Odamın camından hâlâ yeşil yapraklı olan ağaçları seyrediyor ve karalama defterime çiziyordum. Gördüğüm manzara karşısında etkilenmemem mümkün değildi.
Elimdeki kalem sayfanın üzerinde durdu. Başımı kaldırıp etrafıma baktım. Ömrümün hiçbir kısmında bu konumda, bir kalede yaşayacağımı düşünemezdim. Açıkçası bizler için fazlasıyla ulaşılamaz bir hayal olurdu. Devrimden sonra kazananlar yükselirken biz kaybedenler yerin dibini boyladık. Toplumsal sınıfın en alt kademesinde kendimize bir yer bulduk. Şu an, benim hayal edebileceğim bir an değildi.
Bu düzenin değişmesi gerektiğine kendimi bildim bileli inanırdım. Zihnime fısıldayan, beni ele geçiren ses sürekli bu düzenin değişme zamanının geldiğinden bahsediyordu. Şu dünyada en nefret ettiğim şeyi yıkmakla görevlendirildiğimin farkındaydım. Fakat bunu nasıl yapabilirdim?
Onlarla savaşamazdım. Onlar zamanı bile bükebilir, bizi yeryüzünden silebilirdi. Bize bu dünyayı mahvetmeden bırakacaklarına inanamazdım.
Derin bir nefes aldıktan sonra başımı tavana doğru kaldırdım. Bu sıkışmışlık hissi beni boğuyordu. Geleli çok uzun zaman olmamıştı ama yine de şimdiden tükenmiş hissediyordum.
Blakinimi çıkarttım. Ailemle konuşmaya ihtiyacım vardı. Onları çok özlüyordum. Yalnız hissediyordum kendimi. Hiç bilmediğim bir dünyanın içine sürüklenmiştim. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Kısa bir çalıştan sonra annem o güzel tınılı sesi ile cevapladı aramamı. “Annem…” dedi o muazzam şefkati ile.
“Annem,” dedim gözlerim dolarken. Ağlama arzusu ile dolup taşıyordum.
“Güzelim, nasılsın?” derken meraklıydı sesi. “Neler yapıyorsun? Yemeğini yemeyi unutmuyorsundur umarım, ben hatırlatmasam asla yiyeceğin yoktu yanımdayken.”
Ağlamamak için gözlerimi tavana diktim. Onları çok fazla özlüyordum şimdi. Seslerini duymak bir yandan iyi hissettiriyor bir yandan ise beni mahvediyordu.
“Yiyorum elbette annem,” derken yutkunmak zorunda kaldım. “Siz beni merak etmeyin, asıl siz nasılsınız?”
“Bildiğin gibiyiz kızım, Erendiz pastanede her zaman ki gibi. Tanla da biraz önce girdi eve. Yemek yiyecektik, baban da seni sorup duruyordu.”
“Babam nasıl?” derken boğazım düğümlendi. “İlaçlarını aksatmayın. Ben yine her zaman ki gibi maaşımı alır almaz size göndereceğim.”
“Gerek yok Kainatım...” babamı işittiğimde gözlerimi yumdum. Gözyaşları yanağıma akarken belli etmemek için direniyordum. “Senin ihtiyacın olacaktır.”
“Ben kendime yetecek olan kadarını alırım zaten hem maaşımda arttı biliyorsunuz, burada yemeğe, yola da Kert vermiyorum.”
Sohbetimiz bir süre daha devam etti. İçimde koca bir burukluk ile sonlandırdım görüşmemizi. Yerimden kalkıp hazırlandıktan sonra yemek yemek için odamdan çıktım. Elbette yemeklerimi kalenin çalışanları ile birlikte yiyordum. Onlarla birlikte olmak iyi geliyordu. Hepsiyle anlaşabileceğimiz bir lisan bulabilmiş olmak mutluluk vericiydi.
Onların yanındayken kendim gibi hissedebiliyordum. Limanda olduğum her an orada olmamalıyım diye düşünüyordum. Patronumdan olduğunca uzak duruyordum. Çünkü karşı karşıya geldiğimiz her an aramızda şimşek çakıyordu resmen. Bizi gören birisi birbirimizi öldürmek istediğimizi bile düşünebilirdi.
Oysa ben olabildiğince kendisinden kaçmayı yeğliyordum. Saygıda kusur etmiyor, daima verilen işi de emri de en iyi şekilde yerine getiriyordum. Benden yapmamı bekledikleri her işi gocunmadan yapıyordum. Kazanmak için çalışmak gerektiğinin farkındaydım.
Ama bir şeylerin yanlış olduğuna dair olan hislerimden kurtulamıyordum. Asıl amacını çözemiyordum. Onun tuhaf bakışlarında bir şey vardı, yanlış gelen bir şey… Yine de bunu dillendiremiyordum. Ona kafa tutabilecek son insan bile değildim!
Odamdan çıktıktan sonra mutfağa doğru yürümek için köşeyi döneceğim sırada yine onu gördüm. Bahçenin kapısı odama oldukça yakındı. Arada sırada bahçeye çıkıyor, uzakta onlar talim yaparken bir şeyler çiziyordum eskiz defterime. Bazen o siyah-gri bakışlarını üstümde hissediyor, bakışlarımı kaldırdığım an onunla göz göze geliyordum. Bu tuhaf anları ikimizden başka fark eden yoktu elbette. Zaten kale sınırları içerisinde çok karşılaşmamaya özen gösteriyordum.
“Khoroshego dnya, Ebren.” (İyi günler, Ebren.)
Benimle yeniden Eski Lisan ile konuştuğunu işittiğim an irkildiğimi hissettim. Onu nasıl anladığımı ve bu dilde nasıl konuştuğumu bilmiyordum. Gecelerce zihnime aynı şekilde seslenildiğini hatırlıyordum yalnızca. Çocukluğumda bile bildiğim bir dildi. Soyluların bu dil ile konuştuklarını duyduğum ilk an çok şaşırıp babama sorduğumda işin aslını öğrendim.
Bu dili yalnızca soylular biliyordu çünkü uzun zaman önce konuşmayı bırakmışlardı fakat kadim kitaplar ve yazıtlar bu dilde olduğundan onlar asla unutmamıştı. Fakat bizlere bilerek unutturulmuştu!
Garip gelse de yadırgamadım bunu hiçbir zaman çünkü annem hariç ailemdeki herkes bu dili anlayabiliyordu. Bunu çarşıda Tanla ile dolaştığımız bir esnada yanımızdan geçen ve bizim hakkımızda Eski Lisanda konuşan soylu askerlerine karşı tepkisiz kalamadığında anladım. Abim Erendiz ise bambaşkaydı. Kuvvetli öngörülere sahip ve bizim bilemediğimiz birçok şeyi bilebiliyordu.
“Khoroshego dnya, Blagorodnaya Krov Yazgan.” (İyi günler, Soylu Kan Yazgan.)
Yanındaki adam bana şaşkınlıkla baktı. Soylu Şımarığınsa dudaklarında keyifli bir kıvrılma gördüm. Başımla onu selamlayıp mutfağa yöneldim. Onda farklı, anlaşılamaz bir şey vardı. Onlara karşı olan nefretimi tetikleyen, beni daha fazla tahrik eden bir şey. Onu gördüğüm her an kanım daha hızlı akmaya başlıyor, öfkem yükseliyordu!
Düşüncelerimi bir kenara bırakıp mutfaktan içeri girdim. İlk gün bana odama kadar eşlik eden Ayda’nın güzel gülümsemesini gördüğümde toparlanıp gülümsemeye çalıştım.
“Afiyet olsun,” dedim karnımdan gürültülü sesler gelirken.
“Bugünkü yemeklere bayılacaksın!”
Dilge Teyzenin önüme koyduğu koca tabağı gördüğümde ne demek istediğini anladım.
“Hepsini bitir, süzüldün iyice.” Saçlarımı okşadı ve bana bir anne şefkatiyle gülümsedi.
“Ellerine sağlık, Dilge Teyze.” Hemen kaşığı elime aldım. “Hepsini afiyetle yiyeceğim.”
“Ye tabi kızım, evine ziyarete gittiğinde annen zayıfladığını görürse çok üzülür.”
“Yine kızları mı sıkıştırıyorsun, Dilge?”
Güneri Amca elindeki poşetler ile içeri girdiğinde geniş geniş sırıttım. Kâhya olduğu için fazlasıyla yoğun çalışıyor olmalıydı fakat o kadar yorulmasına rağmen bir kere somurturken göremezdiniz onu.
İlk zamanlar benim Soylu Kana karşı olan öfkemi anladığında babacan bir şekilde bana gülümseyip, “Onlar bizde olan bir şeye sahip değil,” diye fısıldamıştı kulağıma. “Yetinmenin ne demek olduğunu hiçbir zaman anlamadıkları, Yaratıcıya şükretmedikleri için daima mutluluğu arayarak geçecek ömürleri.”
O sözlerini unutmuyordum.
Keyifle yemeğimi yedikten sonra mutfaktakiler ile sohbet etmeye devam ettim. Soylulara hizmet bittikten sonra çaylarımızı alıp üstümüze kalın ceketlerimizi giyerek mutfağın avlusuna çıktık. Şarkılar söyledik, dans ettik. Tüm çalışanlar ile birlikte oldukça keyifli dakikalar geçirdik. Bu adaletsiz düzene rağmen mutlu olmayı başarıyorduk…
Uyandıktan sonra hızlıca hazırlanıp kalenin dış kapısına gittim. Her gün bu kapının önünde onu bekliyordum. Limana birlikte gidiyorduk müthiş bir sessizlik ile.
Bana doğru yaklaşan adım seslerini duyduğumda bakışlarımı ayakkabılarımdan çekip sağıma döndüm. Tüm ihtişamı ile bana doğru gelen adamı gördüğümde damarımda akan kan yeniden hızlandı. Buna eşzamanlı olarak kalbim eşlik etti.
“Günaydın, Ebren.” Dedi her zaman ki gibi.
“Günaydın, Soylu Kan Yazgan.” Selamladım onu.
Yüzündeki gülümseme limana gittiğimiz yol boyunca sürdü. Crondan indiğimiz anda soğukla şok geçirecektim neredeyse. Barçkent neden bu kadar soğuk olmak zorundaydı?
Limana bağlı ofislerin bulunduğu binadan içeri girdiğimiz an Yazgan’ın aldığı haber ile yüzündeki tüm gülümseme silindi. O hışımla binadan çıkarken bende peşinden koşturuyordum. Büyük adımlarına yürüyerek yetişebilmemin imkânı yoktu.
Soğuk, tenime batan binlerce iğne gibi canımı yakıyordu. Barçkent’in soğuğu daha önce hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Kabanıma daha sıkı sarılırken burnumu ve kulaklarımı artık hissetmediğimi fark ettim. Otrar’ı gerçekten çok özlüyordum. Mevsimin bu zamanında bile bu kadar soğuk olmazdı. Bağımsız çalıştığım zamanları da özlüyordum. Yaptığım iş belliydi, birilerinin peşinde evcil hayvan gibi koşturmak zorunda kalmadığım dönemlere geri dönmek isterdim.
Bakışlarımı hemen önümde yürümekte olan adama döndürdüm. Ben soğuktan büzüşüyordum fakat kendisi hiç etkilenmiş gibi görünmüyordu. Gerçi yeteneği ile kendini sıcak tutuyor olma olasılığı oldukça yükselti. Bir elini kabanının cebine yerleştirmiş büyük bir kibirle önümde yürüyordu. Onu gören herkesin gerek saygıdan gerekse korkudan selam vermelerini izlerken karnımda bir kasılma hissettim.
Ayakkabılarının üstüne kusma arzusu ile dolup taşıyordum. O da bizim gibi etten ve kemiktendi. Neden Kan Bükmek onu üstün kılıyordu? Adaletsizlik öfkemi perçinliyordu. Onlar kazanırken bizi köleleştirmelerine sessiz kalmak zoruma gidiyordu. Özellikle içlerine böylesine girdikten sonra!
Limana yanaşan Kıtay Ülkesine ait bir gemi limandan ayrılmadan önce kraliyet emri ile kontrol yapılması istenmiş. Kontrol yapılırken olay çıktığını söylediler biz içeri girmeden hemen önce. Sınırı aşanın bizimkiler olduğunu da eklediler. Elbette bizimkilerdir çünkü arama yapan ekip Eski Kandan oluşuyordu. Soylu Kan sahipleri ne yaparsa yapsın daima haklılardı (!)
İki ülkenin arasındaki ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı olması önümde yürümekte olan adamı elbette daha fazla sinirlendiren bir etkendi. Barut fıçısı gibiydi tam şu an! Görevlilere fazladan kızacağına emindim, bir de özür dilemek durumunda kalacaktı büyük ihtimalle. İkinci kısmın onu daha çok sinirlendirdiğine emindim fakat ben keyif aldım!
“Güldüğünü görebiliyorum, neye gülüyorsun Ebren?” dediğini işittiğimde olduğum yerde sıçradım resmen. “Cam var her yerde, seni görebiliyorum!”
Soluma dönüp cam kaplı binaya baktığımda yutkundum. Derin bir nefes alıp peşinden sessizce yürümeye devam ettim. Artık gülenin o olduğuna emindim.
Gemilerin demir attıkları yere geldiğimizde kargaşayı canlı görebildik. Kıtay Ülkesinin üniformasını giyen kaptan öfke ile karşısındakilere bağırıyordu. Vücut dilinin agresifliği uzaktan bile görülüyordu. Karşısındakiler bizdendi, elbette bir soylu olarak onlara hadlerini bildiriyordu. Yazgan’ın karşısında da bu kadar ukala olabilecek miydi merak ediyordum doğrusu.
Önümde yürümekte olan adam bir anda durduğunda neye uğradığımı şaşırdım. Hızımı alamayıp sırtına tosladım. Dengem altüst olurken Yazgan’ın sağlam tutuşu ile nihayet ayakta durabilmeyi başardım. Beni dengede tutmak için arkasını dönmeden kolunu bana doğru uzatmış ve beni tutarak sabitlemişti. Yaptığım sakarlık ile daha sonra alay edeceğine emindim!
“Merhaba?” dediği an sesindeki üstünlük tüylerimin diken diken olmasına neden oldu.
Hemen yanında durduğumdan bakışlarımı kaçırarak ona çevirdim ve sert çehresini görebildim. Öfkesi siyah-gri harelerini ele geçiriyordu. Kaptanın hareketlerine öfkelendiğini görebiliyordum. Elinde olsa an bile düşünmeden kanını kaynatacağına emindim!
“Sen kimsin?” diye sordu kendinden emin bir tavırla kaptan.
Alacağı yanıttan sonra suratının gireceği şekli zevkle izleyecektim.
“Aspar Soylu Kanı Yazgan,” derken ne kadar karizmatik göründüğünü düşünmeden edemedim.
Resmen üstünlüğün kimde olduğunu bilerek tüm hâkimiyetini adıyla vurguluyordu. Duruşunda özgüven ve korkusuzluk dehşet vericiydi. Bu kadar kendinden emin görünebiliyor olmasını içten içe kıskandım. Aynı konumda olsam karşımdaki kaptanın beni türlü türlü işkencelerle öldürebilecek oluşu öfkemi perçinledi.
Derin nefes aldığım esnada denizde bir sallanma oldu. Depremi andırsa da dalgalarda bir anda hırçınlaşma yaşandığını fark ettim. Gözlerimi kırpıştırdım şaşkınlıkla.
Yazgan’ın bana dönen şaşkın bakışlarına bir anlam veremezken kaptanın boğazını temizlediğini duydum.
Bakışlarım kendinden emin duruşunda bir sarsılma olan kaptana döndü. Yazgan da bir Soylu Kandı fakat karşımızdaki kaptana yaptıkları bir hayli hoşuma gitti. Koltuklarımın kabarmasına mâni olamıyordum.
“Soylu Kan Yazgan,” diyerek selam verdiğinde dört köşeydim keyiften.
“Sorun tam olarak nedir?” derken adama doğru yaklaşmaya başladı.
Ben olduğum yerde kalmaktan yanaydım. İçimde büyüyen öfkem ile olacakları uzaktan izlememin en iyisi olacağını düşünüyordum.
Kaptan, durumu izah ederken Yazgan’ın kaşları git gide çatılıyordu. Kontroller sırasında sorun çıkartan elbette onlardı. Kıtay Ülkesinin erleri olduklarından Yazgan’ın onlara hiçbir şey yapamayacaklarını düşünüyorlardı. Bundan dolayı bu limanda çalışan biz basit olanları suçlarlarken oldukça rahatlardı.
“Neden olay çıktı?” diye soran Yazgan’ı işittiğimde aslında şaşırdım. Direkt onları suçlamıyordu ama yine de karşısındaki adamların korku ile titrediklerini görebiliyordum.
“Soylu Kan Yazgan, kontrol yapmak istediğimizde onlar Soylu Kan oldukları için bize izin vermediler, itip kaktılar. Rica ettik fakat olay çıkarttılar. Bazıları özel güçlerini çalışma arkadaşlarımızın üzerinde kullandılar. Bilirsiniz ki bu yasaktır!”
Bir Soylu Kan üstün, altında çalışan Eski Kana yeteneğini kullanarak zarar vermesi yasaktır. Her Eski Kan savunulma ve yargılanma hakkına sahipti. Şükürler olsun II. Korhan Pars’a! * (Eski bir ihtilalci kral.)
Yazgan, kaşlarını o kadar çattı ki iki kaşının ortasında oluşan göçüğü görebiliyorduk. Öfkeyle suçlananlara döndü. Yalnızca Soylu Kan olmaları bile onları dokunulmaz yaparken onlar bir de Kıtay’lıydılar!
“Yalan söylüyorlar, saygısızlık yaptılar.” Dedi Soylu Kanlardan bir subay.
Dudaklarımda alaylı bir gülümseme oluşurken daha o an bile olacakları biliyordum. Biz suçlu bulunacaktık. Doğruyu söylüyor olsak bile yine de bizi cezalandıracaklardı. Haklı olmalarına rağmen sırf daha az değerli görüldüğümüz için katledilecektik. Bunu bize yüzyıllardır yapıyorlardı. Bu düzeni değiştirebilecek cesarette kimse yoktu, ben de korkaktım! Gözlerimin önünde on iki kişinin öldürülmesini izleyecektim!
“Doğru Söyleten getirilsin!” diye haykırırken buldum kendimi.
Deniz köpürüyordu. Öfkemle çalkalanıyordu sanki. Rüzgâr git gide şiddetini arttırırken arş bulutlar ile doluyordu. Doğa öfkeme diz çöküyordu sanki.
Yazgan’ın dehşet dolu bakışları bana saplandı. O şaşkınlığı anbean görebilme şerefine nail oldum. Saniyeler sonra öfke ile bana doğru gelmeye başladı.
“Ebren!” dedi sesine yansıyan öfkeyle.
Öleceksem bile doğru bildiğim şey uğruna ölecektim! Geri adım atmamı bekliyorsa çok beklerdi. Atmayacaktım!
“Doğru Söyleten tarafından yargılanmadan on iki kişinin işlediklerine kanıt bile olmayan bir suçtan ceza almaları yasal değildir! Yasalar gereği bir Doğru Söyleten tarafından sorgulanmalılar!”
Neyime güveniyordum? Bulunduğum konum beni hiçbir Soylu Kan karşısında haklı çıkartamazdı. Yazgan’ın beni kurtarmak için aleni bir şey yapamayacağı aşikârdı. O halde ben kimdim ki bu sözleri ediyordum?
Öleceksem de iyi bir sebepten ölmüş olurdum!
“Te chto pered nami, Kıtay’iz” (Karşımızdakiler, Kıtaylı!) derken sesi fısıltı şeklinde çıksa da suratıma doğru bağırmasından daha sarsıcıydı. “Kak ty dumayesh', chto ty delayesh?” (Ne yaptığını sanıyorsun?)
“Ceza alacak kişiler de Barshanlı!” derken gözlerinin içine bakıyordum direkt olarak.
Konumlarımız umurumda değildi. Resmiyetten de fersah fersah uzak bir tonla, onca insanın önünde alenen ona karşı geliyordum. Sırf bu şekilde konuştuğum için bile beni öldürebilirdi! Bu beni durdurmaya yetmedi.
“Sanırım ceza alacaklar artık on üç kişi,” derken kaptanın sesi keyifli çıkıyordu.
Kaptanın sesiyle gözlerini yumup öfkeyle derin bir soluk verdi Yazgan. Öfkesi ilk kez beni korkuttu. Soluğu yüzüme çarptığında kendini dizginlemek için müthiş bir çaba sarf ettiğini anlayabiliyordum.
Ne yapacaktı?
“Doğru Söyleten getirin!” diye gürlediğinde gözlerim fal taşı gibi açıldı. “On üç kişinin kendini savunma hakkını ellerinden almadan yargılanmalarını sağlamalıyız.”
Oradaki görevlilerden biri onun dediğini yapmak için koşa koşa uzaklaşırken ben şaşkınlıkla onun sırtını izlemeye devam ediyordum. Ne soğuk ne de anın gerginliği gelmiyordu aklıma. Ben şaşkınlık içerisinde sözümün geçerli kabul edilmesinin nedenini anlamaya çalışıyordum. Yazgan Aspar, benim sözüme kıymet mi veriyordu? Yoksa...
Denizdeki dalgalanmalar normale dönmüş, tepemizdeki bulutlar yerini kısmen açık bir havaya bırakmıştı. Yazgan, limanın biraz ilerisinde herkesten uzak duruyordu. Eliyle alnını sıvazlıyordu. Öfkesini yenmek için kendisiyle savaştığı belliydi.
Dakikalar sonra bir Doğru Söyleten limana geldiğinde hemen yerimde hareketlendim. Adamın bakışları bana döndüğünde olduğum yerde öylece kaldım. Doğru Söyletenler oldukça ürperticiydiler.
“Yazgan?” dedi usulca ona doğru ilerlerken.
Duyduğu ses ile arkasını dönüp ona sarılan adamı gördüğümde şaşırdım. Arkadaşlar mıydı?
Yargıç Mete, on iki çalışanı sorguladıktan sonra söylediklerinin doğru olduğunu ve yargılanabilecekleri bir suç işlemedikleri kararına vardı. Suçlamalar tek tek düşürüldü böylelikle.
Soylu Kanlara karşı haklı çıkmanın o muazzam hazzı ile doldum. Belki de ilk kez haklarımız sonuna kadar kullanılıyordu. Bu limanda belki de uzun zaman sonra ilk kez Soylu Kanlar bizlere karşı kaybetti. Bunun bir başlangıç olduğuna emindim.
“Sanırım çalışanlarınızın bir özür borcu var,” derken tek kaşını tehditvari bir eda ile kaldırmış ve sıkıysa sözünü dinlemesinler diye bekliyordu kan kaynatabilmek için. O an iki ülke arasında çıkacak olan kaos bile umurunda değil gibi görünüyordu. “İki ülke arasındaki politik ve ekonomik durumu bozduğunuz işitilirse kralınız pek memnun olmayacaktır.”
Aleni tehdidine karşılık hemen denileni yapmıştı kaptan. Kraliyete en yakın olan aile ve soyadı değildi böyle korkmalarına sebep olan. Yalnızca adı bile insanları korkutmaya yetecek güçte bir Kan Hâkimiydi.
İşlemler tamamlandı ve kara sularımızdan geçmesine izin verildi geminin. Bense mutlulukla şakımama ramak kalmış bir vaziyette ayrıldım oradan. Ofislerin bulunduğu kısma gidene kadar sesi çıkmadı Yazgan’ın. O odasına yönelirken ben de tam elimdeki defteri masama koyup yerime oturacağım sırada duyuldu sert sesi.
“Ebren, odama!” diye kükredi resmen.
Öfkeden köpürdüğünü biliyordum fakat bu ses tonu dehşete kapılmama sebep oldu. Şimdi yakacaktı çıramı!
Bilerek yavaş hareket etsem de eninde sonunda açık olan kapının önünde buldum kendimi. Odaya girerken ortada voltan atan adamı görüp yutkundum. Kapıyı sessizce kapattığım an bir duruşu ve başını kaldırıp gözlerimin içine bakışı vardı ki zaten başka bir şey yapmasına gerek kalmadı. O an son nefesimi verdim!
Kanımı kaynatmadan da öldürebiliyormuş demek ki...
“Sen ne yaptığını zannediyorsun?” diye kükrediğinde küçük aslancık yerimde titrediğimi hissettim. Bakışlarımı yerden kaldırıp gözlerinin içine bakacak cesareti bulabilseydim keşke. “Kendini neden tehlikeye atıyorsun, Ebren?”
Bakışlarım dehşetle havalanıp gözleriyle buluştu. Sol gözünün gri irisi irileşen gözbebeğinden görünmez bir haldeydi. Sinirden titriyor, çenesi seğiriyordu. Kontrolü kaybederse başıma gelecekleri hayal dahi etmek istemiyordum.
“Özür dilerim,” dedim.
Ona Soylu Kan, efendim gibi hitap etmediğimin farkındaydım. Dilediğim özür bile içten değildi, yapabileceğim bir şey yoktu.
“Pişman değilsin ki!” derken sesi tizleşti. “Orada adam sana bir şey yapsa kılımı dahi kıpırdatamam! İki ülke arasındaki ilişki saç telinden ince bir köprüde kurulu. Senin yüzünden o adamı oracıkta öldürmek zorunda kalsam bunun hesabını nasıl ve kime verecektik?”
Bakışlarımda şaşkınlık titreşti. Ona inanamayan gözlerle bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Az önce sarf ettiği sözleri işitmenin hayretini üstümden atabileceğimi de sanmıyordum.
“Benim yüzümden neden bir Soylu Kan öldürmek isteyesiniz?” diye sorarken sesim kısıktı. “Hele de bir Kıtaylı Kaptanı, benim gibi basit bir çalışan için neden öldüresin?” derken ona siz diye hitap etmediğimi fark ettim elbette.
Nefes nefese durdu bir anda. Sözlerim onu şaşırttı ama ben susmadım.
“Orada ölsem doğru bildiğim şeyi yaparken ölecektim! Bu benim için sorun değil.”
Gözlerini kırpıştırıp beklemeden konuştu.
“Benim için sorun!”
Çıldırmış gibi görünüyordu. Sözleri beni gafil avladı. Ne?
O da sözlerinin farkına geç vardı. Bakışları yüzümde dondu. Öfkesinin suyunu hızla çektiğini gördüm. Sık sık nefes almaktan omuzları yükselip alçalıyor, bakışlarını benden kaçırıyordu. Ona bakmakta ısrarcıydım hem de yasak olduğunu bile bile!
“Aptallığa tahammülüm yok!” derken sözleri ile beni parçalara böldü.
“O zaman bir Soylu Kan asistan bulun kendinize. Tam da bizlere yaraşır davranıyorum ben!” derken haddimi aştığımı biliyordum ama yine de durmuyordum.
“Bunun eski veya soylu ile alakası yok! Neden anlamıyorsun?”
Sözleriyle birlikte hızla bana doğru geldi ve tam önümde durdu. Elleri kuvvetinden habersiz omuzlarımı kavradığında dudaklarımdan acı dolu bir inleme döküldü.
“Ölebilirdin!” dedi öfkeyle yüzüme doğru. “Yaşamak için ne yapman gerekiyorsa onu yapacaksın!”
Ellerim çaresizlikle havalanıp aramızda durdu. Onu göğsünden itmeye çalışsam da başaramadım. Gözlerim canımın acısı ile dolarken derin derin nefes almayı denedim.
“Ellerini çek üzerimden!” dedim nihayet sesimi bulup hışımla ne zaman yumduğumu bilmediğim gözlerimi araladığımda.
Ellerini aniden üstümden çektiğinde önce onlara baktı. Dehşet dolu şaşkınlığını görebiliyordum. Bakışları bana döndü tenim alev alev yanarken. Az önce ne oldu?
“Sen…” dedi fakat hemen sonra sustu.
Konuşamayacağından değil, söyleyeceklerini bilmemi istemez gibi bir hali vardı. Az önce ben ne yaptım?
Dudaklarında onun deli olduğuna inandığım bir gülümseme gördüm fakat hızla silindi. Ardından benden uzaklaşıp odasının puslu havayı gören camlarına doğru yürüdü. Camın önünde durup kollarını göğsünde kavuşturduğunda sakinleşmeye çalıştığını fark ettim.
“Bir daha böyle bir şey yapmayacaksın!” dedi tüm sinir sistemimi altüst eden bir ses tonuyla.
“Bunun için beni durdurmanız gerekecek, Soylu Kan Yazgan.” Dedikten sonra eğilerek onu selamladım ve hızla odasından çıktım.
Böylesine fütursuz konuşabildiğime inanamıyordum. Cesaretimin neyden kaynaklandığını da bilmiyordum. Karşımdaki Yazgan Aspar’dı. Aspar Soylu Kanının varisi! Onunla benim aramda olması elzem kaideler vardı. Bunların hiçbirini çiğneyemez, teşebbüs bile edemezdim lakin ben ona meydan okuyordum! Kimdim ben?
Kendimi tokatlama arzusu ile dolup taşıyordum. Başımı önüme eğmiş derin derin soluklanırken masamdaki sürahiden fokurdama sesi işittim. Hayretle başımı kaldırıp ona baktığımda sıçrayarak geri kaçtım. Bunu ben yapıyor olamazdım!
Korkuyla elimde sıktığım kalemden gelen yanık kokusu ile kalemi fırlattım. İyi değildim! Halüsinasyon görüyor olmalıydım. Ben yakabiliyordum!
Yerdeki kalemin tahta kısımlarındaki kömürleşen yerlere bakarken aklımı kaybedecektim neredeyse. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Ben Eski Kan, basit birisiydim. Kanımda gerçekleşmemiş evrim sebebiyle kaybeden taraftaydım. Böyle bir şey yapabilmem mümkün değildi!
“Senin zamanın geldi, Ebren!”
Zihnime fısıldayan ses ile taş kesildim. O günden sonra sürekli rüyalarımda beni huzursuz eden sesi uzun zaman sonra ilk kez ayıkken duyuyordum.
“Ona güven.”
Sesin ilk kez duyduğuma nazaran zararsız oluşunu yadırgıyordum. Her ne olduysa artık zarar vermektense dinginleştirmeyi tercih ediyordu. Ruhuma fısıldıyordu. Bedenim bu sefer o sese karşı bir savunma geliştirmek zorunda hissetmiyordu. Ona itaat ediyordu hatta!
Kime güvenecektim?
Soruma yanıt verilircesine açılan kapıyı işittiğimde kafamı hışımla kaldırdım ve o yöne baktım. O’nu gördüm. Kapıyı usulca kapattıktan sonra kabanını düzeltip bakışlarını bana çevirdi. Siyah gri harelerinde anlamlandıramadığım bir ifade vardı. Tüm sorularımın yanıtları onda gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum.
Düşünceli görünüyordu. Aklını kurcalayan şeyin az önce o odada yaşadığımız an olduğuna emindim. Kaleme yaptığım şeyin bir benzerini ona da yaptım. Anlamış olmalıydı bende bir farklılık olduğunu. Bu yüzden yanında olmamı istemiş olmalıydı.
Bedenimi bir panik dalgası sararken başıma gelebileceklerin senaryolarını üretiyordum bir yandan. Hiçbirinin sonunun mutlu bitmediği aşikârdır diye düşünüyordum.
“Gidelim,” dedi tekdüze bir tonda, buyurgan bir eda ile.
Korku ile ona bakmaya devam ettim fakat hiçbir tepki göstermiyordu. Şaşkın bile görünmüyordu. Seni yaktım be adam, neden bu kadar sakinsin?
İlerlemeye devam ettiğini gördüğümde hareketlendim. Masanın üstündeki çantamı ve sandalyeme asılı kabanımı alıp hızla doğruldum. Doğrulduğum an kalakaldım.
Gözümün önünü dolduran vizyonlarla sendeledim. Elimle tutunacak bir yer aradım çünkü dengemi sağlayamıyordum.
Kuzguni siyah saçları rüzgârda savruluyor, burnuma metalik kan kokusu geliyor. Bana doğru yürüyor gururlu bir yüz ifadesiyle. Dudaklarında memnuniyetini simgeleyen bir tebessüm var. Elinde tuttuğu kılıcın ucundan damlayan kanı görebiliyorum. Tam önümde durduğunda nefesim kesiliyor, her zaman ki gibi. Bana doğru uzattığı eline dikkatle bakıyorum. Tereddüt bile etmeden o eli tuttuğumu fark ediyorum. Bu tüylerimin diken diken olmasına sebep oldu. Tuttuğu elimden beni kendine yakınlaştırdığı anlarda soluklarım hızlanıyor. Dudaklarını çeneme yakın bir yere bastırdığı an ise tüm dünya benim için dönmeyi bırakıyor. Gözlerimi yumup bu anın tadını çıkartıyorum.
Hızla vizyonun dışına itildiğim an bir adım geri atma dürtüsü ile sarmalandım. Arkamdaki sandalyeye takıldığımda ise her şey için çok geç kaldığımı biliyordum. Kalçamın üstüne yere düştüğüm an pek şaşırtıcı olmasa da oldukça acılıydı.
Düşüşümün çıkarttığı sesler sayesinde düştüğümü anladığını düşündüğüm Yazgan, çevik bir hareketle yanıma geldiğinde bakışlarım az önce gördüklerimin şaşkınlığıyla çehresine döndü. Çevik bir hareketle beni tutup doğrulttuğunda afallamış bir halde ona bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Gördüğüm şeyin gelecek olduğunu bilecek kadar aşinaydım artık yaşadıklarıma.
Gözlerimiz birbirine kitlendiğinde dünya yeniden dönmeyi bıraktı. Kaderimizdi birbirimizi bulmak, bundan artık emindim. O gece ansızın zihnime sızan güçler yan yana gelmemizi istemişlerdi. Bu yüzden yan yanaydık. Dudaklarının değdiği yer cayır cayır yanıyordu!
“İyi misin?” diye sordu endişe dolu bir sesle.
Ona bakmaya son veremiyordum. Cevap bile veremedim saniyeler boyunca. Şaşkınlığım öylesine yoğundu ki beni boğduğunu hissediyordum.
“Ben…” derken kekeliyordum. “Bilmiyorum.”
Resmiyet denen şeyden bihaberdim. Gördüğüm vizyonun etkisinden çıkabileceğimi zannetmiyordum. Bana kırpıştırdığı gözleriyle bakakaldı. Tuttuğu uzuvlarım yanıyordu. Ondan ve tutuşundan uzaklaşabilmek için bir adım daha geri gitmek istedim ama nafile bir çabaydı benimki.
“Tekrar düşme niyetin var sanırım,” dedi dolgun dudaklarını çarpık bir gülümseme kaplarken.
Soluklarımın hızlandığının farkındaydım. Karşımdaki adama patronum, Soylu Kan gözüyle bakmadığım ilk andı sanırım bu. Ona bir erkek gözüyle bakarken tüm bedenimin buna aşırı tepki verdiğinin farkındaydım.
“Hayır…” diye mırıldandım yalnızca.
Heyecanımı dizginleyebilmek için ondan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Bizi bekleyen bir geleceğin olduğunun artık farkındaydım. Yan yana olacaktık. Tesadüfi bir karşılaşma değildi bizim ki. Özenle kurgulanmış bir dizi olay içeriyordu.
Beni düşmeyeceğimden emin olduğu an bıraktığında dikkatle gözlerine bakmaya devam ettim. İçimde çağlayan bir his vardı. Kaderimiz birbirine kördüğüm ile bağlıydı ve o bunu zaten biliyordu. Aksi halde beni seçmezdi, burada olmazdım. Onu yaktığımda sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmazdı.
“Neden?” derken buldum kendimi.
Tek kaşı merakla havalandı. Sorduğum soru açık değildi.
“Neden beni seçtin?” diye sordum tüm sıfatlarımızdan arınmış bir şekilde.
Karşımdaki Yazgan Aspar olarak durmuyordu önümde, kaderin bizi birleştirdiği diğer kişiydi. Bir görev için seçilen iki kişiydik biz!
“Öyle istedim,” dedi dümdüz bir şekilde.
Acı veren ama gerçek olan bir şeyi yüzüme tokat gibi çarptı. Ne isterse onu yapmakta özgürdü, bense onun her dediğini yapmak zorunda olandım. Elbette canının istediği asistanı seçebilirdi çünkü buna hakkı vardı. İçinde yaşadığımız düzen ona bunu sunuyordu!
“Tek nedenin bu olmadığını biliyorum,” dedim dik dik ona bakarken. “Şu ana kadar en az dört kere beni öldürmeliydiniz. Dördünü de es geçtin.”
“Bununla beş oldu,” dedi aleni bir alayla. “Ayrıca limanda yaptığın şeyi tasvip etmiyorum ama yasayı oradaki herkese, bana bile sen hatırlattın.”
“Sana hâlâ sen, diyebiliyorum.” Dedim bir anda. “Soylu Kan Yazgan bundan daha hafif suçlar için çokça insan cezalandırmıştır.”
Dudaklarında yürek hoplatan bir gülümseme belirdi. Bakışlarında eğlendiğini gösteren parıltılar geçti. Benim oldukça ciddi olmam dışında bir sorun yoktu.
“Baş başayken söylemende herhangi bir sorun görmüyorum. Hiyerarşiyi ve ayrıştırıcı düzeni sevmem, tasvipte etmem. Benim için herkes insandır. Lakin insan içinde bunu yapman seni zor duruma sokabilir.”
Sözleri ile allak bullak oldum. Ona Soylu Şımarık dediğim için vicdan azabı çekeceğimi hiç düşünmezdim.
“Neden bu kadar önemsiyorsun?”
“Neyi?”
“Yaşamamı.”
“Kendimce sebeplerim var.” Dedi sorularımdan özenle kaçarken.
“Öğrenebilir miyim?” diye sordum şansımı zorladığımı bilerek.
“Hayır,” dedi tekdüze. “Şimdilik öğrenmemen en iyisi.”
“Buna kendim karar veremez miyim?” diye sordum.
Adıma karar verilmesi pek hoşuma gitmezdi genelde. Ama şu anda şansımı daha fazla zorlamamam gerektiğini düşünüyordum. Yeterince çizgileri geçtiğime kanaat getirdim. Bugün aştığım onca sınırın bir daha geri dönüşü olmayacağını biliyorduk her ikimizde.
“Şansını fazla zorlama, Ufak Yıldız.”
O günden sonra uzun bir süre aramızda geçen diyalog aklımı kurcaladı. Alenen sorularımdan kaçmasını elbette fark ettim. Zamanı gelene kadar durmaya karar verdim. Bu süreçte ailemle sık sık iletişime geçiyordum fakat her geçen gün özlemim katlanarak artıyordu. En yakın zamanda onları görebilmeyi umuyordum.
Aldığım terfi ile maaşıma ek olarak kendime ayırabileceğim vakitte artmıştı. Yazgan hafta sonları çalışmadığı için bende o zamanlar kalede kalıp dinleniyordum. Haftanın iki günü izinli olanlar kendini Yaratıcının çok sevdiği kullarından biri sayıyordu. Bu büyük bir lükstü!
Bir hafta sonu ailemi görmek için Otrar’a gitmeye karar verdim, bunu planlamaya başladım. Maaşımı alır almaz da ilk iş bunu yapacaktım.
Zihnimdeki seste uzun zamandır sessizliğini koruyordu. Günlerim birbirini tekrarlayarak olaysız geçiyordu. Halimden memnundum, yoğun tempo işi seviyordum. Yazgan’ın peşinden koşmaya da alışmıştım.
Yine bir hafta sonu kendimi camımdan gördüğüm o muhteşem manzaralı bahçeye attım. Ormanın başladığı patikanın başında çimlerin üstüne oturup kara kalem ile eskiz defterime gördüğüm güzel çiçekleri resmediyordum. Resmime öylesine daldım ki üstüme düşen gölge ile irkilmeden edemedim.
Bakışlarım merakla havalanıp tam önümde duranı buldu. Karşımda görmeyi beklediğimin aksine birisi vardı.
“Selam,” derken bana dikkatle bakıyor oluşu korkutucuydu.
“Tanışıyor muyuz?” diye sorarken karşımdakinin kim olduğunun elbette farkında değildim.
Aslında benzerlikten anlamam gerekirdi lakin o an bunun farkına varamadım.
“Tanışabiliriz,” derken sırıttı. “Eğer istersen.”
Oturduğum yerden kalkarken yaptığım aptallığın farkına anca varabildim. Üstümü silkeledikten sonra boğazımı temizleyip onu selamladım. Kendimi yumruklama arzusu ile doluydum.
“Tanıyamadım, efendim.” Derken utançtan yerin dibine girmeyi diliyordum. “Ben Ebren Hıncal.”
“Bu resmiyetten nefret ediyorum,” derken sesinde eğlenen bir ton vardı. “Lütfen bana efendim ve benzeri şekilde hitap etme.”
Gaflete düşerek şaşkın bakışlarımı karşımdaki adamın gözlerine kaldırdım. Öylece donakaldım. Simsiyah gözleri onunkilere benziyordu. Yaptığım aptallığı fark ettiğim gibi bakışlarımı yeniden ayaklarıma çevirdim.
“Ben Yançı,” dedi adını tüm sıfatlarından arındırarak. “Lütfen Soylu Kan gibi hitaplarla da konuşma benimle Ebren. Ayrıca artık yüzüme bakar mısın tuhaf hissettiriyor.”
Kahkahamı bastırmak için alt dudağımı dişledim. Benim kadar bu saçmalıktan nefret ediyor oluşu ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti. Ardından ürkek bakışlarımı kaldırıp ona çevirdim. Halime katılarak gülmek için an bekliyor gibiydi.
Yüzümün kıpkırmızı kesildiğine emindim ama yine de bunu belli etmedim.
“Daha iyisini yapabilirsin, kendin ol yeter. Bırak akışına gitsin işte,” derken hâlâ eğleniyordu.
“Herkese açık bir alanda yapabileceğimin en iyisi sanırım bu…” derken bir an duraksadım.
Ona nasıl hitap edeceğimi bilemedim.
“Adımla hitap edebilirsin. Rahat bırak kendini, bu resmiyetten nefret ettiğini gözlerindeki parıltılardan görebiliyorum.” Dedi samimi bir biçimde.
Yutkunmak zorunda hissettim kendimi.
“Özür dilerim,” derken bakışlarımı kaçırıp bahçedeki süs havuzuna doğru çevirdim.
Bakışlarım anında Yazgan ile kesişti. Dikildiği yerde durup öylece bizi izliyordu tüm dikkatiyle. Öfkesinin çehresine resmettiği sanatı görebilmek mümkündü. Kaşları çatılmış, bakışlarında sinir ışıldıyordu.
“Bunu yapabileceğimi sanmıyorum, kendimi kötü hissettiriyor.”
“Buna inanmamı bekleme,” derken o güzel sırıtışı yüzünü aydınlattı.
Kendimi yumruklama arzusu ile dolduğumu hissettim. İki kardeşin arasında kalmak en son isteyeceğim şey bile olamazdı. Yalnızca bana verilen işi yapmak için buradaydım. İki kardeş arasındaki savaşa dahil olmak istemezdim.
Tam bir şey söylemek için ağzımı açtım ki Yazgan’ın gölgesinin üstüme düşmesi ile şaşkınlıkla ona döndüm. Yançı’da aynı şekilde abisine döndü ve meydan okuyan bir ifade ile tek kaşını havalandırdı. Ortamın sıcaklığının on derece arttığına yemin edebilirdim.
“Yançı?”
Kendi bölgesinin istila edildiğini düşünen bir kurt gibi kardeşine bakıyor olması korkutucuydu. Korumacı tavrı da gözümden kaçmadı elbette, bunun insanları yakabiliyor olmamla alakası olduğuna emindim. Yapabildiğim diğer şeyleri şu an düşünmek bile istemiyordum.
“Yazgan?” dedi ukala bir tavırla Yançı.
“Soylu Kan Yazgan,” diyerek saygılı bir şekilde onu selamladım.
Bakışlarım yeniden ayaklarıma kaydı. Burada bulunmamam gerektiğine dair kuvvetli bir his doldum.
“Senin işin yok muydu, Yançı?” diye soran Yazgan’ın ses tonunda anlamlandıramadığım bir duygu vardı.
Öfke ile karışık, kardeşine bizzat yönlendirdiği bir duygu. Kardeşi ile arasında ne vardı?
“Evet, bende tam olarak onu yapıyordum abiciğim.” Dedi Yançı aynı alaycılıkla.
Bakışlarım kaçamak bir şekilde Yazgan’ın yüzünde dolandı. Dişlerini sertçe birbirine bastırdığı anı da böylelikle gördüm. Kardeşine geri adım atmasını beden dili ile net bir biçimde ifade ettiği aşikârdı.
Yançı’nın dudaklarında tatmin olmuş bir gülümseme belirdi.
“İzninizle,” diyerek araya girdim bir anda. Buradan kaçmam gerektiğini haykıran bir yan vardı içimde. “Size iyi günler.”
Eskiz defterimi göğsüme bastırıp gitmek için hareketlendiğim anda güçlü bir el bileğimi kavradı. Neye uğradığımı şaşırdım. Bakışlarım şaşkınlıkla elin sahibine döndüğünde inanamayan bir biçimde baktım ona. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu?
“Sohbetimiz bitmedi, Ebren.” Derken kışkırtıcıydı. “Abim gittikten sonra devam etmek isterim.”
Ona inanamıyordum. Abisinin vereceği tepkileri görmek için beni harcıyordu. Yazgan ise elbette durmadı. Elini tam kardeşinin elinin üstüne koydu ve kuvvetli bir şekilde kolumu serbest bıraktırdı. Şaşırmamak elde değildi. Burada ne dönüyordu sahiden?
“Ebren’in işi var,” dedi kati bir sesle. “Bizim de seninle işimiz var!”
Yançı’nın o memnuniyet dolu ifadesi titrememe sebep oldu. Elini abisinin elinden kolayca kurtarıp bir adım geri attı, nihayet!
Suçlu bir edayla ellerini havaya kaldırarak gevşek gevşek sırıtırken ona anlam vermeye çalışan bakışlar ile bakıyordum.
“Tamamen senindir!”
“Yançı!” diye çıkıştı sözlerine karşılık öfke ile Yazgan.
“Dilediğim şeye ulaştım, şimdi defoluyorum.” Dedikten sonra dönüp bana göz kırpması ile kanım çekildi. “Daha sonra görüşürüz, Ebren.”
Yazgan, kardeşine saldırmak için bir adım attığı esnada koşarak yanımızdan uzaklaşan Yançı’nın arkasından hayretle bakakaldım.
“Bu da neydi şimdi?” dedim maruz kaldığım durumu anlamlandırmaya çalışırken.
Dik dik suratıma baktı yalnızca. Ardından, ne, dercesine kafasını salladı hızlıca.
“Pes,” derken gülmeden edemedim. “Az önce iki kurt klanının çatışmasını izlemiş gibi hissediyorum, efendim. Kusuruma bakmayın, şaşkınlığım bu yüzden.”
Sözlerime o da güldü. Ardından öyle bir hareket yaptı ki nevrim şaştı. Elini uzatıp saçlarımı karıştırırken beni şaşkına çevirdi. Bunu bana hep abim yapardı!
“Aklını bunlarla doldurma, ufak yıldız.” Dedi sanki o ufak yıldızın bir gün denge getiren olacağını bilir gibi. “Ben halledeceğim.”