Bulanık

4975 Words
Ebren Gidişlerinin üzerinden yalnızca saatler geçmiş olmasına rağmen sanki aylardır onlardan mahrum bırakılmıştım. Geride kalanlar hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeye çalışıyordu. Kendimi kimsesiz gibi hissetmekten alıkoyamıyordum. Kahvaltımı yaptıktan sonra Alaca ve Belen ile birlikte eğitim alanına doğru ilerlemeye başladık. Sanki beynimin içi bomboştu. Varlıklarına öyle bir alışmıştım ki yoklukları beni sınayacaktı. “Hoş geldiniz,” diyerek bizi karşılayan Savunma Sanatları Ustası Turalp’ti. Onlarla birlikte savunma eğitimi görmeye başlamadan önce Giray beni eğitmişti. Onu yenmemle birlikte artık herkesle birlikte eğitim alabileceğime karar verilmişti. Şimdi hiç keyfim yoktu. Gidenler geri gelene kadar uyumak istiyordum… “Bugün fazla bitkin görünüyorsun, Ebren.” Dedi Usta Turalp. Elinde tuttuğu kılıcı üstüme doğru atması ile bir an dehşete kapıldım. Elim ayağıma dolaşsa bile Giray’ın bunu sürekli benimle alay ederek yapmasından dolayı heyecanımı yenip, çevik bir hareketle kılıcı havada yakalamam uzun sürmedi. Hocanın bana olan memnuniyet dolu bakışları gururumu okşadı. “Reflekslerini geliştirmen güzel,” dedi hemen ardından. Sözleri ile gözlerimin içi bile gülen ifadem dağıldı. Yüzüm düşerken kızlar bana güldü. Onlara ters bir bakış attım. “Alışırsın,” diyerek omzuma hafifçe omuz attı Alaca. Talim alanına girdik ve herkes savaşırken kullanmak istediği aleti seçti. Alaca, Toprağın Hâkimiydi. Eline aldığı mızrağı ölümcül bir silaha dönüştürebiliyordu. Belen, Sesin Hâkimiydi ve genel de onu silaha dönüştürebilmek için titreşimleri en iyi ileten kılıçları seçerdi. Neyi seçebileceğimi düşünürken elim bir kemente doğru uzandı. Tam o esnada havanın değiştiğini hissettim. Rüzgârın şiddeti tatlı tatlı artıyordu. Başımı herkesin aksi yönüne çevirdim ve bakışlarım anında bunun nedenini gördü. Göz göze geldik çünkü direkt bana bakıyordu. Güzelliği herkesten duyduğumdan bile etkileyiciydi. Selay, Havanın Hâkimi. İsmini uzun zamandır duyuyordum, özellikle de bizim çocuklardan. Giray, sürekli onun namının Aşpara’yı aşacağından bahsederdi. Gücünü o kadar profesyonel bir biçimde kullanabiliyormuş ki, eşi ve benzeri yok deniyordu. Hatta Bilge Asena, bu sene inzivaya çekilirken en başarılı öğrencisi olduğu için onu da yanında götürmüş ve aydınlanıştan yararlanmasını istemiş. “İyi günler, Usta Turalp.” Diyerek onu selamlayışını izledim. Sarı saçları kendi oluşturduğu meltemde salınıyordu. Etrafına toplanan kalabalığın ilgisinden memnun görünüyordu fakat bunu hiç belli etmek istemez gibiydi. Kibirli görünmek istemediğini o an anladım. Buz mavisi gözleri yeniden gözlerimi bulduğunda öylece ona baktım. Elimdeki kılıcı aldım ve onu Giray’ın öğrettiği gibi çevirdim. Bir kâhin değildim fakat yine de bu an aramızda bir rekabet olacağını anladığım ilk an olmalıydı. Dudaklarını süsleyen o zarif tebessüm herkes için dostane ama benim için bir meydan okumaydı. Görmek istiyordu, Vadedilmişin ondan daha iyi neyi yapabildiğini… “İyi günler,” derken oldukça sevecen görünüyordu. “Seninle tanışmak bir şeref, Vadedilmiş.” Dudaklarım alayla kıvrıldı. Başımla selamladım onu. Gözleri aksini söylese bile… “Selay,” dedi ninni gibi yatıştırıcı bir ses tonuyla. “Havanın Hâkimi.” Aşpara’nın en ünlü Kutsal Kanını elbette biliyordum. Iraz’ın ondan bahsedilirken ateşin havayı bile yeneceğini nasıl böbürlenerek anlattığını unutmuyordum. Hava olmadan ateş yanabilirmiş gibi… “Ebren,” dedim o an kendi kibrime yenilirken. “Vadedilmiş Olan.” Gözlerinde parlayan ateşi gördüm. Bir Havanın Hâkimi olduğunu bilmesem onun Ateşin Hâkimi olduğunu düşünebileceğim bir görüntüydü. Gözlerindeki meydan okumayı gördüm ve gözlerine bakarken bakışlarımla bunu kabul ettiğimi belli ettim. Tavrı dışardan oldukça normal gözükse de meydan okumasını anladığımdan olsa gerek bu şekilde davranıyordum. Oldukça hassas ve kırılgan hissediyordum zaten. Sevdiğim insanlar benim ailemi kurtarmak için hayatlarını riske atarken benden hiçbir şey yapmadan beklemem istenmişti. Kardeşimi kurtaramıyordum. Abim kayıptı! Kısaca ruh halim fazla dalgalıydı, her an bir gemiyi batıracak kadar öfkeli okyanus gibi hissetmem olağandı. “Antrenman için herkes seçimini yaptıysa derse başlayalım,” diyerek böldü Usta Turalp. Gözüm o kementte kalsa da az önce resmen kucağıma atılan kılıçla talime dahil oldum. Alaca, dudaklarındaki sinsi gülümsemesiyle tam karşıma geçti “Giray seni ısındırdığına göre gerçek bir talim yapmanın vakti geldi,” dedi göz kırparken. “Canını çok yakmayın,” diyen adamı işittiğimde şaşkınlıkla o tarafa döndüm. Giray beni gördüğü an tüm dişlerini göstererek sırıttı. En son onu yenmiş olmamı hâlâ sindiremiyordu anlaşılan… “Doğan, hazır.” Dedi Usta Turalp. “Başlayabiliriz.” “Müsaadenle…” Selay’ın tam karşımda bitmesiyle gözlerim onu buldu. O ise Alaca’ya bakıyordu. Alaca tek kaşını kaldırıp sorgulayıcı bir bakışla kızı inceledi. “Vadedilmiş ile eşleşmek isterim.” Doğan’ın kontrolünde gücümü dahi kullanamazken onunla karşılaşmak intihar olacaktı. Beni herkese rezil etmek istediğini düşündüm. Hatta belki paranoyak gözükebilirdim ama yapmak istediğinin bu olduğundan emindim! “Olur,” dedim ben bile söylediğime şaşırırken. “Zevkle.” Giray, bana dehşet dolu bir ifadeyle baktı. Doğan ise tam o anda göz kırptı. Dudaklarım sinsi bir gülüşle kıvrıldı. İhtiyacım olduğu anda ne yapacağını elbette anladım. Gücümün uğursuz hissi bir anda kesildi. Yine kendimi müthiş bir güçsüzlükle sınanırken buldum. Yıllarca var olduğunu dahi bilmiyordum ama onun uğursuz varlığını hissettiğim günden beri sanki hep varmış gibiydi. Onsuz bir hiçmişim gibiydi… Derin bir nefes aldım ve başladık. Uzun ama kılıç denemeyecek hançer benzeri iki bıçakla savaşmayı tercih etmişti Selay. Ben ise elimdeki ağır kılıçla onun rüzgârda süzülüyormuş gibi görünen hareketlerine karşı direnmeye çalışıyordum. Oldukça hızlı ve çevikti. En iyi öğrenciyle talim yapacak kadar gelişmediğimi fark ettim. Giray beni gerçekten zorlamıyormuş… Bıçakların ikisini de başının üstünde tutup kendi etrafında döndükten sonra yeniden atağa geçti. Hızlı hareketleri adeta bana kaçacak delik bırakmadı. Ben hariç herkes özel gücünü bir anda kullanabiliyordu. Sağa dönecekken sağı, sola dönecekken solu kapatarak beni kapana kıstırdı. Giray’ın geniş alan tanımasının aksine, bu kız beni sıkıştırarak hata yapmam için çabalıyordu. Panik yapmamı istiyordu. Takla atarak bir sonraki hamlesinden kurtulup daha geniş bir alana kaçmayı başardım. Sağa döneceğimi düşünen Selay hata yaptı, sola kaçtım. Belimdeki kemerde saklı hançeri hışımla kınından çekip onu arkasından yakaladığım gibi kolumla boynunu sardım ve hançeri de boynuna yaklaştırdım. “Beni sıkıştırmak büyük hata, Vadedilmiş.” Diye fısıldadı. “Benimle dövüşürken avantajın kendine geniş alan yaratabiliyor olmandı.” Her şeyden habersiz Giray, öğrencisinden gurur duyarak alkış tuttu. “İşte benim kızım!” O anda ayağım boşlukta sallandı sanki. Gücünü kullandığını anladım. Beni kendinden hızlıca uzaklaştırırken bıçaklarını rüzgârının bir parçası haline getirdi. Yere düştüğüm an iki bıçağın üzerime doğru geldiğini görerek neredeyse çığlık atacaktım ama bir şey fark ettim. Doğan beni zapt etmiyordu. Elimi hızla toprağa vurdum. Toprak emrime boyun eğdi ve yükselerek önümde bir bariyer oluşturdu. Selay’ın bıçakları toprağa saplandıktan saniyeler sonra hareketlendi. Havayı kontrol edebilenin sadece kendisi olduğunu düşünmesi beni gücendirdi. Adeta kasırgaya dönüşen rüzgâr giderek hızlandı ve bıçaklar Selay’ın tam iki yanına saplandı. Kızın çığlıklarıyla birlikte ortam tamamen sessizleşti. O an etrafımızdaki herkesin durmuş bizi izlediğini fark ettim. “Doğan!” dedi sertçe Usta Turalp. “Durduramayacağım kadar güçlü,” diyerek omuz silkti yalnızca Doğan. Dudaklarında saliselik bir tebessüm belirip kayboldu. Beni durduramadığına inanmazlardı, o herkesi durdurabilirdi ama bunu yapmamayı seçmişti! Ona bayılıyordum! “Merak etmeyin, Usta Turalp.” Dedim kendimden emin bir ses tonuyla topraktan kalkarken. “Gücümü her geçen gün daha iyi kontrol ediyorum.” “Gücünü değil duygularını kontrol edememenden korkuyoruz!” dedi dehşet içinde Selay. Öfkenin tüm damarlarımda çağladığını hissettim. Bakışlarımdan bunu anlayan Doğan elbette beni durdurmak için gücünü kullandı. “Ebren’in yaşadıklarının yarısını yaşasak büyük ihtimalle kendimizi çoktan asmıştık!” diyerek araya girdi Belen. Ona minnetle baktım. Selay’ın suratındaki o kendini beğenen ifade silindi ve öfkeyle bana bakmaya devam etti. Buz mavisi gözlerinin bana anımsattığı insanla kanım dondu. “Rövanş olacaktır, Vadedilmiş.” Dedi ardından gülümsedi. “Sabırsızlıkla bekliyorum…” *** Gece çöktüğünde ve Aşpara sessizliğe gömüldüğünde odamın camına tünemiş bir kuş gibi oturarak etrafı seyrediyordum. Tertemiz havayı içime çekerken göğsümde sürekli beni sıkıştıran bir korku hissediyordum. Bir şeylerin ters gideceğine dair müthiş bir inancım vardı. Kendimi iyi düşünerek kandıramayacaktım. Kötü bir şey olacaktı. Bunu damarlarımda akan kanda bile hissedebiliyordum. Usulca oturduğum yerden kalkıp odanın içine ilerledim. Mumları yakmamıştım, görebileceğim hiçbir şey yoktu bu yüzden gerek görmemiştim. Ayaklarım evin çıkışına doğru ilerledi. Sessizce tahtadan yapılma oymalı oval kapıyı açıp dışarı çıktım. Asma köprülerden geçip, merdivenlerden indim. Öylesine dolaştığımı zannediyordum ta ki kendimi bilinçsizce ormanın içinde bulana dek. Tüm tüylerim sanki tehlike sezmişçesine diken diken oldu. Hangi ara buraya geldiğimi hatırlamıyordum bile. Sanki bir gücün etkisi altında bilinçsizce yapmışım gibiydi… Etrafımı kolaçan eden gözlerim sonraki an ilerideki çalılarda bir hareketlilik gördüğünde kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Derin derin soluklanırken sakin olmayı tembihledim kendime. Bana zarar veremezdi. Ben Vadedilmiş olandım, kendimi koruyabilirdim. Saldırmaya hazırlandığım sırada çalılardan hiç beklemediğim bir şey çıktı. Ya da biri mi demeliydim? Tüyleri mavi, kırmızı ve sarı olan bir Orsataks olduğunu düşündüğüm kuşu tam karşımda görmek elbette beni şaşırttı. Burası onların yuvası olan Saka Kayalıklarından fazlasıyla uzaktı. Burada olma sebebini merak ettim. “Vadedilmiş…” Zihnimde yankılan sesle irkildim. Hayretle karşımdaki kuşa baktım. Bu ses ona mı aitti? “Senin için gönderildim.” Gözlerimi kırpıştırarak ona bakmaya devam ettim. Bu da ne demekti şimdi? “Neden?” diye sorarken merakım şaşkınlığımı alt etmişti bile. Başını hafifçe yere eğip kaldırdı ve konuşmadan önce kısa bir süre bekledi. “Yaratıcı, geride kalmayacağını biliyor. Zarar görmemen için seni ben götüreceğim. Gemi, çok uzaklaşmış olamaz. Sadece birkaç saatlik uçuş mesafesinde. Seni güvenle gemiye götüreceğim.” Dudaklarım aralandı ve bir nefes döküldü. Ne yapacağım, ben daha yapmadan biliniyordu. Bu korkutucu olduğu kadar güzeldi de. Fakat Pekin bunu öngörememiş miydi? “Fısıltı Kahinleri yalnızca Yaratıcının istediği kadarını görebilir. Kâhinin senin gelişini sen gemiye inene kadar anlamayacaktır.” “Ya istemezsem?” diye sordum merakla. Gitmediğim takdirde geleceğin nasıl yazılacağını da bilmek istemem şaşırtıcı değildi ama yine de bunu sorabilecek cesareti bulmama şaşırdım. “Kader, düz bir çizgiden ibaret değildir Vadedilmiş. Seçim sana ait.” “Ya gitmezsem?” diye ısrar ettim. “Birini kaybedeceksin.” Tüm bedenim dehşetle titredi. Bunu duymaya hazır olmadığımı, geleceğimi bilmek istemediğimi o an anladım. Düşünmeme fırsat vermedim. Ona doğru hızlı adımlarla ilerlerken bilmediğim bir şey vardı. Gitmemek, bir seçimdi ve bunun bir sonucu elbette vardı. O da birini kaybetmekti. Fakat gitmek de bir seçimdi ve illa bunun da bir sonucu olacaktı! Tereddüt bile etmeden kuşun sırtına oturdum. Geniş kanatlarını açıp bizi saniyeler içerisinde havalandırdığında aynı korku tüm bedenimi sardı. Düşme korkusu… Aşpara’nın üstünden geçip giderken karanlığa rağmen eşsiz güzelliğini seyretme şansım oldu. Yedisu şelaleleri şiddetle akıp altlarındaki kayaları dövmeye devam ediyordu. Güzel kokusu burnumdan içeri girdiğinde gözlerimi yumdum. Kaderimin yine bir ayrımındaydım. Kimseye zarar gelmemesini umarak sevdiğim herkesi düşmanlarımın yanında bırakıp kaçmıştım. Şimdi ise her koşulda zarar görebileceklerini bildiğimden peşlerinden gidiyordum. Tanla… Aklıma geldikçe içimde büyüyen öfkeyi dizginlemek zorlaşıyordu adeta. Onu kurtaracaktım ve hiç kimse bana engel olmayacaktı. Gerekirse Sarayşık’ı yıkıp geçecektim kardeşim için! “Bir ismin var mı? Sana nasıl hitap edebilirim?” diye sordum birkaç dakika sonra. “İsmim Yula.” Dedi kısaca. “Rüya ruhu…” diye mırıldandım bilinçsizce. İsminin anlamı buydu. Ona neden bu ismin seçildiğini delice bir hisle merak etmeye başlasam da sormadım. Nasılsa öğrenirdim. *** Birkaç saatlik uçuşun ardından biraz uzakta denize yansıyan ışıkları gördüğümde kalbim göğüs kafesimi şiddetle dövmeye başladı. Pekin’in öfkeli sesi şimdiden kulaklarımda çınlamaya başladı. Yazgan’ın ne kadar şaşıracağını tahmin bile edemiyordum. Pekin’in gazabından beni koruyabilmesini umuyordum. “Geldik sayılır, Vadedilmiş. Sen iyi misin?” “Onları görebiliyorum ve evet, iyiyim. Sen nasılsın, yoruldun mu?” “Saatlerce uçabilecek şekilde evrimleştik.” O an hikâyesini merak ettim. Kıyametten önce nasıl bir tür olduklarını, mutasyonlarına neden olan kıyametin neden yaşandığını ve nicesini. Elbette kıyametin sebepleri üstün körü bir şekilde anlatılırdı fakat ben gerçek nedenini bilmek istiyordum. “Atalarım, milyarlarca yıl önce yaşamış olan dinozorlar. Onlar hakkında tüm var olan medeniyetler bir şeyler bilir. Sizden önceki medeniyet üstümüzde deneyler yaptılar. DNA’mızı değiştirdiler, onları yeniden yaratmaya çalıştılar ve kısmen başarılı da oldular. Asıl var oluşumuz, nükleer kıyametten sonra geçirdiğimiz mutasyonla oldu. Soylu Kanlar gibi…” “Zihnimi mi okuyabiliyorsun?” dedim şaşkınlıkla. “Elbette. Seninle böyle de iletişim kurabiliyoruz, Vadedilmiş.” Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. “Yüzlerce medeniyet doğup büyüdü bu dünya üzerinde. İnsana kadar bu kadar kaos yoktu. Sonra siz geldiniz ve dünyanın yedi kez yok oluşunu seyretmek zorunda kaldık.” Gemi, giderek büyümeye ve yaklaşmaya başladı. Varışıma dakikalar kala korkularım büyüdü. Daha fazla onunla sohbet edemez oldum. Birazdan yaşanacakları yalnızca tahmin edebilirdim. Tüm tahminlerimin yanlış çıkma olasılığı bile vardı! “Hazır mısın, Vadedilmiş?” “Sanırım…” Geminin üzerinde bir tur döndükten sonra ineceği yere karar verdi. Saniyeler sonra geminin güvertesindeydim. Beni görenlerin şaşkınlığı geçen her bir saniye giderek arttı. Etrafımdaki hareketliliği seyrediyor, konuşmaları dinliyordum fakat hareket etmiyordum. Yula’nın yanında durmaya ve sessizce beklemeye devam ediyordum. “Vadedilmiş!” diye bağırıyordu herkes. Ortamdaki kaos giderek büyüyor, her an beni daha çok içine çekiyordu. Gözlerim tanıdık olarak ilk onu gördü. Kamarasından çıkıp koşarak gelmiş gibi görünüyordu. Saçları dağınıktı. Uyumaya çalıştığını anladım. Gözleri, gördüklerine inanamıyor gibiydi. “Ebren!” Pekin’in sesini işittiğimde gözlerimi yumdum. İşte şimdi başlıyorduk. “Ebren…” diye mırıldanan Yazgan, saniyeler sonra yanıma geldi. Beni gördüğüne hâlâ inanamıyor gibiydi. Haklıydı. Saatler önce beni arkalarında bırakmışlardı ve şimdi gecenin bir vakti bir Orsataks ile çıkageliyordum. Dehşet vericiydi! “Burada ne işin var?” Pekin’in öfke kusan ses tonu tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. Bakışlarımı bu sefer kaçıramadım. Başka çaremin olmadığını anlaması için gözlerinin içine çaresizlikle baktım. “Burada olmalıyım.” Dedim kendimden emin bir sesle. Başını olumsuz anlamda iki yana salladı ve usulca yanıma geldi. “Onu hemen buradan götür, Yula!” Sözlerine karşılık Yula yalnızca homurdanır gibi tuhaf bir ses çıkardı. Bunu yapmayacağını açıkça dile getirişi olmalıydı. “Burada olmalıyım.” “Olmamalısın!” dedi inatla. “Güvende olmalısın, aklım sende kalmamalı. Seni korumak için tüm Barshan’ı tehlikeye atmamalıyım!” Uğruma koca bir ülkeyi tehlikeye atmayı düşünebildiği için ona dehşetle baktım. Bunu gerçekten yapar mıydı? Aynısını Yazgan için yaptığımda nasıl bir tepki verdiği düşünülürse… “Onu ben korurum, koruyucusu benim nasıl olsa!” Yazgan’ın tehditkâr sesi kulaklarımda yankılandı. Ona minnetle baktım. “Teşekkür ederim ama sanırım ben kendimi koruyabilirim.” Derken gülümsemeye çalıştım. Amacım fazlasıyla gergin olan ortamı yumuşatmaktı. “Hayır!” dediler her ikisi de aynı anda. Onlardan izin istediğimi düşünmeleri komikti. Bildiğimi okuyacağımı ikisi de biliyordu. “Burada olmak zorundayım!” dedim bu sefer bastıra bastıra. “Sebep?” dedi alenen benim fikrimi umursamadan bakarken Pekin. “Çünkü…” O sözleri dillendirmek bile ölüm gibiydi. Ölümün tiz feryadı zihnimin odalarında yankılanmaya başladı. Uğursuz hisler dört bir yanımı sarıyordu. Derin derin nefes alırken aldığım duygu kontrol derslerini anımsamaya çalıştım. “Çünkü?” diye soran Yazgan oldu. Merakla gözlerimin içine bakıyor, korkumun sebebini anlamaya çalışıyordu. Koşulsuz şartsız daima yanımda duruşuna her daim minnettar olacaktım. “Çünkü birini kaybetmek istemiyorum!” “Yok öyle bir şey!” diyerek derhal kestirip attı Pekin. Ona bakarken gözyaşlarımın ışıkta parladığını biliyordum ama bu şu anda umursayacağım son şeydi. “Bana yalan söyleme.” Sesim fazla keskindi. Bana yalan söylemesinden nefret ettim. Bilmiyor muydu? Görmemiş miydi? Bilmiyordu… “Ebren, aklının dahi alamayacağı kadar çok olasılığı aynı anda görebiliyorum. Hiçbirinde sen yoksun diye birini kaybetmiyoruz.” “Doğru söylüyor.” Yula’nın sesi zihnimde canlandı. Yazgan ve Pekin’in ifadelerinden onların da bunu işittiklerini anladım. “Eğer gelmezse birini kaybedecek.” “Olamaz!” dedi öfkeyle Pekin. “Görürdüm, bir şekilde bunu görürdüm.” “Görmedin, göremezdin.” “Bu da ne demek?” “Geldiğimizi gördün mü, kâhin?” Yula’nın sorusuyla yüzünü buruşturdu Pekin. Evet, geldiğimizi görememişti. Yaratıcı böyle olmasını istemişti. “Aynen öyle, kâhin.” Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum fakat Pekin’in bir düşüncesini onayladığını anladım. Her ne düşündüyse bunun onaylanmasından pek hoşlanmamışa benziyordu. “Herkes kamarasına dönsün, işi olanlar devam etsin!” diye bağırdı bir anda Pekin. “Sana bir oda bulalım.” “Gerek yok!” dedi hızlıca Yazgan. “Benimle kalacak!” Pekin’in seğiren gözünü çok net görebildim. Hiçbir şey demeden uzaklaştı. Yazgan’la birlikte odasına doğru yönelirken her şeyin planlanan gibi gitmesi için içten içe dua ettim. Fakat işlerin karışacağına da emindim *** SARAYŞIK Tanla Aynadaki aksime bakarken gülümseyen dudaklarım gözüme çarptı. Bir şeyler yanlıştı, içten içe bunu biliyordum. Bazı parçalar yanlış yerdeydi. Ben bambaşka bir yapbozun parçasıydım ama bir şey ya da birisi beni istediği şekle büründürüp hiç alakamın olmadığı bu yapbozun bir parçası haline getirmişti sanki. Odamın kapısı usulca açıldığında bakışlarım hızla geleni görmek için o yöne döndü. Gelenin Yançı olduğunu gördüğümde gözlerimde yaşlar titreşti. Neden ağlamak üzere olduğumu anlayamadım bile. Beynim bulanıktı, zihnim sanki artık benim kontrolümde değildi. “Tanla?” dedi bana bakarken. Neden böyle baktığını anlayamıyordum. Ne görüyordu? “Hoş geldin,” dedim usulca. “İlter mi gönderdi?” “Gerçekten onunla evlenecek misin?” Sorusuyla aklım karıştı. Doğru olan buydu, değil mi? Kendi kanım ve onlarınki için böyle yapmalıydım sonuçta. İhanet eden ablam olsa da onun günahlarının bedelini kendi kanıma ödetilmesine izin vermemeliydim, değil mi? “Herkesin iyiliği için.” Dedim gülümsemeye çalışırken. “Başarmış,” dedi sözlerimi duymazdan gelirken. “Neyi?” “Zihnini bulandırmayı. Onunla bu oda dışında da mı görüştün?” “Elbette, birlikte yemekler yiyoruz. Gelecek hakkında planlar yapıyoruz…” Gözlerini yumdu ve elini kaldırıp burun kemerini sertçe sıktı. Oldukça karizmatik görünüyordu. “Lanet olsun!” diye mırıldandıktan sonra hareketlendi. Hızlıca yanıma geldi ve beni kollarımdan tutarak sabitledi. “Gözlerimin içine bak!” dediğinde korktuğumu hissettim. “Sen Tanla Hıncal’sın. Sen bir Işık Hâkimisin. Ablan, Vadedilmiş. İlter ise bu dünyanın sonunu getirebilecek olan kötü adam!” “Ama ablam bize ihanet…” “Yok öyle bir şey!” derken öfkeden aklını kaçıracak gibi görünüyordu. “Ebren, sana asla ihanet etmez!” “Yançı… Beni korkutuyorsun. Onlar gibi… Onların tarafında mısın?” “Seni son görüşümde sen de öyleydin, Tanla. Yalvarırım zihnini bulandırmasına izin verme. Ondan ne kadar nefret ettiğini anımsa.” Zihnimde parçalanmış anılar çarpışmaya başladı. Yançı ile son görüşmemizde yaşananları anımsadım. Yüreğimin içindeki nefreti, kini ve öfkeyi… İlter’den nefret ediyordum ama bir şekilde beni kendisinin haklı olduğuna inandırmayı başarmış gibi görünüyordu. “Seni elimden gelen en hızlı şekilde buradan çıkartacağım, o güne dek bu odadan çıkmayı daima reddet.” “Ama… Prense nasıl hayır diyebilirim?” “Sen çok akıllısın, bir yolunu bulacağına eminim!” Bu ondan duyduğum son sözler oldu. O gün ayrıldıktan sonra bir daha onu göremedim. Zaman akıp gitmeye, zihnim gün geçtikçe bulanmaya devam etti. İlter, müthiş bir manipülerdi. Gücü sayesinde beni istediği gibi şekillendirmeyi başarıyordu. Gün geçtikçe beni onu sevmeye zorladı. Her geçen gün ona daha fazla bağlandığımı fark edemedim. Kalbimin kapıları bir anda ardına kadar onun için açıldığındaysa artık çok geç olduğunu biliyordum. Bir şekilde beni kendi safında tutmayı başardı! Üstümde göz alıcı elbisem, yapılı saçlarım ve eşsiz makyajımla onunla yemek yemek için hazırlandım. Odadan çıkarken bana eşlik eden korumalar artık beni zapt etmek zorunda değillerdi. Kendi isteğimle, kendi ayaklarımla, seve seve onun yanına gidiyordum. Aklımda daima o vardı. Onu düşünmekten başka bir şey aklıma gelmiyordu. Deli divanesi olmuştum! “Moye Solnyshko…” (Gün Işığım) Mırıltısı kulaklarıma lahuti bir sesle ulaşıyordu. Ona bakarken gözlerim ışıldıyordu. Zihnimin ücralarına hapsettiği benliğim hâlâ kurtulmak için çırpınsa da nasıl ona saplandığımdan bihaberdi. “Prensim…” derken önünde reverans yaptım. “Buna gerek olmadığını söylemiştim…” dedikten sonra yanıma geldi. Elimi tutup usulca eğildi ve içimi gıdıklayan bir şekilde öptü. Ardından doğrulup aşkla gözlerimin içine baktı. Ya da ben öyle sanıyordum. Nasılsa ne görmemi istiyorsa onu gösteriyordu. “Olsun…” “Babamla tanışacaksın.” Dediği an yüreğim sıkıştı. “Ne?” dedim hayret içerisinde. “Ama… İlter… Bunun çok tehlikeli olduğunu söylemiştin.” “Şu an için artık geçerli değil. Ablanlar gizlice Barshan’a girdiğinde her şey değişti.” Surat ifademde öfke canlandı. Ablamın bana, aileme ve kanımıza karşı olan ihaneti beni yine öfkelendirdi çünkü İlter böyle olmasını istedi. “Ne istiyor?” dedim öfkeyle. “Halledeceğim ben, Moye Solnyshko.” Derken beni kollarının güvenli alanına çekti. “Babamla evliliğimiz hakkında konuştum. Elbette başta kabul etmedi ve çok öfkelendi…” “Sonra?” dedim büyük bir heyecanla. “İsyandan sonra kabul etmek zorunda kalacak,” derken gözlerimin içine bakıp normalde korkacağım ama o an hayran olduğum bir gülümseme bahşetti. “Ne isyanı?” “Sen tatlı canını bu durumlar için sıkma, kraliçem. Ben senin için bu dünyayı çok daha güzel bir hale getireceğim. Atam Kral II. Korhan Pars gibi ihtilalci bir kral olacağım. Halkların eşitliği için savaşacağız, Moye Solnyshko.” Bir salak gibi o sözlere inanmak zorundaydım çünkü zihnim kendi kontrolüm dışında hareket ediyordu. Sözleriyle büyülenmiş bir şekilde ona bakmaya devam ediyor, her an daha fazla hayran oluyordum. “Seni çok seviyorum, İlter…” diye mırıldandım usulca. “Seni çok seviyorum, Moye Solnyshko.” *** TÜBÜT Ebren Kıtaya ayak bastığımız an zihnime anılar hücum etti. Bizi gizlice Tübüt’e sokan grupla konuşmakta olan Pekin’e kısa bir an baktım. Suvar’da yaşananları anımsadığımda içim acıyla burkuldu. Tam o anda sanki acımı hissetmiş gibi Yazgan kolları ile beni sardı. “İyi misin, Siyayushchaya Zvezda.” (Parlayan Yıldız) Ona bakarken içimin ısındığını hissettim. Onsuzluğu tatmaktansa tüm dünyayı yerle bir edeceğimi bilmek ödümü koparıyordu. Onun yokluğuyla sınanmaktansa ölmeyi yeğlerdim. “İyi olacağız…” derken ona sarıldım. Planlı hareket etmek zorundaydık. Anne ve babam evimizden gizlice alınmıştı. Şu an Tübüt’e doğru yoldalardı. Onları gizlice sınırdan geçireceklerdi. Biz de o esnada sınırı koruyacaktık ki oluşabilecek herhangi bir sorunda derhal müdahale edebilme şansımız olsun. Tübüt’te fazlaca yandaşımız olduğunu öğrendiğimde şaşırdım. Tübüt, diğer soylu kan ülkelerine nazaran daha yumuşaktı. Sanırım eşitliğe yakın bir şeyi savunuyorlardı. “Onları neden biz almaya gitmiyoruz?” diye sordum merakla Pekin yanımıza geldiğinde. Bana kısa bir an tepeden ters ters baktı. “Bu kadar hevesli ve heyecanlı gözükmek zorunda mısın?” diye sorduğunda sırıttım. “Evet ama sorumun cevabı bu değildi.” “Çünkü Barshan’a girme riskini göze alamayız. İçeriden yandaşlarımız anne ve babanı bize göze çarpmadan getirebilecekler. Takip edilme ya da diğer tüm olumsuz ihtimallere karşı onları sınırdan alacağız ve Aşpara’ya geri döneceğiz. Tüm görev buydu, kısa süreceğini zaten sana söylemiştim. Hiçbir risk alamayacağımızı da!” Öfkeli konuşmasına karşılık ona masum bakışlar atmaya devam ettim. Yeniden onlarla geldiğim için onunla tartışmayacaktım. Yula, çoktan geri dönmüş olmalıydı. Bu kadar uzak mesafeden sanırım benimle iletişime geçemiyordu çünkü uzun zamandır sessizdi. “Yalnızca istemediğimden…” Sesini zihnimde işittiğimde irkildim. Bu küstah tavrına karşılık karşımda olsa ona surat asabilirdim. “Tanla’yı ne zaman kurtaracağız?” diye sordum bir kez daha. Pekin bir saniye kadar bana baktı ve arkasını dönüp gitti. Bunun hiçbir koşulda mümkün olmadığını yeniden söylemek istemedi sanırım fakat bilmediği şey, kader tamamen seçimlerden ibaretti. Onun göremediği seçimler yapıp kardeşimi kurtaracaktım! “Aklından bile geçirme!” diye seslendiğini işittim. Pes etmeyeceğimi biliyordu. “Pes etmek zorundasın, Vadedilmiş. Görevin, her şeyin ve herkesin üstünde ve ötesinde! Bunu hiçbir zaman unutma.” Sevdiklerimi kaybedeceksem dünyayı kurtarmanın anlamı neydi ki? Onlarsız zaten bir dünyam olamayacaktı… Tübüt’te geçen bir günün ardından sınıra doğru yola çıktık. Elbette bu süreçte yürüyerek ilerlemek durumundaydık. Yine saklanarak ve gözden uzak durarak ilerlemeyi sürdürdük. Pekin, tam zamanında orada olacağımızdan emindi. Herhangi birisi akılsızlık yapmazsa bir sorun olmayacağını söylüyordu. Ona inanmak istiyordum. Ormanlardan, dağlardan, derelerden ve nicesinden geçtikten sonra tüm engelleri aştığımızı düşünürken karşımıza çıkan müthiş düzlük ile irkildiğimi hissettim. Sınırda saklanabileceğimiz bir yer yoktu, en azından yakında! “Müthiş bir hedef oluruz burada,” diyen Yazgan’a döndüm. Pekin, umursamaz bir ifadeyle ona bakıyordu. “Buradaki tek asker sen değilsin, bu riskleri biz de biliyoruz ama başka şansımız yok!” dedi biraz sinirli. “Akbel, bizi gizle!” Akbel, görünmezdi. Savaşırken bedeni dışında hiçbir şey kullanmadığını öğrendiğimde gerçekten çok şaşırdım. Omuzlarındaki pelerini düşürüp direkt olarak orta alana girdi. Oldukça havalı görünüyordu. Ayak bileklerine sakladığı küçük bıçakları benim dışımda bilen var mıydı? Verilen emri anında uygulamaya koydu. Sorgusuz itaati beni şaşırttı. Sanırım Pekin alışkındı sorgulanmamaya… Bir süre orada bekledik. Gelenlerin bir cronla (araba) geleceğini düşünmüştüm fakat çok yanılmışım. Yayandılar! “Anne!” dedim sanki kilometreler koşmuş gibi nefes nefese. “Baba!” “Sakin ol!” diye uyardı hemen beni Pekin. Dediğini yapmaya çalıştım. Aramızdaki mesafeye rağmen dümdüz bir ovada bulunduğumuz için onları net görebiliyordum. Keşke Yula burada olsaydı. Onları kolayca yanımıza getirebilirdi. “Doğru…” Dakikalar geçiyordu, giderek daha fazla yaklaşıyorlardı. Bizi göremiyorlardı, Akbel’in gücü sayesinde. Fakat ben onları ve ne kadar yorgun olduklarını görebiliyordum. Günlerdir yolculuk yapıyor olmalıydılar. Yayandılar ve elbette bitkin düşmüşlerdi. Kalbim giderek sıkışıyordu. Uğursuz bir güdü beni dürtüyordu. Kötü bir şey olmayacaktı… Kendimi teskin etmeye devam ettim. Sadece birkaç dakika içinde beraber olacaktık… Kötü bir şey olmayacaktı… Aramızda metreler kala ileriden gelen cronları gördük. Korku, işte o anda tüm bedenimi müthiş bir hızla ele geçirdi. Çok kötü bir şey olacaktı! “Lanet olsun!” diye mırıldandı Pekin. “Bunu öngöremedin mi, kâhin?” dedi Yazgan aynı Yula gibi. Fakat onun sesi alaylı değil, öfke doluydu. Derhal gözlerini yumdu ve elleri hemen önünde hareket etmeye başladı. Gelenlerin kanlarını hissetmeye çalıştığını biliyordum. Gereken anda müdahale edecekti. “Siktir!” Küfrettiğini çok nadir duyabilirdiniz eğer ki ediyorsa çok kötü bir şey olduğundandır… “Ne oldu?” diye sordu Pekin endişeyle. “Sanki bilmiyorsun!” dedi öfkeyle Yazgan. “Yüzlerce kişiler ve biz bir avuç kadarız! Güçlerinin ne olduğunu dahi bilmediğimiz yüzlerce soylu kan!” Yüzünü buruşturdu Pekin. Bunu nasıl göremezdi? “Göremiyorsun…” dedim farkındalıkla ve şaşkınlıkla suratına bakarken. “Bir şekilde görümden kaçmayı başarmışlar…” Nasıl? İlter’in ne kadar pis oynayabileceğini unutuyordum. Elbette bir şekilde Fısıltı Kahinlerini ekarte edebilecek yollar keşfetmişti! “Onları kurtarmak zorundayım!” dedim hışımla. “Kıpırdama bile, biz halledeceğiz.” “Yazgan…” diyerek çaresizlikle ona döndüm. “Üzgünüm, Ebren ama bu sefer Pekin ile aynı fikirdeyim hiç hoşuma gitmese de... Yerinde kal ve her ne olursa olsun uzak dur. En önemli şey senin canını korumak ve ufacık bir yanlışında aileni değil seni tercih ederim. Bunun vicdan azabını bana yükletme ne olur…” Sözleri deprem etkisi yarattı. Tek bir yanlışım, ailemi kurtarmak için burada bulunan herkesin onlardan vazgeçip beni kurtarmaya çalışmalarıyla sonuçlanabilirdi. Elbette denileni yapacaktım. Onlar ailemi kurtaracaklardı, onlara güveniyordum. “Herkes pozisyon alsın!” diye bağırdı Pekin. “Savunma için hazır bekleyin. Emir verdiğim an arkada kalanı almak için geri dönmem!” Acımasız sözleri kalbimde kocaman bir ağırlık oluşturdu. O ağırlık altında ezilecektim… Film izler gibi olanları izlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Önden gidenler Fısıltı Kahinlerinden olma kadınlar oldu. Her birinin bin bir çeşit yeteneği vardı. Elementleri ve başka birçok şeyi kontrol edebiliyorlardı. Savunma için gerekenleri yapmaya başladılar. Arkada duranlar olarak bizi Akbel koruyordu. Gelenlere karşı görünmezdik fakat kalkandan çıkanları görmüşlerdi. Bir anda ortaya çıktıklarının farkındaydılar. Akbel’in gücüne de aşinaydılar. Orada bir yerde olduğumuzu biliyorlardı. Havada toplanan bulutların farkındaydım. Uzakta şimşek çakıyordu. Bunun sebebinin kontrol etmekte zorlandığım duygularım olduğunun farkındaydım. Anne ve babam öncü birlik tarafından alındığında derin bir nefes aldım. Arkadan gelenler onların önüne geçip siper olurken anne ve babam hızlıca bize doğru getiriliyordu. Birazdan güvende olacaklardı! Suyun Hâkimi olan bir kadın, Ateşin Hâkimi olan Iraz’ın yanında duruyordu. Birbirine zıt iki yetenek fakat yan yana ne kadar mükemmel savaştıklarını gözlerimle görmüştüm. Su ve ateşin dansı cronlar yaklaşırken başladı. İlk saldırıyla birlikte cronlarından inen soylu kanlar atağa geçti. Ve kaos başladı. “Öylece izleyecek misin, Vadedilmiş?” Ses zihnime öyle keskin bir şekilde giriş yaptı ki bedenim seğirdi acıyla. Bu oydu! Beni yoldan çıkartmaya çalışan kötü adam… “Ebren?” dedi endişeyle Akbel. “İyiyim!” Anne ve babam kalkandan içeri girdiğinde derin bir nefes aldım. Beni gördükleri ilk an gözleri büyüdü. “Anne… Baba…” Koşarak yanıma geldiler tüm yorgunluklarına rağmen. Onlara sıkıca sarıldığımda ağladığımı biliyordum. Onları ne kadar özlediğimi sadece tahmin edebilirmişim meğer, şimdi tüm o duygular üstüme çullanmıştı bile. Onların kollarında yine o küçük çocuktum… “Kızım… Canım… Çok korktuk.” “Ebren… Kainatım…” “İyisiniz, iyisiniz…” diye sayıklamaya başladım. O esnada biraz ileride yaşanan kaostan koptuğumu fark etmedim. Büyük bir patlama sesiyle irkilerek kendime geldim. Bakışlarım dehşetle o yöne döndüğünde her yerin, kumun bile alev aldığını gördüm. Yeni bir birlik gelmişti. Orada savaşanların geri çekilme vaktiydi fakat soylu kanlar korkunç yetenekleriyle bir bir önlerine set çekiyorlardı. “Yazgan…” ismi döküldü acıyla dudaklarımdan. “Geri çekilin!” diye haykırdı Pekin. Müdahale etmem gerekiyordu, bir şeyler yapmalıydım. “Yoksa sadece bir hiç misin, Vadedilmiş?” Zihnimde yankılanan sesin verdiği acının tamamen zihinsel olduğunu biliyordum. Beni kışkırtamazdı, artık yapamazdı. Bulutlar tepemizde iyice toplanıp güneşin önünü kapattığında ortam alacakaranlığa büründü. Tek bir ışık kaynağı vardı. Yavaş yavaş parlayan, ben! Anne ve babamı arkamda bırakırken Akbel’in uyarılarına kulak asmadan kalkandan çıktım. Öylece duramazdım. Bir hiç gibi… Güçsüz gibi… “Akbel, kalkanı ışık geçirmez yap!” dedim usulca. “Tamam.” Deyişini duydum son olarak. Arkadaşlarım, aynı davayı güttüğüm yandaşlarım benim için savaşırken korkak gibi saklanamazdım hele de düşmanımı gerçekten durdurabilecekken… Bedenim bir anda müthiş bir ışık saçmaya başladı. Bir yıldız gibi parladım savaş alanının ortasında. Anlık olarak bu savaş durdu. Tam anlamıyla bu dünyadaki savaşların tümünü de durduracağım gibi… “Sen bir hiçsin, Vadedilmiş.” Beni artık ele geçiremezsin kötü iç ses! “Ebren, geri dön!” Pekin’i umursamadım. Kalbim korkuyla doluydu çünkü hiçbir yerde Yazgan’ı göremiyordum. Sakin kalmak için kendimi fazlasıyla zorluyordum çünkü yanlış yapma lüksüne sahip olmayan tek kişiydim. Şimşekler, düşmanlarımın üstüne doğru düşmeye başladığında artık beni hiçbir şeyin durduramayacağını biliyordum. Bir kez daha… “Yine mi herkesi öldüreceksin yoksa, Vadedilmiş?” Bu sözlerle tetiklendim. Dudaklarımdan bir çığlık koparken şimşeklere sert yağmur damlaları eşlik etmeye başladı. Belki de yüzyıllardır bir damla düşmeyen bu kurak topraklara bir anda sağanak olarak yağmur yağmaya başladı. Öfkemi dizginledim ama korku… Korku sinsi bir düşman gibi en ücralarımdan sardı etrafımı. “Yazgan nerede?” Bu sorunun cevabını alamazsam kötü şeyler olacağını biliyordu Pekin. Bu yüzden bana bir cevap vermek zorundaydı. Yoksa burayı küle çevirecektim. “Bilmiyorum, lanet olsun dur!” “Ateş, su, toprak, bana itaat et!” diye bağırdım bir anda. Yerdeki kum taneleri bir anda havaya fırladı. Şiddetli bir kum fırtınası olarak düşmanlarımın üzerine doğru hızlıca ilerlemeye başladılar. Onların görüşünü ve hareket kabiliyetlerini kısıtladım ki yandaşlarıma zarar veremesinler daha fazla. Zamanın Hâkimleri ilk düşenler oldu. Fırtınanın uğursuz uğultusu ve şiddeti şekil değiştirenleri savurdu, çoğalanların yapay görünümleri toz gibi silinip gitti, kör edici ve denge bozucular kendi güçlerinin tadına baktılar ve kontrollerini kaybettiler. Yerçekiminin Hâkimlerinin ayaklarını yerden kestim. Üstümüze savrulan her bir gücü aynı şekilde onlara yönlendirdim. “Yazgan nerede?” Korkuyla kaçan soylu kanları görmek içimde bir yerde kibir hissini tetikliyordu. Yıllarca bize yaptıkları onca eziyetten sonra basit bir eski kandan mı korkuyorlardı? Hah, işte bu komikti! “Sen bir hiçsin, Ebren…” Ben bir hiçten çok daha fazlasıydım. Bir anda yere doğru eğildim. Elim sertçe toprağa çarptı. Yer kabuğu ikiye ayrıldı. İnce bir çizgi olarak karşıdaki düşmana doğru hızla ilerledi. Onlara yakın bir mesafede yerin altından lavlar fışkırmaya başladı. Bu onları korkutup kaçıracaktı. “Yazgan!” diye haykırdım öfke ve korkuyla. “Yazgan…” Cronlarına binen soylu kanları gördüğümde şiddetim azaldı. “Yazgan’ı almadan dönmeyeceğim!” dedim Pekin’in beni duyduğunu bilerek. “Nerede olduğunu bilmiyoruz, Ebren!” diye haykırdı. “Umurumda değil, onsuz dönmüyorum!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD