3.Bölüm

3880 Words
Hızlı adımlarla en nadir büyülerin yazdığı değerli Büyülü Saatler adlı kitabımı sakladığım kilere gittim. Evet evet kilere. Koca evrende sadece iki kopyası olan bu kitabı öyle kolay bulunacak bir yere saklayacağım düşünülemezdi değil mi? Kilerde özenle dizilmiş yüzden fazla kavanoz raflarda duruyordu. Her biri aslında benim değerli büyü kitaplarım olan kavanozların üzerinde farklı baharat, çeşitli uzun ömürlü yiyecek ve özel birkaç malzeme ismi yazıyordu. Baharatların olduğu mavi kapaklı kavanozları es geçerek eğildim. Çünkü onlar gerçekten üzerlerinde yazan şeyleri barındırıyorlardı. Yani karabiberi koyduğumuz birkaç büyü vardı ama aklımdaki şey birini hapşırtmaktan çok daha büyük bir şeydi. Ellerimi sıralı kırmızı kapaklı kavanozlarda gezdirip aradığımı bulana kadar isimlerini okudum mırıltıyla. “Çıyan, gümüş böceği, karınca aslanı, kırmızı palmiye böceği… Bunun burada ne işi var acaba? Neyse nerede bu kitap kurtları… Heh! İşte buradalar.” Üzerinde ‘Kitap Kurtları’ yazan kavanozu aldım. Yaptığım sihir sayesinde tüm kavanozların içinde gerçekten böcekler varmış gibi görünüyordu. Aslında doğru sözcükleri söylemeden açılırlarsa içlerinden gerçek böceklerin çıkacağını garantilemiştim. Eh… Kimsenin kilerde kavanoz olarak kitap saklayacağımı tahmin edeceğini sanmıyordum ama işimizi garantiye almak lazımdı. Eski elf dilinde birkaç kelime mırıldandım. Elimde artık yeşil büyü kitabı duruyordu. Kilerin ortasında ayakta duruyorken yapacağım büyüyü buldum sayfaları karıştırarak. Ama bunu burada yapmak biraz tehlikeli olabilirdi. Bazen bazı büyüler etrafına enerji yayarlardı. Bu enerji öyle yoğun olurdu ki çevresine zarar verebilme ihtimali çok yüksekti. O yüzden üst kattaki yatak odama gitmeye karar verdim. Orada zarar görebilecek pek bir önemli eşya yoktu. Açık olan sayfaya bir ayraç koyup kilerden çıktım. Yatak odama girdiğimde duraksamadan çalışma masasının bulunduğu kısma gittim. Sandalyeyi çekip oturdum ve ayracın olduğu bölümü açtım. İşte buradaydı. Geleceğe gitme büyüsü. Binlerce yıllık olan kitapta yazan bu büyüyü evrende yapan sadece birkaç kişi vardı. Bunu biliyordum çünkü kitabı çaldığım ya da çaldığım demeyelim. Benim orada yaptığım iş bir sahiplenmeydi daha çok. Evet kitabı ölümü üzerine sahiplendiğim kral şöyle demişti gözleri ebedi yolculuk için kapanmadan evvel: “Öyle zor ve güçlü büyüler var ki bu kitapta yalnızca kaderinde kral ve kraliçe olmak yazan kadim cadılar yapabilir. Benden bunu alabilirsin ama asla bu güce erişemeyeceksin. Sen yeni yetme bir cadısın sadece.” Bu sözleri bana öyle dokunmuştu ki onu öldürmeden evvel kitabın içinden zamanı yavaşlatma büyüsünün olduğu sayfayı bulup orada yazan sözcükleri fısıldamıştım. Etrafımda yavaşlayan dünyanın aksine normal bir hızda önümde diz çökmüş olan krala doğru eğilmiştim. Gözleri şaşkınlık ve korku ile açılmıştı. Can çekişen adama daha fazla eziyet etmemek adına ama daha çok sözlerimi anlaması için fazla uzatmadan zamanı normal haline getirmiştim. Büyünün etkisi sadece birkaç saniye sürmüştü.  “Belki de bu konuşmayı daha önce yapmalıydık.” Demiştim ona. Bir kraliçe olamayacağım belliydi ama şimdiye kadar zorlandığım hiçbir büyü olmamıştı. “O zaman bana karşı bir savaş açmaya çalışmanın ne kadar büyük bir aptallık olduğunu anlardın.” Sonra da bu konuşmanın yeteceğine kanaat getirip hızlı bir hamle ile kılıcımı çekip adamın kellesini almıştım. İşte böylece sahipsiz kalan Büyülü Saatler kitabı ile beraber kocaman bir ülke, bir saray ve devasa bir kütüphaneyi sahiplenmiştim. Eh ülkeyi ve sarayı savaşa girmeme sebep olan ve tüm bunları asıl hak eden prense bırakmıştım. Kitabım ve kütüphanem ile evime dönmüştüm. Daldığım anılardan kurtulmak için kafamı salladım. Sandalyeye iyice yerleştim. Sözcüklerin bir kısmını zaten ezbere biliyordum. Kalan kısmı da bir kere okuyarak aklımda tuttum. Derin bir nefes alıp vücudumu rahatlattım. Gözlerimi kapayıp sihirli sözcükleri söylemeye başladım. Daha ilk kelime ile etrafımı sarmaya başlayan dumanın egzotik kokusunu alabiliyordum. Ben sözcükleri tekrar ederken dumanın kokusu değişmeye başladı. Giderek rahatsız edici oluyordu. Etrafımın silindiğini görmekten ziyade hissettim. Sihirli sözcüklerin sonuna geldiğimde koku aniden yok oldu. Ve bende birden kıçımın üzerine düştüm. “Kahretsin!” Canım acımıştı. Lanet olası kuralı yine unutmuştum. Bir yerden başka yere götürecek büyülerde yere otur. Bunun haricinde daha acı deneyimlerim de olmuştu ama ben hala akıllanmıyordum. Geleceğe hoş geldim… Çevreme bakındım. İki güneş çoktan batmış yerini güzel dolunaya bırakmıştı. Bu sayede karanlık olmasına rağmen ayın güzel ışığı etrafı görmeme yardımcı oluyordu. Devasa ağaçlarla dolu bir ormanın ortasında olan minik bir tepenin kenarındaydım. Yüzüm ağaçlık alana dönüktü. Arkamda kalabalık ormanın aksine düz bir açıklık vardı. Her yeri net görmem için biraz ilerlemem gerekse de nerede olduğumu anlamıştım. Kırmızı Topraklar’da olmalıydım. Açıklığın bana gözüken kısmında, sağ tarafında dünyaya giden bir kapı açık duruyordu. Onu çevreleyen bulutların renginden ve ondan yayınlan enerjiden bu kapıyı açanın ben olduğumu anladım. Keskin sinirli bir ses duyunca dikkat kesildim. “Kesin sesinizi! Neler olduğunu gayet iyi biliyorum.” Konuşan bendim. Ve sesimin tınısına bakılırsa hiç ama hiç mutlu değildim. Sesi takip ederek tepenin en üst noktasına her şeyi rahatça görebileceğim yere ulaştım. İki ağacın ortasındaki boşluğa yerleştim ve karşıya baktım. Ah… Burayı hatırlıyordum. Bir keresinde abimle gelmiştik. Burası krallığa ait bir savaş arenasıydı. Ejder savaşçılar burada düello yaparlardı. Toprak zeminin iki yanında oturacak alanlar vardı. En baş kısmında ise kraliyet üyelerinin durduğu kısım. Bir taht birkaç sandalye. Arenada ben dâhil dokuz kişi vardı. Bir de tam bulunduğu yer çok karanlık olduğundan sadece bedeni gözüken biri. Kocaman tahtın önünde zarif ama sinirli adımlarla bir ileri bir geri giden kız bendim. Üzerimde beni can almaya hazır bir cellat gibi gösteren muhteşem bir siyah elbise vardı. Aslında düz göğüs dekolteli, etekleri yere değen bir elbiseydi. Onu muhteşem kılan üzerinde ki her hareketimde parlayan yıldız detayları ve tüm bacağımı gösteren derin yırtmacıydı. Saçlarım belli ki önceden topuz iken çözülmüştü. Zira bir kısmı hala tokaların esiri gibi tepemdeydiler. Biraz dağınık gözükse bile ayrı bir hava katmıştı sanki. Sol tarafta annem vardı. Kızarmış gözleri ile yanında duran abim Robert’a sarılmıştı. Elinde bir peçete vardı. Ağlamış olmalıydı. Sarı saçları benimkinin aksine derli toplu bir topuzdu. Kırmızı uzun kollu, gösterişten uzak bir elbise vardı üzerinde. Oldukça gergin gibi duran Robert ile beraber sinirle ileri geri giden beni izliyorlardı. Onlardan bir adım uzakta ise en büyük abim duruyordu. Jackson. O suratındaki sert ifadeyle önünde duran adamlara bakıyordu. 5 tane ihtiyar adam. Hepsi korkuyla yere diz çökmüş tir tir titriyorlardı. Onları tanımam 5 saniyemi aldı. Bu beşli İhtiyar Konseyi’nden başkası değildi. Onlar kralı ikna edip beni ailemden uzaklaştıran adamlardı. “Bize konuşma şansı tanırsanız-” Adamlardan biri olayları açıklamak istediğini söylediğinde ileri geri gitmeyi kesip ona döndüm. Ani hareketim karşısında derhal susmuştu. Adama doğru tehdit dolu bir adım attım. Suratımdaki o ürkütücü ifade itiraf etmeliyim ki beni bile korkuttu. Dudaklarım acımasız bir gülüşle kıvrılmıştı. Gelecekteki ben konuştu. “Bunu kişisel olarak düşünmeyin ya da düşünün benim için fark etmez.” Sesim buz gibiydi. Ama gözlerim alev alev yanıyordu adeta. “Siz ülkenize, krallığınıza ve kralınıza ihanet ettiniz. Kırmızı Topraklar’da karışıklık çıkardınız, ülkeyi savaşa sürüklediniz, güçlerinizi kendi çıkarlarınız doğrultusunda kullandınız. Küçücük bir çocuğu –beni- ailemden ayırdınız ve onlara beni sevmemeleri için büyü yaptınız. Kraliyet üyelerine ve hatta kralına büyü yaptınız. Mevkiim nedeniyle size ölüm cezası veremem. Zira bu bir kraliyet üyesinin verebileceği bir ceza değil.” İsyan dolu bir ses lafımı böldü. “Rosalinda! Sen kraliçesin. Bunu biliyorsun.” O ses, bir an beni –gelecekteki beni- susturdu. Saklandığım ağaçların oradan sesin sahibini görebilmek için yavaşça doğruldum. Evet! Karanlıkta kalan adamı artık görebiliyordum. Ve adam... Hayatım boyunca gördüğüm en yakışıklı adamdı. Ay ışığında parıldayan bir taç vardı gecenin karanlığı kadar siyah saçlarının üstünde. Baştan aşağı siyah giyinmişti. Siyah zırhının üstünde altın renkli Kırmızı Topraklar arması vardı. Ve omuzlarında aynı arma olan dışı siyah iç kısmı kırmızı bir pelerin vardı. Umutsuz ve mutsuz olan yüz ifadesi bile yüzünün yakışıklılığını gölgeleyememişti. Adamın -belli ki kendisi kraldı- çıkışı gelecekteki beni hiç etkilememişti ki herhangi bir tepki vermeden sözlerime devam etmiştim. “Bu yüzden size ölümden de beter bir ceza vereceğim. Bundan sonra tiksindiğiniz insanlarla yaşayacak…” etrafım dumanlarla çevrelenirken söylediklerimin devamını dinleyemedim. Kendimi evimde buldum. Yerdeydim. Ve şok olmuştum. Ben daha yeni prenses olmuşken kraliçelik de nereden çıktı? Boş bulduğum bir an hemencecik öldürebileceğim birkaç ihtiyarı neden sürgüne yolluyordum? O adamla aramda ne olmuştu? Kralla evlenmiş miydim? Aklımdaki soruları çözeyim derken daha fazla sorum olmuştu. Hayatım çıkmaza doğru gidiyordu. Her şeyi yaşayarak çözecektim anlaşılan. Gelecek değişken olsa da bu büyü beni gerçekleşme olasılığı en yüksek olan ihtimale götürmüştü. Doğrudan büyüyle müdahale olmadıkça yaşanacaklar bunlardı. Yani… Kararlarım ne olursa olsun o gördüklerim elbet olacaktı… Vampirler, cadılar, troller, periler, elfler ve elbette ejderha dostlarım. Hepsi Kırmızı Topraklar’da olacak savaş için hazırlandı. Hatta çoğu oraya gitti ve yerleşti bile. Anlaşıldığı üzere abim ile konuşmamın üzerinden epey bir gün geçti. Bu süre zarfında ben de hazırlandım. Şirketlerimdeki bütün işlerimi sevgili insan babam Michail’e devretmiştim. Öğrencisi olduğum iki üniversitede son dönem olduğumdan dolayı kayıt dondurmak istemediğim için birkaç ayarlama ile bir haftada yaklaşık 15 farklı dersin sınavına girip hepsini başarı ile verdim. Çalışkan bir öğrenci olduğumu söylemeliyim. Ortalamam sayesinde iki bölümde de bölüm birincisi olarak bitirme ihtimalim çok yüksek. Tabi bunu henüz bilemem. Çünkü normalde finallere daha bir buçuk ay var. Daha önce bitirdiğim 3 okul arasında biraz yıl farkı vardı. İnsanlara göre oldukça geç yaşlanacağım için her birine farklı ülkelerde farklı isimlerle girmiştim. Rosalinda Violin, Rose Violet, Linda Violin. Bir de adım ve soyadımın baş harfinden oluşan RV vardı. Onu sadece ordumu yönetirken kullanmıştım. RV’nin ülkesi, ırkı ve cinsiyeti herkes için gizemliydi. Kimileri için var olmayan bir efsaneydi, kimileri için ölmeden önce gördüğü son yüzün adı. Kırmızı Topraklar’a savaş için çağırıldığıma göre artık bu büyük sır ortaya çıkacaktı.  Bundan rahatsız olacağımı düşünmüştüm ama aksine sanırım bu beni mutlu etmişti. Ejderha olduğumu tabi ki söyleyemezdik. O zaman benden dönüşmemi beklerler bunu yapamadığımı anlayınca da asıl kimliğim ortaya çıkardı. Halbuki ben Kırmızı Topraklar’a Prenses Vekili RV olarak gidiyordum. Yani ailemin kızı olarak değil. Bu yüzden herkes sadece RV’nin bir kadın olduğunu öğrenecekti. Eh… Bunca başarının ardında bir kadının olduğunu görmelerini istiyordum. Abim ile çiftlikteki görüşmemizden sonra bir kez daha o beni evimde ziyaret ettiği zaman görüştük. Beraber bir gün belirleyip yapacaklarımızı konuşmuştuk. Ve işte anlaştığımız gün gelmişti. Jackson yarın benim için geçidi açacak ve beni almaya gelecekti. Elbette geçidi ben de açabilirdim. Ama ejderhaların ülkesine sadece ejderhalar geçit açabilirdi. Eh bu da amaçlarımıza ters düşerdi. Abim gelene kadar biraz kafamı dinlemek için Los Angeles’daki otelime geldim. Burasını yeni açmıştık. Ronald kraliyet dairesini oldukça övmüştü. Altın musluklar biraz abartıydı bence ama gecelik fiyatını düşününce sanırım bunu sorun etmemeliydim. Yemeği büyük salonda güzel bir canlı müzik eşliğinde yedikten sonra biraz eğlenmek için Dragonfly adlı bara gittim. Kırmızı Topraklar’a gideceğim için yanıma bara uygun kıyafet almamıştım. Bu yüzden otelin alışveriş merkezinde bulunan RoseV’den -söylemek gerekir mi bilmem arada kendi tasarladığım elbiseleri de sergilediğim şahsi markam oluyor- bir elbise aldım. Işıltılı siyah renkte olan elbise dizlerimin bir karış üstünden başlıyordu. Göğüs kısmı çok açık değildi. Asıl olay sırtındaydı. Elbisenin sırt kısmı yoktu. Ve balon kollar da muhteşemliği tamamlıyordu. Açıkçası balon kol olayına hala alışamasam da bu elbise de harika olmuştu. İçine sadece birkaç banknot ve kredi kartımın sığdığı minik el çantam ile hazırdım artık. Sıra bekleyen insanların arasından geçip fantastik ırkların -doğaüstü de diyebiliriz- kapısına doğru ilerledim. Dragonfly’ın insan tarafında ki koruma yine bir insan iken bizim kapımızdaki bir kurt adamdı. Üstünde hep giydikleri siyah pantolon, siyah tişört vardı. Oldukça kaslıydı. Boyu nereden baksanız iki metreden fazlaydı. Sarı saçları asker traşı yapılmıştı. Köşeli bir çenesi vardı. Pek benim tarzım değildi. Ben daha çok esmerlerden hoşlanırdım. Gelecekte gördüğüm o kral gibi… Koyu mavi gözleri beni görür görmez insan olmadığımı algılamıştı. Tam önüne geldiğimde ona sevimli bir gülümseme yolladım. O ise tek kaşını kaldırıp ne olduğumu anlamaya çalışır gibi baktı. “Nesin sen?” dedi kısık bir sesle. “Gözleri iyi gören, kulakları iyi duyan, kocaman ağızı olan ve seni çok rahat yiyebilecek bir şeyim.” Kendisi bir kırmızı başlıklı kız değildi ama söylediklerimde ciddiydim. “Ayrıca VVİP üyelerinizden biriyim.” Otelden çıkarken resepsiyondan aldığım adıma açılmış üyelik hesabının siyah ve altın rengi olan kartını ona uzattım. Adam kartın üzerindeki ismi görünce büyük bir saygı ile eğilip geçmeme izin verdi. Birkaç tekila yuvarladıktan sonra dans pistinde dans ettim. Kişisel alana saygı duymayan adamlar ile kavga ettikten sonra barmenin yanına gidip cin tonik istedim. Üçüncü bardağı içip etrafa bakınmaya başladım. Hazırlık sürecinin yorgunluğu bedenimi zayıflatmış olacak ki başım ağrımaya başlamıştı. Barmene oldukça yüksek miktarda bir ödeme yaptıktan sonra yanımdaki adamın deminden beri elinde sıkı sıkı tuttuğu ama hiç içmediği votka dolu bardağı alıp bir dikişte içtim. Adamın gözleri kocaman açılmıştı. Yaptığımdan hoşlanmamış olacak ki homurdandı ve bana doğru uzandı. Onu es geçerek yerimden kalktım. Barın arkadaki kapısına gidip dışarı çıktım. Temiz hava suratıma çarparken midemin yavaştan çalkalanmaya başladığını hissettim. Baş ağrım biraz daha artarken bir ses duyarak biraz ilerime baktım. İnsan olan 2 genç vardı. Sevgili gibiydiler. Korku ile birbirlerine sarılmışlardı. Bunun sebebi de belli ki onlara doğru yürüyen dört vampirdi. Vampirlerden kadın olan biraz hızlı adımlar atınca insan oğlan kız arkadaşını arkasına doğru ittirip onu korumaya çalıştı. Ah… Aşıklar. Başımdaki ağrının yanına hafif de olsa bulanık görme eklenirken büyüyle kazığımı çağırdım. Silahlarıma basit büyüler ile her yerde erişebiliyordum. Henüz kimse varlığımı hissetmemişken artık dönmeye başlayan başımı da göz ardı edip yavaşça onlara yaklaştım. Kavga ettik demek saçma olurdu. En azından şu üç vampir adam ile saçma bir dalaşa girdim diyebilirdim. Onları o kadar kolayca öldürmüştüm ki oldukça şaşırmıştım. İnsan çift ben kadın vampire dönerken Dragonfly’ın arka kapısına ulaşmış hatta içeri girmişti. Aslında kadını alt etmek de zor değildi şayet bir aptallık yapıp bardaki adamın ilaçlı votkasını içmemiş olsaydım. Evet. Baş dönmesi, mide bulantısı ve bulanık görme. Belli ki biz doğaüstü varlıklar için hazırlanmış bir ilaçtı bu. İnsanlar için olsaydı hızlı metabolizmam şimdiye ondan kurtulmuş olurdu. Kadın vampir bana doğru sahte bir hamlede bulunurken kendimi savunmada kalmaya zorladım. Şu halimle risk almak istemiyordum. Hatta bir kavgaya girişmesem daha iyi olacaktı. Tam onu öldürmek için bir büyü yapacakken arkamdan hiç beklemediğim kadar sert bir darbe aldım. İlacın da etkisi ile ayakta duramadım ve resmen yere yapıştım. Kafamı öyle sert vurdum ki resmen bilincimi kaybederken bunu fark etmiştim. En son duyduğum şey bir ejderhanın kükremesi oldu. Bir saat önce Kırmızı Topraklar –Kraliyet Toplantı Salonu Toplantının masaya oturulup yapılması gerekirdi ama herkes o kadar gergindi ki masanın yanında karşı karşıya durmuş, ayakta tartışıyorlardı. “Kız kardeşim gelmeyecek de ne demek oluyor? O bir Prenses. Bu ülkenin ona ihtiyacı var.” “Ne sandınız? Siz gel dediniz diye kız koşa koşa kollarınıza mı atılacaktı? Bunca yıl geçti aradan ve siz daha yeni hatırlıyorsunuz onu. Kaç yıl oldu anne? İsim vermeye bile tenezzül etmediğin kızını bu ülkeden yolladıkları günün üzerinden ne kadar zaman geçti?” “Doksan iki yıl on dört hafta! Sen ne sanıyorsun? O benim kızım! O benim her şeyim! Anlamadığın şeylere karışma Jackson! Prenses olması benim için önemli değil! Ama yasal olarak buraya gelmesinin tek yolu buydu. Halk onun lanetli olduğunu düşünürken ne yapabilirdim?” Julia öfkeyle bağırdı oğluna. Annesinin ne hissettiklerinden bihaber olması onu mutsuz etmişti. Biricik kızına ne kadar değer verdiğini göremiyor muydu? Genç kralı ve o aptal heyeti ikna etmek için uzun uğraşlar verdiğini fark etmemiş miydi oğlu? “Prenseslik görevlerini