?13.BÖLÜM: ÇARPICI İZLER

3120 Words
Başım dönüyor, midem bulanıyor ve içimde kopan fırtına yüzünden okuduğum kelimeleri algılamakta zorlandığımı hissediyordum. Sadece korkunç bir kâbus görüyor olmayı dilerdim; Gözlerimi açacaktım ve yeniden kendi küçük güvenli dünyamda olacaktım. O zaman her şey çok daha basit, çok daha katlanılır olurdu... Ama her şeyin hiç olmadığı kadar gerçek olduğunu biliyordum ve görünüşe göre de başım cidden beladaydı. Bu noktada kabul etmem gerekiyor ki, babam E-postasında bir hacker olduğumu söylerken yalan söylemiyordu. Evet, bu doğruydu. Yani, kısmen. Belgelere yetkisiz erişimle ulaşmak, şifre kırmak, resmi dökümanları ele geçirmek gibi şeyler insanların sandığı kadar zor değildi. Yine de bunların hepsi resmi olarak suçtu ve ben hiçbir zaman suç işleyen bir insan olmamıştım. Kurallara her daim uyardım, çimlere bile basmazdım. O yüzden bunları yapabiliyor olsam da yapmamaya gayret göstermiştim. Şimdi de bu yüzden başım beladaydı işte. Daha da kötüsü, babamın mesajda kimseye güvenemeyeceğimi söylemiş olmasıydı. İşin komik tarafı, bunu okumadan hemen önce Zack'e neredeyse bir hacker olduğumu, bu yüzden de adamların peşimden gelmekte pek de haksız olmadıklarını söylemek üzereydim. Kelimeler resmen dilimin ucundaydı. Son anda susmuştum çünkü hissediyor olduğum şaşkınlığa rağmen korkunç bir şüphe kalbimi ve ruhumu zehirli bir sarmaşık gibi kaplamaya başlamıştı... Ya babam haklıysa? Ya büyük bir hata yapıyorsam? Ya Zack'de o adamlar için çalışan biriyse? Ona güvenmiyor olmak bana kendimi suçlu hissettiriyordu çünkü resmen hayatımı kurtarmıştı ama üzerine düşününce, onu tanıyalı sadece bir gün olmuştu, değil mi? Hakkında bildiğim şeyler bir elin parmağını geçmezdi bile. Eğer o adamlar için çalışan biriyse ona böyle bir şey söyleyerek büyük bir hata yapmış olurdum çünkü o zaman babamın koyduğu herhangi bir şifreyi kırabilecek biri olduğumu anlarlardı. Düşün, aptal. Kafamın içindeki ses bir türlü susmuyordu, belki işe yarar umuduyla gözlerimi sımsıkı yumarak sakinleşmeye çalıştım ama ne yazık ki bu yaptığım sesi daha da beter bir hâle getirmekten başka bir işe yaramadı; Bir gün önce tanıdığın bir insana gerçekten güvenebilir misin? Baban haklıysa ve Zack'de o adamın satın aldığı ajanlardan biriyse ayvayı yersin çünkü seni götürmek istese Zack gibi bir adama direnmene imkân yok. Nasıl dövüştüğünü, silah kullandığını kendi gözlerinle görmedin mi? Ona tamamen güvenebileceğinden emin olmadan ona böyle bir şeyi söyleyemezsin. Sonunda da bunu yapamayacağıma karar verdim. Zack hayatımı kurtarmış bile olsa bu bir işe yaramazdı çünkü eğer o adam için çalışan biriyse zaten hayatımı kurtarmak zorundaydı. Bu yüzden içimde yükselen suçluluğu olabildiği kadar bastırdım ve babamın E-posta adresini kırarak kendime tam da Zack'e olduğunu söylediğim gibi bir mesaj yazıp gönderdim. Bilgisayarıma düşen bildirimin geliş saatini ve yerini düzenledikten sonra da bilgisayarı kapattım. Zack mesajı kontrol etmek isterse ona bunu gösterecektim, o zaman ona yalan söylediğimden şüphelenmezdi. Tabii mesajı silen O değilse. Bunun kimin yaptığını deli gibi merak ediyor olsam da öyle kolayca bulamayacağımı biliyordum. Kaldığım apartman eski, taş bir yapıydı. En yakın güvenlik kamerasını haclesem bile orası bir cadde olduğu için oradan günde en az bin kişi geçiyordu. Eh, bu da şüpheli listemi bir hayli kabartıyordu tabii. Bir planı bırakın, en ufak bir şey bile düşünemiyordum. Zack'e güvenmeyeceksem... O zaman kime güvenecektim? Bir an annemi aramak, ona her şeyi anlatmak, ondan yardım istemek istedim. Şu an tek ihtiyacım olan bir aileydi ama endişeden kafayı yemek dışında annem böyle bir durumda ne yapabilirdi ki? Peki ya üvey babam? Ah, hayır. Bu daha da beterdi çünkü kesinlikle polise haber vermek isterdi ve Zack'in de bundan kesinlikle haberi olacağı için ona güvenmediğim açığa çıkardı. Kendimi tamamen kapana kısılmış gibi hissettiğim için başımı eğerek sıkılmış bir şekilde nefesimi üfledim. Ne yapacaktım ben? 🔸🔸🔸 Berbat geçen uykusuz, kâbuslarla dolu bir gecenin ardından esneye esneye mutfağa girdim. Kızlar çoktan uyanmışlardı ve benim aksime son derece enerjik bir şekilde sohbet ederek kahvaltı ediyorlardı. Elimden geldiği kadar neşeli bir tavırla "Günaydın!" diyerek buzdolabını açtım ve bir süt şişesi çıkardım. Kendime biraz mısır gevreği alırken kızların dikkatli bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ya sarı, civcivli pijamalarımı çok beğenmişlerdi ya da gerçekten berbat görünüyor olmalıydım. Oyumu ikinci seçenekten yana kullanıyordum. Kendimi berbat hissediyordum. Cidden uyuyamamıştım. Tüm gece silahlarla, ölümle ve ya beni öldürmeye çalışan ya da tanımadığım bir gölgenin önüne atan Zack'le ilgili kâbuslar görüp durmuştum. Hepsi de son derece korkunçtu. "Hasta mı oldun?" Kahvesini içen Olivia'ya bir bakış attıktan sonra omuzlarımı silkerek dürüst olmak yerine kaçamak bir cevap vermeye karar verdim. "Evet, sanırım." dedim ve hasta olacakmış gibi rol yaparak ekledim. "Dün gece pek düzgün uyuyamadım da." "Belli oluyor, evet." "Ne kadar da kibarsın öyle." "Sadece söylüyordum. Cidden. Biraz makyaja ihtiyacın var." Ona iç çekerek cevap verdim. Öyle stresliydim ki kavga edecek hâlim bile yoktu. Yuvarlak bir kasenin içine B vitaminiyle dolu mısır gevreği ile süt doldurdum. Sonra da bir kaşıkla birlikte bana ait olan sandalyeye oturdum. Molly tembel tembel kıvırcık saçlarıyla oynarken bakışlarını pencereden ayırıp kahvaltıma bir bakış attı, bu menümü pek beğenmediğini gösteren bir bakıştı. Kısa süren bir kahvaltı faslından sonra her şeyden çok bunu yapmaya ihtiyacım olduğu için annemi aradım. Telefonu açmasını beklerken her zamankinden kat kat daha gergindim. Alt dudağımı ısırıyor, endişeyle tırnaklarımın ucunu oturduğum koltuğun koluna sürtüp duruyordum. Arama açıldığında duruşumu heyecanla dikleştirdim. Galiba hayatımın hiçbir evresinde annemle konuşmak konusunda bu kadar heyecanlı hissetmemiştim. "Anne!" derken sesim de bunu belli ediyordu. "Rachel? Sen misin? Bu numara da neyin nesi?" Ah, doğru ya, bu Zack'in bana verdiği hattı. İçinde sadece 'Zack' yazan bir numara vardı. Bir an diyecek bir açıklama bulamayarak dondum kaldım. Sonra da kısmen doğruyu söylemeye karar verdim. "Dün telefonumu kaybettim ve kullanmak için yeni hat almak zorunda kaldım. Endişelenmeni istemediğim için de sana haber vermek istedim. Nasılsın? Her şey yolunda mı? Bir sorun yok, değil mi?" Aşırı hızlı bir şekilde konuştuğum için sustuğum zaman nefesim boğazımda takılı kalmıştı. Heyecanımı hisseden annem telefonun karşı tarafından usulca güldü. Her neyle uğraşıyorsa artık, telefonun karşı tarafından tıkırtılar geldi. "Evet, yolunda. Asıl sen nasılsın? Bana her şeyi anlat lütfen." diyerek karşılık verdi. Bana babamdan bahsetmeyecek miydi? "Her şey yolunda anne. Sadece sesini duymak istedim. Bana..." Sesim incelip çatladı. "Bana söylemek istediğin bir şey var mı?" diye sordum tereddütle. "Evet, var aslında." Kendimi bu konuşma için hazırlarken nefesimi tuttum. Ardından kendimi zorlayarak "Nedir?" diye sordum. "Kardeşin için nihayet bir isim bulduk. Camille istiyoruz ama karar vermeden önce senin de fikrini almak istedik. Sence nasıl? Beğendin mi?" Bir an cevap veremeyerek sessiz kaldım. Bana cidden kardeşimin adını sorduğuna inanamıyordum. Yani, elbette fikrimi alması iyi bir şeydi, bunun için ona tüm kalbimle minnettardım ama cidden bana babamın öldüğünü söylemeyecek miydi? Neydim ben? Çocuk mu? Bunu bilmeyi hak etmediğimi mi düşünüyordu yoksa? Sonra bir anda baştan beri gözden kaçırdığım o şeyi fark ediverdim. Ah, bilmiyordu! Annem iyi bir yalancı değildi. Eğer babamın öldüğünden haberi olsaydı bu kadar rahat bir şekilde kardeşimin adı hakkında benimle konuşmazdı. Hiçbir şeyden haberi yoktu onun. Bunun farkına varmak hem beni kandırmadığı için rahatlamama neden oldu hem de hiçbir şeyden haberi olmadığı için gerilmemi sağladı. "Evet." dedim kendimi konuşmak için resmen zorlayarak. "Beğendim, anne. Güzel." "Harika. Doğuma gelecek misin?" Hayatta kalırsam, evet. "Evet, elbette geleceğim." dedim sahte bir neşeyle, o an kendimi tam bir sahtekâr gibi hissediyordum. "Hiç kaçırır mıyım? Merak etme, orada olacağım. Bundan yüz de yüz emin olabilirsin." "Bunu duymak güzel. Ben senin..." Annem bir şeyler demeye devam ediyordu fakat telefonum titrediği için dikkatim dağılmıştı. Bu yüzden de sesi sadece boğuk bir fısıltıydı benim için. Onu dinlemeyi bırakarak ekrana bakmak için telefonu kulağımdan çektim. Yanıp sönen ekranda kocaman harflerle 'ZACK' yazıyordu. Kalp atışlarımın hızlandığını hissederken duvardaki saate baktım, saat henüz çok erkendi. O yüzden bu saatte beni aramasını neye yoracağımdan emin olamayarak ekrana boş gözlerle bakıyordum. Bir de babamın gönderdiği o E-posta'da dedikleri ve ondan şüphe etmem vardı tabii... Telefonu yeniden kulağıma götürürken, annemin dikkatini çekebilmek için, "Anne," diyerek ona seslendim. "Bir işim çıktı. Seni daha sonra ararım, olur mu?" "Olur. Seni seviyorum, tatlım." "Ben de seni seviyorum, anne." Ona onu sevdiğimi daha önce defalarca kere söylemiş olmama rağmen o an bunu derken hiç olmadığım kadar içtendim. Aramayı sonlandırdığımızda telefonumun ekranında hâlâ Zack'in ismi yanıp sönüyordu. Açıp açmama konusunda tereddütlü bir şekilde ekrana bakarken bir anda onunla konuşacak havada olmadığımı fark ederek aramayı geri çevirdim. Zack bu yaptığımdan hiç hoşlanmayacaktı ama şu an cidden onunla konuşmak istemiyordum. Onu görmek de istemiyordum. Yapmamam gerekirdi, biliyordum ama o günkü dersim öğleden sonra olmasına rağmen Zack beni almaya gelmeden önce evden erkenden çıktım. Üniversiteye gidene kadar başıma hiçbir şey gelmeyince rahatladığımı hissederek bir kafede, cam kenarına oturup saatlerce olanları düşündüm. Eğer Zack'e babamın E-posta'sından bahsetmeyeceksem bu durumla kendim başa çıkmam gerekecekti ama nasıl? Ben bir ajan değildim. Dövüşmeyi, silah kullanmayı hiçbir zaman öğrenmemiştim. Öğrenmem gerekmemişti ki! Bildiğim tek şey kod yazmak, sistemlere sızmak ya da bunun gibi şeylerdi ve bu becerilerle kendimi korumam mümkün değildi. Bir de annem vardı. Doğmamış kardeşim, üvey babam... Ailem. Ya o adamlar onların da peşlerine düşerlerse, ya onlara da zarar vermeye çalışırlarsa? Kendi kendime "Oof. Ne yapacağım ben?" diye yakınarak oturduğum sandalyede öne eğildim ve alnımı ovuşturdum. "İyi misiniz? Biraz... Gergin görünüyorsunuz." Başımı kaldırıp uzun, dalgalı, siyah saçları ve keskin yüz hatları olan orta boylu, zayıf garson kıza bakarak "Evet, iyiyim. Endişelenmeyin." dedim. "Sadece gerçekten kötü bir gün geçiriyorum. Başım feci ağrıyor." "Ağrı kesicim var. İster misiniz?" Düşününce, aslında gerçekten başım ağrıyordu. "Ah, evet. Teşekkür ederim." Garson kız bana bir bardak su ile ağrı kesici getirdi. Hapı yutup ona bir kere daha teşekkür ettikten sonra hesabı ödeyerek kafeden ayrıldım çünkü ders saatim geliyordu ve dersten önce notlarımı almak için fotokopi odasına uğramam gerekiyordu. İyi olan tek şey ağrı kesici hapın işe yaramış ve baş ağrımın biraz olsun dinmiş olmasıydı. Dalgın bir şekilde fotokobi odasına yürürken bir yandan da başımda dolanıp duran bu beladan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Öyle kararsız bir hâldeydim ki bir ara anneme olan biten her şeyi anlatmayı bile düşündüm. Sonra bu fikirden hemen vazgeçtim elbette. Başımı iki yana sallayıp kendimi 'Odaklan!' diye uyarırken birden korkunç bir şey oldu. Ben ne olduğunu dahi anlamadan güçlü, kemikli parmaklar dudaklarımın üzerini kapattı ve çığlığım boğuk bir mırıltı şeklinde koridorda yankılandı. Ne yazık ki, koridor boştu. Normalde öğrencilerle dolu olan bı yerin böyle ıssız olması tamamen benim şanssızlığım mıydı bilmiyorum ama ağzımı kapatan parmaklar kime aitse, diğer kolunu belimin etrafına dolayarak beni geriye çekiştirmeye başladı. Hissettiğim korku ve endişe yüzünden gözlerim iri iri açılırken olabilecek en kötü senaryoyu hayal ettim. O adamlar beni bir şekilde bulmuş olabilirler miydi? Eğer öyleyse cidden hapı yuttum demektir. Yapabileceğim tek şey bu olduğu için tüm gücümle beni tutan herife karşı koymaya başladım. Bir şekilde ondan kurtulmam ve nefesim yettiği kadar bağırarak yardım çağırmam gerekiyordu. Ne yazık ki, benden çok daha güçlüydü. Ben ne olduğunu anlayamadan kendimi fotokopi odasına girmiş bir hâlde buldum. Kapının kolunu tutmak için parmaklarımı uzatmış olsam da çoktan kapanmıştı bile. Öfkeden ama daha çok da biri bunu duyar umuduyla bacaklarımdan birini kaldırıp kapının olduğu tarafa doğru bir tekme savurdum. Yüksek bir uğultuyla çalışan makineler yüzünden tekmemin sesini kimsenin duymadığından emin olsam da bir parçam hâlâ inatçıydı ve durum ne kadar berbat olursa olsun ümit etmekten vazgeçmeyi reddediyordu. Öyle hırçın bir biçimde beni tutan herife karşı koyuyordum ki, saçlarım dağılmış, gözlerimin mavisini örtmeye başlamıştı. Öte yandan... Bu garip gelecek, biliyorum ama... Kokusu, bir şekilde tanıdık geliyordu bana. Beni zapt eden adam başını omzuma eğerek konuştuğunda, kulağımın yanından yükselen sesi yüzünden kalbim hızla çarpmaya başladı çünkü sesi de en az kokusu kadar tanıdıktı. "Şşş... Korkma bu kadar, güvercin." O an sanki zamanı durmuştu. Kulaklarıma ulaşan her harf, her kelime geçmişten gelen anıları canlandırıyordu. ZACK! Bu O'ydu. Gerçekten O'ydu. Bundan hiçbir şeyden emin olmadığım kadar emindim çünkü yaşadığımız onca şeyin ardından bu sesi nerede duysam tanırdım... Ama yavru kedicikler aşkına! NE yaptığını sanıyordu bu herif? Amacı beni korkudan öldürmekse eğer bunu başarmak üzereydi. Bedenimde dolanan adrenalin yüzünden göğsüm hızla inip kalkıyordu ve gözlerim de avcı bir hayvanla karşılaşmış bir tavşan gibi irileşmişti. Birden debelenmeyi bıraktım. Kollarım iki yanıma düşerken Zack'in sesini bir kere daha duydum. "İşte böyle, aferin." Bir şeyler söyledim ama hâlâ parmaklarıyla ağzımı kapattığı için sesim boğuk bir homurtu şeklinde çıktı. Ne dediğimi duymaması benim için iyi bir şeydi çünkü hiç hoş bir şey söylememiştim. Başımı yana çevirdim ve bulabildiğim bir boşluktan hem ağzımın hem de diyaframımın içini havayla doldurarak, "Bırak beni!" diye çıkıştığımda Zack hafif bir sesle güldü. "Peki, peki. Bırakıyorum. Rahatla." Kaşlarımı çatmadan edemedim. Beni böyle tutarken nasıl rahatlamamı bekliyordu? Kahretsin! Onu kiralık katil falan sanmıştım! Zack, parmaklarını dudaklarımın üzerinden çekerken rahatlama ile öfke karışımı bir duygu hissederek derin bir nefes aldım. Serseme dönmüş bir hâlde saçlarımı yüzümün önünden çektikten sonra Zack'e dönerek ona şaşkın bakışlarla baktım. Oysa o çok sakin görünüyordu. Sanki az önce ağzımı kapatarak beni buraya sürükleyen adam o değildi. "Ne yapıyorsun sen?" diye çıkıştım, öfke ve şaşkınlıkla. Onunla kavga etmek istemiyordum... Fakat Polyanacılık oynayacak havada da değildim hiç. "Kafayı mı yedin? Bir 'Merhaba' desen de olurdu! İnsan öyle sürüklenir mi? Ödümü kopardın!" Ellerini ceketinin ceplerine sokarak bedenimi süzdü, "Amacım da buydu zaten." dedi bu durumdan tamamen memnun bir şekilde. "Bir dahakine beni ekmeden önce bir kere daha düşünürsün." "Bak, Zack. Gerçekten havamda değilim." Huysuz bir tavırla kapıya yöneldim çünkü o söyleyene dek sırf onunla karşılaşmamak için evden erkenden çıktığımı unutmuştum. Onu atlatmanın düşündüğüm kadar kolay olmadığını biliyor olmama rağmen Zack omzunu kapının pervazına yaslayarak önümü kapatıp çıkmama engel olunca şaşırdım. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak gözlerimin tam içine baktım. Bakışları öyle derin, öyle netti ki sanki 'Nereye gittiğini sanıyorsun? Daha gitmen için izin vermedim.' diyormuş gibiydi. İster istemez gerildiğimi hissettim. Yoksa onu ektiğim için kızgın mıydı? Ah, bu nasıl soruydu? Elbette ki kızgındı! "Görmezden gelinmekten gerçekten hoşlanmıyorum." dedi, zaten çatık olan kaşlarını daha da çatarak. "Bugün beni çok kızdırıyorsun, Rachel." "Sana haber vermeden geldiysem ne olmuş?" diyerek karşı çıktım ona. "Neyim ben? Çocuk mu? Kendime bakabilirim." "Şu an bir velet gibi davrandığın bir gerçek." "Gıcık olduğunu biliyorsun, değil mi?" Bir an sessiz kaldıktan sonra "Çok daha kötü hakaretler duydum." dedi, umursamaz bir şekilde. Dayanamayıp alaycı bir şekilde güldüm. "Eminim hepsini de hak etmişsindir." diyerek kapıdan çıkmak için diğer tarafa kaydım. Zack'da aynısını yaptı, kayarak diğer omzunu pervazın diğer tarafına yasladı. Onu kendi imkânlarımla geçip geçemeyeceğimi ölçmek için uzun boyunu ve geniş omuzlarını süzdüm. Hayır. İmkânsız gibi bir şeydi. Daha bir dakika bile dolmadan beni zapt etmiş olurdu. Hem bir şekilde onu atlamayı başarsam bile beni yakalaması uzun sürmezdi. İç çekerek pes edip bir adım geri çekildim. O benim için çalışıyordu, ben onun için değil! Ama neden tam tersi gibi hissediyordum? Aptalca bir bahaneydi ama yine de söyledim. "Neden bu kadar abartıyorsun? Sadece biraz yalnız kalmak istemiştim, o kadar." "Sen ciddi misin?" diye sordu hafif ama son derece ciddi bir öfkeyle. Parmaklarını saçlarının arasından geçirirken güldü ama hırçın bir gülüştü bu. "Sana ulaşmak için bir kafe dolusu insanı öldürmeye hazır pislikler var. En azından bir yere gittiğin zaman bana haber ver. Yoksa sana çip takmak zorunda kalırım." Sadece alay ediyor olmasını dilerdim ama kahretsin ki bana çip takacağını söylerken çok ciddi görünüyordu. Sanki buna izin verirmişim gibi! Kaşlarımı sertçe çattım ve kendimi kontrol etmeye çalışarak yumruklarımı tüm gücümle sıktım. Kaba bir şekilde "Benim ne düşündüğümü umursuyor musun ki sen?" diye sorarken sesim olmasını ümit ettiğim kadar kızgın çıkmamıştı... Aksine kırgındı. "İşimi yapma şeklimden hoşlanmıyorsan bu benim sorunum değil. Kafanın içinde bir şeyler var, belli ki öldürmeye değer şeyler. Hayatını kurtarmaya çalışıyorum ama sen Rachel, cidden hiç yardımcı olmuyorsun." Tepki vermemek için adeta kendimi zorluyor olsam da bu mümkün değildi, yanaklarımın ve kulak uçlarımın ısındığını hissedebiliyordum. Elimi havada rasgele salladım. "Oof, duygusuz pisliğin tekisin. Dün olanları unutmadım daha. Beni resmen kaçırdın!" diye karşılık verdiğimde Zack bedenimi süzdü. "Çok kindarsın. Bunu sevdim." Duyduklarıma inanamayarak, şaşkınlıkla, "Ne?" diye haykırdım. Az önce cidden kindar olmamın hoşuna gittiğini mi söyledi? Zack başını iki yana salladı. "Seni korumamı istiyor musun?" Bir an sustuktan sonra ifademi saran öfke biraz olsun azaldı. Zack kesinlikle kafamı karıştırıyordu. Gerçekten beni korumak istiyor olabilir miydi? Yoksa sadece rol mü yapıyordu? Tereddütlü ama bir o kadar da alçak bir sesle "Evet, istiyorum." diye mırıldandım. "O zaman emir almayı öğren." Hem sesi hem de bakışları daha da derinleşti. "Ve bir daha sakın beni ekmeye çalışma." İstediğini elde edemeyen yaramaz bir çocuğun öfkesiyle "Beni kızdırıyorsun!" diye söyledim. "Kızgınsın, çünkü haklı olduğumu biliyorsun." "Evet... Hayır... Kes şunu. Kafamı karıştırıyorsun." Tam bir aptal gibi kekeleyip dururken ona bakmak istemeyerek bakışlarımı uzaklara kaçırdım. Ne düşüneceğimi bilmiyordum ve bu kadar kafamın karıştığı başka bir an daha yaşamamıştım. Bir an büyük bir zahmetle ördüğüm duvarlar parçalandı ve Zack'e neredeyse her şeyi söyleyecek gibi oldum ama hemen sonra babamın kelimelerini hatırladım; Kimseye güvenemezsin. Hayır. Söylememeliydim. En azından ona tam anlamıyla güvenene kadar yapmamalıydım. Gizleyemediğim bir merak duygusuyla "Buraya sadece bunu söylemek için mi geldin?" diye sordum. Zack'in tüm o yolu sadece ödümü koparmak için geldiği düşüncesi bana hiç de mantıklı gelmiyordu. "Hayır." Başka bir şey soracaktım fakat bir anda dikkatim dağılıverdiği için konudan tamamen saptım. "Bekle bir dakika. Buraya nasıl girdin ki sen? Öğrenci bile değilsin ve giriş kartın da olmadığını biliyorum." "İstediğim yere istediğim zaman girebilirim." "Pekâlâ." Kelimeyi aşırı yavaş bir şekilde söyleyerek yeniden konuşmadan önce yüksek sesle soludum. "Burada ne arıyorsun peki?" "Bu babanla ilgili." Bir kere daha şaşırdığımı hissettim, tıpkı beni bu fotokopi odasına sürüklediğinde olduğu gibi. Bu, söylemesini beklediğim son şey bile değildi. Toparlanmaya çalışırken yüz ifademi sabit tutmakta cidden zorlanıyordum. "Babam mı? Ne demek istiyorsun?" "Bir anlaşma yapmıştık, unuttun mu? Bana ilgimi çekecek bir şey söylersen sana baban hakkında ne bulduysam söyleyecektim." Sanki mümkünmüş gibi daha da şaşırdım. Oysa bir anlaşma yaptığımızı çoktan unutmuştum. Hem... Şaşkınlığımı taşıyan bir ses tonuyla "Ama E-posta'da ilginç bir şey yoktu." diyerek yalan söylemeye devam ettim. "Yine de bana ne bulduğunu söyleyecek misin yani?" diye sorarken gerçekten de şaşırdığım şey buydu. "Anlaşma anlaşmadır. Bana ilgimi çekecek bir şey söylersen sana bulduğum şeyi söyleyeceğime dair söz verdim ve gerçekten de ilgimi çekecek bir şey söyledin. Her ne kadar E-posta önemsiz olsa da babanın seninle iletişim kurmaya çalışmış olması benim için önemli bir detay." O... Ciddi görünüyordu. Cidden bana söyleyecek miydi? Demek istediğim, elbette söylemesini isterdim ama patronu özellikle bana hiçbir şey anlatmamasını emrettikten sonra bunu yapacağına hiç ihtimal vermemiştim. İçten bir şekilde "Teşekkür ederim, Zack." dediğimde Zack sadece gözlerimin içine bakmaya devam etti. Kendimi çok sabırsız hissediyordum. "Ne buldun peki?" diye sordum, hemen. "Enzo Brown ismini daha önce duydun mu?" Hayır. Tanıdık bile gelmiyordu. Başımı hayır anlamında iki yana salladım çünkü konuşmaya çalışırsam sesimin düzgün bir biçimde çıkacağından emin olamıyordum. Zack, "Babanın onun için çalıştığını düşünüyorum. Çalışmıyorsa bile o adam mutlaka bu işin içinde. Her ay bir kez düzenli olarak görüştüklerine dair kayıtlar var. Ayrıca babanın hesabına bir hayli para atmış." dediğinde kelimeler bir an için benden çok uzaklara kaçtı. "Bu adam tam olarak kim?" diye sordum. Bir sessizlik oldu, ölümcül bir sessizlikti. Kötü bir şey geliyor, diye düşündüm kendi kendime. "Kim olduğu önemli değil, önemli olan ne yaptığı. Enzo, çok tehlikeli bir insandır. Bildiğim kadarıyla onun adına çalışan bir sürü kiralık katil, suikastçi ve terörist var ve öyle ufak işlere de bakmazlar. Genelde bakanları, elçileri, başkanları hedef alıyorlar. Sen bir istisnasın elbette." İfademin aldığı hâli görünce Zack dudağının kenarını hafifçe kıvırdı ama acı bir tebessümdü bu. Sanki bana acıyordu. "Öğrenmek isteyen sendin." Evet, bendim ama kahretsin, bu durum nasıl her an olduğundan daha da kötü bir hâle gelebiliyordu?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD