Ebren
Giray ile yine yenileceğime emin olduğumuz talimlerden birisini yaparken etrafımdaki hareketlilik odaklanmama müsaade etmiyordu. Çünkü ne için hazırlanıldığını biliyordum. Benim ailemi kurtarmak için yapılacak olan operasyona hazırlanıyorlardı. Iraz’ın bile gidecek olanların içerisinde yer aldığı ama benim dışlandığım gerçeği canımı oldukça sıkıyordu.
“Derin derin nefes al, Vadedilmiş…” diyen Tibet’i işittim.
Bakışlarım anlık ona kaydı. Giray’ın bu anı fırsat bilip üstüme doğru atıldığını gördüğümde de hemen savunma pozisyonuna geçtim ve onu savuşturdum. Dikkatimin her zaman onda olması gerekecek kadar tehlikeli ve sinsiydi!
“Duygularımdan uzak dur, Duygunun Hâkimi!” dedim Giray’ın yeni hamlesini de püskürtürken.
“Ne kadar romantik bir ifade,” diye alay etti benimle. “Eski Tanrılardan Eros’u anımsatmıyor mu size de?”
Varlığını görmesem de Doğan’ın kahkahasını duydum ve ona eşlik ettim. Yine ağaçlardan birisine kuş misali tünediğine emindim. Herhangi bir tehlikede beni durdurabilmek için peşimde gölge gibi dolaştığını bilmediğimi sanıyorsa yanılıyordu. Etrafımı saran hiçliği maalesef ki tanıyordum…
“Gerçekten saldıracak mısın artık, Ebren?”
Giray’ın sorusu ile gözümü kıstım, sağ ayağımı toprakta iyice yerleştirdim. Bazen beni gerçekten çileden çıkartıyordu. Sinsi bir sırıtış oturdu dudaklarıma. Bedenimden adeta fışkıran ışık hüzmesi ile onu afallattım. Güçlerimi kullanmadan savaşmam için orada olan Doğan sanırım uyukluyordu. Tibet bir elini gözüne siper ederken bir yandan da kahkaha atıyordu. Giray ise yere düştüğü esnada ağız dolusu bir küfür savurmuştu.
Kılıcına bir tekme atarak uzaklaştırdıktan sonra tepesinde durup kılıcımın ucunu ona doğru uzattım. Birkaç gün önce tam da böyle bir anda zihnimi ele geçirmeye çalışan o şeytani sesi anımsayınca ürperdim. Amacının kıyameti getirmem olması aşikârdı. Bir sebepten yeniden kıyameti yaşatmak istiyordu. Onu durdurabilmek için vazgeçtiğim onca şeyden sonra pek şansı olmayacaktı.
“Günaydın, Doğan!” diye homurdandı öfke ile Giray. “Bu yaptığına hile denir, küçük hanım.”
“Oysa zeki bir şekilde savaşmamı istediğini sanıyordum.” dedim alınmış gibi.
Tibet’in kahkahaları şiddetlendi. Bakışlarım kucağında koca bir kutuyu taşıyan Yazgan ile buluştu. Dudaklarında teskin edici bir tebessüm ile bana baktı. İçimde kopan fırtınanın farkındaydı. Önce Tanla, ardından ailem… Yançı’dan son öğrendiğimiz bilgilere göre abimin kaçak olduğunu da anımsayınca tüm gerginliğim artıyordu. İlter’in onun bir Fısıltı Kâhini olduğunu anlaması ile kaçmak zorunda kalmıştı. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Umuyordum ki iyiydi. Annem ve babam güvenli bir yerde tutuluyordu. Onları teslim alıp buraya getirmek üzere görevlendirilen birliğin hazırlıkları bitmek üzereydi.
Bir ağacın tepesinden atlayan Doğan’ın bu kadar yakın olmasına hem şaşırdım hem de bir anda onu karşımızda görünce irkildim. Yapılı vücudunu bu kadar çevik kullanabilmesi imrenilecek türdendi. Üstünü silkelerken dudaklarında alaycı bir tebessüm vardı.
“Savaşta her şey mübahtır, daima hazır olmalısın Giray. Karşındakinin Vadedilmiş olduğunu unutmamalısın!” Dedi aynı alayla.
“Baş belasısınız! Gücünü sana karşı kullanmak istemeyeceğim kadar kıymetli olduğun için şükret, Ebren!”
“Kullanmamanı kimse söylemedi,” dedim alayla.
“İşte benim kızım!” dedi Tibet şen kahkahaları eşliğinde.
Onlara bakarken aklımı düşünceler doldurdu. Biri, her gücü karşısındakine karşı silaha dönüştürebiliyordu. Diğeri duygulara hükmediyor, akıllıca savaşmanın ne kadar mühim olduğunu hatırlatıyordu. Doğan… Doğan’sa hiçlikti. Bir anda Soylu Kanların yüzyıllardır Eski Kanlara eziyet etmekte kullandığı, elinde mutlak gücü tutmasına neden olan o gücü durdurabiliyordu. Yine de…
“Siz neden bu göreve katılmıyorsunuz?”
Sorum üçünün de şaşkınlıkla bana dönmesine neden oldu. Bir an onların bu durumu hiç sorgulamadıklarını anladım. Soruma bu kadar şaşırmalarının başka sebebi olamazdı.
“Yetenekleri tehlikeye atılamayacak kadar kıymetli ve eşsiz,” diye yanıt veren Iraz oldu.
Bakışlarım öfkeyle ona döndü. Yüzümü ekşitmekten alıkoyamadım kendimi. O akşam, ateşin etrafında herkes varken söylediği sözleri zihnimde yankılandı. Hak etmediğimi düşünüyordum, en başından beri bu kadar nefret dolu oluşunu.
“Kolay gelsin,” diyerek onu selamladılar bense hiçbir şey söylememeyi tercih ettim.
O günden sonra ilk kez iletişim kuruşuydu. Benim bir adım atmayacağımı anladığındandı belki bilmiyordum ama bana hiçbir şey hissettirmiyordu. Öyle bir yerden incitmişti ki beni onu affedebileceğimi sanmıyordum.
“Doğan…”
Pekin’in sesini işittiğimde heyecanla ona döndüm. Bakışlarımı yakaladı ve duraksadı. Tanla için görülerinin değiştiğini söylemesini bekliyordum ve her seferinde gözlerime büyük bir acıyla bakıyordu. Bense her seferinde bu andan sonra acı içinde can çekişiyordum adeta. Onun için Yançı’dan başka şansımız yoktu. Gerçi Pekin, Yançı’nın da pek bir şeyi değiştiremeyeceğini söylemişti. Buna inanmamayı seçmiştim.
“Ebren…” dedi yeniden aynı ses tonuyla.
“Duymak istemiyorum,” dedim yine aynı acıyla.
“Bu savaşta herkesin yeri belli.”
Tam arkamı dönmüş giderken söylediği sözler ile olduğum yerde çakılı kaldım. Bu da ne demek oluyordu? Hışımla ona döndüm. Dehşetle ona bakakaldığımı gördü fakat hiçbir şey söylemedi. Sözlerinin anlamının farkında mıydı? Kardeşim hakkında konuşurken böylesine pervasız olamazdı.
“Hayır!” dedim inkâr için yanıp tutuşurken. “Hayır, Tanla’nın yeri benim yanım! Bir daha sakın bunu ima bile etme!”
“Pekin!” dedi Doğan öfkeyle.
Tibet’in duygularımı kontrol ettiğini bulanık görürken dahi ağlayamamamdan anladım. Gözyaşlarım sınırdaydı ama bir damla dahi düşemedi.
“Rahat bırak onu, Tibet. Ben hallediyorum.” Diye mırıldandı bu sefer Doğan.
Ona minnettardım. Zaten gücümün uğursuz uğultusu kesilmişti. Doğan’ın şu anda beni zapturapt altına aldığı belliydi. Tibet’in gücü üstümden çekildiğinde ilk damla gözyaşı sol gözümden yanağıma doğru aktı. Diğerleri de peşinden geldi. Bunu kabul edemezdim. Hayatım zaten tepetaklak olmuştu. Kardeşimin bu savaşta tam karşımızda olacağını kabul etmek istemiyordum!
Tanla’nın düşmanımızın safında yer alacağını söylemesine müsaade etmezdim. O bana, doğru bildiği hiçbir şeye ihanet etmezdi. Kardeşim bir hain değildi! Onlarla ve adaletsiz düzenleriyle savaşmak için vazgeçmiştim Tanla’dan. Ona daha güzel bir gelecek sunabilmek için…
“Özür dilerim…” diye fısıldadı Pekin.
“Pekin!” diye uyardı onu Doğan. “Sadece bir saniye zapt edemezsem tüm Aşpara’yı ateşe vermesi an meselesi, sus artık!”