kim yapacak peki?” Bunu soran kraldı. Zira kraliyet üyelerinin çoğunun kızdan başka bir şey düşündüğü yoktu belli ki. Jackson bıyık altından gülerek arkadaşına baktı. Tanrılar! Bu oldukça eğlenceli olacaktı. “RV hem ordusunu bizimle savaşması için getirip komutanlık edecek hem de kız kardeşimin yerine prenses vekili olarak görev alacak.” Kral kaşlarını çattı. Bu bilgiden hoşlanmamıştı. “Bir adam prenseslik işinden ne anlar ki?” Toplantının çoğunu tahtından oturarak izlemiş olan Connor, Jackson’ın sözleri üzerine arkadaşına doğru ilerledi. Onun suratındaki o eğlendiğini belli eden ifadeyi görünce nedenini merak etti. “Adam mı? Connor RV bir kadın. Ayrıca kız kardeşimin de prenseslik işinden pek anlayacağını sanmıyordum zaten. RV bir şekilde altından kalkacaktır.” “RV bir kadın mı?” Connor’ın sesi oldukça alaycı çıkmıştı. “Kadın bir komutan öyle mi?” Kralın kahkahası tüm odada yankılanırken heyet üyelerinden de ona eşlik edenler olmuştu. Jackson da onunla beraber gülüyordu. Ama Jackson’a göre kız kardeşinin savaşçı olması hiç komik değildi. Kız bu işte kendisinden bile iyiydi. Asıl komik olan biricik Rosalinda’sı Kırmızı Topraklar’a geldiğinde olacaklardı. Connor’ı iyi tanırdı, kardeşini de öyle. Rosalinda’ya söylediğinin aksine onu kralla baş göz etmeyi planlıyordu. Yasalara göre prenses aynı kandan değilse kralla evlenirdi. Ama Jackson kız kardeşini çok iyi tanıyordu. Rosalinda aşık olmadan asla evlenmek istemezdi. İşte bu yüzden ona farklı şartlar altında gelmesini söylemişti. Böylece herhangi bir zorluk olmadan aralarında oluşacak çekim ile karar verebilirlerdi. Bu planın içinde başka bir detay daha vardı. Kahrolası bir savaşa biricik kız kardeşini gönderecek hali yoktu. Bunu engelleyecekti. Gerçi diye düşündü Jackson, birkaç güne kalmaz Connor’da buna izin vermeyecek zaten. Connor toplantının bittiğini duyurduktan sonra salonda arkadaşı ile yalnız kaldılar. Onun planlarını bir de özel olarak dinlemek istiyordu. “Söyle bakalım dostum. Aklında yine ne tür şeytanlıklar tasarlıyorsun?” Jackson kahkaha attı ve aklındakileri arkadaşına söylemek yerine doğrudan uygulamak için harekete geçti. “Hakkımı yiyorsun. Benim aklımdan hiç şeytanlık geçer mi? İyilik timsali bir adamım.” “Tabi. Bir halen eksik.” “Şu savaş bitsin onu da hallederiz. Neyse ben gideyim de RV’ye bir bakayım. Gece gece tek başına bara gitmişti.” “Kutsal sudan bakabilirsin. Sonrasında biraz daha sohbet ederiz.” Jackson kralının bu güzel teklifi üzerine sırıtmak istese de kendisini engelledi. Aralarında olacak ilişkide kedisinin de parmağı olduğunu bilmelerini istemiyordu. Toplantı salonunun iç kapısından kralın özel odasına geçti ve orada gizli dolabın içindeki Hayat Ağacı’ndan yapılma kaseyi alıp geri arkadaşının yanına döndü. Kasede kutsal su vardı. Connor ona arkasını dönüp kaseye eğilmiş olan arkadaşının bir şeyler karıştırdığından emindi. Sadece ne olduğunu şimdilik bilmiyordu. Ama yakında öğrenecekti. Bunun için Jackson’ı biraz hırpalaması gerekse bile. Jackson büyülü sözleri söylerken Connor görmeden bir parmağını delip birkaç damla kanını akıttı suya. Bu sayede normalden çok daha kısa sürede kız kardeşini izlemeye başlayacaktı. Gümüş ejderha olarak biraz büyüye sahip olsa da bir ejdercadı veya beyaz ejderha kadar sağlam büyülere sahip değildi. Bu yüzden ikinci kademe sihirleri bile yapmak onun için vakit alabiliyordu. Kan bağı sayesinde zamandan kazanmış Rosalinda’ya daha çabuk bağlanmıştı. Su yüzeyi bulanıklaşıp tekrar berrak halini aldıktan sonra barda dans eden Rosalinda’nın görüntüsü yansımaya başladı. Jackson kenara çekilerek arkasında duran adamın da rahatça izlemesini sağladı. Connor normalde ilgi duymazdı buna. Şayet Jackson ona hevesle bakmasa kaseyi es geçip tahtında oturup onu beklemeyi planlıyordu. Lakin ne zaman ki arkadaşı parlayan gözlerle ona bakıp kaseyi işaret etti o zaman merakına yenilip suya doğru eğildi. Kızı gördüğü an üç farklı duygu ele geçirdi bedenini. Birine çok yabancı gibiydi. Ne olduğunu anlamadı.  Ama kalbinin sıkışmasına neden olan, midesinin burulmasını sağlayan bu tuhaf duygudan katiyen hoşlanmadı. Diğeri ise garipti. Çünkü bu kızı sanki tanıyormuş gibi hissetmişti. Sanki ezelden beri onunlaymış gibi. Onunmuş gibi. Son duyguya ise bir erkek olarak alışıktı. Onu istemişti. Fiziksel olarak. Yanında olmasını ve ona dokunmayı arzulamıştı. Adam bu duyguların saldırısına uğradığında suya sadece üç saniyedir bakıyordu. Bu durum karşısında şok oldu başta ama hemen kendini toparlamayı da bildi. Tanrılar aşkına! O bir ejderhaydı. Bu işi karmaşıklaştırmaya gerek yoktu. Kadını istiyordu. O zaman onu alacaktı. İşte tüm bu karışıklık onun için sadece beş saniye sürmüştü. ‘Ejderhalar bir şeyi isterse onu mutlaka alır.’ Bu yazısız kuralı fısıldadı içinden. Rahatlamıştı. Sonunda kendisine eş olacak kadını da seçmiş bulunuyordu. RV’nin dans pistinde geçirdiği her bir dakika da etrafına daha çok erkek toplanıyordu. Connor bu durumdan hiç hoşlanmadı. “Kız başına ne yapıyor orada?” Sesi istemsizce öfkeli çıkmıştı. “Eğleniyor. Bekar olmanın verdiği rahatlıkla istediği zaman gidiyor böyle yerlere. Onu rahatsız eden birileri olunca kendisi cevabını çok sert verebiliyor ama sence de erkeklerin onu rahatsız etmesini tümden kesecek biri olsa güzel olmaz mı?” Kral sonunda dansı bırakıp barmene doğru ilerleyen genç kıza baktı. “Burada ne kadar kalacak?” diye sordu gizemli bir sesle. Jackson kendini tutmayı bırakıp sırıttı. “Sen ne kadar kalmasını isterdin Connor?” “Çok uzun bir süre Jack” Kralının kararlı sesi onu memnun etmişti. Uzun yıllar ailesiz, yalnız yaşamak zorunda kalmış olan kız kardeşine kendi çekirdek ailesini kurması için bizzat yardım ediyor olmanın gururu kapladı içini. Onların birbiri için yaratıldığını biliyordu. İkisini de herkesten daha iyi tanıyordu. Gülümseyerek yarım bir reverans yaptı. “İsteğiniz benim için emirdir majesteleri.” İki dostun kahkahaları salonda yankılandı. “Onu kendine seçtin değil mi Connor?” Emin olmakta fayda vardı. Connor’ın ejderha kibri ile “Kesinlikle” dediğini duyduğunda ister istemez kardeşinin bu adama boyun eğdirdiği zaman ne kadar eğleneceğini düşündü. Connor ataerkil bir hayat yaşamıştı. Kadınları korumasız insanlara benzetirdi. Evde tutulması gereken, korunmaya muhtaç varlıklardı kadınlar. Rosalinda ona fikirlerinin tam bir saçmalık olduğunu gösterdiği süreç tam anlamı ile cümbüş olacaktı. İki dost aralarında geçen bu konuşmayı sonlandırıp tekrar kıza baktıklarında onun insanları kurtarmak için vampirlere saldırdığını gördüler. Connor endişe ile kaşlarını çattı bir saniyeliğine. Ama RV o kadar profesyonel şekilde dövüşüyordu ki onu oldukça şaşırtmıştı. Son kalan vampire döndüğünde kız için yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu fark etti keskin gözleri. RV yalpalıyor odağını korumak istercesine kafasını sallıyordu. Jackson da bunu fark etmişti. Aynı zamanda arkadan gelen iki vampiri de görmüştü. Eğer müdahale etmezlerse kardeşine kötü şeyler olacağı kesindi. Masayı arkasına alıp hızla iki evren arasında bir geçit açtı. İşte tam o sırada RV’nin arkasından gelen iki vampir çok sert bir darbe ile onu yere indirdi. Kardeşinin bilinçsiz bir şekilde yerde yattığını görünce öfkeyle kükredi. Öyle bir kükredi ki sesi hem sarayda hem de barın olduğu sokakta yankılandı. Connor ve Jackson geçitten geçip barın arka kısmına ulaştıklarında vampirlerden biri eğilmiş RV’nin kanını içmeye başlamıştı. Jackson kardeşine doğru giderken Connor adrenalinin verdiği coşkuyla kükreyip diğer vampirin ensesinden yakaladı. Onu çok sert bir şekilde duvara fırlattı. Adam duvarı kırıp biraz içine doğru geçse de kendini çabucak toparlayıp ayaklandı. Ama ne var ki Connor vampire daha fazla vakit harcamamak için devasa bir alev topu yollamıştı. Büyülü ejder alevi normal ateşe göre çok daha çabuk yakardı. Vampir daha ne olduğunu anlayamadan oracıkta öldü. “Lanet olsun! Bu da ne?” Jackson’ın sesini duyunca ona döndü. RV’nin kanını emmeye çalışan vampir yerde yatıyordu. Adamın ağzının büyük bir bölümü erimiş, kanı sanki fokurdarmışçasına baloncuk çıkartıyordu. “Tanrılar aşkına dostum! Ne yaptın adama? Ateşli bir öpücük mü verdin?” Connor bunu söylerken gülüyordu ama bu gözlerine ulaşan bir gülümseme değildi. Yerde yarı baygın yatan kıza bakıyordu. Kızın da hafif açık gözlerle ona baktığını fark etmişti. Jackson kalan son vampire doğru dönerken kendisi kıza doğru ilerledi. Büyük bir dikkat ile onu inceleyip başka yarası olup olmadığına baktı ve ardından saraya götürmek üzere usulca kucağına aldı.   Rosalinda Kendime gelmem çok çabuk olmuştu. Bayılırken duyduğum kükremeden farklı bir kükreme beni ayıltmıştı. Bedenimde hiç güç yoktu. Lanet ilaç tüm bedenimi adeta felç etmişti. Etrafımı göremiyordum zira bir kafa boynuma doğru eğilmiş tüm görüş açımı kapatıyordu. Beni tutanın bir vampir olduğunu damarlarımın tam üstünde hissettiğim acıdan anladım. Adam sadece bir yudum aldıktan sonra içtiği kanda bir farklılık olduğunu anlayıp kafasını kaldırdı. İşte o an suratını gördüm. Kanımın bulaştığı her bir parça yavaşça erimeye başladığında adam acısı için bağıramadı bile. Biri onu üstümden alıp yere fırlattı. Ama başka bir eylem yapamadan vampir kanımdaki büyü sayesinde oracıkta öldü. Abim yerdeki cesete şok olmuş bir halde bakarken gördüm onu. Ensesinden tutup fırlattığı vampiri yakmıştı. Onu tanıyordum. Gelecekte gördüğüm üzgün adamdı bu. Ama şu an o adama hiç benzemiyordu. Duruşundan tavrına her şeyi bambaşkaydı. Onu incelemek istesem de gözlerim bulanıklaşıyor etrafı iyi seçmeme engel oluyordu. Adam abimle şakalaşırken bile bana bakıyordu. Bunu görmekten çok hissetmiştim. Adeta tüm bedenimi bir ürperti kaplamıştı. Göz kapaklarım ağırlaşıp kapandığında onun beni kucağına aldığını hissettim. Bana ilk dokunduğu an parmağımı prize sokmuşum da elektrik çarpmış gibi bir karıncalanma olmuştu her yanımda. Yeni ve zor bir hayata adım atıyordum. Ve beni kollarında taşıyan adam yaşantımın baştan aşağıya değişeceğinin en büyük kanıtıydı. Kaçınılmaz olanın gerçekleşeceğini biliyordum. Eninde sonunda olacaktı. Yıllardır kaçtığım aşk sonunda beni bulacaktı.  Hem de hiç olmadık bir zamanda, hiç olmadık yerde hiç olmadık birine aşık olacaktım. Bunu biliyordum çünkü gelecek çok açıktı. Onu gördüğümde hissetmiştim. Kaçınılmaz olan gerçekleşecekti. Ve bu beni çok korkutuyordu…  
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD