Ebren
Ertesi gün uyandığımda dün yaşananları düşündüm bir kez daha. Yazgan’ın amacının ne olduğunu anlamaya çalışırken bilinmeze sürükleniyordum. Sürekli yolum bir çıkmaza giriyor ve ben cevapsız kalmaya devam ediyordum. Bazı şeylerin açığa kavuşması için çırpınmak zorunda oluşum beni rahatsız ediyordu. Anlatmıyordu, ben deşmedikçe de anlatmayacaktı!
Öğrenmek zorundaydım. Neden beni seçtiğini, neden onu yaktığım halde hiçbir şey demediğini, neden Eski Kan olan benim böylesine garip şeyler yapabildiğimi öğrenmek zorundaydım! Çünkü aklımı kaçıracaktım artık bilmemekten!
Kahvaltının ardından odama döndüğümde yapacak hiçbir şeyimin olmamasından sıkıldım. Bu kalede bildiğim tek yere, bahçeye gittim yine. Orada Yazgan’ı bulabileceğimi düşünüyordum ama maalesef ki yoktu. Onun yerine çok şık giyimli, zarif bir kadın elindeki makas ile pembe gülleri buduyordu. Bu işi yaparken fazlasıyla hassastı.
Onun kim olduğunu anlamak zor değildi. Bu yüzden oldukça uzak durmaya özen göstererek orman tarafına doğru ilerledim. Patikadan yukarıya çıkarken aklımda ne olduğunu bilmiyordum. Yalnızca kafamın içindekilerden uzaklaşmak istiyordum. Yapayalnız kalma arzusu ile doluydum.
Bir süre hiçbir şey düşünmeden öylece yürüdüm ana yoldan sapmadan. Etrafımda muhteşem bir doğa vardı. Doğanın beni çepeçevre sarması, o muazzam görüntüsü benim gibiler için ulaşılması zor olan şeylerden birisiydi. Otrar’da yıllarca soluduğum pis havadan sonra bu temiz hava ile ciğerlerim bayram ediyordu.
Üstümdeki cekete biraz daha sarındıktan sonra geri dönme vaktimin geldiğini düşündüm ve ileriye yürümeyi sonlandırdım. Arkamı dönüp bir adım atıyordum ki zihnime uzun zamandır uğramayan o tanıdık ses fısıldadı.
“Senin zamanın geldi.”
Bana sürekli bunu söylemek yerine ne yapmam gerektiğini, kim olduğumu da söyleseydi keşke. Sesin varlığına alışan bedenim ilk seferki gibi tepki göstermiyordu, sesin huzurlu tınısına kendisini bırakıyordu. Yönlendirici ve bir o kadar koruyucu bir tutumu vardı. Tam olarak ne amaçladığını bilmiyordum ama varlığı artık rahatsızlık vermiyordu.
“Kimleri görüyorum?”
Sesi işittiğim an irkilerek sıçradım. Olduğum yerde korkuyla arkamı döndüğümde sesin sahibi ile göz göze geldim. Simsiyah asil atının üstünde, riskli olmasına rağmen büyük bir ustalıkla ormanda dolaşıyordu.
“Orman, onu bilmeyenler için tehlikeli bir yerdir.” Derken ses tonu ürperticiydi. Simsiyah gözlerini üzerime sabit ve bir şeylerin cevabını arar gibi bana bakıyordu.
“Yasak olmadığı sürece benim için sorun yok, Soylu Kan Yançı.” Derken bakışlarım yere kaydı. “Tehlikelere karşı daima hazırlıklıyımdır.”
Görmesem de gülümsediğini biliyordum. Sözlerimi ben de pek inandırıcı bulmamıştı.
“Lütfen bana, Yançı, de.” Diyerek araya girdi öncelikle. “Ayrıca asıl tehlikenin damarlarında aktığına eminim.”
Sözleri beni hazırlıksız yakaladı. Bakışlarım gayriihtiyari onun gözlerine değdiğinde çarpık gülümsemesi ile bana baktı. Ne arzuladığını çok merak ediyordum. Beni tartıyor ve bir şeyler bulmayı umuyordu. Sanki burada oluşumun asıl sebebini bilir gibi bakıyordu.
“Bunu yapamayacağımı belirtmiştim.”
“Denemedin bile, Ebren.” Derken sesi bıkkın çıktı. “Burada, bu ormanda baş başayız fakat sen nefret etmene rağmen bana hâlâ, Soylu Kan, diyorsun.”
“Bundan nefret ettiğimi nereden çıkardınız?” derken tek kaşım tehditkâr bir biçimde havalandı. Hakkımda her şeyi biliyor gibi davranması fazlasıyla sinir bozucuydu her ne kadar çokbilmişlik ona fazlasıyla yakışıyor olsa da...
“Bakışların seni ele veriyor, Krasota*...” (Güzellik.)
Onu anlamayacağımı düşünüyor olmalıydı ki böyle bir söz söyleyebiliyordu. Onu anladığımı belli edersem başıma neler gelebileceğini düşünemiyordum bile. Bunu yalnızca Yazgan bilmeli gibi hissediyordum.
“Bundan nefret etmiyorum, Soylu Kan Yançı.” Dedim kendimi bile ikna edemeyen bir tonla.
“Buna inanmamı bekleme, bundan nefret ettiğini gözlerinde görebiliyorum.”
Sözleri ile kanımda akan kanın ısındığını hissettim. Cesaret beni ele geçirirken bir aptallık yapacağıma emindim. Kendimi durdurma fırsatı vermeden konuşmaya başladım.
“Nefret etmiyorum,” dedim bu sefer tamamen kendimden emin bir şekilde. “Bunun dayatılmasından nefret ediyorum.”
Sözleri söylediğim an pişman oldum. Gözlerim hayretle açılırken Yançı’nın keyiflendiğini gördüm. Ben bu cesaretin nereden geldiğini artık bilmiyordum!
“İşte böyle!” dedi sırıtırken.
“Özür dilerim,” derken bakışlarımı kaçırdım.
“Dileme, lütfen devam et!” dedi buyurgan bir sesle.
Başladım bir kere, sonunu da getirebilirdim o halde. Nasılsa benden alabilecekleri çok fazla bir şey yoktu. En fazla ölürdüm…
“Saygı dediğimiz duygu kazanılmalıdır, korku ile elde edilen saygı riyakârdır. Sırf kanımızda evrim gerçekleşmediği için alt sınıf olarak görülmek ve köleleştirilmekten hoşlanmıyorum. Doğaya aykırı bir düzeni benimseyemiyorum, bu kadar.”
Sözcükler bir anda ağzımdan çıkıverdi. Söyledikten sonra bir an duraksayıp öylece kalakaldım. Bu kadar çok konuşmamalıydım, karşımda ne kadar rahat görünse de bir Soylu Kan olduğunu unutmamalıydım. Fikirlerimiz benzer dahi olsa onun için değilse de benim için oldukça tehlikeliydi.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama uzunca birbirimize bakmayı sürdürdük bir müddet. Ardından attığı kahkaha ile beni dumura uğrattı. Bakışlarına dostane bir sıcaklık yayıldı. Başaramayacağım alenen belliyken onu anlamaya çalışmadım. Tuhaf birisiydi gerçekten.
“İşte!” dedi sesi heyecan doluydu. “Tam olarak bu şekilde düşündüğümüz için bana adımla seslenmelisin.”
Şaşıramıyordum artık. Asla beklenmeyeni yapma gibi bir huyu olmalıydı. Bu yüzden kendimi tutamadım ve gülmeye başladım. Onun da bana eşlik etmesi rahatlatıcıydı.
“Yine de yapabileceğimi sanmıyorum,” dedim nefes nefese kendimi dizginlemeye çalışırken.
“Denersen başarırsın,” dedikten sonra yanıma doğru asil atı ile birlikte gelip tam solumda durdu.
Elini bana doğru uzatıp etkileyici bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına. Abisinden çok daha rahat ve kaygısızdı. Yazgan’ın bir yerde ikimizi de durduran sınırları vardı. Aramızdaki görünmez duvara toslamamı sağlıyordu ama Yançı ile böyle bir şey hissetmeniz mümkün değildi.
“Kale oldukça uzak ve bir centilmen olarak yürümene müsaade edemem.” Dedi alaylı bir sesle.
Kıkırdadım bu tavrına. Gerçekten yanında somurtmak imkânsızdı!
“Bizi bu şekilde görürlerse arkamızdan yapılacak dedikodunun fısıltılarını şimdiden işitiyorum.” Derken duruma bu kadar kolay adapte olmama şaşırdım.
Elimde değildi. Onun yanındayken insan kendini fazlasıyla rahat hissediyordu. Yıllardır tanışan bir dost gibi hissettiriyordu. Bunu sağlayan kesinlikle onun yaklaşımıydı elbette. Diğerlerine kıyasla bambaşka biriydi. Tanıdığım hiçbir Soylu Kana benzemiyordu, abisine bile!
“Yakın bir yerde iner yürüyerek yola devam edersin o halde. Tabi dedikoduları bu kadar çok önemsiyorsan…”
Güçlü tutuşu elimi kavrayıp beni atın üstüne çekti. Onun tam önüne oturdum. Bu kadar yakın olacağımızı düşünmemiştim.
“İnsanların fikirlerini önemsemiyorum,” dedim aksini haykıran ses tonuma rağmen. “Fakat bu dedikodular benim hayatımı altüst eder.”
“Benimle anılman bu kadar kötü bir şey mi cidden?” derken ses tonu fazlasıyla ciddiydi, normalin aksine…
“Bu her Eski Kan için yıkıcı olur.”
“Haklısın,” dedi atına yürümesi için komut verirken. “Biz Soylu Kanlar kıçımızın üstünde rahatça otururken siz tüm ceremeyi çekmek zorunda bırakılacaksınız.”
Aynen öyle!
Sözlerindeki acı gerçeğin tınısı yakıcıydı. Buna rağmen gülümsemeyi başardık. O gün Yançı ve benim aramızdaki güzel bir dostluğun temellerinin atıldığına inandım.
Bir Eski ve Soylu Kan... Dost olabilir miydik gerçekten birbirimize?
***
Yançı beni yakın bir yerde indirdi. Ona önden gitmesini söyledim. Arkasından yavaş yavaş gider ve sonra odama dönerdim. Hava kararıyordu, yarın iş vardı. Yemek yer erkenden uyurdum.
Başta beni ormanda tek bırakma fikrine pek sıcak bakmasa da zaten tek başıma geldiğimi söylediğim zaman ikna oldu. Onu gözden kaybolana kadar izledim. Yolculuğumuz süresinde keyifle sohbet edip birçok açıdan dünyaya bakışımızın benzer olduğunu öğrendik. Daha sonra kütüphanede buluşmak için sözleştik hatta.
Patikanın bahçeye inen kısmını gördüğümde içim rahatladı. Güzel bir gün oluyordu benim için. Çehreme yayılan ılık gülümsemem ile patikanın başına geldiğimde Yazgan’ı tam orada beklerken gördüğümde olduğum yerde kalakaldım. Gülümsemem anında silindi.
Elleri arkasında birleştirmiş bir asker gibi duruyor ve birini bekler gibi görünüyordu. Bu patikanın başında bulmayı umacağı tek kişi ben olmalıydım! Bir korku boğazıma doğru yükselmeye başladı o anda. Yüzündeki ifade beni mahvetmeye yetti.
Adım seslerimi daha beni görmeden işittiği halde benden tarafa bakmadı. O gerçekten iyi eğitimli bir askerdi, elbette beni çok önceden fark etmeliydi!
Yüzünün yalnızca bir yarısını görüyor olsam bile fazlasıyla öfkeli olduğunu anlamama yetiyordu bu. Neden ve kime?
“Dur!” dediği an ayaklarım bu komutu bekliyor gibi bir anda olduğu yerde duruverdi. Ses tonu korkunçtu, neredeyse ağlamama sebep olacaktı. “Sağa dön ve yürümeye başla.”
Yutkunamadım bile. Onu bu kadar öfkelendiren şey neydi?
Dediklerini harfi harfine yapıp ilerlemeye başladım. Peşimden geldiğini biliyordum. Adımları benimkine nazaran daha az ses çıkartsa da tam arkamdaydı. Ben her dala basıyor, her yaprağı eziyordum fakat o profesyoneldi. Bilmesem arkamda olduğuna inanmazdım.
Düşüncelerime daldığım esnada, “Dur!” dediğini işittim.
Dediğini yaptım bir kez daha hiç sorgulamadan. Yine de ona dönmeye cesaret edemedim.
“Bana dön!”
Buyurgan tonunu ilk kez bana karşı kullandığını o an fark ettim. Bugüne dek bu tonla benimle hiç konuştuğuna şahit olmadım. Gözlerim sanki normal olanın bu olduğunu bilmiyor gibi dolarken usulca ona döndüm. Nasıl beni ses tonu ile parçalara bölebilirdi?
“Yançı’dan uzak duracaksın!”
Sözleri suratıma atılan bir tokat etkisi yarattı. Dumura uğradım. Ona açık kalan ağzım ile bakarken ne düşüneceğimi şaşırdım. Onun ne düşündüğünü de anlayamıyordum. Yançı’yı baştan çıkartmaya çalıştığımı falan mı sanıyordu?
Neden bilinmez ama sözleri daha önce hiç kırılmadığım bir biçimde kırılmama neden oldu. Taşmak için an kollayan bir baraj gibiydi gözyaşlarım, onlar yüzünden bulanık görüyordum. Konuşmaya çalışsam alt dudağım titreyecekti. Beni buraya kardeşini ayartmayayım diye uyarmaya mı çağırdı gerçekten?
Bakışlarımı derhal gözlerinden çekip yere çevirdim. Derin derin solurken bir damla gözyaşı yerdeki kuru yapraklardan birinin üstüne düştü. Cevap vermek zorundaydım, bunu yaparken sesimin beni ele vermemesini umuyordum.
“Emredersiniz, Soylu Kan Yazgan.”
Lanet olsun ki sesimin titremesine engel olamadım. Tüm surlarımı tek sözü ile yıkabildiği gerçeğinin altında kaldığımı hissettim. Bu kadar aşağılayıcı bir şeyi hak edecek tek harekette bulunmadığım halde işittiklerimi sindiremiyordum. İşte böyleydi, onların ışıltılı hayatlarına kanarsam sonrasına başıma gelecek olan buydu!
Bana bu kadar erken bir zamanda haddimi bildirdiği için minnettar olmalıydım. Ne sanıyordum? Onlara denk olabileceğimizi mi?
Hah, tam bir salaktım! Yançı ile arkadaş olabilme ihtimalimiz bile yoktu. Ben kimdim ki onun gibi bir Soylu Kan benimle muhatap olsun? İki konuştuk diye kendimi ne sandım gerçekten?
Uzaklaşan adım seslerini işittiğimde başımı kaldırdım. Yazgan gidiyordu. Derin bir nefes aldım. Gözyaşlarım artık gözlerime batıyorken dudaklarımdan bir hıçkırık kaçmasına mâni olamadım. Bu hıçkırık baraj kapaklarımı açan ilk hamle oldu. Gözyaşlarım sicim gibi yanaklarımdan inmeye başladı. Hıçkırıklarımı tutmayı başardım fakat aynısını gözyaşlarım için yapamadım. O uzaklaştığında ise avaz avaz ağlamaya devam ettim. Yere çöküp ellerim ile destek alırken yağmurda ıslanan yaprakların üstüne oturdum.
Bütün bedenim kırgınlıkla dökülüyordu sanki. Kaç dakika orada öylece ağladım bilmiyordum fakat sonra hızla yerimden kalkıp odamın yolunu tuttum. Bunu hak ettiğimi biliyordum. Ne olacağını sanıyordum ki? Tam bir aptaldım!
Onlar üstün ırk, bense hiçtim! Bunu unuttuğum için bunu hak ediyordum. Yine de beni parçalara ayırmaktansa farklı bir şekilde uyarmasını dilerdim. Aptaldım, hâlâ böyle düşünüyor olmamda bunu kanıtlıyordu.
Soylu ve Eski Kan hiç denk olabilir miydi birbirine?
Odama girdiğim gibi kendimi banyoma attım. Suyu tenimi kaynatacak bir sıcaklıkta tutup altına girdim. Bir süre öylece ağlamaya devam ettim. Beni böylesine kırabildiği için ondan nefret ediyordum! Ben karşısında bin parçaya bölünürken arkasını dönüp gittiği için ondan nefret ediyordum! Bu kadar zayıf davrandığım için kendimden nefret ediyordum!
***
Nefes nefese uyandım. Doğrulurken karanlıkta etrafımı inceledim. Neden birden uyandım ki?
Üstümdeki örtüleri kenara atarak yataktan çıktım. Hiç uykum yoktu. Bir şey yüzünden uyandığımın bilincindeydim. Lavaboya gidip uzun bir süre aynadaki aptal aksime baktım. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra odama geçmek üzere harekete geçtim.
Banyonun kapısını arkamdan kapattığım esnada, “Ebren…” diye zihnime fısıldayan sesi işittim.
Yine ne oldu?
“Bul bizi!”
Ses beni çağırıyordu. Bu da onca zamandır hiç hissetmediğim bir biçimde hissetmeme sebep oluyordu. Derhal harekete geçmeliymiş gibi hissediyordum. Kendimi ve hareketlerimi kontrol edemiyordum. Üstümdeki incecik gecelik ile odamdan çıkarken aklımda ne olduğunu bilmiyordum.
“Bize gel!” diye fısıldıyordu aynı ses harekete geçiren bir şekilde.
Ayaklarım benden bağımsız hareket ediyordu. Hızlı adımlarla arka bahçeye çıktığımda soğuk tenime binlerce iğne gibi batarken bunu hissedip umursamadım. Hızlı adımlarla gözlerimin kilitlendiği süs havuzuna doğru ilerledim.
“Bizi bul!”
Pembe güllerin arasından geçerken dikenlerinin çıplak tenime battığını hissettim fakat zihnimin ve bedenimin kontrolü bende değildi.
“Havuzun üstüne çık!”
Benden istenileni sorgulamadan yerine getirdim. Havuzun mermer zeminini çıplak ayaklarımın altında hissettiğimde ürperdim. Bunu önemsemeden mermer üzerinde doğruldum.
“Bana gel, Ebren!”
Tenimin altında kanımın alev aldığını hissettim. Damarlarımda dolaşan bir şeyin karşı koymak için çırpınışı gibiydi bu his. Beni ele geçirmek, kontrol etmek ister gibiydi ve bunun zihnime fısıldayan sesle ilgisi olmadığını hissedebiliyordum. Çok garip bir histi.
Zihnime fısıldayan ikinci bir sesti ve her zamankinin aksine tekil konuşuyordu. Bu kimdi?
Ayaklarım suya değdiğinde net bir biçimde soğuğu hissettim. Süs havuzunun ortasındaki kadın heykeline doğru yürürken ne yapmaya çalıştıklarını anlayamıyordum. Fakat bir değil, iki farklı güç üzerimde hâkimiyet kurmak ister gibiydi.
Parmak uçlarım kadının öne doğru uzattığı elini kavradığı an müthiş bir gücün damarlarımdan kalbime doğru yol aldığını hissettim. Zihnimin bilinç kısmı o an tamamen kapandı.
“Beni dinle, Ebren.” Diye fısıldadı yatıştırıcı ses. “Bizi bul.”
“Beni bul!” diye atağa geçti diğer güç.
Bir anda anlamadığım eski bir ritüelin ortasında buluverdim kendimi. Uzuvlarım komutlarıma uymuyor, onlardan istenileni uyguluyorlardı yalnızca.
“Blagoslovi menya...” (Kutsa beni.) diye mırıldandım. “Siyay, gori, podnimaysya...” (Parla, yak, yüksel.)
Söylediklerimin anlamlarını biliyordum ama neden söylediğim hakkında hiçbir fikrim yoktu.
“Benimle bütünleş, Vadedilmiş!” Sözlerin sahibi beni telaşlandırdı. Çünkü onun arzularının daha kişisel oluşu kuşku uyandırıcıydı.
Onun etkisinden kurtulmak istiyordum ama beni öyle bir ele geçirmiş ki bunu bir türlü başaramıyordum.
“Navedeniye balansa i poryadka...” (Denge ve düzen getiren…)
O kendi emellerini düşünenin istediği cümleleri fısıldadığım esnada belimde hissettiğim kollar ile gözlerim hışımla açıldı. Beni tek hamlede kaldırıp süs havuzundan çıkartırken sarsılmış bir haldeydim. Bedenim tükenmiş gibi halsizdi.
Bakışlarım tam karşıma geçen adamı gördüğünde irkildim. En son görmek isteyeceğim kişi bile değildi!
“Ne yapıyorsun?” diye sorarken sesinde aynı öfke vardı.
Ne yapıyordum gerçekten? Bunun cevabını ben de bilmiyordum işte!
“Sizi ilgilendirmez, Soylu Kan Yazgan.” Dedim sorudan kaçmak için.
Gerçi şu an bana ne oluyorsa sebebini benden daha iyi biliyor olmalıydı fakat onunla bunu konuşmayacaktım. Onunla artık konuşmayı reddediyordum!
“Aklını mı kaçırdın?” Evet!
Bana anlamlandıramayan bakışlarla bakıyordu. Ona dümdüz bir şekilde bakmaya devam ettim. Cevap vermeyecektim!
“Donacaktın! Kendine zarar vermekten zevk mi alıyorsun sen?” diye suratıma doğru tısladı bir yılan gibi.
Zehrini yeterince kanıma bulaştırarak ölmemi sağlamamış gibi…
O an gerçekten üşüdüğümü fark ettim. Hiçbir şey dememe izin vermedi. Titriyordum ve bunu gördü. Bu yüzden beni tutup peşinden kaleye doğru sürükledi. O anlarda ne yapmam gerektiğini bilemedim. Akşamüstü bana kardeşini ayartmamamı söyleyen adam neredeydi?
Odamın kapısını sertçe açıp beni içeri bariz iteledi ve sonra peşimden içeri girip kapıyı açtığı sertlikle kapattı. Gözlerimi yumup derin derin nefes aldım. Gecenin bir vakti odamdaydı. Saatler önce kardeşinden uzak durmamı söyleyip şu anda odamda bulunması tezattı!
“Orada tam olarak ne yapıyordun?” dedi üstündeki ceketi çıkartıp üstüme örterken. “Seni görmesem soğuktan donarak ölebilirdin!”
Pislik, iyi davranma bana!
Kokusu ile çepeçevre sarıldığım anlarda saldırısı surlarıma sert bir darbe indirdi. Bacaklarıma değen ıslak kumaşın oldukça rahatsız ettiğine odaklanmaya çalıştım. Bu odada onunla yalnızken ve her yanım onunla sarmalanmışken başka bir şeye odaklanmazsam patlayacaktım!
“Uyurgezerim!” diye çıkıştım bir an sonra.
Yalan söylemekten nefret etsem de ondan başka türlü kurtulamayacağımı biliyordum. Orada gerçekten ne yaptığımı ben de bilmiyordum, öğrenene kadar bu soruya cevap veremezdim. Onu kendimden uzak tutmak için başka çare bulamazdım.
Bir değil iki farklı güç tarafından zihnimin istila edildiğini ve her ikisinin de benden beklentilerinin olduğunu ona açıklamayacaktım. Benim sıkıcı dertlerim onun umurunda mı olacaktı sanki?
“Sabrımı mı sınıyorsun?” derken öfkeden delirmesine ramak kaldığını görebiliyordum ama kimin umurundaydı? “Önce Yançı şimdi de bu! Kendi canınla ilgili bir problemin mi var?”
“Yançı’nın bununla ne alakası var?” diye çıkıştım bir anda çenemi tutamayarak.
Hayretle bana bakakaldı. Bense aynı konunun açılmasıyla sağlam kalan birkaç parçamdan da çatırdamalar hissediyordum.
“Yançı?” dedi sorgularcasına tek kaşı havalanırken. “Ben ondan uzak durabilmen için böylesine çabalarken…”
Devam etmesine katlanamadım.
“Neden?” dedim haddimi aşarak.
Artık umurumda değildi. Bugünkü davranışından sonra resmiyeti pek önemsememeye karar verdim.
“Kanının getirdiği hiçbir ayrıcalığı istemiyorum zaten!” diye devam ettim. “Yalnızca düşünmeden sohbet edebileceğim, korkmadan ve çekinmeden konuşabileceğim birisi kendisi, neden sizi bu kadar rahatsız ediyor?”
Bakışlarında bir yumuşama gördüm. Ardından bakışlarını tavana dikip derin bir nefes aldı.
“Seni onun merakından korumaya çalışıyorum.” Diye itiraf etti.
“Neden?” dedim hayretle ona bakakalırken.
İtirafı beni derinden sarstı. Dudaklarından dökülenlerin tesiri uzun bir süre geçmeyecek gibiydi.
“Zamanı geldiğinde öğreneceksin.” Dedi usulca.
“Zaman gelene kadar kaç parçaya daha bölünmem gerekecek?”
Sanırım kendi odamda ve kendi mahremiyetimde olduğum için böylesine fütursuzdum. Karşımda Soylu Kan Yazgan Aspar vardı bense onunla denkmişim gibi birinci çoğul takısı bile olmadan konuşuyordum. Çoktan kanımı kaynatması gerekirdi lakin o bunun aksine buna müsaade ediyordu.
“Özür dilerim.”
Ne?
Ona bakarken dengem sarsıldı. Ayakta kalabilmek için yatağıma tutunmak zorunda kaldım. Soylu Kan Yazgan benden özür diliyordu!
“Haddimi aştığımın ve seni kırdığımın farkındayım ama farklı bir şekilde yapabilseydim inan o şekilde yapardım.”
Samimiyeti beni hazırlıksız yakaladı. Şu an bu odada olanları kendim uyduruyor olabilir, rüyamda görüyor dahi olabilirdim.
“Neden?” dedim çaresiz ve tükenmiş bir ses tonuyla. “Neden bana ne olduğunu anlatmıyorsunuz?”
“Çünkü daha çok erken, ufak yıldız...”
Sesi beni gafil avladı. Şefkat dolu oluşuna kanmamalıydım ama bir yanım incinen her parçamın iyileşeceğini fısıldıyordu. Kendimi bırakmamı ve akışa uymamı emrediyordu.
“Her şeyin merkezinde ben varken neden beni dışında tutuyor, bildiklerinizi gizliyorsunuz?” diye mırıldanırken çaresizdi sesim.
Koyu gözleri bakışlarıma sabitlendi. O gri hareyi net bir biçimde görebiliyordum. Onu olduğundan daha tehlikeli gösteriyordu.
“Seni korumanın başka yolunu bulana kadar yapabileceğimin en iyisi bu.” Dedi açık yüreklilikle. “Sana iyi geceler, Ebren.”
Bana konuşma fırsatı tanımadı. Odamdan hızlıca çıktığını gördüğümde kaçtığını elbette anladım. Veremeyeceği cevaplara ilişkin sorular sormamdan korkuyordu. Yine de bir gün tüm sorularıma cevap vermek zorunda olduğunun farkındaydı.
Bizi bir araya getiren her ne ise kaderimizi şekillendiriyordu. Bunu öğrenmem gerekiyordu!
***
Ertesi Gün
Yazgan
Dikkatle limanın mali evraklarının üstünden geçiyordum bir kez daha. Aklım ise burada değildi. Ne yapacağımızı düşünüp durmaktan aklımı kaçıracak gibi hissediyordum. Zihnime fısıldayan ses her ne olursa olsun Ebren’i korumamı emrediyordu. Bir şekilde tehlikedeydi.
Bunun sebebinin arkadaşım Prens İlter’in herkese gösterdiği vizyonlarındaki savaş olduğunu anlamak zor değildi. Onun görevi bu savaşı durdurmak ve dengeyle düzeni sağlamaktı. Benim yerim ise onun yanıydı, kendi kanımın tam karşısı yani!
Ne yapacağımı bilememek çok can sıkıcıydı. Ebren fazla fevriydi. Karşısında ben varken bile gözü döndüğünde düşündüklerini olduğu gibi ifade etmekten kaçınmıyordu. Çizmediğim sınırların bilincinde, açabildiği kadar yer açıyordu kendisine. Gerçi bunun için çabalamasına gerek yoktu. Onu gördüğüm günden beri her yanım onunla dolup taşıyordu.
Onu herkesten nasıl koruyacağımı düşünmekten aklımı kaçırmama az kaldı!
Ellerimi yaktığı o an aklıma geldiğinde dudaklarımda bir tebessüm belirdi. Ne yaptığını fark ettiğinde yaşadığı şaşkınlık gözümün önünde canlandı. Kendinden korkuyordu, bense yaşayacaklarından…
İnsanların akbaba gibi peşinde dolanmasını istemiyordum. Bir şeyler öğrenecekler diye ödüm kopuyordu. Öylesine korumacıydım ki ona karşı aklımı kaçıracaktım. Kendimden korkuyordum!
Derin bir nefes alarak düşüncelerimden sıyrıldım. Bugüne odaklanmalıydım. Kraliyet tarafından denetleme heyeti geçen yılın kayıtlarını incelemek ve kontrol etmek için geleceklerdi. Diken üstünde hissetmemem gerekirdi ama Ebren buradayken etrafında dolaşacak onlarca Soylu Kan fikri dikkatimi dağıtıyordu.
Yılın ilk ayı boyunca bugün için hummalı bir çalışma gerçekleştiriyorduk. Herhangi bir eksiklik veya aksaklık yaşanmamalıydı. Bu işi bugün halletmeliydik. Sorun çıkmadan bugünü atlatmak istiyordum.
Tıklatılan kapıyı duyduğumda bakışlarım o tarafa döndü. İçeri gelmesi için komut verdikten sonra önümdeki evraklara dikkatle bakmaya devam ettim. Yaklaşmakta olanın Ebren olduğunu zaten biliyordum.
“Çayınız, Soylu Kan Yazgan.” Diyerek bardağı masama koyduğu esnada bakışlarım ona döndü.
“Teşekkür ederim, Ebren. Neden kendine de bir bardak çay koymadın?”
Sorum onu hazırlıksız yakaladı. Şaşkınlıkla bana döndü. Bana alışabileceğini zannediyordu fakat her gün onu şaşırtabileceğimden habersizdi anlaşılan.
“Çayım masamda.”
“Buraya getir, bana yardım etmeni rica edeceğim.”
Sözlerimle şaşkınlığının arttığını yüzünden okuyabildim. Kızıl gözlerinde gördüğümün hayal kırıklığı yerine şaşkınlık olmasını isterdim. Kulaklarımdan hıçkırıklarının sesi gitmiyordu…
“Tabi, efendim.”
Sessizce odadan çıktıktan kısa bir süre sonra elinde kupası ile odama girdi. Kapıyı kapattıktan sonra usulca masamın önündeki koltuğa yöneldi. Elindeki kupasını sehpanın üstüne koyuşunu pür dikkat izledim. Bakışları yeniden bana döndü emirlerimi bekler gibi.
Ona önümdeki evraklardan birkaçını uzattım. Elimden aldığı gibi dikkatle incelemeye başladı. Bakışlarımı ondan alıp işime dönemedim.
Kaç dakika boyunca onu öylece seyrettiğimi fark etmedim bile. Elindeki kalem ile birlikte aldığı detaylı notları, o kalemin ucunu dişlerinin arasına sıkıştırıp kırıştırdığı alnı ile yazanları inceleyişini hayranlıkla izlemekten kendimi alıkoyamıyordum.
Bir şey söylemek için heyecanla başını kaldırıp bakışlarını bana çevirdiğinde nefesim kesildi. Yakalanmakla alakalı bir sorunum yoktu fakat onun afallayan ifadesi ve o şaşkın bakan kızıl gözleri soluğumu kesen yegâne etkendi.
“Şey…” derken kekelediğini fark ederek boğazını temizledi. “Çok sıcak.”
Hava -3 dereceydi!
“Hava şartlarını değiştiremiyorum.” Ama sanırım sen yapabilirsin…
Olumlu anlamda başını salladı. Oldukça saçma bir andaydık. Hızla gözlerini kaçırıp işine geri döndü. Ardından söyleyeceği asıl şeyi hatırlamış olacak ki başını tekrar kaldırıp bana baktı. Hâlâ dikkatle onu izlediğimi fark ettiğinde yanaklarının allaşmasına şahit oldum.
Tam ağzımı açıp ona sataşacakken kapımın bir anda açılması ile bu an yarıda kesildi. Kaşlarım öfkeyle çatılırken geleni görmek için bakışlarımı kapıya çevirdim.
Karşımda İlter’i gördüğümde tüm vücudum bir anda kasıldı. Onu en son sarayda, kehaneti herkese haykırıyorken gördüm. Şimdi burada, Ebren ile aynı yerde olması çok tehlikeliydi. Onun kehanete göre karşımızda yer alacağı barizdi. Ebren’i koruyabilmek için ondan uzak durmamız gerekirdi.
Ebren’i korumak için bu kadar çabaladıktan sonra tüm çabamın boşa gitmesini izleyemezdim. Ebren’e ulaşmasına izin veremezdim!
“Neden kimse yok dışarıda?” diye sorarken sesi keyifliydi.
Yerimden sakince kalkarken Ebren’e kısa bir bakış attım. Yerinden kalkmaması gerektiğini anlamasını umuyordum neyse ki buna yeltenmedi.
“İlter?” dedim safi bir şaşkınlıkla. “Hangi rüzgâr attı seni buraya?”
Homurdandı keyifsizce.
“Babamın saçma sapan işleri işte,” derken gözlerini devirdi. “Boş kalmamam için başıma yıktığı işlerden birisi yani.”
Üstünde siyah basit bir tişört ve siyah kot pantolon vardı. Bu da resmi bir şekilde burada olmadığını gösteriyordu. Kendini Prens olarak tanıtmayacaktı.
“Her zaman ki gibi,” dedim ona sarılırken. “Gel dışarı çıkalım, sigarret (sigara) içelim de kafamız dağılsın.”
Bana bakarken dudaklarında sinsi bir kıvrılma fark ettim. Bakışlarında bir ateş yandı.
“Hanımefendi ile tanıştırmayacak mısın?”
İşte bundan korkuyordum! O an tüm kaslarım kasıldı. Bakışlarım dehşetle hâlâ yerinden kıpırdamamış olan Ebren’e döndü. Daha fazla öylece oturamayacağını anlamış olacak ki hareketlendi. Kalbim sıkıştı.
Yaşanacak olan felaketi o an gördüm sanki. Bunu durdurmam gerekirdi, başaramadım.
Ebren usulca yerinden kalktı ve bize döndü. Bize döndüğü an İlter’in durduğu yerde kaskatı kesildiğini görebildim. En zor sınavımız başlıyordu anlaşılan.
***
Barçkent
İlter
Gözlerim o kızıl gözlerle buluştuğunda olduğum yerde donup kaldım. Bunun gerçek olduğuna inanmam çok zordu. Şu an bilinçsiz bir şekilde gücümü kullanarak kendimi kandırıyor olamazdım. Karşımdaydı! Etten ve kemiktendi!
Çekingen bir şekilde usulca beni selamladı. Gerçek olduğunu bilsem de bunu kabullenmekte zorlanıyordum. O kadar imkânsız bir andı ki şu an yaşadığım… Rüyalarımda beni daima gafil avlayan kadın, tam karşımda duruyordu.
Beni yeneceğini, denge ve düzeni yeniden sağlayacağını defalarca kez bana haykıran kadındı o! Rüyalarımda karşımda lahuti bir şekilde yükselen kadın şimdi karşımda beni selamlayan bir Eski Kandı!
Onunla bir şekilde karşı karşıya geleceğimize emindim. Bunun Yazgan’ın ofisinde olacağına ihtimal veremezdim.
“Ben Ebren Hıncal, efendim.” Dedi usulca.
Ses tonu kulaklarıma fısıldanan bir ilahi gibiydi. Başını yerden kaldırıp rüyalarımda olduğu gibi direkt olarak gözlerime bakmıyordu çünkü bunu yapamazdı. O bir Eski Kandı!
“İlter,” dedim dümdüz.
Yazgan’ın hayretle bana döndüğünün farkındaydım. Şu anda kendimi, sıfatlarımı kullanamazdım. Karşımda bu kadar savunmasız ve henüz parlamamışken bunu yapmayacaktım. Bu kadar savunmasızken neler olabileceğini merak ediyordum. Çünkü Eski Kandan olan kimse rüyalarımda bana göründüğü güçlere sahip olamazdı!
“Asistanın mı?” diye sordum dümdüz bir sesle Yazgan’a.
Yanımda dikleştiğine şahit oldum. Oldukça şüpheli göründü bana hareketleri. Onunla tanışmamı istemediği açıktı.
“Evet.” Dedi ben gibi dümdüz bir tonla.
“Bir Eski Kan asistan için mi bu kadar çaba sarf ettin?” diye sorarken ses tonum karşımdaki kadını kışkırtmaya yönelikti.
Bakışlarımı bir an bile üstünden çekmediğim için öfke saçan gözlerini bana çevirişini görebildim.
Ona baktığımı gördüğünde afallayarak yeniden bakışlarını kaçırdı. Dudaklarımda bir tebessüm belirdi.
“İşini başarıyla yapması yeterli, çıkalım mı?”
Sözleri keskindi. Sözlerimden en az karşımdaki kadın kadar rahatsız olduğunu görebiliyordum. Hissediyordum, benden daha fazla şey gizliyordu. Takındığı korumacı tavrı başka türlü açıklanamazdı.
“Çıkalım, dostum.” Dedimson kez ona bakarken.
Bakışlarımız yine birbirine çarptı. Dudaklarım aynı tebessüm ile kıvrıldı fakat bu onu afallattı. Bu haliyle fazlasıyla güzeldi. Ona göz kırptıktan sonra Yazgan’ın beni adeta sürükleyerek odadan çıkartmasına izin verdim.
Soğuk havaya çıktığımız an tüm vücudum kasıldı. “Güzelmiş,” dedim Yazgan’ı bilerek kışkırtırken.
Bakışlarını adeta bana sapladı. Karşısında ben değil de bir başkası olsaydı gülümsemesini dağıtacağına emindim. Sigarret paketini çıkardı ve içinden 2 dal aldı. Birini bana uzattıktan sonra diğerini dudaklarında dengeleyip yaktı. Çakmağı bana uzattığında onu elinden alıp kendiminkini yaktım. Derin bir nefes çektikten sonra ona döndüm. Onunla uğraşmaya devam edecektim.
“Nereli?” diye sordum bu sefer de.
“Otrar,” dedi yine dümdüz bir sesle.
Ciğerlerine çektiği dumanı rahatsızlıkla dışarı verdi.
“Otrarlı kızların güzel olduğunu duymuştum, haklılarmış.” Dedim tepkisini merak ettiğimden.
Yüzü kasıldı. Doğru yere parmak bastığımı biliyordum. Oldukça sessizdi. Konuşmasını sağlamalıydım.
“Her anlamda iyiler mi bari?”
“İlter!” Sesi açıkça tehdit doluydu. “Kişisel zevklerimi çalışanlarımın üzerinde denemek gibi fantezilerim yok!”
Keyifle sırıttım oysa Yazgan’ın fazlasıyla siniri bozuldu. Her anından zevk alıyordum.
“İş dışında?” dedim son vuruşu yapmak için.
Sol irisinin gri kısmı da siyaha bürünürken bana oldukça tehlikeli bir hayvan gibi baktı.
“Uzak dur!” dedi avına ortak olmamı istemiyor gibi.
“İyi bir sebep vermelisin, dostum.” Dedim pişkin pişkin sırıtırken. “Hatta çok iyi bir sebep olmalı!”
Sözlerim onu duraksattı. Derin bir nefes alırken gözlerini yumdu ve ne söyleyeceğini düşündü. Çünkü birazdan itirafta bulunacaktı.
“Ondan hoşlanıyorum.”
Tam da beklediğim gibi! Sorgulamamam ve uzaklaşmam için kullanabileceği en güçlü kartı seçtiğine göre daha fazlası vardı!
“Bir Eski Kan ve sen ha?”
“Birini sevmenin kanla ilgisi olmuyor,” derken bakışları limana demir atmış gemilere döndü. “Yanında iyi hissediyor ve onun rahat, güvende olduğunu bildiğinde huzurlu hissediyorsan bu seni mutlu ediyorsa geriye kalanlar önemini yitiriyor. Sevgi tam olarak bununla ilgilidir!”
Bu sözleri yalnızca Ebren’den uzak durmam için söylemiyordu. Samimiydi. Bu kurcalamamam için bir sebep daha verirdi.
“Böyle bir evliliğe ne senin baban ne de benim ki müsaade etmez.” Dedim ciddi bir şekilde.
Duygularını ifade ediş şekli dürüsttü. Söylediği her kelimeyi hissettiğini anlamamak için aptal olmak gerekirdi.
“Umarım en kısa sürede o tahta sen oturursun o zaman, dostum.” Umut dolu bir tonla.
“Umarım uzun bir süre daha bu lanet sorumluluktan muaf olurum,” dedim yüzümü ekşitirken. “Fakat buna benim de izin vermem çok mümkün görünmüyor.”
“Soyluların ne dediğini umursayacağını sanmıyorum, arkadaşlığımız senin için daha değerli.”
Sözleri ile bir an duraksadım. Kendinden ve arkadaşlığımızdan emin oluşu gözümden kaçmadı. Haklıydı, onunla aramızdaki arkadaşlığa entrika hiç karışamadı. Daima dürüst ve gerçek bir dostluktu bizimki. Birbirimizi birbirimize rağmen kabul edip benimsedik. Bu yüzden yıllardır kopmayan bir bağ vardı aramızda.
Rüyalarımda bana, krallığıma hatta dünyanın düzenine karşı duran kadın, tek dostumun sevdiği kadındı. Bundan daha fazlasının olduğuna emindim. Tesadüflere inanan biri değildim fakat ne kadar karıştırırsam o kadar hayatımızı mahvedecek gibi hissediyordum.
“Belki kaçmanıza yardım ederim. Dünyanın yaşanılamaz denilen kara parçalarından birinde güzel bir hayat kurarsınız.” Dedim uzaklara bakıp gülümserken. “Öyle bir yer varsa lütfen beni de haberdar edin, kafayı sıyırdıktan sonra yanınıza kaçarım.”
Sözlerime her ikimizde güldük. Sohbetimiz bu andan sonra normalleşti ve iki dost olarak konuşmaya devam ettik. Geleceğin bize hazırladığı kurgudan habersiz, o an olduğumuz gibi davranmayı seçtik.
Ardından yeniden Yazgan’ın ofisine döndüğümüzde Ebren’i göremedim ve gözlerim sürekli onu aradı. İçimde çağlayan merakımı susturamıyordum. Yazgan için durabileceğimi bilsem de şu anda bunu yapabilmek oldukça zordu. Onu tanımak ve keşfetmek istiyordum. Bu deli dürtüden kurtulamıyordum.
Yazgan da bunu fark etmiş olmalı ki odaya döndükten sonra evraklara boğdu bizi.
“Neden görevlendirilen resmi heyet burada değil?” diye sordu başını kâğıtlardan kaldırdığı bir an.
“Onları postaladım.” Dedim dürüst bir şekilde. “Tüm evrakların bir kopyasını kraliyet kalemine teslim etmek için götüreceğim zaten. Yolda göz atarlar.”
Sözlerime sırıttı. Evrakların kopyalarını alıp çantama yerleştirdim. Heyetle birkaç güne yapılacak işi tek günde bitirebilmek muazzamdı.
“Tüm evraklar bu şekilde, belgelerin tamamına elektronik olarak da ulaşabilirler.” Diyerek saatler sonra işimizi noktaladı Yazgan.
“Bir fincan kahveni ya da çayını alırım artık o zaman.” Dedim bilerek.
Bakışları tehditkâr bir şekilde bana döndü. Pes etmeyeceğimi görüyordu, beni durduramazdı. Ben Pars Soylu Kanından gelen bir prenstim. Bu ülkede beni babam dışında durdurabilecek kimse yoktu!
Masanın üstündeki blakini alıp tek bir tuşa bastı ve kulağına götürdü. Güçlü koruma içgüdüleri beni ateşliyordu. Kendisine çay bana da kahve söyledi. Ben de heyecanla beklemeye başladım.
Birkaç dakika sonra çalan kapı sessizliği böldü. Yazgan, gerekli komutu verdikten sonra kapı açıldı. Elinde tuttuğu tepsiyle içeri girdi Ebren. Dikkatli bir şekilde yanımıza doğru geldi. Üstündeki lacivert takım elbisesi ile fazla resmi ve güzel görünüyordu. İşini iyi yaptığını söylemişti Yazgan, haklı olmalıydı. Boynunda ona fazlasıyla yakışan bir beyaz fular vardı. Sıkıca at kuyruğu yaptığı saçları şimdi salıktı. Oldukça kontrolcü birine benziyordu.
“Sen de otur Ebren.” Dedim prensliğin getirisi buyurgan ses tonunla.
Bana şaşkınlıkla baktı. Ondan daha fazla şaşıran Yazgan oldu. Halk ile iç içe olmaktan hoşlanmadığımı bilirdi. Yetiştirilme tarzımdan olsa gerek onlarla arama daima çizilmiş sınırlar vardı, aşılması imkânsız olan. Fakat şu anda bu umurumda değildi. Oturmasını istiyordum.
Kaderin bizim için çizdiği ana gelmeden önce onlarla karşılıklı oturmak istiyordum. Sanki o an bile biliyordum yerimin neresi olacağını…
“Teşekkürler, efendim.” nazik bir sesle. “Yapılacak işlerim var, öncelikle onları halletmem gerekli.”
“Yazgan birkaç dakika yanımızda oturmana bir şey demeyecektir,” diyerek ona döndüm. “Öyle değil mi Yazgan?”
Sanki sözüme itaatsizlik edebilecek gibi ona sormamın tek nedeni olduğum kişiden Ebren’in haberinin olmayışıydı. Kendim olarak karşısına çıkmış olsaydım ona zaten sormuyor olurdum.
“Elbette, oturmaz mısın Ebren?”
Bir an ne yapacağını bilemese de eli mahkûm oturdu tam karşımdaki tek kişilik koltuğa. Gözlerim dikkatle onun üstünde dolaşıyordu. Bana bakmıyor oluşundan rahatsız oldum. İnsanlara bunu mu yapıyorduk gerçekten?
Dengenin bozulduğu her toplum bir süre sonra çöktüğüne tarihte defalarca şahit olmamıza, dünyayı kesin bir kıyamete sürüklememize rağmen buna devam ediyorduk. Oldukça ahmakçaydı ama bir grup sürekli gücü kendi elinde tutmak için amansız bir çabaya girişiyordu. Defalarca bu yüzden medeniyetlerin yok olduğunu biliyorduk ama buna rağmen aynı düzeni sürdürmekte ısrarcıydık. Bunu benim hükmettiğim dönemde değiştirebilirdim. Ama hangi ahmak kral kendi yetkilerinin sınırlandırılmasına ön ayak olurdu?
Bir devrim olabilirdi benim zamanım. Herkes için adaletin ve umudun olduğu bir dönem. Atalarımın aksine adaletle yönetilen bir dönem. İnsanların asla unutamayacağı bir kral olurdum!
“Nerelisin, Ebren?”
“Otrar, Soylu Kan İlter.” Dedi resmiyetle.