırana kadar onu saklanmak için yer arayan biri sandım ve bunu derken ciddi anlamda saldırdı demek istiyorum. Barista üzerine gelen adamın yumruklarından gerileyerek kaçtı. Şans eseri adam yanağına bir yumruk atmayı başarınca sabrı taşmış gibi bir inilti çıkardı ve omuzlarından birini tutarak epey bir kaslı olan adamı içi içeceklerde dolu sıvıların olduğu tarafa savurdu. Raf dengesiz bir şekilde iki yana sallandı. Bir sürü cam şişe devrilip adamın kafasına çarparken parmaklarımı dudaklarıma bastırdım ve sırtımı tezgahın altındaki dolaplara yasladım. Barista parmaklarını eklemleri beyazlayana kadar sıktı ve adamın yüzünün ortasına öyle kuvvetli bir şekilde dirsek attı ki, kulaklarıma iğrenç bir çatırtı sesi geldi. Sırtımı iyice arkaya yasladım, başım feci dönüyordu. Panik içinde 'Burnunu kırdı!' diye düşündüm ve kırdığı tek şeyin bu olduğunu ümit ettim. Ayrıca o kızıl saçlı adamın neden baristaya saldırdığını da anlamamıştım. Ne oluyordu burada? Belki de aralarında husumet vardır? Biri kolumu kavrayıp beni sertçe çekince düşüncelerim rüzgara kapılan toz bulutu gibi dağıldı. Aniden gelen bu saldırı karşısında tamamen hazırlıksızdım ve keskin bir çığlık attım. Karşı koymaya bile fırsat bulamadan gök gürültüsü gibi yankılanan bir silah sesi duydum. Kolumdaki tutuş azalırken yeniden yere, kalçalarımın üzerine düştüm ve iri iri açılmış gözlerle az önce beni tutan yabancı adama baktım. Elini tuttu, kan hızla süzülüp yere damlarken acıyla yüzünü buruşturarak geriledi. Vurulmuştu. Kafa karışıklığı ve korkunun arkasında bir gerçek açıktı: Tetiği çekenin tam olarak kim olduğunu biliyordum. Gözleri eşi görülmemiş bir ateşle parlayan baristaya baktım. Silahını indirmeden tekrar nişan aldı ve hiç düşünmeden tekrar ateş ederken adam panikle yana atıldı, tezgahın diğer tarafına saklandı. Akıllıca bir karardı çünkü barista onu öldürmek konusunda en ufak bir tereddüt göstermeyecek gibi görünüyordu. Hâlâ az önce olanları sindirmeye çalışırken barista okunmaz bir ifadeyle bana yürüdü. Yüzüme bakmak için tek dizinin üzerine çökerken az önce bir adamın burnunu kırıp birini de vurduğu için 'Kaç!' dürtümü dinleyip yana atıldım. Elini karnıma bastırdı, beni geri çekti. "Hareket etme'nin nesini anlamadın?" diyerek sırtımı tezgahın altındaki raflara geri yaslamama neden oldu... Panik ve öfke kontrolümü tamamen eline alırken tiz bir sesle "Bırak beni!" diye çığlık attım. Ciğerlerim canımı yakacak bir hızla inip kalkıyordu. "Gitmeme izin ver! Burada ne olduğunu bilmiyorum ve seni tanımıyorum bile!" Alçak bir sesle homurdandı. "Kahretsin. Bu iş hiç de planladığım gibi gitmiyor." Ona bunun ne demek olduğunu sormak üzereyken bir adam kolunu omzuna dolayarak onu geriye çekti. Barista ani kısıtlama karşısında silahını yere düşürdü ve sendeleyerek gerilemek zorunda kaldı. Yüzünde bir an hafif bir şaşkınlık belirdi - hazırlıksız yakalanmanın şaşkınlığıydı bu, ama çok kısa sürdü. Hemen toparlanırken ona doğru gelen diğer adama çevirdi bakışlarını. İki kişiydiler. Adamın kolunu baristanın boynuna iyice dolayarak "Swick! Hadi! Hallet şunu!" diye bağırdığını duyunca gözlerim iri iri açıldı. Bu cümledeki 'hallet' kelimesi iyi bir anlama geliyor olamazdı! Hızlı bir şekilde tepki veren barista ayağıyla yandaki tezgahtan destek alarak arkasındaki adamı duvara ittirdi. Sonra ondan ve Swick'in göğsünden destek alarak bedenini kaldırdı. Bir megende gibi Swick'in boynunu ayak birliklerinin arasına aldı ve onu öyle bir sıktı ki, anında adamın boğazından bir hırıltı yükseldi. Baristanın uyguladığı baskı boğucuydu, Swick'i oksijenden mahrum bırakıyor, yüzünün kıpkırmızı kesilmesine, nefes almak için çaresizce çırpınmasına neden oluyordu. Onu tutan diğer adamın bu durum karşısında yüksek sesle küfür ettiğini duydum, doğrusu pek küfürbaz biri olmama rağmen ben de şu an küfür etmek istiyordum. Swick'in çabaları zayıfladıkça, baristanın kavrayışı daha da güçlendi. Swick dizlerinin üzerine düştü fakat barista adam nefessizlikten bayılana kadar ayak bilekleriyle adamın boynunu sıkmayı bırakmadı. Ölümcül bir sessizlik oldu. Onu tutan adamı "Bırak beni." diye uyardı barista. Bir elini kaldırdı ve boynunu sıkıp onu olduğu yere sabitleyen kolu tuttu. Adamın kavrayışı biraz daha sıkılaşırken parmakları kola sert bir kararlılıkla saplandı. "Yoksa seni gebertirim." "Olduğun yerde kal, seni..." Adamın çenesini kapamasını sağlayan şey karnına geçirilen dirsekten başka bir şey değildi. Acıdan ya da şaşkınlıktan kolunu gevşettiğinde ne büyük bir hata yaptığını fark edecek kadar hızlı davranamamıştı. Barista onu tutan koldan çıkıp atik bir şekilde geri döndü ve adamın boynuna parmaklarını gömerek kafasını duvara vurdu. Duvardan kalıntılar dökülürken adamın kafasını geri çekti, sonra bir kere daha duvara vurdu. Bir yandan da yerde duran silahı ayağıyla geri ittirdi. Silah kayıp önüme kadar gelerek ayağıma çarpınca hafifçe irkildim. Barista adamı savurup belinden yukarısını tezgaha yasladı ve yumruk atmak için kolunu hızla kaldırdı ama herif son anda başını yana çektiği için yumruğu tezgahın sert yüzeyine çarptı. Tekrar yumruk attı ve bu sefer hedefi tam on ikiden tutturdu. Adam yarı baygın ama yeterince öfkeli bir şekilde karşı koymaya çalışınca da onu tezgahın diğer tarafına doğru ittirdi. Ardından onu takip etmek için tezgahın çift kanatlı, yaylı kapısından geçip yürüdü. Şaşkınlıkla soludum. Kendi kendime, boş versene, diye düşünerek kaçmaya yeltendim. Burada daha fazla duramazdım, yaşamak için can attığım çok uzun bir hayat vardı. Silah sesleri ve insanların çığlıkları hâlâ devam ediyordu ama belki kimsenin dikkatini çekmeden bu lanet olası kafeden sıvışmanın bir yolunu bulabilirdim. Ne olur ne olmaz diye baristanın silahını yerden aldım. Böylesine korkunç bir ortamda kolayca kendimi savunmam gereken bir duruma düşebilirdim. Hafif, elektronik bir kilit sesi duyunca şaşkınlık içinde bir an durup silaha baktım. Parmağımı tetikten yavaşça çekince aynı kilit sesi bir kere daha geldi. Tetik kısmındaki o pürüzsüz, siyah yüzeyi inceledim. Parmağımı oraya değdirdiğim anda hafif, mavi bir çizgi işaret parmağımın izini tarıyordu. Yazılım mühendisliği okuduğum ve az çok bu tarz teknolojiden anladığım için bazı 'eşyaların' kullanıcıya özel olduğunu ve sadece onların parmak izleriyle çalışabildiğini biliyordum ama bu silahın neden benim parmak izimle aktivite olduğunu bilmiyordum. En basit ve olası ihtimali düşünerek 'Herhalde sisteminde teknik bir hata olmalı,' diye düşündüm. Dizlerimin üzerinde sürünerek olabildiğince sessiz bir biçimde tezgahın çıkış kısmına gittiğimde insanların hâlâ telaş içinde etrafta koşturduklarını gördüm. Az önceki adam masalardan birine çarpıp masayı kırarak baygın bir halde yere düşünce içimden bir ses 'Tam zamanı kızım! Korkaklık etmeyi bırakmalı ve devam etmelisin!' dedi. Tam o sesi dinlemek üzereydim ki, barista -O sırada hemen yanımda duruyormuş meğer!- dirseğimi kavrayarak beni dizlerimin üzerinde süründüğüm yerden kaldırdı. Ayaklarımın üzerinde durmak garipti çünkü dizlerim çok feci titriyordu. Barista kaçmaya çalışma ihtimalime karşı kolumu bırakmadan açık kahverengi ile sarı renginin bir karışımından oluşan amber rengi gözlerini gözlerime dikti. "Sen pek laf dinleyen bir tip değilsin, değil mi?" Boğazıma oturan o kocaman yumruyu yutarak titreyen ellerimle silahı kaldırdım ve namluyu göğsünün tam ortasına yasladım. Baristanın ifadesinde biraz bile endişe belirmedi ve beni bırakmayacağını gösterir gibi dirseğimdeki kavrayışı sıkı kaldı. Silahı göğsüne biraz daha sert bir şekilde bastırdım. "G-gitmeme izin ver yoksa ateş ederim." Cesur olmak için kalan son enerjimi kullanarak blöf yaptım. "Duydun mu beni? Kimseye zarar vermek istemiyorum ama zorunda kalırsam bunu yaparım. Yemin ederim, yaparım." "Harika bir fikir, güzelim ama o benim silahım... Ve seni onunla beni vur diye tanımlatmadım." "Ben senin güzelin falan değilim!" Hayır. Bekle. Ne yapıyorum ben? Takılmam gereken nokta bu değildi ki. Tanımladım, kısmına odaklanmaya çalışarak başımı aval aval iki yana salladım. "Sen benim parmak izimi nereden biliyo..." "Önemi yok. Silahı bana ver." Kesin bir şekilde, "Hayır!" diye yanıt verdim. "Tamam, sen de kalsın." Öfkeli bir halde silahı sıkı bir şekilde kavramış olan parmaklarıma doğru uzandı. Ne yapacağı hiç belli olmadığı için yapmak istediği şeyin ne olduğunu anlamak benim için zordu. Parmaklarımı sıkıca tutarak elimi yan tarafa uzattı ve biraz yukarı kaldırdı. Bana değil, elini beline atan başka bir adama bakıyordu. Ona nişan aldığını anlayınca kendimi daha da zayıf hissettim. Ah, hayır. Elimi silahtan çekmeye çalıştım ama barista bana izin vermediği için başaramadım. İnce, zayıf bir ses tonuyla "Yapma, dur." dedim fakat beni dinlemedi. Duraksamadı bile. Silah aniden ateş alınca tüm tüylerim diken diken oldu. Adamı karın boşluğundan vurmuştu ve diğer insanlar bunu görünce daha da paniklemişti. Birkaç aylık bir bebek, korku dolu gözlerle vurulan adama bakan annesinin kucağında yüksek sesle ağlamaya başladı. Barista silahı elimden aldı ve hızlı bir şekilde bir masanın altına eğildi. Oraya sinmiş olan genç, güzel, kadın personeli çekip çıkardı. Zavallı kızın yüzü kağıt gibi bembeyaz kesilmişti, iri iri açılmış gözlerle az önce birini vurduğunu gördüğü adama bakıyordu. Barista açıkça bir cevap istediğini belli eden, derin ve emreden bir sesle, "Buradan çıkabileceğimiz başka bir kapı var mı?" diye sordu. "A-arkada, bir depo kapısı var." Kız titreyen elleriyle 'PERSONEL HARİCİ GİRİLMESİ YASAKTIR' yazan beyaz, yaylı kapıyı işaret etti. "Oradan dışarı çıkabilirsiniz." Kız serbest kaldığı anda paniğe kapılarak tezgahın arkasına koşup saklandı. Çok mantıklı bir hamleydi. Aynısını ben de yapmak üzereydim ki barista ani bir şekilde bana doğru uzandı. Korkuyla geri sindim. Panik göğsümü yakıp kavururken "Benden uzak dur!" dediğimde uyarımı zerre kadar bile umursamadan bileklerimden birini tuttu, kızın bahsettiği depo kapısına doğru yürürken beni de peşinden çekiştirdi. "Dur!" dedim endişeyle. Bileğimi elinden çekmeye çalıştığımda lanet olası herif yürümeyi ve beni de peşinden götürmeyi kesmeden benimle konuştu. "Kımılda. Gitmemiz lazım. Burada güvende değilsin." "Ne? Beni nereye götürüyorsun? Seni tanımıyorum bile! Beş dakika önce gördüğüm bir yabancıyla hiçbir yere gitmeyeceğim!" Durdu. Gerçekten de durdu. Beni dinlediğine inanamıyordum. Ardından bana döndü. Bakışları o kadar ciddi ve derindi ki bir an diyecek tek bir şey bile bulamadım. Başını yana yatırarak beni dikkatlice inceledi. "Bak. Buna ayıracak zamanım yok. Ya benimle gelirsin ya da o adamlarla burada kalırsın." dediğinde sessizlik içinde ona bakmaya devam ettim, tereddüt ettiğimi fark edince kaşlarını hafifçe çattı. "O adamları mı tercih edeceksin? Eğer öyleyse, seni temin ederim ki, öleceğin kesin." Tamam, bu durum kesinlikle... Bekle... Bir dakika... Şaşkın şaşkın fısıldadım. "Benim peşimdeler mi?" O sırada biri -Daha önce saldıran o adamlardan biri!- beni kıyafetimin arkasından tutup kendine çekmeye çalıştı. Olabilecek en kötü ihtimali düşünürken tiz bir çığlık attım. Barista bileğimi bırakmadan bedenimi kendine doğru şiddetle geri çekti. Kıyafetim beni tutan adamın parmaklarından kayarken bir kayaya çarpar gibi baristanın göğsüne tosladım; dengemi sağlamak için yeleğine tutunurken kolunu belimin etrafına sardı ve bedenimi az önce beni tutan adamdan uzakta tutmak için yan tarafına çevirdi. Sonra adamın bacak arasına ayağını geçirdi. Adam kaskatı kesildi ve nihayet bir şey hissedebilecek bir hâle geldiğinde acıdan inleyerek dizinin üzerine çöktü. İnatçıydı. Hem de çok. Yerden kalkmaya yeltendiğinde barista alçak sesle bir şeyler homurdanarak adamın yüzünün ortasına midemi bulandıracak kadar sert bir şekilde bir tekme attı. Soluk soluğa, "Tamam!" dedim. Sesim hem yüksek hem de boğuktu. "Peki. Kesinlikle benim peşimdeler." Burada neler oluyor? Ben sadece bir üniversite öğrencisiyim! "Şimdi şöyle yapacağız. Ben... Siktir! Kaç kişi bunlar?" Bize yaklaşan başka bir adamı görünce barista hızla elini omzuma koyarak beni kavgadan uzaklaştırmak için tezgaha doğru ittirdi. Neyse ki hafif bir ittirmeydi bu. Sendeleyerek geriledim ve arkama uzanıp tezgaha tutundum. Adamın dövüşmeyi bildiği her halinden belli oluyordu fakat ona saldıran adam da biliyordu. Saldırgan, omzunu kullanarak baristayı üzerinde yabani hayvan porteleri olan duvara doğru savurdu. Barista sırtını duvara çarptı, canının yandığı belliydi ama başını iki yana sallayarak hemen kendine geldi. Ayakkabısını önünde duran masanın kenarında bastırdı ve masayı ona doğru gelen adamın bacaklarına doğru ittirdi. Adam, ona çarpan masa yüzünden bir an dengesini kaybeder gibi olsa da düşmedi. Saf bir dehşet içinde birbirlerine tüm güçleriyle saldıran iki adamı izledim. Bir ara diğer adam elini ceketinin altına attı, silahını çekmek ve onu öldürmek için uzandığında barista adamın bileğini tutup yukarı kaldırdı. Silah bir anda ateş alarak tavanda küçük bir delik açtı. Nedenini asla anlamasam da baristaya yardım etmem gerektiğini biliyordum. Hâlâ sağlam olan, içi ikramlık şekerlerle dolu cam sürahilerden birini aldım fakat çok hızlı hareket ediyorlardı. Bu yüzden fırlattığımda sürahi baristanın sırtına çarpıp parçalara ayrıldı. 'Hay aksi! Iskaladım!' diye düşündüm kendi kendime. Belki de bu olaya karışmasam daha iyiydi. Barista alçak sesle küfür ederek ona saldıran adamın kolunu çevirip büktü, sonra da adamı yanımdan tezgahın diğer tarafına doğru fırlattı. Ardından kaşlarını çattı. Ellerini omzuna, tam da sürahinin çarptığı nokta olan sırtının üst tarafına attı. Önce yeri kaplayan parlak sürahi parçalarına, sonra da suçlu bir ifadeyle ona bakan bana baktı. Sert bir sesle "Kendini öldürtmeye mi çalışıyorsun?" diye sorduğunda yoğun bir sıcaklık yanaklarıma doğru tırmandı. "Bu... Bu bir kazaydı." diye kekeledim. "Kahretsin, bu iş için yeterince para almıyorum." Beni dirseğimden kavrayıp depo kapısından geçirdi. Tüm o kavgadan, gürültüden ve şiddetten uzaklaşınca kulaklarım uğuldamaya başladı. Yol arkadaşım bir süre sonra kolumu bıraksa da bu yabancıyı takip etmekten başka bir seçeneğim yoktu. Arkamdan gelen silah ve çığlık seslerini duymazdan gelmek için elimden gelen her şeyi yaparak hızlı adımlarla loş, sarı bir ışıkla aydınlanmış olan boş, havasız koridorda ilerlemeye başladım. Barista önümde yürümeye devam ederken bir yandan da silahını çıkarıp şarzörü değiştirmeye başladı. Parmakları öyle hızlı hareket ediyordu ki bunu yapmaya alışkın olduğunu anlayabiliyordum. Nihayet konuşmaya karar verdiğimde, meraklı bir şekilde, "Yanında neden silah var?" diye sordum ve umutla ekledim. "Sen sivil polis falan mısın?" "Tam olarak değil." Bu da bir şeydi. En azından sorularıma cevap veriyordu, değil mi? "Kimden kaçıyoruz? O adamlar kim? Neden benim peşimdeler? Hem beni nereye götürüyorsun?" Sorularımı art arda sıralarken barista bir anda olduğu yerde durdu. Neredeyse sırtına çarpacaktım. Onu böyle aniden durduran ŞEYİN ne olduğunu görmek için başımı eğip dar koridorun ilerisine baktım. Şey. Kahretsin. Orada başka bir adam vardı ve görünüşe göre silahı da vardı. Bize doğru tutulan namluya bakarken yüksek sesle yutkundum. Barista bir adım atarak hafifçe önüme geçti ve başını eğerek pis pis sırıtan adama ölümcül bir bakışla baktı. Sonunda konuştuğunda sesinde de ölümcül bir uyarı vardı. "Yolumu kapatıyorsun." "Bu işe hiç bulaşmamalıydın, dostum." "Canım hangi işe bulaşmak istiyorsa ona bulaşırım. Şimdi, geri bas. Kız benimle birlikte." "Seninleyse ne olmuş?" Gülümsemesi genişleyip kötücül bir hâl alırken adam silahı daha da sıkı tuttu. "O kızın peşinde kaç baron olduğunu ve piyasada ne kadar para ettiğini biliyor musun? Zengin olacağım." Bu cümlelerden en az benim kadar hoşlanmayan barista silahını kaldırdı, sert bir ifadeyle adamın yüzünün ortasına nişan aldı. "Dinle. Hiç oyun havamda değilim. Bugünün hayatının son gün olmasını istemiyorsan geri çekil." diye tehdit ettiğinde yutkunarak sırtına yaklaştım. İçimden bir ses, muhtemelen mantığımdı, 'Çocuk birini öldürmek üzere Rachel! Ve sen ona mı sığınıyorsun cidden?' diyordu ama itiraf etmem gerekirse diğer adamdan daha çok tırsıyordum. Gülümsemesi ürkütücüydü. Neredeyse zır delinin teki gibiydi. Sanki tehdit edilmek çok komik bir şeymiş gibi hafif bir kahkaha attı. Acayip eğleniyordu. "Kızı bana ver yoksa seni şuracıkta öldürürüm. Daha önce birilerini öldürdüm ve inan bana, tekrar yapmaktan hiç çekinmem." "Ben de. Kimi öldürmem gerekiyorsa öldürürüm. Senin gibi pis ayakçılar da dahil." Bir el silah sesi kafamın içinde dalga dalga çınlarken ellerimle kulaklarımı kapattım. Başta silah sesinin kimden geldiğini anlamadığım için ürperdim. Her şey sakinleştiğinde ölümcül bir sessizlik etrafı kapladı. Ardından silahlı adamın yüzündeki o keyifli ifade yavaşça kayboldu. Yerini soğuk bir duygusuzluk aldı. Gürültülü bir şekilde sırt üstü yere düşerken alnında oluşan delikten kan akmaya, yerde gölet oluşturmaya başladı. Daha önce hiç bir cinayete birinci elden tanıklık etmemiştim. İçimde yükselen çığlığı bastırmak için parmaklarımla dudaklarımı örttüm. Aman Tanrım. Blöf yapmıyormuş! Dediğini yapmış, onu gerçekten de öldürmüştü. Bunu algılamakta zorluk çekiyormuş gibi "S-sen az önce birini mi vurdun?" diye sordum. Silahını indirirken, sanki biri ona çarpmış da bunun için özür dilemiş gibi normal bir ifadeyle "Sorun değil." dedi. Epey yüksek bir sesle "Nasıl değil?" diye çıkıştım. Sakinliği beni cidden öfkelendiriyordu. "Onu öldürdün! Bu bir suç!" Bir çeşit kriz geçirmek üzere olduğumu fark edince barista gözlerini üzerime dikti. Kaçmayı düşünmüyordum çünkü kafeye geri dönemeyeceğimi çok iyi biliyordum ama o öyle düşünmüyor olmalı ki her ihtimale karşı bileğimi tuttu. Şaşkınlıktan ve bir an önce dışarı çıkmak istediğim için beni deponun çıkış kapısına doğru götürmesine izin verdim. Cesedin yanından geçerken yerdeki bedene bakmamaya çalıştım çünkü bir köşeye çöküp ellerimle kulaklarımı kapatarak ileri geri sallanmama iki saniye falan kalmıştı. Korkuyordum, özellikle de az önce olanlardan sonra. Bir de kafayı yemiş olmalıydım. Birinci dereceden CİNAYET işlemiş bir adamla nereye gidiyordum ben?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD