Mecburiyet

3723 Words
"Ben çıkıyorum canımın içi." Kahvaltı masasından kalkıp annemin yanağına usulca bir öpücük kondurdum ve portmantoya ilerledim. "Allah'a emanet ol kuzum." Kabanımı giyip atkımı boynuma doladığım sırada yanıma gelmişti annem. Belli etmemeye çalıştığının farkındaydım ama artık hastalığı hususunda bilgi sahibiydim ve iki adımın ona bıraktığı emareleri görebiliyordum. Bu zamana kadar nasıl olmuştu da fark edememiştim? Ayakkabılarımı giydikten sonra ona dönüp sıkıca sarıldım ve evden çıktım. Apartmanın kapısından çıkıp, evden uzaklaşana kadar sürdürebildim ancak gülümsememi. Çünkü ardımdan beni izlediğini biliyordum. Otobüs durağına geldiğimde dudaklarım daha fazla dayanamayarak aşağı doğru bükülmüştü. Gözyaşlarımın göz pınarlarımda taşmasına izin vermek istemez gibi ilk kez fazla beklemeden otobüsün geldiğine şahit olmuştum. Belki de gideceğim yer başka olduğu içindi, kim bilir. Annemin hastalığını öğreneli bir hafta oluyordu. Bu bir haftada doktor doktor gezmiş, annemin neler yemesi ve yememesi, nasıl hareket etmesi gerektiğini, öğrenebileceğim her şeyi öğrenmiştim. Günler daha da kısalmış, soğuklar daha da keskinleşmişti sanki. Zaman dar gelmeye başlamıştı. Annem gün geçtikçe güçten düşüyor gibiydi. Ya da ben bu kadar kötü olduğunu yeni fark ediyordum, emin değilim. En önemlisi ise bir tane dahi iyi bir doktor bulamamıştım. Her birinin dudaklarının arasından duymak istemediğim olumsuz sözler çıkmış ve bir bir canıma batmıştı. Donuk çıkan sözler hiç umursamamıştı canımın ne kadar acıdığını. İş hayatımsa karmakarışıktır. Aklım sürekli annemde olduğu için çocuklarıma eski neşemi ve enerjimi veremiyordum. Okulda bir çok öğretmenin, hatta Levent Beyin bile dikkatini çekmişti bu hallerim. Ben ki sabahları karşılaştığım herkese günaydın dileklerimi sunar, çocuklarımla eğlenmeyi, gülmeyi çok sever, onları sıkıca sarıp sarmalardım. Fakat bir haftadır bunları yapamıyordum. Dalgın bir insan olmuştum. Bana sesleneni duymaz olmuş, ablaları Zeynep'e bırakmış gibiydim öğretmenliğimi. Eski halime dönmek için büyük bir çaba sarf ediyordum. Yine de aklım hep annemde, ona bir şey olacak korkusu içten içe beni yiyip bitiriyordu. İşte tam da bu nedenle yıllardır yüzünü dahi görmediğim, adını sanını sildiğim, öldü bildiğim babamın kapısındaydım. Koca binaya yerleştirilmiş amblemle birlikte SAKRA yazısını gördüğümde ellerim çoktan yumruk olmuş, kabanımın eteklerini sıkı sıkı kavramıştı. Boğazım düğüm düğümdü. Defalarca okudum bu adı. Değişen amblemde gezindi gözlerim. Sonunda derin bir nefes aldım ve harekete geçtim. Koca binaya her adım atışımda gözlerimin önünde son gelişim beliriyordu. Güvenlikten geçip kapıdan girmiş ve şu anda hoş zigonlarla değiştirildiğini fark ettiğim büyük, antika vazoları, ardından resepsiyonda bulunan kadınların masasında ne bulunuyorsa her şeyi yerle bir edişim... Omuzuma asılı çantamın kulbunu kavrayıp sıkıntılı bir nefes aldım ve o zamandan bu zamana hala aynı kişilerin çalıştığı resepsiyona ilerledim. Kadınlardan birinin saç rengini değiştirdiğini, diğerininse gözlük kullanmaya başlayıp kilo aldığını farketmiştim. Onları hatırlayabildiğime şaşırıyordum açıkçası. Onca zaman geçmişti üstelik. Zaman hepimizden bir şeyler alıyor, hayattan ders çıkarmamızı sağlıyor, her saniyesinde dahi duyabilirsek eğer öğütler fısıldıyordu kulağımıza. Eninde sonunda hepimizi değiştiriyordu. Benden de bir çok şey almış ve bana birkaç şey vermişti. Uzun saçlarımı sevmezdim masela. Kısacık severdim saçlarımı, uçuş uçuş. Fakat sırf o seviyor diye, ona olan nefretimden kesemezdim. Hem annem de seviyordu böyle. Omuzlarımdan dökülen saçlarımı okşar, öper, koklardı. Şimdiyse hayat annemi almak istiyordu. Her şeyimi verir de onu veremezdim. Onu aldıktan sonra bana vereceği şey umurumda olmazdı. Onsuz ben hiçtim. Ben sadece anneciğimi istiyordum. Onun şefkat dolu ellerini, sevgiyle parlayan gözlerini... Göğsümün üzerine çöken ağırlığı görmezden gelmeye çalışarak boğazımı temizledim ve benimle ilgilenmeyen hatta görmezden gelen kadınlardan gözlüklü olanının dikkatini çekmeyi başarmıştım. "Yıldırım Gümüş ile görüşecektim." Gözlüklü kadın gözlerini kıstı ve beni tepeden tırnağa süzdü. Beğenmediği bir şeyim olsa gerek burun kıvırdı ve tek kaşını kaldırdı. Bu tavrına alınmadım ya da gücenmedim. Ne de olsa koskoca SAKRA Holdingde çalışıyordu ve benim giyim tarzım buraya uğrayanların, özellikle holdingin sahibiyle görüşmek isteyen birinin giyimiyle uzaktan yakından alakası yoktu. Siyah balıkçıyaka kazağım, anne yadigarı gümüş kolyem, yine gümüş rengi tokaya sahip siyah deri kemerim, bol paça eskitme siyah kotum, ayaklarıma geçirdiğim topuklu deri botlarım, haki rengine sahip kabanım ve siyah çantamla, kısacası her şeyimle buraya ait olmadığımı üzerimde taşıyordum resmen. "Ne için görüşmek istemiştiniz?" Bakışlarımı kapının köşelerinde bulunan uzun, ince, altın rengi ayaklı, mermer zigonların üzerine konuşlandırılmış yine altın rengi biblolarda gezdirirken mırıldandım. "Ben, Ferra Gümüş." Ferra Gümüş. Gümüş... Yıllardır kullanmadığım bu soyadını tekrar kullanacağımı hiç zannetmezdim. Oysa annemin soyadını alırken bir daha Gümüş soyadını kullanmayacağıma dair yemin dahi etmiştim. Fakat görüyorum ki her şey boşaymış. İnsan en çok 'Asla' dediği şeyi yapıyormuş ve 'Asla' denmemesi gerekiyormuş. Sarı saçlarını siyaha boyatmış kadın bir anda ayaklandı. Onun hareketliliğiyle bakışlarım tekrar onlara dönmüştü. Siyah saçlı kadının mavi gözleri burada olduğuma inanamıyor gibi bakıyordu bana. Evet, ben de inanamıyordum. "Ferra Hanım. Affedin. Büyük bir hata oldu. Lütfen," Şaşkınlıktan kesik kesik konuşan kadın derin bir nefes alıp yüzük parmağındaki yüzüğünü yeni fark ettiğim eliyle asansörü işaret etti. "Buyurun lütfen, size eşlik edeyim." Öyle hızlı değişiyordu ki her şey. Evlenmişti sanırım. O zamanlar ya bunlara dikkat etmemiştim ya da yoktu hiçbiri. Umurumda da değildi aslında. Öylesine gergindim ki bunlara dikkat etmemin nedeni dikkatimi dağıtmakla birlikte biraz olsun sakinleşebilmekti sanıyorum. Hiçbir şey söylemeden asansöre ilerledim. Hemen arkamdan gelen kadın, diğerine bir şeyler fısıldadı. Şu anda hiçbir şey umurumda değildi. Ne olacaksa olsun bitsindi isteğim. Asansörle üst katlara çıkarken benimle birlikte birkaç kişi daha vardı. Kimseden çıt çıkmıyordu ve hepimiz asansörden gelen kısık melodiyi dinliyorduk. Aklımdaysa bir tek annem vardı. Şu an nasıldı? Her katta insanlar değişmiş ve en sonunda siyah saçlı kadınla baş başa kalmıştık. Kadının hemen arkamda birkaç defa hareketlendiğini hissetmiştim. Muhtemelen konuşmak istiyor ama sessizce karşısına bakan bana ne konuşacağını kestiremiyordu. Asansörün bulunduğum kata gelmesi için tuşlara basışım, istediğim kadar hızlı inmediği için kapılarını yumruklayışım ve hırsımı alamayarak merdivenlere koşuşum dün gibi... Ona karşı öylesine nefret doluydum ki! Şimdi bulunduğum anda, ona karşı olan nefretim köşeye sinmişken öfkemin hala taze olduğunu fark ediyordum. Asansörün kapıları sonunda gelmek istediğimiz katı belirterek bir çınlama eşliğinde aralanmıştı. O zamanlar darma dağın ettiğim koridor şimdi derli topluydu. Hatta çoğu şey değişmişti. En basitinden, yere serilen ince kırmızı halı kaldırılmış, yerine mermer desenli, parlak zemin gelmişti. Öncenin daraltan havası değişmiş, geniş ve ferah bir yer olmuştu burası. "Yıldırım Bey geldiğinde binamız yeniden dekor edildi." Yanımda benimle yürüyen kadın, etrafı inceleyişime dikkat etmiş olmalı ki, konuşma fırsatını bulmuşken kaçırmamıştı. Ona kısa bir bakış atıp konuşmamaya devam etmiştim. Evet, değişen şeyler olduğunu binanın hemen üzerine yerleştirilmiş logodan bile anlamıştım. Yıldırım Bey nereye gidip geldiyse, hayatında çok değişiklik olmuş demek. Gerçi, en başında değişikliğe yeni bir kadınla başlamıştı. Unutmamak gerek. Hayır, bu husus unutulamaz zaten. Yeni bir kadın da değildi üstelik! Hep anımsamak gerek. Onun kapısının önüne yaklaştığımda yavaşlamışken, siyah saçlı kadın bir adım önüme çıkmış ve eliyle koridorun sonunda bulunan koyu renk cam kapının hemen önünde beni bekleyen adamı işaret etmişti. Bakışlarım gösterilen tarafa döndüğünde onu gördüm. Onu, sevgiyle gülümseyişini, neşe ve hasret dolu gözlerini gördüğümde burnumun direği sızlamış, kalbim titremişti. Yıllardır yüzünü görmediğim babamla karşılaşıyordum. Siyah saçlarına beyazlar düşmüştü. Fit vücudu hala eskisi gibi olsa da yılların izini yüzünde taşıyordu. Arkadaşlarımın her 'Baba' deyişinde kalbimde var olan sızı yeniden kendini belli etmişti. Ellerimden büyük ellerinin verdiği sıcaklığı, sıkı sıkı sarıldığında hiç bırakmayacağına dair hissettiği o güveni, göğsümü kabartıp 'benim babam' diye başladığım her cümlemi özlemiştim. Ben, onu özlemiştim. Babamı.Her çocuk babasını özlerdi değil mi? Gözbebeklerimin titrediğini hissedebiliyordum. Burnum hala hasretle sızlıyordu fakat ona attığım her adımda aklıma gelen o kadın, bedenimin irkilmesine sebep olmuştu. Evimize gelişi, hiç utanmadan anneme dedikleri... Hislerimin ardından beliren pişmanlığımla baş başa kalıvermiştim. Neler düşünmüş, hissetmiştim öyle?! Ben, onu özleyemezdim. Ölmüş bir adam özlenemezdi! Karşımda duran adam benim hiçbir şeyimdi. Sadece mecburiyetti. Ben, her ne kadar istemesem de ona mecburdum. O kadar. "Ferra, hoşgeldin kızım!" Kızım... Özlemini gizleyemeyen sesini duymazdan, tavrınıysa görmezden gelmiş, aramızdaki mesafeyi kapatmak için bana doğru attığı adımı ben tekrar açmıştım. Samimiyet yoktu. Eski bir tanıdıktan öteye gidemezdi karşımdaki adam. Daha fazlası olmamalıydı. Gardımı bir kere indirirsem kendimi toparlayamazdım bir daha. "Konuşmak istediğim mühim bir konu için gelmiştim." Duraksadı, havalanmak için hareketlenen elleri iki yanına düştü. Gözlerinden beklentisinin boşa çıktığını açık açık görmüş ama görmezden gelmeye devam etmiştim. Şu an için odaklandığım tek şey anneciğimin tedavisiydi. "Gel, lütfen. Odama geçelim." Sağ avuçiçi beni yönlendirmek için sırtıma dokunduğunda istemeden de olsa gerilmiştim. Odasına girdiğimizde tekli, koyu yeşil, hoş bir dokuya sahip deri koltuklara karşılıklı oturmuştuk. Bizim ardımızdan gelen siyah saçlı kadın bir şey içip içmeyeceğimizi sorduğunda ilk yanıtı vererek reddetmiştim. Bir şeyler içmeye ya da hoşbeş etmeye gelmemiştim buraya. Ciddi bir konu konuşacaktım ve her hangi bir şeyle bölünsün istemiyordum. Gerçi, söze nasıl başlayacağım da meçhuldü. Buzlu, koyu camlar ardında bulunduğumuz odayı derin bir sessizlik kaplamıştı. O konuşacağım konuyu sabırla beklerken, bense nereden başlayacağımı bilemeyerek bakışlarımı odada gezdiriyordum. Yıllar önce burayı harabeye çevirmiştim. Nasıl da öfkeliydim ona karşı! Öfkemin büyük çoğunluğuysa hayalkırıklığındam kaynaklanıyordu. Gardımı indirdiğim o an aldığım darbe unutulamaz bir his bırakmıştı bana. Bu nedenle bir daha asla ama asla duvarlarımı indirmezdim kimseye. O zamandan bu zamana çok şey değişmişti. En başta odasının kendisi değişmişti. Her zaman onun odası bildiğim yer bile değişmişti. Yaptıklarımın en ufak emaresi bile kalmamıştı. "Beğendin mi? Dekoru Yıldırım üstlendi." Sessizliğe daha fazla katlanamayarak toz bulutu misali dağıtıvermişti. Gözlerim en sonunda parlak bakışlarıyla buluştu. Önceden de böyleydi. Sessizliğe tahammülü hiç olmamıştı. Yılların değiştirmediği huyları iki yakamdan tutup geçmişe sürüklüyordu beni. Ve yeniden geçmişten kurtulma çabası ruhumu yoruyor, yıpratıyordu. Yıldırım. Buraya geldiğimden beri ikinci defa duyuyordum bu ismi. İlk söylendiğinde o sanmıştım fakat anlaşılan o ki Yıldırım olarak bahsedilen kişi bir başkasıydı. "Abin." Nefesim kesildi. Abin. Abim. Doğru, benim bir abim vardı. Adını bile yeni duyup öğrendiğim, kimdir, nedir bilmediğim abim. Tuttuğum nefesim bir anda açılan kapıyla dudaklarım arasından dışarı salınmıştı. "Baba, konuşmamız ge-" Kulaklarıma ilişen tanıdık sesle nefes alış verişlerim sıklaşmış, bedenim anlamsız bir korkuyla sarılıvermişti. Korkuyla kavrulan kalbimin çırpınışları kulaklarıma ilişirken yavaşça arkamı döndüm. Keşke dönmeseydim. Keşke buraya hiç gelmeseydim. Keşke buraya gelme fikrini zihnimden bir an bile geçirmeseydim. Keşke Sena hiç buraya gelme fikrini söylemeseydi. Ve keşke, ben... Keşke ben, biricik Berracığımın babasının abim olduğu gerçeğiyle hiç yüzleşmeseydim. Allah'ım! Ne yapacağım ben! "Ferra," Göz göze geldiğimizde şaşkın nidası ismimle yankılanmıştı. "Burada ne yapıyorsun?" 'Merhaba abi. Annenin, anneciğimi sözleriyle yıkmasıyla başlayan ve benim yıllar sonra ancak fark edebildiğim hastalığını, annenle ortak suçu işleyen babamdan annemi iyileştirmesi için yardıma geldim' diyemedim. Nasıl diyebilirdim Allah aşkına?! Şaşkınlıktan dudaklarımı aralayamıyordum. Gözlerim yanıyor, gözyaşlarımı taşırmamak için üstün bir savaşa giriyordum. Boğazım düğüm düğümdü. Göğüs kafesim hızla inip kalkıyordu. Kendine gel Ferra! Sen bu kadar zayıf değilsin! Annenin kızısın sen! Kendine gel! "Hoşgeldin Yıldırım. Geldiğin çok iyi oldu aslında. Uzun zamandır sana söz ettiğim," Gözlerimi Yıldırım Beyden çekip ona baktım. "Ferra-" Derin bir nefes alıp daha fazla konuşmasına izin vermeyerek söze atıldım. Paniklemiştim. Yıldırım Beyin beni yalnızca Berra'nın öğretmeni olarak bilmesi gerekiyordu. Daha fazlasını bilmemeliydi çünkü daha fazlası yoktu benim için. Ben yalnızca Canan Yılmaz'ın kızıydım! Ferra Yılmaz'dım ben. "Yakın bir arkadaşıma burs verilmesi hususunda konuşmak için gelmiştim aslında," Göz göze geldiğimizde bakışlarımı Yıldırım Beye çevirdim tekrar. "Sizin burada çalıştığınızı bilmiyordum." Koskoca iki yıl! Bir kez olsun Gümüş soyadından şüphelenmemiştim. Bir tek benim babamın soyadı değildi ya. Hem aynı adı taşıyordu. Çok saçmaydı bana göre. Korksam da durmamış, araştırmıştım üstelik. Babamla uzaktan yakından alakası olmayan bir mimarlık ofisine sahip olduğunu görmüştüm. Her şey farklıydı. Babamla bir iki fotoğrafı vardı ama hepsi davetlerde çekilen fotoğraflardı ve oğlu olduğuna dair en ufak bir şey yazılmamıştı. "Evet, yakın zamanda birleşme kararı aldık aslında. Şirketler arasında koşuşturmaktansa tek bir binada hepsini birleştirme fikri cazip geldi açıkçası. Sonuçta tek varis ben olduğum için ve babam yakında her şeyi bana devredeceğinden en doğru karar buydu." Özgüveninin somutlaştığı, iki yılda çok nadir rastladığım gülümsemesini yeniden göstermişti. Bakışlarıyla eziyordu karşısındaki insanı. Kendinden emin, yıkılmaz olduğunun göstergesi olarak da dik duruşu eşlik ediyordu gülmsemesine. Aptal Ferra! Gözü kör Ferra! Bir insan bu kadar mı kör olur, bu kadar mı asalak olabilirdi?! Nasıl anlamazdım?! Nasıl?! Nasıl?! Lanet olası! "Yıldırım, sonra konuşalım mı?" Bakışlarım çoktan kucağımda birbirini sıkı sıkı kavrayan ellerime düşmüştü. Parmak boğumlarım bembeyazdı. Kafam allak bullaktı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Böyle olmamlıydı. Burnum sızlamamalı, gözlerim dolmamalı, kalbim bu kadar ağrımamalıydı! Derinlere hapsettiğim o küçük kız bana ağlak suratıyla bakmamalıydı! Abim olarak öğrendiğim Yıldırım Beyin babama olan bakışlarını da babamın ona olan bakışlarını da görmeye katlanamıyordu o küçük ve ben o kıza daha fazla bakmamalıydım. Benim tarafımdan görmezden gelinmeye alışıktı ne de olsa. Ah benim canım anneciğim. Kim bilir sen nasıl hissetmiştin? Yıllarca nasıl taşımıştın bu acıları? Biricik aşkının kalp kırıklığını. Etrafa gülümserken kalp kırıklığın birazcık olsun dinmiş miydi? Yoksa canını daha mı yakmıştı o kırıklar? Kapının kapanma sesiyle irkilmiş ve kendime gelmiştim. Ben bu değildim. Böylesine kötü hissetmemeliydim kendimi. Silkelenip eski halime dönmem gerekiyordu. Saçma duygular olarak görmeliydim hissettiklerimi. "Anlaşılan Yıldırım'ın abin olduğunu yeni öğrendin. Oysa her şey oldukça açıktı. Belki de sen bu gerçekten kaçmak istedin, Ferra. Ne zaman aynı ortamda bulunacak olsak yoktun çünkü." Doğru muydu bu? Gerçekten kaçmış mıydım? Oysa ben hiç kaçmazdım. Cesurdum. Bu zamana kadar korkumun üzerine gitmemi öğretmişti bana annem. Gözlerimi sıkıca kapatarak gözyaşlarımı gerisin geri yolladım. Derin bir nefes aldım ve birbirini sıkmaktan beyazlayan eklemlerimi gevşeterek ellerimi çözüp boğazımı temizledim. Hiçbir şey umurumda değildi. Üç maymunu oynayabilirdim. Oynayacaktım da. Şu an en önemli konu annem ve onun hastalığıydı çünkü. "Bunlar için buraya gelmedim," keskin bakışlarımı kısık gözlerine çevirdim. "Buraya annem için geldim." Sözlerimde annem geçer geçmez yayıldığı koltukta dikleşip öne doğru eğildi. Gözlerindeki tüm duygular silinerek geriye yalnızca endişeyi bırakmış ve yok olmuşlardı. "Annen mi? Ne oldu Canan'a? İyi mi?!" Endişeyle yükselmişti sesi. Numara mı yapıyordu yoksa gerçek miydi duyguları anlayamamıştım. Yaşananlara şahit olmasam bambaşka düşünebilirdim belki. Dudaklarım aralandı ve olan biteni anlatana kadar da kapanmadı. Anneciğimin durumundan, tüm çabalarımın sonuçsuz kalmasından ve sonunda tedavi için çok zamanımızın olmadığından bahsederken sesim titremişti. "Neden bu kadar bekledin Ferra?! Nerede şimdi? Nasıl?" Çenemin titreyişine, kesik nefeslerime mani olamazken başımı duvarda asılan büyük tabloya çevirerek onu inceliyormuş gibi yaptım. Amacım ağlamamak için dikkatimi dağıtmaktı aslında. Gururumu ayaklar altına alıp, yaşananlar hiç yaşanmamış gibi gelmiştim zaten buraya. Onunla konuşmuş, durumu anlatmıştım. Daha ne istiyordu?! Sessizliğim karşısında daha fazla tepkisiz kalamayarak cebindeki telefonunu çıkartmış ve anneme en iyi hastanede en iyi tedaviyi ayarlamıştı. Tüm bunları yapması yirmi dakikasını dahi almamıştı üstelik. Oysa ben günlerdir çırpınıyordum. Her şey hazırdı. Annem, tedavisi için yarın ayarlanılan doktora gidecekti. İyi olacaktı. Canımıniçi sonunda iyi olacaktı. Onu özlemiştim. Halbuki ayrılalı ne kadar olmuştu? Şefkatli bakışlarına, mis kokusuna ve sıcacık sarılışına kavuşmak için daha fazla beklemeyerek ayaklanmıştım. "Teşekkür ederim." Zorlasam da aşağı bükülen dudaklarımı düzeltememiştim. Ona daha da bir şey demeyecektim. Teşekkürüm bile fazlaydı. Buna mecburdu aslında. Gözlerimin içine bakıp başını iki yana salladı ve sıkkın bir nefes verdi. "Böyle yapma Ferra. Ben senin babanım, bir başkası değil." Omzuma astığım çantamın kemerini sıkarken hiçbir şey demeyerek bir adım geriledim ve sırtımı ona dönerek odasından çıktım. Tek arzum onu bir daha görmemekti. Hatta Yıldırım Bey ve Ebru Hanımla arama mesafe de koymalıydım. Olanlara inanamıyordum hala. Hangisine ne tepki verecektim? Duygularım birbirine girmişti sanki. Asansörden inip büyük, cam kapıdan çıktığımda sert ve soğuk rüzgar saçlarımı yüzüme savurdu. Daha fazla adım atmaya da kendimi tutmaya da dermanım kalmamıştı. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatırken esen rüzgar o yaşları kurutarak siliyordu yanaklarımdan. Bir o vardı şimdi yanımda. Başım öne eğilmiş ve çoktan hıçkırmaya başlamıştım. Hep böyle mi olacaktı? Yalnız kalmaya mahkum muydum ben? Anneme ne yalan söyleyecektim peki? Babama gittiğimi öğrense kim bilir ne tepki verirdi? Babamı silmeyi ben istemiştim. Buna zorlamıştım onu. Onunla görüşmesini ben engellemiştim. Yılların öfkesi ve kini gözyaşına mı dönmüştü yani? Bu kadar mıydı? Neden? "İyi misiniz?" Sert, şiddetle esen soğuk rüzgar kadar soğuk sese sahip, kalın bir ses işitmişti kulaklarım. Başta bana demiyor zannedecektim fakat görüş alanıma bir çift süet, siyah ayakkabı girdiğinde hıçkırıklarım bir anda kesilmişti. Aptal Ferra! Yapacak iş miydi hemen kapının önünde gözyaşlarını salıvermek? Biraz daha tutamaz mıydın onları?! En azından iki adım daha. Elimin tersiyle ıslak saçlarımı ötelerken gözyaşlarımı silivermiştim. Derin bir nefes alarak buğulu bakışlarımı karşımdaki adama çevirdim ve onu gördüm. Yine alnına dağılmış kumral saçları, ince çatık kaşları, buz mavisi keskin gözleri, sert ve keskin yüz hatlarıyla karşımda duruyordu. Sesi tutumunun aksine çehresi gibi sert ve keskindi. Korkunun kara sisi ruhumu sararken kalbim kafesinde çırpınmaya çoktan başlamıştı. Karşımdaki adamdan neden bu kadar çok korktuğuma ya da onu her gördüğüm andaki tepkilerime anlam veremiyordum. "Affedersiniz." Küçük, yağmurun altında kalmış yavru kedi misali çıkan ince ve titrek sesime aldırış etmeden bulunduğum yerden bir an evvel ayrılmak için ilk adımı attım fakat büyük eli, kolumu nazikçe kavradığında ona dönmeme neden oldu. "Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?" Sorusu karşısında göz bebeklerimin büyüdüğüne yemin edebilirdim. Üstelik şiddeti daha da artan kalbime de karşımdaki adamın neden bu kadar ilgili olduğuna da anlam veremiyordum. Kolumu yavaşça elinden kurtarıp başımı iki yana salladım ve tek kelime etmeden yanından ayrıldım. Hızlanan nefesimi attığım hızlı adımlara yormak istiyordum. O da mı burada çalışıyordu? Peki bizim okulda işi neydi? Upuzun plazanın arasından sıyrıldığım an gözyaşlarım yeniden akmaya başlamıştı. Nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Canımıniçi, her şeyim, anneciğim. Defalarca ve defalarca kez dua ettim. Yalvardım, daha da çok ağladım. Bu hayatta hiçbir şey istememiştim. Şimdiyse tek ve en çok istediğim şey doktorların annemi iyileştirmesiydi. Ben onsuz yapamazdım. O benim biriciğimdi. Onun için elimden geleni yapmalıydım ve elimden en fazla bu geliyordu. Cebimde sürekli çalan telefonum nedeniyle adımlarım yavaşladı ve durdu. Burnumu çekerken çalan telefonumu elime alıp ekrana baktığımda arayan kişinin Zeynep olduğunu görmüştüm. Gözlerimi sıkıca kapattım, derin bir nefes aldım ve boğazımı temizledim. En sonunda konuşabileceğime emin olduğumdaysa aramayı yanıtladım. "Efendim, Zeynep." Birkaç fısıltı işittim ahizeden. Çocuklarımın sesiydi. Kilometrelerce uzak olsak da hemen arkamda olsalar da seslerini tanırdım. "Merhaba Ferra abla. Çocuklar senin sesini duymak istediler. Bugün gelmeyince çok endişelendiler. Ben de kıramadım, aramak zorunda kaldım." Yüzümde küçücük de olsa bir tebessüm oluştu ve ardından o tebessüm gözyaşı olup yanağımdan süzüldü. Onları ihmal ediyordum. Minicik kalplerine beni de almışlardı oysaki. "Zeynep ablası sen onlara söyle bir gün daha sabretsinler. Sonra hep birlikte olacağız. Hatta yedek kıyafet getirmeyi unutmasınlar. Geldiğim gün hava güneşli olursa bahçede oyunlar oynarız." İnce seslerden duyduğum sevinç nidalarıyla gözyaşlarımı sildim ve gülümsedim. Her birini ayrı ayrı çok seviyordum. El bebek gül bebek bakardım onlara. Peki, nerede şimdi o Ferra? Ah Ferra ah! Zeynep beni onayladıktan hemen sonra telefonu kapattım. Biraz daha yürüdükten sonra metrobüs durağına gelmiştim. Annemden aldığım, gençlik yıllarından kalma ince kordonlu saate baktığımda yakın zamanda evde olmazsam annemin endişeleneceğini fark etmiştim ki tam zamanında metrobüs gelmişti. Tahminimden uzun süren yolculuğum sonrası sonunda evimin bulunduğu sokağa gelebilmiştim. Adımlarımın hızı kesilmeden evimin önüne gelmiş, tam anahtarımı çıkartıp kapıyı açacaktım ki evin kapısı bir anda açılıverdi. Şaşkınlıkla kapıyı açan Sena'ya bakakalmışken o bu halimi umursamayarak kolumdan çektiği gibi içeri sokmuştu. "Ee, ne oldu?" İri gözleri merakla parlasa da görmezden gelmeyi tercih ederek sessiz kaldım ve önce botlarımı, ardından kabanımı çıkartıp portmantoya yerleştirdim. Sessizliğime ve onu görmezden gelmeme dayanamayarak ofladı. "Kime söylüyorum ben?!" Ona dönüp boş gözlerle baktım. Aslında içimden ona sıkı sıkı sarılıp ağlamak geliyordu. Sena'nın beni teselli etmesine ihtiyacım vardı. O, bana oranda çok daha olgundu. Hayatı ve gülmeyi sever, zorluklar karşısında daha da dik durup geri adım atmazdı. "Kuzum, hoşgeldiniz." Annemin sesiyle aralanmaya hazırlanan dudaklarım iki yana kıvrıldı. Canım annem beni ve Sena'yı görür görmez mutfaktan çıktı. Elindeki küçük havluyla elini kurularken yanımıza kadar gelmişti. "Çok güzel yemekler yaptım. Elinizi yıkayın da masaya geçelim." Onu başımla onayladığımda geldiği yolu geri gitti. Zarif ruhu nelerle savaşmıştı kim bilir? En sonunda güzel bedenine yansımıştı elbet tüm yaşadıkları. Omuzlarını dik tutma çabası boşaydı. Artık eskisi kadar hızlı da hareket edemediğini fark etmiştim. Ve mutfak kapısından giriş yaparak gözden kayboldu. "Annem uyuduktan sonra her şeyi bir bir anlatacağım sana." Sena'nın aralanan dudakları konuşmamla kapandı. Ardı ardına lavaboya geçip ellerimizi yıkadık. Bu halimiz lise yıllarımızı aklıma getirmişti. Birlikte kalıp aynı anda dişlerimizi fırçaladığımız an... O zamanlar tüm zorluklara rağmen ne kadar da mutluyduk. Büyüdükçe dertler de büyümüştü. Yemeğimiz çok uzun sürmeden bitmişti. Aklım dalgın olduğu için masadaki sohbete çok katılamamıştım. Anneme nasıl açıklayacaktım? Yarın hemen yatış yaptırmamız gerekiyordu. "Anne." Annem masadan kalkmadan önce bardağındaki suyunu içtiği sırada seslenmiştim ona. Yemeğinin sonunda, masadan hemen kalkmadan içerdi bir bardak suyu. Ona seslenmem kalkmasına engel oldu. "Bugün Berra'nın babası Yıldırım Beyle görüştüm," İlgiyle bakan naif gözlerimden kaçırdım gözlerimi. Yutkundum. Gözyaşlarım sicim gibi yağmak istiyordu yanaklarıma. Fakat izin veremezdim. "Bize yardımcı olacaklar. Yakın bir arkadaşının hastanesinde, alanında oldukça iyi doktorları tanıdığını söyledi. Yarın yatışının yapılmasını istiyorlar." Titreyen ellerim kazağımın eteklerini sıkıca kavramıştı. Kendimi sıkmaktan kramp girmeye az kalmıştı. Yüzümde zoraki bir gülümseme vardı. İçten içe her şeyin annem için olduğunu fısıldayıp duruyordu bir tarafım. Diğer taraftan bahsetmek dahi istemiyordum. Benden nefret ediyordu. Şayet ete kemiğe bürünebilseydi, o adam gittiğim için öldüresiye döverdi beni. "Bu çok güzel bir haber. Lütfen teşekkürlerimi ilet kendisine. İyileştikten sonra ziyaretine gidelim, hatta sen yarından sonra git yanına." Umutla parıldayan gözleri, sevinci, yaşayacağına olan inancı görüyordu gözlerim. Ona yalan söylemek dünyanın en berbat şeyiydi. Üstüne ona minnet duyması mahvediyordu beni. Ona sıkıca sarılıp ağlamak istiyordum. Defalarca kez af dilemek istiyordum. Kim bilir o adamın yanına gittiğimi bilse ne derdi? "Canan teyze istersen sen dinlen, yorgun görünüyorsun. Biz de buraları halledelim." Annem başını sallayıp ayaklandı. Ağır adımlarla mutfaktan çıkarken onu izledim yine. Benim canımıniçi kısacık sürede ne hale gelmişti böyle? Güzelim saçları, pamuk elleri, canlı, parlak gözleri. Her şey bir hastalıkla yok olmuş gibiydi. Ya da ben görememiştim, zamanın onda bıraktıklarını. Annem mutfaktan çıktıktan bir süre sonra odasının kapanma sesi geldi. O ana kadar canla başla tuttuğum gözyaşlarım bir bir akmaya başladı. Başımı eğdim. Hıçkırıklarım gözyaşlarımı takip etti. "Ferra!" Sena endişeyle bana seslenip ayağa kalktı ve yanımdaki sandalyeye oturarak beni kendine çekip kollarını bedenime doladı. Çok uzun zaman sonra kendimi çaresiz, gururu kırılmış hissediyordum. Evet annem vardı, Sena vardı ama kendimi ilk kez yapayalnız hissediyordum. "Ah benim minik kuşum. Tamam, sakin ol bak her şey hallolacak, tamam mı? Canan teyze çok iyi olacak. Yapma böyle lütfen." Başımı omzundan kaldırıp salladım ve gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. Burnumu çekip derin bir nefes aldım. Hıçkırıklarım kısa sürede iç çekişlere dönmüştü. Sena'nın dediği doğruydu. Böyle yapmamalıydım. Daha kötüsü de olabilirdi. En azından tedavi edebilecek doktorları olacak. Bu bile bir umuttu. Yarın yepyeni bir sayfaydı. Annemin tedavisine başlanacak, biriciğim en kısa sürede tedavisini tamamlayarak eve geri dönecekti. Hem de daha sağlıklı bir şekilde. Sena ile kalkıp masayı temizlemiş, bulaşıkları yıkamıştık. Odama geçtiğimizde ona olan biteni bir bir anlatmıştım. Atladığım tek şey o adamdı. Kapı önünde onunla geçen olay o kadar saçma ve gereksizdi ki benim için anlatmaya gerek duymamıştım. Fakat ne zaman o an aklıma gelse bir tuhaf oluyordum. Garip bir kıpırtı doğuyordu içimde. Gece Sena'nın gitmesine izin vermeyerek bizde kalmasını istemiştim. Onun desteği benim için çok önemliydi. Sena, annemden sonra tek dayanağımdı. Onun gücüne bazı zamanlar hayran kalırdım. Öylesine büyük bir mücadele veriyordu ki hayatı için. Gündüz işte çalışıyor yorulduğu yetmezmiş gibi eve gelip kalan derslerini halletmeye çabalıyordu. Umuyordum ki en kısa zamanda hak ettiği yerde olacaktı. Ayrıca oldukça fedakar bir dosttu. Bazen kendimi çok bencil hissederdim ama o ne zaman bunu fark etse hemen yanlış düşündüğüme ikna ederdi beni. O iyi ki vardı. İyi ki var olacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD