?2.BÖLÜM: KAOS FIRTINASI

3900 Words
Restorana gitmek yerine eve geçmeyi tercih ettim çünkü annemle karşılaşmak istemiyordum. Onu tanıyordum, mutlaka babamla görüşmemin nasıl gittiğini sorardı. O yüzden en iyisi kaçabildiğim yere kadar kaçmaktı. Kendi anahtarımı kullanarak eve girip hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra odama geçtim ve dikkatimi dağıtmak için bilgisayarımı açıp üzerinde çalıştığım projeye yoğunlaştım. Bu tahmin ettiğimden daha uzun süre beni meşgul etti. Projem için gelen ve giden ağ trafiğini denetleyen bir güvenlik duvarı oluşturmak ve bu programa birkaç 'özellik' eklemek istiyordum. Tabi kod yazmak her zaman biraz sinir bozucudur, özellikle de düzgün çalışmamasının nedenini ararken... Annem odaya girdiğinde gün sona eriyordu ve bilgisayar ekranına bakmaktan gözlerim ağrıyordu. Artık dinlenmeye ihtiyacım vardı. Aksi taktirde masada uyuyakalacak ve yarın tüm gün bel ağrısı çekecektim. Bunu bildiğim için diz üstü bilgisayarımın ekranını kapattım. Annem tasarım olarak üzerimdeki elbiseye benzeyen hamile elbiseyle balkon camının kenarındaki yumuşak pufa oturdu. Konuşmayı nereye getireceğini bildiğim için gergin bir şekilde saçımın ucuyla oynuyordum. Tek umudum, bir an önce bu işkencenin son bulmasıydı. Ona Agatha'dan bahsedip bahsetmemem gerektiğini ise hiç bilmiyordum. Annemle babamın ilişkisi uzun zaman önce sona erdiğinden eski kocasının evindeki bir kadınla ilgilenmeyeceğini biliyordum ancak bana bir 'üvey anne' gelecekse eğer bunu öğrenmek isteyeceğini de biliyordum. Benim içinse... Neyse ne. Babamın mutlu olmaya hakkı vardı sonuçta. Annem doğrudan konuya girdi. "Günün nasıldı? Babanla buluştun mu sonunda?" Kaçınılmaz konuşma için kendimi hazırlarken umursamaz görünmeye çalışarak omuz silktim. "Evet, onu kısa bir süre gördüm," dedim, göz temasından kaçınarak umursamaz bir ses tonuyla. Umarım daha fazla soru sormaz, diye düşündüm ama tabii ki, sordu. "Ve nasıl geçti?" "Her zamanki gibiydi işte. Alışılmışın dışında bir şey yok ama birlikte vakit geçirdiğimiz için mutluyum." "Gerçekten mi? Senin adına sevindim." Yanıma yaklaştı ve gözlerine yayılan buruk bir ifadeyle, sanki ilgiye muhtaç bir çocukmuşum gibi başımı okşadı. "Babanın istediğin gibi biri olmadığını biliyorum ama kendi tarzında seni önemsiyor, Rachel. Bu arada, akşam yemekte fırında tavuk var. Seversin, değil mi?" "Kulağa lezzetli geliyor." Akşam yemeği her zamanki gibi gülüşmelerle ve sohbetlerle geçen mükemmel bir vakitten ibaretti. Annem ve Alexandre'ye baktıkça doğacak kardeşimin ne kadar şanslı olduğunu düşünmeden edemedim. Burada onu bekleyen güzel bir aile vardı. Elbette ben de bu ailenin bir parçasıydım, hiçbir zaman aksini hissettirmemişlerdi. Raflarda dizili duran fotoğrafların çoğunda vardım; Sahilde, lunaparkta, kampta, okulda, tekne gezisinde, hayvanat bahçesinde... Vay canına, burada bu kadar çok fotoğrafım olduğunu bile bilmiyordum! Yemekten sonra bir tanesini elime alıp inceledim. Yedi yaşındaydım. Üzerimde iri, mavi gözlerimi ortaya çıkaran şirin bir ördek kostümü vardı. İlk ve son tiyatro gösterimdi. Annem tedirgin bir ifadeyle ona sarılan bana kollarını dolamıştı ve fotoğrafı çeken Alexandre sanki Nobel ödülü almışım gibi kocaman gülümsüyordu. "Ah, bunu hatırlıyorum." Alexandre yanımda durdu, annem o sırada TV'de siyah beyaz bir film seyrediyordu. Fotoğrafa bakmak için eğilirken temiz havluyla ellerini temizledi. "Sahneye çıkacağın için çok korkuyordun, değil mi? Seni kostüm dolaplarından birinde saklanırken bulmuştum." "Dans etmek hiç bana göre bir şey değildi." "Bence iyi iş çıkarmıştın." Yüksek