“Sakinim ben!” dedim sımsıkı dişlerimin arasından. “Tanla asla böyle bir şeyi yapmaz. Aklını kaçırmadığı sürece…”
Sözcüklerim zihnimde dondu. İlter’in yeteneğini anımsadım tam o an. Pekin gözlerimden kaçırdı gözlerini. Ruhumda bir acı sancıdı. Olamazdı, Tanla’ya bunu yapmasına izin veremezdim.
“Pekin?” dedim nefes alamazken.
“Ebren…” diyerek bir anda yanımda belirdi Yazgan. “Yine onun canını yakmak için ne söylemiş olabilirsin?”
“Tanla’yı kurtarmak zorundayız!” diye fısıldadım aydınlanış içinde. “Bir an önce o psikopatın ellerinden kardeşimi kurtarmalıyız.”
Bana öylece baktılar. Her birinin gözlerinde Pekin’in sözlerine olan sıkı inançları görünüyordu. Kanımda akan kan katılaştı adeta. Ruhum buz tuttu. Ondan vazgeçmemi bekleyemezlerdi. Ondan vazgeçmeyecektim!
“Sizle veyahut sizsiz…” diye mırıldandım oradaki herkesi korkutan bir ses tonuyla. “O manyağın elinden kardeşimi kurtaracağım! Onun gerçekliğini bozmasına izin vermeyeceğim…”
Gücümü arıyordum. Bir şekilde ona ulaşabilmek için tutuşuyordum çünkü buradan uzaklaşmak bir başıma dahi olsa Barshan Ülkesine gitmek ve kardeşimi o pisliğin ellerinden çekip kurtarmak istiyordum. Onun merhametine bırakılamazdı!
“Ebren…” dedi acı kabullenişinin yansıdığı ses tonuyla Yazgan. “Çok tehlikeli.”
Gözyaşları sicim gibi akıyordu artık. Bunu kabul etmemi bekleyemezlerdi. Tanla’yı onun ellerine bırakamazdım. Daha ne kadar yıkılmam, mahvolmam gerekecekti? Doğduğum günden bugüne bildiğim tüm doğruların yalan olduğunu öğrenmiştim. Kardeşimin düşmanımın ellerine düştüğünü öğrenmiştim. Susmuştum, hep çoğunluğun iyiliği için kardeşimi son ana kadar ertelemeyi kabul etmiştim ama artık olamazdı. Tanla’yı İlter’in merhametine bırakamazdık!
“Yazgan…”
“Bu bir emirdir, Ebren!” diyen Pekin’i işittiğimde dehşetle donakaldım. Bakışlarım ok gibi saplandı bakışlarına. “Aşpara’dan ayrılmayacaksın!”
“Ne?”
“Akıl hocan, komutanın ve senden sorumlu kişi olarak yasaklıyorum, Aşpara’dan çıkmana hiç kimse izin vermeyecek. Gerekirse Doğan yedi yirmi dört peşinde seni zapt edecek ama aklından geçirdiklerini yapmana izin vermeyeceğim!”
Elimdeki kılıcı yere fırlattım. Güçlerime ihtiyacım yoktu. Birkaç adım attım fakat sonrasında Pekin’e doğru var gücümle koşmaya başladım. Bunu yapmasına izin vermeyecektim. Kardeşimden vazgeçiremeyeceklerdi beni!
“Ebren!” dedi şaşkınlıkla Yazgan.
Peşimden gelerek tam Pekin’in üstüne atlamak üzereyken beni belimden yakaladı. Kolları arasında çırpındığım esnada o sarımtırak harelere nefretle bakıyordum.
“Sen bana emir veremezsin!” diye haykırdım Yazgan’ın kıskacından kurtulmaya çalışırken. “Kardeşimi mahvetmelerine izin vermemi bekleyemezsin…”
Çaresizliğim giderek sesime yansıdı. Öylesine nefret ettim ki kendimden. Hiçbir Soylu Kandan emir almamak için değil miydi tüm bu çaba? Neydi bu şimdi?
“Hiçbir Soylu Kandan emir almıyorum ben, Pekin!” diye haykırdım gözyaşlarım eşliğinde onun da canı yansın diye. Ona bize eziyet etmiş Soylu Kanlardan olduğunu haykırmam bu sebeptendi. “Beni durduramazsın… Hiçbiriniz durduramaz!”
Yüzünde öyle bir ifade vardı ki zaten durdurduğunu haykırıyordu adeta. Ona inanamıyordum. Bunu yapmasına izin vermeyecektim. Kardeşimi kimsenin merhametine bırakmayacaktım.
“Pekin!” diye yeniden konuştu Doğan. “Gerçekten sınırdayım!”
Sözlerinin hemen ardından burnundan sızan kırmızı sıvıyı hepimiz gördük. Ona zarar verenin ben olduğumu anladığımda çarpılmış gibi hissettim. Dehşetle ona bakarken vicdan azabım tüm benliğimi sardı. Bu andan sonra durulmam uzun sürmedi.
“Doğan?” dedim sesim titrerken. “Özür dilerim. Ben…”
Ne diyeceğimi bilemedim. Yazgan’ın beni zapt etmek için sardığı kolları bu sefer şefkatle sarmaladı bedenimi. Beni kendine doğru çekip sıkıca sarıldı. Başımı göğsüne gömüp derin derin nefes aldım. Herkese zarar vermekten başka neye yarıyordum? Sözde koskoca Kıyamet Savaşını durdurmaya gelmiştim daha kendi kardeşimi bile koruyamıyordum!
“İyiyim,” diyen Doğan’ı işittim. “Sorun yok, Ebren.”
Ona döndüm ve minnetle baktım. Herkes şaşkındı. Doğan’ın böylesine zorlandığına ilk kez şahit oluyor olmalıydılar. İçimdeki gücün evrenin kaosundan geldiğini bazen unutuyordum. İçimde kavrulan o öfkeyi dizginlemek zorunda olduğumu daima hatırlamalıydım. Çünkü ben ne zaman kendimi kaybetsem birine ya da birilerine zarar veriyordum.
“Her doğru her yerde söylenmemeli…” diye mırıldandı Doğan.
Bu sözleri Pekin’e hitaben söylediğine emindim. Pekin, artık umut etmekten vazgeçmem için söylemişti tüm bunları. Başka bir olasılık olmadığını bilmek, biz umut etmekten başka çaresi olmayan insanlar için delirticiydi. Oysa her türlü olasılığı bildiğinden bizden daha rasyoneldi. Elbette gördükleri yüzünden daha mantıklı davranmak zorundaydı, daha dikkatli hareket etmeliydi. Ben bunları biliyor ve onu anlıyordum fakat… Yine de söylediği sözler beni parçalarıma ayırmıştı.
“Bazı gerçekler bilinmeli…” diye fısıldadı. Bunu gelecekte gördüğü hangi ihtimale karşı söylediğini bilmek imkânsızdı. “Senin vereceğin kararlar tüm evreni etkileyecektir.”
Titredim. Öznel bir karar veremeyeceğimi en açık dile getirişi buydu sanırım. Daha önce birçok kez bunu dolaylı yolla işitmiştim hiç bu kadar net bir biçimde onun ağzından duyduğumu hatırlamıyordum.
“Yalnızca kardeşimi o canavarın ellerinden kurtarmak istiyorum…” diye mırıldandım.
“Keşke yapabileceğim bir şey olsaydı. İnan bana senden önce çoktan bunu yapardım!”
Sözleri damağımda acı bir tat bıraktı. Kabullenmek istemiyordum. Bunu da kabul etmek istemiyordum! Zaten her şeyden vazgeçmiştim, kardeşimden vazgeçmek istemiyordum.
“Yeter bu kadar!” diyerek araya girdi Yazgan.
Şaşkınlıkla ona döndüm. Bu ana kadar susmuş, kendimi savunma hakkımı elimden almamıştı. Benim yerime konuşması gerekmediğini, sınırını bilmesi oldukça anlamlıydı. Bana karşı olan koruma içgüdülerinin ne kadar güçlü olduğunu tahmin bile edemezdim fakat buna rağmen her an beni ardına alarak korumak yerine sadece gerçekten ihtiyacım olduğunu anladığında bunu yapıyor oluşu, bana olan saygısı hayranlık uyandırıcıydı. Durup kendi kararlarımı vermeme müsaade ediyordu, kendi alanıma saygısızlık etmiyordu.
“Bazı gerçekler yalnızca onu mahvediyor, bunu neden görmüyorsun?” diye mırıldandı öfkeli bir tonda. “Ruhunda yeterince yarası var zaten.”
“Siz de benim gördüklerimi görmüyorsunuz, Soylu Kan Yazgan!”
Bakışlarım dehşetle Pekin’e çarptı. Acımasızlığı karşısında kanım dondu. Ona hitap şekliyle Yazgan’ın bedeni kaskatı kesildi. Ona uzun zamandır kimsenin bu şekilde hitap etmediğini anımsadım. Bu ona acıdan başka hiçbir şey anımsatmıyordu. Bedeninin tepkisinden bile bunu duymanın ona acı verdiğini anlayabilirdim.
“Pekin!” diyerek onu uyardı Doğan. “İnan bana onu durdurabileceğimi sanmıyorum!”
Doğan’ın sözleri ile şaşkınlıkla ona döndüm. Bu ne demekti? Az önce beni zapt etmek için çok büyük güç harcadığı için miydi yoksa genel anlamda mı söylemişti bu sözleri?
“Kan Hâkimlerin Efendisi…”
Bilge Tegin’in araya girmesi ile ortamdaki gerginlik anında dağıldı. Pekin’e çok kısa bir bakış attı. O bakışlarındaki kınayıcı ifadeyi ben bile görebildim. Yazgan’a hitap şekli ise gözden kaçmadı. Bunu daha sonra açıklayacaklarını söyleseler de sanki sebebini kendi gözlerimizle görmemizi ister gibi hâlâ tek kelime etmemişlerdi.
“Çok uzun zamanlar sadece bu şekilde anılacaksın, merak etme.”
Bilge Tegin’in sözlerinden sonra Yazgan’ın Pekin’in sözlerine içerlediği net bir biçimde anlaşıldı. Ölümcül bir ifade ile Pekin’e diktiği bakışları gerçekten ürkütücüydü. Elimi usulca elinin üstüne yerleştirdim. Bakışları bana dönerken yumuşadı. Pekin’in hamlesini beklemediği aşikârdı.
“Obeshchano,” (Vadedilmiş…) diyeni işittiğimde irkildiğimi hissettim. Onunla son görüşmemizden bu yana yüzyıllar geçmiş gibiydi. “Posol dobra i nadezhdy…” (İyiliğin ve umudun elçisi.)
Bilge Asena tam karşımızda durduğunda herkes saygıyla onları selamladı. Bilge Tegin gibi bedenine beyaz bir kumaş sarmıştı. Oldukça dinç ve mutlu görünüyordu, benim tam aksime…
“Lord Krovavykh Sudey…” (Kan Hâkimlerinin Efendisi.) diyerek Yazgan’ı selamladı.
“Bilge Asena,” dedim gülümserken.
“Hangi amaç uğruna savaşıyor olursan ol, senin çıkarların tüm insanlığınkinden üstün değildir Vadedilmiş. Bunu sakın unutma…”
O karşılaşmamız esnasında bana söylediği sözleri anımsadım. Tam da şu ana oldukça uygun olduğunu fark etmem irkilmeme neden oluyordu. Fısıltı Kahinlerinin yapabildiklerinin bir sınırı var mıydı? Zihne fısıldayabiliyor, rüyaları kontrol edebiliyor ve hepsinden ötesi geleceği milyonlarca olasılıkla bile olsa biliyorlardı! Aylar önce bana söylediği sözlerin cuk diye şimdiye oturuyor oluşu beni irkiltiyordu.
“İnzivadan dönüyorum,” diye mırıldandı. “Bu sefer ki oldukça büyük aydınlanışlarla sonuçlandı. Duygularını eğitmende sana artık ben yardımcı olacağım, Vadedilmiş.”
Bu beni oldukça mutlu etse de bir yanım korkuya kapıldı. Bir dokunuşu ile ruhunun gizlemeye çalıştığın tüm karanlığına erişebiliyordu. Yeniden aynı şeyi deneyimlemek istediğimi sanmıyorum. O anları anımsamak bile tüylerim diken diken olmasına neden oldu.
“Resmi olarak tanışmadık,” dedikten sonra bakışları Yazgan’a döndü. “Ben Asena,”
“Yazgan, memnun oldum.” Diyerek kendine uzatılan ele doğru uzandı.
O an ne yaşanacağını çok iyi biliyordum. Tek dokunuşu ile bende olduğu gibi Yazgan’ı da sınayacaktı. Ruhunun en derinlerine gömdüğü belki de kendinin bile bilmediği gerçekleri gün yüzüne çıkartmak ve geleceğe dair olan olasılıkları en aza indirebilmek için… İnsanın ruhunu çırılçıplak bırakan bu hamle hem yorucu hem de oldukça yıpratıcıydı.
“Chto ty podayesh', Lord Krovavykh Sudey?” (Neye hizmet ediyorsun, Kan Hâkimlerinin Efendisi?)
“Ya sluzhu balansu i spravedlivosti!” (Denge ve adalete hizmet ediyorum.)
“Kakoye u tebya oruzhiye?” (Silahın nedir?)
“Moya sila.” (Gücüm.)
“Kakova tvoya tsel'?” (Amacın nedir?)
“Zashchita Ebren’a!” (Ebren’i korumak!)
“Ot chego by vy otkazalis', chtoby zashchitit' yego?” (Onu korumak için nelerden vazgeçersin?)
İrkildim. Bu soru bana yöneltilmemişti. Her seferinde sorular mı değişiyordu? Beni korkutan asıl gerçek alacağımız yanıtın ta kendisiydi.
“Aynı soruyu bana da sormuştu.”
Pekin’in zihnime fısıldamasıyla irkildim. Bakışlarım yeniden onu buldu. Bundan yalnızca dakikalar önce onu parçalamama an kalmıştı fakat buna rağmen hâlâ oradaydı.
“Seni korumak için canımdan bile vazgeçebileceğimi söyledim.”
Pekin, Vadedilmiş olanı korumak için canını feda etmeye hazırdı. Peki ya Yazgan neyi feda edecekti?
“Ya mog by dazhe otkazat'sya ot nego, chtoby zashchitit' yego.” (Onu korumak için ondan bile vazgeçebilirim.)
Ürperdiğimi hissettim. Bu bağı, koruma içgüdüsü o an beni darmaduman etti. Bakışlarım hışımla Yazgan’a döndü. Bunu nasıl söyleyebilirdi? Beni korumak uğruna benden vazgeçmemeliydi. Benden vazgeçtiği gün boşlukta asılı kalırdım. O pusulam gibiydi, onsuz nasıl yönümü bulurdum?
“Çünkü senden vazgeçmesi, canından vazgeçmesinden bile daha zor…”
Şaşkınlıkla Pekin’e bakakaldım. Onun kalbindeki duyguların elbette farkındaydım. Yazgan ve benim aramdaki ilişkinin farkındaydı. Buna rağmen tam şu anda Yazgan’ın ne demek istediğini anlayabilmem için bu açıklamayı yapıyordu.
Yazgan, dokunuşun etkisinden çıktığında birkaç adım sendeledi. Bilirdim o hissi. Gerçekten serseme dönüyordu insan, ne yapacağını şaşırıyordu. Ama o benden çok daha güçlüydü. Tek başına ayakta durmayı başardı. Ve sonraki an bakışları bana döndü. Söylediklerinin benim üzerimde ne gibi bir etkisi olduğunu görmek istediğini biliyordum. Hayal kırıklığıydı belki aradığı ama benim gözlerim yalnızca kırgın bir ifade ile baktı. Beni bırakamazdı…
“Aramıza hoş geldin, Kan Hâkimlerinin Efendisi.”
Çünkü ben ne olursa olsun onu ardımda bırakmayı hiçbir zaman düşünemezdim!
“Bilge Bumin, Aşpara’ya adım attığı anda tutuklayın.”
Babamın ismini işittikten saniyeler sonra Bilge Asena’nın söyledikleri beni şoke etti. Bilge mi?
“Anlamadım?” dedim dehşet içinde.
“Baban bir Kovulmuş, Vadedilmiş.” Dedi soğukkanlı bir ifade ile. “Öncelikle silinmiş hafızası yerine gelecek ardından altmış yedi sene evvel aramızdan neden kovulduğunu anımsayacak…”
“Altmış yedi mi?”
Her öğrendiğim yeni bilgi ile sarsılıyordum. Babam altmış yedi sene evvel nasıl kovulmuş olabilirdi? Henüz elli beşinde bile değildi!
“Baban, Bilge Asena gibi Kan Çağı Savaşını gören bir Fısıltı Kâhini.”
Kan Çağı Savaşının üzerinden dört yüzyıldan fazla geçmişti! Dengemi sağlayamadım ve yalpaladım. Başım dönüyordu. Bunu ilk fark eden Giray oldu ve koluma girerek dengemi sağlamama yardımcı oldu. Ona minnetle baktım. Şu an beni tutmuyor olsaydı düşüp bayılacağıma emindim. İçimde evrenin saklı gücü yatıyordu ama en ufacık duygusal çalkantı beni bertaraf edebiliyordu.
“Bugün çok yoruldu,” diyerek araya girdi. “Ebren’in biraz dinlenmesi gerekecek.”
Ona teşekkür edecek gücü kendimde bulamadım. Bana anlayışlı bir gülümseme ile karşılık verdi. Tam bulunduğumuz anın gerçekliğine inanamıyordum. Üstümde etkisi olmadığı halde İlter’in aklımı bulandırdığını bile düşünecek kadar acizdim. Gerçeği kabul etmek her şeyden daha zordu!
“İyi dinlenmelisin, Vadedilmiş.” Diye seslendi Bilge Asena.
Giray beni, Tibet Yazgan’ı tutarken kısa bir an duraksadık.
“Aileni kurtarmaya gitmeden güç toplamalısın.”
Bilge Asena’nın sözleri ortaya yıldırım gibi düştü. Kimse ne diyeceğini bile bilemedi o an. Daha benim aklıma bile gelmeden ne yapabileceğimi bilmesi gerçekten korkutucuydu!
“Ebren bu göreve katılmayacak, Bilge Asena.” Diyen Pekin oldu.
Bakışlarım anlık arkama döndü. Bilge Asena’nın alaycı bir ifadeyle Pekin’e bakışını yakaladım. Onun geleceğe dair görüşlerinin, Pekin’inkilerden daha net olduğunu anladım.
Kim bilir belki de aklıma bunu sokan kişi de oydu?
***
Yatağıma oturmuş, gün ağarmasın diye dua edecektim neredeyse fakat yükselen güneş umduğumun tam aksini yapmak için doğuyordu. Ufuğun yavaş yavaş aydınlanışını seyrettim. Hava alacakaranlık bir hal aldığı an hareketlilik başladı. Gidiyorlardı…
“Ebren?”
Arkamdan gelen sesi işittiğimde usulca o tarafa döndüm. Hazırdı. Üstünde tüm bedenini bir yılan derisi gibi saran siyah kıyafetleri, bedeninin tüm heybetini ilk kez bu kadar fazla net görmemi sağladı. Yeni ağaran günün ışığında bile lahuti görünüyordu. Gidiyordu…
“Merhaba,” diye mırıldandım.
Elindeki çantasını yere koyduktan sonra bana doğru adımlamaya başladı. Tam göğsünün ortasında birleştirdiği silah kılıfını tek hamlede açtı ve onu da üstünden çıkartıp yere bıraktı. Önüme oturdu. Yüzümü avuçlarının arasına aldı. O anlarda yüzümün ne halde olduğunu bilmiyordum ama gözlerimin içine öyle bir şefkatle baktı ki tüm savunmalarımın yıkıldığını anbean hissettim.
Gözyaşlarım titreşti. Ödüm kopuyordu, onu benim gibi korumayacaklarını bilmek göğsümün ortasında koca bir boşluk oluşturuyordu. Onu bir kere arkalarında bırakmayı düşünmüşlerdi, sonucunda bir katil olmuştum. Soylu Kanlar beni, Katlin Vadedilmişi, olarak anıyorlardı bu yüzden. Bensiz gitmesine izin veremezdim!
“Siyayushchaya Zvezda...” (Parlayan Yıldız)
Gözyaşlarım akmasın diye kendimi sıktım. Konuşursam çenem titrer diye öylece gözlerinin içine baktım. Parmaklarını gözlerimin altına usulca dokundurduğunda direnişimin pek işe yaramadığını anladım.
“Sana geri döneceğim…”
“Ya dönmezsen?”
Bana öylece bakakaldı. Ona inanmadığımı zannetmiş olmalıydı ama benim asıl korkum benim iyiliğim için benden vazgeçebilecek oluşuydu.
“Benim yollarım daima sana çıkar, Siyayushchaya Zvezda.”
“Korkuyorum…” diye itiraf ettim. “Sensiz yolumu kaybetmekten…”
“Her ne olursa olsun doğru olanı yapacağına inanıyorum.” Diye mırıldandı. “Yapacaksın!”
Sıcak dudaklarını alnıma bastırdı. Gözlerimi yumduğum an tuttuğum ne varsa akmaya başladı.
“Kuzey Yıldızım olmadan gece yolumu kaybederim…” diye mırıldandım.
“Sen yıldızların şahısın, Siyayushchaya Zvezda. Kimse senden daha parlak olamaz.”
“Gecemin en parlak yıldızı sensin…”
Bakışları gözlerime çarptı. Dudaklarında beliren o tebessüm ile içim ısındı. Oturduğum yerde hareketlendim. Dizlerimin üstünde doğrulurken ellerim boynunu sardı. Dudaklarım sarsıcı bir biçimde onun dudaklarına çarptı. İçimde bir volkan patladı o anlarda. Dudaklarımızın buluştuğu noktadan kıvılcımlar saçıldı. Dudaklarımızın birleşmesi iki insanın birbirine olan ihtiyaçlarını mırıldandı bir ninni gibi kulaklarıma. İki aşığın dans edişi gibi birbirine dolandı dillerimiz. Onların kızgın bir lav gibi yakan hareketleri ile tüm bedenimiz çağladı.
Beni tutup kucağına çekerken ruhum ruhuna doğru aktı. Hırpalayıcı dudakları bir kez daha benliğimi fethederken bir eli belimden sırtıma doğru yükseldi. Dokunuşu altında bir yaymışçasına gerildi tüm vücudum. Dudaklarımdan zevk dolu bir inleme döküldü. Başımı geriye doğru attığım an ıslak dokunuşunu boynumda hissettim. Tüketircesine oradan gerdanıma doğru indi. Nefeslerimiz birbirine karıştı, odanın duvarlarında çınladı.
“Seni nasıl bırakıp gideceğim ben, Siyayushchaya Zvezda?”
Dudaklarım dudaklarını örttü. Ona susamışçasına kana kana içmek istiyordum dilimde mayhoş bir tat bırakmış dudaklarını. Alt dudağını çekiştirirken işittiğim o hırıltısı ile kıkırdadım. Onsuz ben olmazdı, bunu tüm kâinat biliyordu! Bizim hislerimiz yüzyıllar önce kehanetlere gizlenmişti.
Dengeyi ve adaleti en güçlü olan duygu sağlayacak.
Bizim sevgimiz, dünyanın kurtuluşuydu. Bu his bir umuttu!
“Her ne olursa olsun, benden vazgeçme…” diye mırıldandım nefes nefese.
Üst dudağıma küçük bir öpücük kondurdu ve cevap vermedi. Ben bu sessizlikten aldım cevabımı.
“Gitme vakti, Siyayushchaya Zvezda.”
Göğsümün üstüne tonlarca bir taş koydular sanki. Onu göndermek istemiyordum. İçimde kötü bir his vardı. Bu gidişin bizi parçalayacağını biliyordum. Bu yüzden vedalaşmamayı seçiyordum. Ben ona veda edemezdim…
Üstüme rastgele bir şeyler geçirdikten sonra göreve gidecek olanları yolcu etmek için onunla birlikte çıktım. Sarmal merdivenlerden indiğimiz vakit Pekin’i gördüm. Kızıl uzun saçının sol tarafında bir örgü sarkıyordu. Sarımtırak hareleri önce bizi buldu ardından birbirine kenetlenmiş ellerimizi. Bakışlarını kaçırışı canımı yaktı. Onun acı çektiğini görmek beni kahrediyordu, bunun olacağını daha biz bilmezken bile biliyordu üstelik…
Tüm Yedisu Halkı, gidecek olanları yolcu etmek için oradaydı. Ellerinde onlara hediye etmek için bulunan bir sürü eşya vardı. Kimisi kendi pişirdiği ekmeği, kimisi sıcak tutsun diye kendi kıyafetini… Ellerinde onlara ait ne varsa onu sunuyorlardı. Yüce gönüllülükleri herkese ibret olmalıydı. Karşılarındakinin kim olduğunu önemsemeden yalnızca seviyorlardı işte! Sevgi bizi iyileştirecekti!
Göreve gidecek olanlar, limana kadar Orsatakslar ile seyahat edeceklerdi. Tüm arkadaşlarımla birer birer vedalaştım. Sıra Pekin’e geldiğinde öylece bir süre birbirimize baktık yalnızca. Ardından beni güçlü tutuşu ile sardı.
“Kendine dikkat et.” Diye mırıldandım.
“Edeceğim, Vadedilmiş…” diye karşılık verdi.
Her biri kendi Orsataksına binerken Yazgan’a döndüm. Parmak uçlarımda yükselip boynuna sıkıca sarıldım. Hüngür hüngür ağlayabilirdim fakat bunu yapmamaya söz vermiştim…
“Tüm yolların sonunda daima seni bekliyor olacağım…” diye mırıldandım. “Daima kapkaranlık göğümün Kuzey Yıldızı olacaksın. Yönümü bulmak için seni izleyeceğim.”
Beni sıkıca sardı. Başımı boynuma gömdü ve derince kokumu içine çekti. Huşu içinde bulutlarda geziniyordum sanki. Yüreğimde koca bir ağrı vardı ama bir gün yine bu şekilde yan yana olacağımıza olan inancım her şeyden daha güçlüydü. O benim Kuzey Yıldızımdı bense onun Parlayan Yıldızı…
Her şeye rağmen bunun bir veda olmamasını dilerdim…