sesle güldüm çünkü hatırladığım kadarıyla bir öğrencinin ayağına basmış ve sahneden düşüp kolunu kırmasına neden olmuştum. Yine de beni o dolaptan çıkmaya ikna eden Alexandre olmuştu. O zaman bana ne dediğini hâlâ hatırlıyordum; Ağlayarak bir korkak olduğumu söylediğimde ellerinden birini dolabın içine doğru uzatmış ve yumuşak bir sesle, 'Cesur olmanın sırrı hiç korkmamak değildir, korkuyormuş gibi davranabilmektir.' demişti. O yüzden annemin bu adama neden aşık olduğunu anlayabiliyordum. Kibar ve düşünceliydi. Anneme çok düşkündü ve bana da gerçek bir ebeveyn gibi davranıyordu. Bana soracak olursanız, bunun sebebi kendi ailesini hiç tanımamış olmasıydı. Annem bana onun iki aylık bir bebekken annesi tarafından yetimhaneye terk edildiğini söylemişti. Ona ilk defa 'baba' diye seslendiğimde anneme sarılarak ağladığını hatırlıyordum. Dayanamadım, "Bir gün çok iyi bir baba olacaksın." dedim içtenlikle. "Kardeşim sana sahip olduğu için çok şanslı bir çocuk olacak." Alexandre şaşırdı, sonra her zamankinden daha içten bir şekilde gülümsedi. "Öyle mi düşünüyorsun cidden?" "Evet. Her zaman annemle ilgileniyorsun. Benimle de. Veli toplatılarıma ve yıl sonu gösterilerime bile geldin. Gerçek babamın umurunda değilken hem de. Onu seviyorum ama kabul edelim, bana ondan daha çok babalık yaptın." "Sadece elimden geleni yapıyorum, Rachel. Siz benim aile diyebileceğim tek şeysiniz. Sen benim kızım gibisin ve annen de... O, çok özel bir kadın, biliyorsun." Annemin bir fotoğrafına bakmak için uzandı ve daha önce kimsede görmediğim bir sevgiyle fotoğrafı okşadı. Gözlerimi merakla çerçeveye çevirdim. Annem başındaki büyük, çiçekli şapkayı rüzgarda uçmasın diye tutmaya çalışırken kahkaha atıyordu. Bu adam gerçekten sırılsıklam aşık, diye düşünürken kendi fotoğrafımı yerine geri bıraktım. Belki de daha önce hiç aşık olmadığım içindi ama bir insanı bu kadar çok sevmenin mümkün olduğunu zannetmezdim. Annem ona seslenince Alexandre anneme doğru yürümeden önce bana anlayışlı bir bakış attı. "Umarım bir gün babanla işleri yoluna koyabilirsin." dediğinde bunu gerçekten kastettiğini biliyordum. Sonra annemin yanına oturdu ve annem başını omzuna yaslayıp TV'de oynayan Simone Signoret'i işaret ederek hevesle bir şeyler anlatmaya başladı. Ben de çifte kumruları biraz baş başa bırakmak için odama çekildim. Bedenimi yatağa bırakırken yumuşak kumaşların arasına kıvrıldım ve esnedim. Aslında saat uyumak için çok erkendi ama babamla olan görüşme ve projem üzerinde çalışmak beni yormuştu. Farkına bile varmadan uyuyakaldım. 🔸🔸🔸 Hissettiğim yorgunluk yüzünden uykum öyle derin bir hâle gelmişti ki, gözlerimi açtığımda saat sabahın dokuzuydu. Uçağım on birde kalkıyordu ve havaalanı ile evimiz arasında bir saatlik bir mesafe vardı. Hızlıca toparlanmam gerektiğini düşünerek yataktan kalktım. Neyse ki valizimi birkaç gün önceden hazırlamıştım. Tek yapmam gereken onu dışarı çıkarıp arabanın bagajına yerleştirmekti. Hızlı bir şekilde üzerimi giyindikten sonra valizime uzandım. Tahmin ettiğimden daha ağır olduğu için -Çünkü annem benim için bir sürü şey almak istediği söyleyerek beni defalarca kere alışverişe çıkarmıştı- söylene söylene valizi alt kata çekiştirdim. Annem ve Alexandre çoktan uyanmıştı. Onlarla merdivenlerin oradayken karşılaştım. Alexandre, "Dur. Ben alayım onu, ağırdır." diyerek elimdeki valizi alırken annem de koluma girdi, birlikte bahçeye doğru yürümeye başladık. Annemlerle yolculuk ettiğimde yol her zaman olduğundan daha kısa gelirdi. O gün de öyle oldu, ne olduğunu bile anlamadan havaalanına varmıştık. Alexandre valizimi bagajdan indirirken annem omuzlarımdan tutarak bedenimi kendine çevirdi. Onun hüzünle kaplı gözlerini ve aşağı sarkmış dudaklarını görünce bir anda veda etmek çok zor gelmeye başladı. "Seni özleyeceğim, Rachel." Hemen "Ben de." dedim, hatta daha şimdiden özlemeye başlamıştım. "Kendine dikkat edeceğine dair söz ver bana." "Anne, lütfen. Edeceğimi biliyorsun." Ayrılmadan önce bana öyle sıkı bir şekilde sarıldı ki bir an kemiklerim sızladı. Sonra nazik bir dokunuşla elimi şiş göbeğine yönlendirdi, gözleri heyecanla parlıyordu. "Sana göstermek istediğim bir şey var. Bak, bu aralar çok hareket ediyor." Avuç içimde bir çırpınma hissettim; kalbimin atışını hızlandıran bir minik tekme. Onun sıcak karnını ve kardeşimin hareket edişini hissetmek biraz garip olsa da bu şeyin benim 'küçük kardeşim' olduğu düşüncesiyle içim sıcacık olmuştu. Yakında ailemize katılacak olan bu yeni üyenin düşüncesi beni ilk kez bu kadar heyecanlandırmıştı. "Vay canına, bu... Bu... İnanılmaz." "Değil mi? Aramıza katılacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum. Doğum için geleceksin, değil mi? Biliyorsun, burada olmanı çok isterim." Gözleri dolu dolu olan anneme, ardından da karnını ovuşturan eline baktım. O kadar mutlu, huzurlu ve umutlu görünüyordu ki kardeşimi kucağına aldığı andaki ifadesini asla kaçırmak istemiyordum. "Ne olursa olsun geleceğim anne, merak etme." "Ve beni her gün arayacaksın, unutma." Sanki bunu her gün yapmıyormuşuz gibi tembihlemesi çok komikti. Neşeyle gülerek başımı tamam anlamında salladım. Alexandre karşıma geçti ve veda etmek için bana hafifçe sarılıp geri çekildi. "Bir şeye ihtiyacın olursa beni arayabilirsin. Ne olursa olsun, fark etmez. Elimden geldiğince yardım edeceğim sana." diyerek geri çekildi ve kollarından birini annemin omzuna attı. Valizimin kulpunu tutarken anneme ve üvey babama dikkatle baktım, buraya geri gelene kadar onları bu şekilde hatırlamak istiyordum. Sonra, beklenmedik bir şekilde, annemin yüzünde derin bir şaşkınlık belirdi. Aynı şaşkınlık Alexandre'nin de yüzünde belirirken annem "Vay canına! Biz... Gitsek iyi olur. Hadi, gel hayatım." diye fısıldadı, kelimeler dudaklarından aceleyle ve telaşlı bir şekilde dökülüyordu. Sonra da kocasını park halinde bekleyen arabaya sürükledi. Neden böyle yaptıklarını anlamaya çalışırken bir el arkamdan uzanıp omzuma dokundu. Döndüğüm anda yanımdan aceleyle ayrılmalarının nedenini gördüm. Valizimin tutacağının etrafındaki parmaklarım sıkılaştı. Babam. Buradaydı. Tam önümde. Ellerini pahalı ceketinin ceplerine sokmuş, yorgun gözlerle bana bakıyordu. Gerçekten de vay canına. Bir adım geri giderken biraz olsun sakinleşmek için giydiğim eteğin altına kadar uzanan ceketimin ucunu tutup tüm gücümle sıktım. Daha önce hiç böyle bir şey yaşanmamıştı. İçimden bir ses 'Belki de sana veda etmek için gelmiştir?' diyerek beni umutlandırdı ama o sesi hemen en dibe bastırdım. Hayır. Mutlaka bir şey olmuş olmalıydı. Yumuşak bir tonla "Baba?" dedim. Tamamen şaşkına dönmüştüm ve bu beklenmedik karşılaşmayı nasıl yönlendireceğimden emin olamıyordum. "Senin burada ne işin var?" "Ben... Seni uğurlamak istedim." Yıllarca süren yabancılaşmaya rağmen sözleri bana ulaşmayı başarmıştı. Küçük bir jestti belki ama çok şey anlatıyordu. Nihayet kendime geldiğimde, şaşkın şaşkın, "Ama neden şimdi?" diye sordum. Sesim hem şüphe hem de bir umut parıltısıyla alçalmıştı. "Zamanın ne önemi var? Dinle, Rachel. Seninle konuşmak için geldim buraya. Aramızın yeterince iyi olmadığının farkındayım." Bana bakarken gözleri pişmanlıkla yumuşadı ve tedirgin adımlarla aramızdaki mesafeyi kapatarak ileriye doğru bir adım attı. Yine de bana dokunmak konusunda temkinli davranıyordu. "Ama en azından barışmayı denemeden gitmene izin veremezdim. Olmasını istediğin türden bir ilişkimiz olmadığını biliyorum. Çoğu zaman meşgulüm ve meşgul olmadığında bile sana vakit ayırmakta zorlanıyorum." Neden şimdi? Neden burada? Neden bu kadar ani bir şekilde? Buna kesinlikle hazır değilim. "Baba, lütfen. Ben..." "Boşuna itiraz etmeye kalkma. Kibarlığını taktir ediyorum ama dünyadaki en iyi baba olmadığımı ikimiz de biliyoruz. Annen bu yüzden benden boşanmıştı, hiçbir zaman senin için yeterince iyi bir baba olamayacağımı söylemişti. Muhtemelen de haklıydı. Küçük bir kızken ilgimi çekmek için etrafımda dolanıp duruyordun ama seni görmüyordum bile. Hatamı fark ettiğimde ise siz çoktan kendi yolunuzda ilerlemiştiniz ve ben de bir odada, ömrümü adadığım işimle yapayalnızım. Sanırım gerçeği bilsen büyük hayal kırıklığına uğrardın. Demek istediğim şu ki, seni seviyorum Rachel. Bunu sana pek sık söylemediğimi biliyorum..." "Hiç söylemedin." dedim keyifsizce. Babam dehşet dolu bir ifadeyle irkildi. Gözleri pişmanlık ve kabullenmeyle ağırlaştı. Ben de umursamaz görünmek için çabalayarak omuzlarımı silktim. "Acımasız olmaya çalışmıyorum ama gerçek bu. Özür dilerim." "Hayır, hayır. Özür dileme. Haklısın. Bu arada üniversitedeki başarından haberim var, annen geçen gün beni azarlarken bahsetmişti. Bölüm birincisiymişsin. Bilmeni isterim ki, seninle gurur duyuyorum. Bir gün harika işler başaracaksın, bundan eminim." Sözleri havada asılı kaldı, söylenmemiş pişmanlıklar ve kaçırılan fırsatlarla doluydu. Ancak kırık ilişkimizin enkazı arasında umut ışığı vardı, bir barışma şansı... İtiraf etmem gerekir ki yıllar sonra bunları ondan duymak benim için çok şey ifade ediyordu, ne olursa olsun benimle gurur duymasını istiyordum- her ne kadar korkunç bir baba olsa da! Ama keşke biraz daha zamanımız olsaydı. Onunla bir yerlerde uzun uzun konuşmayı gerçekten isterdim ama uçağımın kalkış saati gelmişti. Elimdeki bileti ve pasaportumu sıkarken Charles de Gaulle Havaalanı'nın büyük, giriş kapısına baktım. Uluslararası uçuşlar için anonslar yapılmaya başlanmıştı, bu durumda da vakit kaybetmeden Terminal 1'e geçmem gerekiyordu. Hoparlörlerden yayılan kadının sesi üçüncü defa kulaklarıma ulaşırken derin bir nefes aldım ve hüzünle kaplı gözlerimi bir kere daha karşımda duran babama çevirdim. "Değerli yolcularımız, Air France'a ait AF-123 sefer sayılı Paris - New York uçuşu için son çağrı yapılmıştır. Lütfen uçuş kapısına yöneliniz. Tüm yolcularımızı uçuş kapısına davet ediyoruz. Teşekkür ederiz." Bu, binmem gereken uçaktı. Daha fazla burada beklemeye devam edemeyeceğimi bilerek, üzgün bir sesle, "Keşke konuşmak için zamanımız olsaydı ama gitmem gerekiyor. Yoksa uçağı kaçıracağım." dedim. Ağır bir kalple babamdan uzaklaştım ancak bir adım daha atmadan önce tekrar konuştu. "Bekle, gitmeden önce sana bir şey vermek istiyorum." Babamın gözlerine şaşkın bir şekilde baktım. "Bana bir şey mi vermek istiyorsun?" diye tekrar ettim. "Bir hediye." Papağan gibi, "Bir hediye mi?" dedim. "Doğum günün için... Kutlamadım, değil mi? Şimdiye dek birçok doğum gününü kaçırdım ama bunu düzeltmek istedim, en azından bir kez olsun." Elini ceketinin iç, yaka cebine attı ve sade, kadife bir kutuyu bana uzattı. Yıllarca süren sessizlik ve kaçırılan fırsatların ardından, işte buradaydı, bana bir hediye sunuyordu. Boğazımda bir yumruyla paketi babamdan aldım. Bu gümüş bir zincirle süslenmiş kanatları minik elmaslardan oluşan, zarif, kuğu şeklinde bir kolyeydi. Görür görmez babamın niye bunu aldığını anlamıştım. Annem ve babam boşanmadan önce, sadece bir keresinde, göldeki kuğuları izlemeye gitmiştik. Hayatımda ilk kez kuğu gördüğüm için heyecandan yerimde duramıyordum ve bir tanesine dokunmak için göl bisikletinden aşağı uzandığımda dengemi kaybedip gölün içine düşmüştüm. Şimdi komik gelse de o zaman ufak çaplı bir boğulma tehlikesi geçirmiş ve çok korkmuştum. Neyse ki babam yüzme biliyordu. Bedenimi sudan çıkarmak için hiç düşünmeden suya atladığında benim için çizgi filmlerdeki o kahramanlar gibi olmuştu. "Senin hak ettiğin baba olamadım ama umarım bu, telafi yolunda küçük bir adım olur. Takabilir miyim?" Sersem bir halde başımı aşağı yukarı salladım. Babam kolyeyi takarken kuğu figürüne hafifçe dokundum. Mutlu olmam gerekirdi ama kendimi inanılmaz hüzünlü hissediyordum. Eminim ki ifadem de bunu yansıtıyordur. Elimi kolyemden çekerken zihnimin dağılmasını engellemek için başımı yavaşça sağa sola salladım. Ayrılmadan önce döndüm ve ona veda etmek için kollarımı beline dolayıp babama sarıldım. Yanağım göğsüne değerken babam kollarımın arasında donup kaldı. Sonra gevşedi. O da bana sarıldı. Hep olmasını istediğim gibi nazik ve sıcaktı. Belki daha bile fazlası, şefkatli. "Seni seviyorum, Rachel. Belki yeterince belli etmiyorum ama seviyorum. Ne olursa olsun. Bunu unutma, olur mu?" "Ben de seni seviyorum, baba." Uçağımı kaçırma tehlikesi içinde olmasaydım daha fazla kalırdım ama cidden, oyalanacak zamanım yoktu. Geri çekildim ve kapıdan geçmeden önce son bir kez dönüp babama el salladım. Valizimi görevliye teslim edip etiketimi alırken hâlâ babamı düşünüyordum. A25 numaralı koltuğa otururken de... Uçağın motorları çalışıp beni evimden çok uzaklara taşırken içgüdüsel bir şekilde boynuma uzanıp kolyeme dokundum. Öyle yüksek sesle iç çektim ki yanımda oturan ve benim yaşlarımda gösteren genç çocuk bana bir bakış attı. Gözlerimi camdan dışarıya, kocaman pamukçuk yığınlarına benzeyen bulutlara sabitledim. Gelecekte düşüncem ne olurdu bilmiyorum ama bir dahaki Fransa'ya gelişimde kesinlikle babama daha fazla vakit ayıracaktım. 🔸🔸🔸 Fransa'dan New York'a gelişimin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra hayatım belli bir düzene girmişti. Kendimi tamamen bölüm derslerime, bitirme projeme ve üniversitenin etkinliklerine kaptırmıştım- aslında biraz fazla kaptırmıştım. Ağrıyan belimi ovarak üzerinde uyuyakaldığım çalışma masasından doğrulurken yüzümü buruşturdum. Bu aralar bunu çok sık yapar olmuştum, hiç sağlıklı bir şey değildi ve bir an önce uyumak için yatağıma gitmeyi öğrenmem gerekiyordu. Aksi halde bel fıtığına yakalanacaktım. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip esnememi bastırmaya çalışıp da başaramazken bilgisayar ekranım aydınlandı. Bir E-mail'im vardı. Ekrandaki E-posta adresi babama aitti. Alexandre'ye değil, öz babama. Emin olmak için sandalyemde öne eğilip yeniden okudum, sonra bir kere daha okudum; Evet, bu mesaj kesinlikle ondan gelmişti. Daha kapalı bir ruh halinde olsaydım hayal gördüğümü düşünürdüm ama algılarım tamamen açıktı. O yüzden gördüğüm şeyin ne olduğundan tamamen emindim. Merak içimi kemirirken mesajı açmak için dokunmatik fareye uzandım ama aynı anda masanın üzerinde duran telefonumun alarmı yüksek sesle çalmaya başladı. Anında kaskatı kesildim. Hemen uzanıp saatin kaç olduğuna baktım. 10.15. Kahretsin! Kahretsin! Kahretsin! 'İleri Veri Yapıları ve Algoritmalar' dersim! O dersi kaçırırsam profesör hem beni bilgisayar laboratuvarına almaz hem de canıma okurdu! Babamdan gelen mesajı şimdilik boş vererek yetişmem gereken derse odaklandım. Koşar adımlarla dolabıma yöneldim. Tamamen şansıma o gün gök gürlüyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyordu. Aceleyle beyaz bir triko, uzun bir kaban ve ince bir çorap ile siyah, kalın bir kumaştan yapılma mini eteğimi giydim. Trikomla aynı renk olan atkımı boynuma dolayarak bana ait olan odadan çıkarken ayağıma kocaman bir karton kutu takıldı. Şaşırarak olduğum yerde durdum. Sonra söylenerek ayağımın ucuyla kutuyu kenara ittirdim. Bu şey kesinlikle Olivia'ya ait olmalıydı. Bu evde mimarlık okuyan bir tek o vardı. Molly moda tasarım okuyordu ve yerde bir şey bırakacak olsa bu kesinlikle pahalı kumaş parçaları ya da çizim projeleri olurdu. Molly ve Olivia, üç yıldır ev arkadaşlarımdı. Birbirlerini çok sever ama neredeyse her gün kavga ederlerdi. Mutfak kısmına geçerken o gün de manzaranın pek farklı olmadığını gördüm. Tartışıyorlardı. Hem de epey yüksek bir sesle. Yine. Aman ne şaşırtıcı bir şey. "Molly! Benim için bulaşıkları yıkar mısın? Şu aptal makine yine arızalandı sanırım." "Tabii ki yapmam!" diyerek homurdandı Molly. O sırada dizlerini kendine çekmiş, önündeki eskiz defterine bir şeyler karalamakla meşguldü. "Oradan bakınca bulaşık makinesine mi benziyorum?" "Hey! Sadece rica etmiştim!" "Neden kendin yapmıyorsun?" Olivia karşılık olarak bir şey daha dedi ama ne dediğini duyamadım. Duymak da istemezdim zaten. Muhtemelen ağzıma bile alamayacağım bir cevap vermişti. Dünkü yağmurdan sonra kuruması için ısıtıcının yanına astığım şemsiyemi alırken, "Sana kaç kere ortalıkta kutu bırakmamanı söylemeliyim, Olivia? Topla şunları. Birinin ayağı takılıp düşecek." diyerek kavgaya ben de katıldım. Ben, sevgi yumağı ev arkadaşlarım kadar kızgın değildim tabii. Sadece söylüyordum işte. Olivia gözlüklerinin altından bana keskin bir bakış atınca dişlerimi göstererek gülümsedim, o da gözlerini devirdi. Çok klasik bir görüntüsü vardı. Her zaman kot ve düz bir tişört giyerdi. Tipi de klasikti. Kahverengi, orta boy saçlar. Kahverengi gözler. Yumuşak yüz hatları. Uzun, ince bir vücut... Her şeyi klasikti; Molly'nin aksine. Molly'nin kıvırcık, siyah saçları bu evdeki en ilginç şey olabilirdi. Üstelik sürekli üzerinde tuhaf desenler olan tişörtler giyerdi. Bugün de önünde kocaman bir kanguru ve cep şeklinde kanguru kesesi olan büyük beden bir bluz giyiyordu. Cidden. Aslında şirindi. On yaşındaysanız tabii. Yine de Molly kocaman, koyu gözleri ve kıvırcık saçlarıyla çok tatlı bir kızdı. O yüzden bu görüntü ufak bir kahkaha atmama neden oldu çünkü o bluzu ben giysem biri kayıp çocuk bulduğunu söyleyerek polise ihbar ederdi. Keyfim yerine gelirken "Giydiğin şeyi beğendim." dedim Molly'ye. Bir yandan hâlâ ıslak olup olmadığını test etmek için şemsiyemi silkeledim. "Sana gerçekten çok yakışmış." "Ah, teşekkür ederim. sss'dan aldım. Hem de sadece 20 dolara!" "Çok şanslısın." "Biliyorum, değil mi?" Olivia mutfak tezgahına yaslanarak iğneleyici bir sesle, "Sabahın bu saatinde nasıl bu kadar mutlu olabiliyorsunuz? Bu arada Rachel, yine anahtarlarını unutma. Bir gün gerçekten kapıda kalacaksın." diyerek bana benim için üretilen yedek anahtarı fırlattı. Ben de anahtarı havada kapıp kabanımın cebine attım. Mutfaktan çıkarken kızlar hâlâ laf dalaşı yapıyordu. Bazen gerçekten abartıyorlar, diye düşünerek diz üstü, siyah çizmelerimin fermuarını çektim. Ben eve geldiğimde de kavga etmeye devam ediyor olsalar şaşırmazdım. Apartmandan çıktığımda yüzüme çarpan soğuk hava beni bir an sersemletti. Sokakları ve caddeleri ıslatarak iri damlalar halinde yağan yağmur aynı zamanda da müthiş bir toprak kokusunun her yeri sarmasına neden olmuştu. Hava bu kadar soğuk olmasaydı eğer bundan gerçekten hoşlanabilirdim. Kalın ten çorabıma rağmen rüzgarın bacaklarımı yaktığını hissedebiliyordum. Atkımı iyice boynuma dolarken bilgisayar laboratuvarının sıcak klimasının altına girmek için acele ederek şemsiyemi açıp kaldırım boyunca yürümeye başladım. Telaş halinde işlerine bakan insanların arasından geçerken aslında toplu taşımaya binebileceğimi düşündüm ama yağmurlu günlerde o şeyler tıklım tıklım dolu oluyordu. Tanımadığım insanlarla o şekilde yolculuk yapmaktansa yürümeyi tercih ederdim. Ayrıca derse girmeden önce sıcak bir kahve içmek istiyordum ve yolumun tam üstünde de fırsat bulduğum her gün uğradığım mükemmel bir kahveci vardı. Hayatımda bu kadar güzel kahveler yapan başka bir yer daha görmemiştim ve sadece düşünmek bile bir an önce oraya varmak istememe neden oluyordu. Neyse ki dükkân sadece bir sokak ilerideydi. İçeri girmek için çift kanatlı kapıyı ittirdiğimde tepedeki zil çaldı ve dökülmüş yapraklar çizmelerimin etrafında uçuştu. Yoğun, sıcak kahve kokusunu hissetmek her zamanki gibi bir zevkti. Ne yazık ki yağmur yağdığı için dükkân her zamankinden çok daha kalabalıktı. Sıranın en arkasına girdim ve beklerken vakit daha çabuk geçsin diye kulaklığımı takıp şarkı listemden rasgele bir şarkı açtım. Annemin en sevdiği şarkılardan biri olan 'Sous Le Vent' kulaklarımı doldururken hafifçe iç çektim. Bu şarkıyı seviyordum, ne zaman dinlesem evin sıcaklığını hatırlıyordum. Telefonumun saatini kontrol ettiğim sırada arkamdaki sıra uzayıp gitmiş, önümdeki sırada ise sadece bir genç kalmıştı. Ekranı kontrol etmek için eğildiğimde uzun boylu barista çocuğa kahvesini verdi ve çocuk yanımdan öyle sert bir şekilde geçti ki omzuma çarptı. Arkamdaki müşterinin göğsüne çarparken şaşkın şaşkın soludum. Telefon elimden kayıp yere düştü ama kulaklıklarım bluetoothlu olduğu için şarkı hâlâ kafamda çalmaya devam ediyordu. Ona çarptığım müşteri koluma girip dengemi sağlamama yardım ederken bana çarpan o kaba genç de yanımdan geçip gitti. Bir özür bile dilememişti! "Kahretsin, nezaket ölmüş!" diye homurdanarak arkamdaki kızdan özür diledikten sonra moralim bozuk bir halde koruyucu ekranı çatlayan telefonumu yerden aldım. Siparişimi vermek için kulaklıklarımdan birini çıkarırken 'Ne kabalık!' diye düşünüyordum ama bu kabalığın günümü mahvetmesine izin verecek değildim. Derin bir nefes alıp baristayla konuşmak için başımı kaldırınca şu ana dek gördüğüm en yakışıklı yüzle karşı karşıya geldim. Uzun boylu, acayip çekici barista neredeyse çabasız gibi görünen doğal bir zarafetle dirseklerini tezgaha yaslayarak öne eğildi. Yüzü yüzümün biraz önündeydi ve kaşlarımı kaldırmış, şaşkınlıktan, doğruca ona bakıyordum. Derin ve tek kulağımda çalan müzik kadar hoş bir sesle "Merhaba," dedi. Sesi kadife gibiydi, pürüzsüzdü. Zorlukla yutkunarak karşılık verdim. Böylesine nefes kesici bir varlığa nasıl tepki vereceğimi bilemiyordum. Üstelik baristanın gür, siyah kirpiklerle çevrelenmiş kehribar rengi gözleri benimkilerle olması gerekenden daha uzun süren bir bakışta buluşmuştu, garip ama bir şekilde beni inceliyor gibi hissetmiştim. "Size nasıl yardımcı olabilirim?" "Uh, merhaba... Bir..." Kelimelerim birbirinin üzerine takılarak dudaklarımdan çıkıyordu. Adama olması gerekenden daha uzun süre baktığım için yanaklarımda bir sıcaklık hissediyordum. "Bir orta boy latte alabilir miyim, lütfen?" "Tabii. Kupon kartı ister misiniz?" "E-evet. Lütfen." Benim için kahveyi hazırlarken içgüdülerime yenik düştüm ve bir sanat eseriymiş gibi onu süzdüm. Çok sağlıklı ve sportif görünüyordu. Siyah, kolsuz yeleğinin altındaki göğsü geniş ve güçlüydü; her nefes alışverişte ritmik olarak yükselip iniyordu. Fakat en ilginç yanı -Bana kalırsa- gözleriydi. Birbirine giren dalgalardan, kıvrımlardan oluşan gece yarısı rengi saçları vahşi bir leopar kadar amansız olan gözlerine hoş bir tezatlık oluşturuyordu. İtiraf etmem gerekirse, çok güzel gözleri vardı. Topraksı kahverengi ile erimiş altın renginin bir karışımından oluşuyordu. Yine de bu amber rengi gözlerde beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Adını koyamıyordum ama o şey yüzünden bir an önce kafeden çıkıp üniversiteye gitmek istiyordum. Ne garip! Oysa beni rahatsız edecek hiçbir şey yapmamıştı. Hatta aksine, belli ki sadece işini yapıyordu. Hazır yeri gelmişken, yeni başlamış olmalıydı çünkü 'onu' daha önce burada gördüğümü hatırlamıyordum. Barista işini bitirip dumanı üstünde tüten kahveyi bana uzattığında 'Nihayet!' diye düşündüm ve bu düşüncemi ifademe yansıtmamak için ekstra çaba gösterdim. Vakit kaybetmeden kahveye doğru uzandım. Tam da o sırada -Anlamayacağım kadar kısa bir süre içinde!- kafenin içinde dalga dalga yankılanan yüksek bir ses kulaklarımı sızlattı. Bu sesi daha önce de duymuştum ama gerçek hayatta değil- sadece filmlerde ve dizilerde. Silah sesiydi bu! Kurşun tezgahın arkasındaki kahve şişelerinden birine müthiş bir şiddetle çarptı. Şişe kırılıp yüzlerce parça halinde yere düşerken bana yakın bir yerde duran müşterilerden biri çığlık attı. Bir daha o çığlığı unutmayacağımdan emindim. Hatta kabuslarıma bile girecekti. O kadar gerçek ve içtendi ki... Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki olanlardan hiçbir şey anlamayarak, katıksız bir endişeyle, kendi kendime, "Ne? Ne oluyor?" diye fısıldadım. Barista hafif bir sesle bir şeyler homurdandı. Neredeyse öfkeli görünüyordu. Sonra öne doğru eğildi. Aslında atıldı. Parmakları, kahve bardağını tutan parmaklarımı es geçerek bileğimi kavradı. Bileğimi sıktığında kendimi elektrik çarpmış gibi hissettim ama öylesine bir dokunuş değildi bu. Beni öyle güçlü bir şekilde tezgahın arkasına doğru çekti ki, adeta yerden havalandım. Kolunu belimin etrafına doladı ve beni çevirdi, tüm ağırlığını kullanarak ikimizin de yere, tezgahın arkasına düşmesine neden oldu. Başımın arkasını mermer zemine çarpınca bedenime yayılan acı yüzünden kısık bir sesle inledim. Ardından gözlerimi aralayıp üzerimdeki adama baktım. Avucumu başımın yanından zemine yaslayarak tek diziyle üzerimde doğrulmuştu. Bir kolu hâlâ belime sarılıydı ve neler olduğunu anlamaya çalışıp ona şaşkın şaşkın bakarken parmaklarım beyaz gömleğinin üzerinden bile hissettiğim pazılarının üzerindeydi. Az önce o kadar hızlı hareket etmişti ki, beş saniye bile geçmiş olamazdı! Bir silah sesi daha duydum. Bu sefer daha yakından geliyordu. Bir şeyler demek için dudaklarımı araladım, muhtemelen çığlık atmak için ama sesim çıkmadı. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Aklıma gelen tek şey bunun bir teröristin işi olduğuydu. Yakışıklı barista, ciddi bir ifadeyle, "Yaralandın mı?" diye sordu. Bir yerim kanamıyordu ama insanların yükselen çığlıkları ödümü koparmaya yetiyordu. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Silah sesleri devam ediyordu ve giderek yaklaşıyordu. Kıpırdamaya dahi korkarak parmaklarımın altındaki kolu sıkarken, "N-ne oluyor?" diye kekeledim. Keyifsiz bir ses tonuyla, sadece, "Saldırı." dedi. Nabzım hızla artarken 'SALDIRI!' diye düşündüm kendi kendime. Bir an için bu kelimenin ne anlama geldiğini unutmuştum sanki ama sonra hatırladım. Ah, hayır! Bir saldırının tam ortasında mı kalmıştım?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD