“Ebren…” dedi dakikalar sonra.
“Onların beklediği gibi biri olamamak mı beni kahreden yoksa hiçbir zaman beklenen gibi biri olmamamdan mı kaynaklanıyor bilmiyorum…” diye itiraf ettim kendime. “Sessiz olmamı, size itaat etmemizi öğrettiler tüm ömrüm boyunca. Ne zaman karşı çıksam bir şekilde cezalandırıldım. Şimdi tüm Soylu Kanlara bir savaş açmamı, bildiğim onca doğru kaideyi silip atmamı ve hemen adapte olmamı beklemeleri haksızlık!”
“Biliyorum…” dedi beni kolumdan yakalarken.
Göğsüne doğru çekip sıkıca sardı. Hıçkırıklarım acıyla dudaklarımdan kaçtı. Bağıra çağıra ağlamak, her şeyi yok etmek istiyordum ama yine de buna engel oldum.
“Ebren…”
Pekin’in zihnime fısıldaması ile irkildim. Yazgan, ne olduğunu anlayamayarak bana bakakaldı.
“Çabuk gelin!”
“Pekin,” dedim yüzünün ekşidiğini anbean izlerken. “Derhal dönmemizi istiyor.”
Pek istemese de öyle yaptık. Hızlıca geri döndük. Etrafta artık çok daha az insan vardı. Iraz’ın olmayışına sevindim.
“Ne oldu?” diye sordu Yazgan.
“Öncelikle oturun.” Dedi sakince Esin.
“Doğan…” dedi bir anda Belen.
Hayretle ona döndüm. Neler oluyordu? Hemen sonrasında hissettiğim şey kelimenin tam anlamı ile hiçlik oldu. Bir an ne olduğunu anlayamadım ama bir şeyin yokluğunu hissettim. Kankıran!
“Hazırım,” dedi Giray.
“Ne oluyor?” dedim dehşet içinde.
“Bir haber aldık,” dedi usulca Pekin. “Sakin kalabileceğine inanamadığımız bir haber.”
“Kimden?” dedi merakla Yazgan.
“Yançı, kardeşinden…” dediği an Yazgan’ın dağıldığını gördüm. Korku tüm bedenimi ele geçirdi.
“Ne olmuş?”
“İlter…” dedi Pekin tereddütle. “Tanla’nın gücünü fark edip onu tutuklatmış.”
Birisi elini göğüs kafesime sapladı. İçine saklı yüreğimi söküp çıkarttı. İlk an ne hissedeceğimi bile bilemedim. Ailemin iyi olacağına olan inancım o kadar güçlüydü ki, bu ihtimali asla düşünemediğim için kendime kızdım. Tanla’nın da benim gibi özel bir eski kan olduğu gerçeğini kavrayamamamla ilgiliydi sanırım bu ama yine de yaptığım büyük hatayı görmezden gelemezdim!
Güçlerim Kankıran ile durdurulmuyor olsaydı sanırım tüm Barshan Ülkesini yakıp yıkardım. Bu yüzden ne kadar iğrenç bir his olsa da beni durduranlara minnettardım.
Tepki göstermemem etrafımdaki herkesin daha fazla korkmasına neden oldu. Yazgan’ın beni korumak için önüme geçtiğini o an fark ettim. Kankırana karşı şansı yoktu, bunu biliyor olmalıydı. Yaratıcı denge istiyordu. Elbette yarattığı kıyameti durdurabilecek bir silahı vardı. Beni durdurmanın bir yolu vardı!
“Yançı ile görüşmem lazım,” diyen Yazgan’ı işittim. “Tanla’yı İlter’in elinden kurtarmak zorundayız.”
“Başarısız bir girişim olacak.” Dedi soğukkanlılıkla Pekin.
Onun soğukkanlılığı beni deli etti. Öylece dururken, çaresizlik ile boğulurken bunları işitmek iyi gelmiyordu. Bir şeyler yapmak zorundaydık!
“Denemek zorundayız!”
“Hiçbir olasılığı yok, diyorum sana. Anlamıyor musun?” diye haykırdı Pekin.
“Sus!” diye bağırmaya başladığımı bölük pörçük hatırlıyorum. “Hayır, sus, hayır!”
Öfkem tüm bedenimi bu sefer içten aleve verdi. İnkârın hiçbir faydası yoktu ama elimden başka ne gelirdi? Kendimi paralarken dizlerimin üstüne adeta yıkıldı bedenim. Sıcak yaşlar gözlerimden süzülürken kabullenişin acı hıçkırıkları döküldü dudaklarımdan. Çoğunluğun faydası için kardeşimden vazgeçmiştim…
Yazgan’ın beni saran kolları bu sefer deva olamadı. Çırpınırken beni zapt edebilmek adına büyük çaba sarf etmesi gerekti. Benim çaresizliğimle boğulmama izin veremezdi ama elinden bir şey gelmezdi. Tanla’yı kurtaramamanın acısıyla kavruldu ruhum.
“İstemiyorum!” diye haykırıyordum. “Seçilmiş o lanetli kişi olmayı istemiyorum! Kardeşimi kurtarın!”
Çığlıklarım herkes tarafından duyuldu. O gün ne kadar kötü bir seçim olduğumu kendim dahil Yedisu’daki herkese kanıtladım.
Seçilmişlerin yüz karası…
***
BARÇKENT
Yançı
Abimlerin gitmesinin üstünden günler geçti. Abimin ihaneti ile tüm Soylu Kanlar bize sırtını döndü. Kralın bir sonraki emrine kadar kalemizden çıkmamız yasaklandı. Otrar Limanı’nın yönetimi geçici olarak en güvenilir aile olan Yorgaslara, Doğru Söyletenlere verildi.
Ailemize uygulanan yaptırımlar babamı kahretti. Çok güvendiği oğlunun ihaneti ile adeta yıkıldı. Kraliyet ailesinden sonra gelen soylu ailemize sürülmüş bu leke ömrünün sonuna kadar boynuna dolanmış bir urgan olacaktı.
Annem ise en başından beri olduğu gibi abimin Yaratıcı tarafından görevlendirildiğini biliyor, bunu benimsiyor hatta destekliyordu. Abimin başarılı olması için her gece dua ediyordu. Tek temennisi bu uğurda can vermemesiydi.
Ben ise bekliyordum. Zamanımın gelmesini. Çünkü biliyordum, Yaratıcının benim için biçtiği bir rol vardı ve gün gelecek onun için hazır olacaktım. Yıllarca rüyalarımda gördüğüm, bana fısıldanan o kehanetin bir sebebi vardı. Kendimi savaş sanatları yerine diğer her konuda geliştirmemin temel nedeni de buydu. Savaşmak abimin işiydi ben beyin takımında olmak için yaratılmıştım. Kitaplarım, öğrenecek daha birçok yeni bilgim vardı. Zamanı geldiğinde hazır olacaktım!
Banyoda aynada kendime baktığım esnada aksimin dalgalandığını gördüğümde irkildim. Saniyeler sonra karşımda abimi gördüğümde ise dehşete düştüm.
“Abi?” dedim tedirgin bir sesle.
“Garip göründüğünün farkındayım fakat blakininin izinin sürüldüğünü bildiğimizden bu şekilde iletişim kurmamız gerekiyor.”
“Bu… Nasıl?” dedim kekelerken.
“Daha onlarca dehşete düşebileceğin yeteneğe sahip kadın var.” Derken dudaklarında bir tebessüm oluştu. Çok uzak gibi gelen zamanlar da birbirimizle uğraştığımız o güzel anlar gözümün önünde canlandı. Nasıl bu hale geldik? “Sarayşık’a gitmen gerek.”
“O biraz zor,” dedim alayla. “Malum hain bir abim olduğundan her şeyimiz kısıtlandı.”
Sözlerim onu kahretti. Kendi tırnaklarıyla kazıyarak bu ülke uğruna başardığı onca iş, kazandığı onca onur varken şimdi böyle anılmak elbette zoruna gidecekti. Bu ülke için kraldan daha fazla şey yaptığına emindim.
“İlter, Ebren’in kardeşini kaçırdı.”
“Biliyoruz,” derken sesimde çaresizliğin emareleri gizliydi. “Özel gayrimenkul ve menkul varlık uzmanı olarak atadı.”
“Hainin kız kardeşini?” derken tek kaşını kuşku ile kaldırdı abim.
“Ebren ve senin hakkında tüm bildiklerini anlatarak ülkesi için hizmet ettiği için onur nişanı bile aldı.”
Sesim sıkkın çıkıyordu çünkü İlter’in oyunları canımı sıkıyordu. Peşinde sürüklediği, ne derse onu yapan bir kukla olarak yanında gezdirdiği kadının yüzü zihnimde canlandı. Yüzüm ekşidi, tadım kaçtı.
“Her şeyi kılıfına uydurmak konusunda hep çok başarılı olmuştu, piç!” derken öfke kusuyordu. “Tanla’yı ondan kurtarmamız gerek.”
“Aynı fikirdeyiz,” derken hiç beklemeden cevap verdiğimi fark ettim. “Ama nasıl?”
“Senin yardımınla.”
“Bunun imkânsız olduğunu biliyorsun.”
O an birbirimize baktık bir süre. İkimizde sessizdik ama sessizliğimiz bir dil oluşturuyordu kendine. Bir şey demesek bile aklımızdan geçenler birdi. Sanırım görevimin ne olduğunu anlıyordum.
“Çok dikkatli olmalısın!” diyen uyarıcı sesini işittim.
“Her zaman iyi bir oyuncu olmuşumdur, birkaç ipucu vereceğim sadece.” Derken sırıttım keyifle.
İkili oynamak konusunda sorun yaşayacağımı pek zannetmiyordum. Zor olacağına emin olduğum tek şey ailesine zarar gelmesinden korkan Tanla’yı benimle kaçmaya ikna etmek olacaktı. Abim ve Ebren başarmıştı. Çünkü liman şehrinden kaçmak çok daha kolaydı fakat başkentten kaçmaya çalışmak zor olacaktı.
“Annem nasıl?” diye sorduğu sırada sesinin titrediğini fark ettim.
“Babamdan çok daha iyi,” dedim pis pis sırıtırken.
Yüzü düştü. Ne olursa olsun babamızdı sonuçta. Ömrü boyunca inandığı kaideler ile bizi zorlamış, sınırlarımızı yarmış dahi olsa yine de işte… Bu yaşında yaşadığı şey onun için bir utançtı ve ona bunu yaşatmak hiçbir evladı mutlu etmezdi.
“Keşke daha farklı olabilseydi…”
“Görevini başarı ile yerine getireceğine eminim, onun doğru bildiği yoldan gitmek zorunda değiliz. Yaratıcının bize çizdiği yol çok daha başkaymış…” diye mırıldandım.
Beni ajan olarak İlter’in yanına gönderecek olması dehşet vericiydi. Yıllarca abimin onunla nasıl arkadaşlık yaptığını bile anlamış değildim. Hiçbir zaman sevemediğim birisiydi.
“Çok dikkatli ol.”
“Suda yürür izimi belli etmem,” derken göz kırptım.
Ardından vedalaştık ve aynadaki silüeti kayboldu. Bir süre daha aynaya bakmaktan alıkoyamadım kendimi. Rahat görünsem bile gerilmeden edemiyordum. Şeytanın inine girmek cesaret isterdi. Orada başıma gelebilecek onlarca olasılıktan bahsetmek bile istemiyordum. Ve en önemlisi… Tanla…
İçimdeki bu duyguların neyle alakası olduğunu bilmiyordum ama bugün bile bildiğim tek gerçek, geri dönülmez biçimde bir parçamı kaybetmiş olmamdı…
***
SARAYŞIK
Tanla
Bir süs eşyası gibi oradan oraya sürüklendiğim, kanıma ihanet ettiğim için ödüllendirildiğim günler öyle hızlı geçip gitti ki… Giderken benden götürdüklerini kelimeler ile ifade edemezdim. Ablama ve kanıma ihanetle ülkede kahraman ilan edildim. Sözde Suvar’a gideceklerini ve asla bilmediğim birkaç şeyi ben anlatmışım İlter’e. Ülkemin selameti için kendi kanımı, ablamı bile silmişim ve koşarak ona gitmişim.
Bu yalanlara kimi inandırdığını bilmiyordum ama benim göğsümde koca bir boşluk açmaktan başka işe yaradığı yoktu. Beni Kankıran denen bir odaya hapsederek güçlerimi durdurabileceğine inanmış olması da komikti. Onun kanı kadar basit bir kanım olduğunu zannediyordu sanırım çünkü garip bir şekilde onların güçlerini yok eden şey benim üstümde işe yaramıyordu. Ablamın bağışık olduğunu zırvaladığını hatırlıyorum. Bende de ona benzer bir şey vardı sanırım. Birebir onun gücüne karşı savunmasızdım ama bu saçma odada hâlâ güçlerimi kullanabiliyordum.
Günlerim genel olarak bu odada, önüme yığılan kâğıtları incelemek ile geçiyordu. Zaten bildiği şeyleri bir de benden dinlemek için her gün aynı lanet saatte odaya geliyor, beni bir şekilde çileden çıkartmayı başararak gidiyordu.
Masadaki evrakları fırlatıp atmamak için büyük bir sabır göstermem gerekiyordu. Sürekli aynı saçma sapan şeylerle uğraşmaktan aklımı kaçıracaktım artık. Her gün bu aptal prensin mal varlığını hesaplamaktan bunalıyordum. Etrafı dağıtmamaya çaba göstermem gerekiyordu. Çünkü anlık sinir krizim geçtikten sonra bir de hepsini bir güzel toplayıp yeniden düzenlemem gerekiyordu. Kendime ekstra bir iş yükü yaratmak istemiyordum.
Odanın açılan kapısını işittiğimde gözlerim duvarda asılı saate döndü. Erkendi. Bakışlarım merakla kapıya döndü. Dağılmış bir haldeydim. Banyodaki aynada kendime bakamıyordum. Perişan bir hale gelmemi keyifle izleyen o piçi mutlu etmemek için daima karşısında dimdik durmaya özen gösteriyordum ama şu an kendimi buna hazırlamadığım için içimde o gücü bulamıyordum.
Oturduğum yerden kalkmaya zahmet etmedim. Bitkin gözler ve baygın bakışlarla kapıya bakmaya devam ettim. İçeri girenin saçlarına takıldı önce gözlerim. Kuzguni siyah saçlarından gelenin o olmadığını anlamam pek âlâ mümkündü.
“Tanla Hıncal?” dedi keyifli bir sesle.
Ona bakakaldım. Koyu hareleri beni merakla incelerken aynı şekilde onu seyrettim. Kimdi ve burada ne işi vardı?
“Evet?” dedim meraklı sesimle. “Ve siz?”
“Yançı Aspar,” dedi kendinden emin bir sesle.
Soylu Kan olmasına rağmen tüm o şatafatlı sıfatlardan arındırarak kendini tanıtmasına şaşırdım. Bunun sebebi ablamla birlikte kaçarak ailenin ismine büyük bir leke süren abisi olabilirdi. Elbette onları tanıyordum. Tüm dünyayı ayağa kaldıran hain Yazgan Aspar’ın kardeşiydi.
“Barçkent’i bırak kalenizin sınırları dışına dahi çıkmanıza izin verilmezken sizi karşımda görme şerefini neye borçluyum?” Dedikten sonra yerimden kalktım ve bir reverans yaptım.
Dudaklarından dökülen kahkaha beni şaşkına çevirdi. Hayretle bakışlarımı kaldırıp ona baktım. Soylu Kanlara direkt bakamayacağımızı elbette biliyordum fakat bulunduğum durumdan daha kötü ne olabilirdi ki? Ayrıca onlar da aforoz edilmiş sayılırlardı…
“Ablanla karşılaşmamızda böylesine tuhaftı.”
Sözleri ile çarpılmışa döndüm. Odada kimsenin olmadığını biliyordum fakat ya İlter bir şekilde dinliyorsa? Bu başımıza büyük dert açabilirdi!
“Burası bir Kankıran,” dedi düşüncelerimi okumuş gibi. “Kendi burada olmadığı sürece ne konuştuğumuzu asla bilemez. Gerçi senin güçlerin üstünde pek etkisi yok neden buraya kapatmaya gerek duymuş ki?”
Sözleri ile dehşete kapıldım. Bunu nereden bilebilirdi? Bunu kimsenin bilmesine imkân yoktu. Bizler yeni olanlar, bilinmezlerdik!
“Demek istediğinizi anlamadım.” Dedim.
“Çok iyi bir yalancı değilsin,” derken gevrek gevrek sırıttı. “Ayrıca şu resmiyeti kaldıralım lütfen, Ebren ile pek kolay olmamıştı umarım senle bunu hemen aşabiliriz.”
Her sözü ile beni aptala çeviriyordu resmen. Burada ne işi vardı, benden ne istiyordu ve en önemlisi İlter onun gelmesine nasıl izin verirdi?
Küçük adımlarla, beni ürkütmek istemiyor gibi usul usul yaklaşmaya başladığı an bedenim gerildi. Tenimde bir karıncalanma hissettim. Gölgeler onların olsun, ben ışığımla onları alaşağı edebilirdim.
“Sakin ol,” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Sana zarar vermek gibi bir niyetim yok. Aksine seni kurtarmak için buradayım.”
“Beni bu şeytandan kurtarabileceğine seni inandıran motivasyon nedir?” derken sesimde bariz alay vardı.
“Yançı olmam,” dedi gayet ciddi.
Öylece kalakaldım. Gerçekten bu cümleyi kurdu mu? Özgüvenin her daim başa bela açtığından bihaber olmalıydı!
“Çok açıklayıcı oldu.” Diye homurdandım keyifsiz.
“Alay etmiyorum, Işığın Hâkimi aksine oldukça ciddiyim.”
Güçlerimin ne olduğunu nasıl bilebildiğini sorgulamayacaktım. Onda baştan sona her şey oldukça doğru duruyordu zaten.
“Benden ne istiyorsun?” diye sordum kısık bir sesle.
Kapana kısılmış halde akıbetimin ne olacağını çaresizlik içinde beklemek yeterince zordu. Kaçabilecekken dahi sırf ailem için burada duruyor olmak, her gün aciz bir şekilde ablamın gelip beni kurtarmasını beklemek oldukça zordu! Onun beklentileri ile uğraşacak vaktim yoktu.
“Ben değil,” dedi tüm alaycılığını bir kenara bırakıp olduğu yerde dikleşirken. “Ablan bu savaşta seni yanında istiyor.”
Tüm tüylerim diken diken oldu. Ablama, aileme ihtiyacım vardı. Çaresizlik içerisinde yeterince bela yokmuşçasına birde benim için endişeden deliye döndüklerine emindim. Onları çok özlemiştim, onlara sarılmaya ihtiyacım vardı!
“Bu saraydan çıktığım an İlter tüm ailemi yok eder,” dedim sesim titrerken. Gözyaşları gözüme batıyordu adeta. “En büyük kozu benim, beni elinden alırsak tüm dünyayı yok etmemesi için hiçbir sebep kalmayacak.”
“Amacı tek ve yek otorite olabilmek. Herkesi önce bu savaşa sürükleyecek sonra da o savaştan tek hükümdar olarak çıkacak. Hedefi bu, biliyorum. Sense ufacık kozlarından birisin yalnızca. Aileni güvene alacağız elbette, Ebren’in bunu düşünmediğine inanamazsın. Sonrası ise sende bitiyor.”
Üstüme bindirilen sorumlulukların giderek artması beni yoruyordu. Mızmızlanmak değildi niyetim fakat delirecek gibi oluyordum. Bu durumda akıl sağlığımı koruyabilmem pek mümkün değildi. Beni kurtarmalarını beklediğim her gün umudum giderek azalıyordu.
Düşüncelerimi bölen Yançı’nın heyecan ve panik dolu sesi oldu.
“Zihninle oynuyor,” dedi birden. “Onunla bu oda dışında görüşmeyi kabul etme. Zihnini bulandırıyor. Gerçeklik algını değiştirmek onun için çocuk oyuncağı. Bunu yapmasına izin veremezsin!”!
Tam ağzını açmış devam ederken ağır kapının sesini işittik. Gelmişti cehennem azabım!
“Kaynaştınız demek,” diyerek keyifli bir şekilde içeri girdi.
Suratındaki o ifadeyi yerle bir etmek istiyordum. Onu parçalarına ayırmak ve evrenin bir köşesine fırlatmak istiyordum. Ondan öyle çok nefret ediyordum ki…
“Ebren’den akıllı olduğunu görmek sevindirici,” diyen adam ile bir an dehşete düştüm. “En azından direnmek yerine kabulleniyor.”
“Değil mi?” dedi mutlulukla İlter. “Doğru tarafı seçtiğine sevindim, Aspar.”
Yançı’nın suratındaki ifadeye bakarken bir an inanamadım. Az önce onca sözü söyleyen sanki o değildi. Saniyeler içerisinde dönüştüğü kişiye bakarken dumura uğradım. Bu kadar kolay rol yapamazdı!
“Ben her zaman doğru taraftaydım, İlter. Sen yanlış Aspar’ı seçtin yalnızca.” Dedikten sonra göz kırptı.
“Yeni bir gelişme olursa haber verirsin, şimdi izninle. Müstakbel eşimle konuşmam gerekiyor.”
O kelimeyi ne zaman duysam birisi derime iğneler batırıyordu sanki. Gerçekten onunla evleneceğime inanıyordu!
Yançı, giderken bana dikkat etmemi haykıran bir ifade ile baktı. Onu dinlemeliydim ama bir hükmüm yoktu, o ne derse uygulamak zorundaydım.
“Bugün nasılsın, Işığın Hâkimi?” diye soran adam ile düşüncelerden sıyrıldım.
“Nasıl görünüyorsam öyleyim,” dedim dümdüz bir sesle.
Bakışlarındaki parıltılar midemi bulandırdı. Onunla didişmemden bile hoşlanıyordu ruh hastası!
“Çok güzel görünüyorsun,” dedi.
Ne kadar iyi bir yalancı olduğunu bilmesem doğru söylediğine inanırdım fakat gerçek yüzünü biliyordum. Bir yılandı o. Soğukkanlı bir yılan!
“Tüm mal varlığını en baştan hesapladım, bitti. Son evrakları da Varlık Komisyonuna teslim ediyorum. Ne zaman bitecek esaretim?” derken bıkkın çıkıyordu sesim.
“Ben ne zaman istersem o zaman elbette, sevgili müstakbel eşim.”
O keyifli surat ifadesini ışıktan bıçaklarla parçalamamak için direnmem gerekti. Buradaki herkesi alt ederek lanet olasıca yerden çıkabilirdim. Potansiyelimin farkındaydım. Fakat yine de şu an bu iğrenç adamın karşısında çaresizce duruyor olmak beni öfkeden delirtiyordu.
“Lütfen,” dedim bu sefer tüm gururumu bir kenara bırakırken. “Nasıl istersen öyle oynuyorsun zaten benimle. Bırak gideyim, ailemin yanına dönmek istiyorum.”
“Olmaz,” dedi öfkelenirken. “Olmayacağını bile bile neden böyle bir talepte bulunuyorsun? Tüm adamlarım abinin peşinde, onun bir Fısıltı Kâhini olduğunu biliyoruz artık. Fakat o nişanlısını da alarak kaçtı ve onu bulamıyoruz.”
Bir anda kahkaha atmaya başladım. Nedendi bilmiyordum sanırım sinirlerim bozulduğundan ama kendimi tutamadım. Kendi kendine cevap veren bir cümle kurması oldukça komikti. Gerçekten kafayı yemiş bir manyaktı!
“Sebebi açık değil mi?” dedim alayla. “O bir Fısıltı Kâhini. Tüm olasılıkları biliyor ve sizin asla bakmayacağınız bir yere kaçıyor.”
Sözlerim ile resmen irkildi. Gözlerime bakan çivit mavisi gözleri dondu. Sözlerim o ana kadar fark etmediği bir şeyi açıkladı.
“Olasılıklarını çürütmek için asla yapmayacağım hareketler yapmalıyım.” Diye mırıldandı kendi kendine. “Göremeyeceği şekilde davranmalıyız. Sen bir dâhisin!”
Bana sarılması ile neye uğradığımı şaşırdım. Elektrik akımına uğramışçasına titrerken hışımla kolları arasından kurtuldum. Bana dokunması midemi bulandırdı.
“Hayatımda aldığım en doğru karar olduğunu biliyordum!” dedi bir anda.
Kendimden nefret ettim. Çokbilmişlik yapmak uğruna sebep olabileceğim olasılıklar korkunçtu. Ablamların tek avantajlarını da ellerinden aldım…
Ne yaptım ben?
***
YEDİSU
Ebren
Sessizliğim bir süre daha sürdü. Eğitimler, doğru düşünme ve duygu kontrolü dersleri gibi beni oyalayan ve oyalarken öğreten şeylere yoğunlaştım. Yançı, yine onda şeytan tüyü olduğunu kanıtladı. Bir şekilde aklı ile çok övünen İlter’i kandırmayı başardı ve saraya sızdı. Tanla ile görüştüğünü öğrendiğimde kalbim yerinden çıkacak sandım. Onun sağ ve iyi olduğunu duymaktan daha iyi gelen bir şey yoktu.
Tüm bunların dışında ruh gibi dolaşmaktan kendimi alıkoyamıyordum. İçimdeki karmaşayı toparlayamıyordum. Öyle bir dağılmıştım ki bunu nasıl toparlayacağım hakkında bir fikrim bile yoktu.
Yazgan ve Pekin her konuda bana destek olmak için yerlerinde bekliyorlardı. Herkes benim için bu kadar çabalarken iç boğuşmalarıma odaklanarak daha fazla bencillik yapamayacağımı kabullendim. Herkes gibi üstüme düşeni yapabilmek için kolları sıvadım ve çalışmalara başladım.
Dövüş derslerini artık Giray veriyordu. Gücümü zapt edebildiği için en uygun kişinin o olduğuna karar verilmişti bense hiçbir fikir beyan etmeden en iyisi neyse onu kabul edeceğimi belirttim. Çünkü zorundaydım. Artık gerçekten bir şeyleri başarmak zorundaydım. Benim yüzümden acı çeken onca insan varken…
Bilge Tegin ile ruhumuzu dinlediğimiz ve benden öncekiler ile bütünleştiğim dersten sonra kısa bir süre dinlenip talim alanına gittim. Orada Yazgan’ı görmek beni şaşırtmadı. Üstünde siyah bir tişört ve rengi atmış bir pantolon vardı. Elinde iki tane kılıç vardı. Tam önündeki hedefe ustaca, hayranlık uyandıran bir biçimde saldırıyordu. Onu izlerken büyülenmemek elde değildi.
Giray’ın birden tam önümde durması ile şaşkınlıkla bakışlarımı ona çevirdim. Karamel renk saçları dağınıktı. Sis kadar gri gözleri üstümde dolanıyordu.
“Hazır mısın, Vadedilmiş?” derken ses tonu alaylıydı.
“Daima!” dedim inanır bir sesle.
Külliyen yalan olduğunu herkes anlardı ama yine de bunu belli etmedi. Elindeki kılıçlardan birisini bana doğru fırlatması ile elim ayağıma dolandı. Bunu her seferinde yapıyor ve ben yine de hem şaşırıyor hem de dengeli bir şekilde kılıcı tutmayı başaramıyordum.
“Bir yeri kesilir de kanı akarsa bozuşuruz, Giray.”
Pekin’in arkamdan gelen sesini işittiğimde yerden kılıcı alıp ona döndüm. Bakışlarımız birbirini buldu. Günlerdir ondan bir cevap bekliyordum. Geleceğe dair olasılıkların değiştiğini söylemesini istiyordum fakat ağzını bıçak açmıyordu. Tanla’yı kurtarma olasılığımız olmadığını net bir biçimde dile getirdikten sonra bu konuda sessizleşmişti. Artık bunun tam aksini duymaya ihtiyacım vardı.
“Ebren…” dedi artık umut etmekten vazgeçmemi ister gibi.
“Duymak istemiyorum!”
Ona daha fazla bakamadım. Giray’ın karşısına geçip pozisyonumu aldım. Öfkem tüm bedenimi ele geçirdi, resmen gözüm döndü.
“Sakin ol, şampiyon!” dedi Giray yine aynı alayla.
“Dilin değil elin konuşsun…” dedikten sonra ilk saldırıya geçen ben oldum.
Uzun bir süre beni terletti Giray. Ağaçların birinin tepesinde Doğan’ın olduğunu bilmek iyi hissettiriyordu. Olur da kendimi kaybedersem güçlerimi durdurabilirdi. Giray, onları geri yansıtabildiği için zarar görmeyeceğinden emindim fakat diğerleri için endişelenmeden edemiyordum.
Kılıcın birbirine çarptığı anda çıkarttığı ses kulaklarımı uyuşturmuştu artık. Doğan’ın bir süre sonra özel güçlerimi kullanmama müsaade etmemesinden dolayı beden gücümü sonuna kadar kullanıyordum.
“Seni yenmenin bir yolu var mı?” dedim kılıçlarımız birbirimize çarptığı an.
“Sence olsa bile sana söyler miyim?” dedikten sonra kılıcından yardım alarak beni ittirdi.
Sendeleyerek geri geri gittim. Gözlerimi kısıp yüzüne baktım. Hızlı bir şekilde üstüne atıldım. O kendini korumaya geçerken atik bir hareketle eğildim, bacağımı uzatıp etrafımda döndüğüm esnada ona çelme takarak yere kapaklanmasına sebep oldum. Kılıcımın ucu boğazına doğru eğildiği an bana hayretle baktı.
“Dikkatini dağıtmak daha kolaymış…” diye mırıldandım.
“İnanamıyorum!”
Duyduğum alkışlama sesi ile başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Yazgan, hayranlıkla beni izlerken alkış tutuyordu. Bu boşluğumdan faydalanan Giray beni kolumdan tuttuğu gibi çekip yere düşürdü. Bir dizi yerden destek alırken, diğeri benim vücudumun etrafını sarmıştı. Kılıcım elimden düşüp gitmişti. Şimdi boğazımda onun hançeri vardı.
“Düşmanınla göz temasını asla kesmemelisin!”
Bugün de yeni bir bilgi öğrendiğim için mutlu olmalıydım fakat Giray’ın yine kazanmış oluşunu sindirmek oldukça zordu. Büyük savaş gelene kadar burada bekleyecek miydik emin değildim ama zamanı gelene kadar sessizce beklemek zorundaydım. Kendimi eğitmeli ve öğrenebildiğim kadar öğrenmeliydim.
“Kaosun Kızı…”
Zihnime fısıldanan sözcük ile bedenim kaskatı kesildi. O an gerçek dünya ile bağımın yavaş yavaş koptuğunu hissettim. Ne olduğunu anlayamıyordum. Çok uzun zamandır başıma gelmediği için neredeyse unutmak üzereydim.
“Pekin!” diye haykıran Giray’ın sesini hayal meyal işittim.
“Dokunma!” diye bağırdı birisi.
Tam net anlayamasam da Yazgan olduğuna emindim. Saniyeler sonra bedenimi saran kollarının bana verdiği huzuru bir başkası sağlayamazdı.
“Artık bana katılmanın zamanı geldi.”
Zihnimde yine iki ses duyduğumda bedenimdeki kasılmalar şiddetlendi. Yine beni kaosa yönlendirmeye çalışanın sesini işitmek dehşet vericiydi. Pekin ile bir kader bağımız vardı. Yaratıcının ise zihnime fısıldayabiliyor oluşunun nedeninin net olduğunu düşünüyordum fakat bu yabancı ses ile nasıl bir bağım olabilirdi?
“Uyan!”
Haykırışı zihnimi parçalara ayırdı. Bedenim seğirdi, titremeye başladım. Canım öyle çok acıyordu ki karşı koymaya çalıştıkça artıyor oluşu beni mahvetti. Yazgan’ın dokunuşu beni neden kurtaramıyordu?
“Kalk!”
“Dengenin ve adaletin koruyucusu, doğru olanı seçmelisin!”
“Kurtarın beni!” diye çığlık attığımı duydum.
Bu güce direnmek giderek zorlaşıyordu. Artık nasıl direneceğimi bilemiyordum. Canım yanıyordu. Yazgan bile ilk kez onu durduramıyordu. Gücünün ve üstümdeki etkisinin bu kadar artmasının sebebi ne olabilirdi?
“Tvorets zashchishchayet nas… Tvorets vidit nas… Tvorets slyshit nas…*” (Yaratıcı bizi korur, Yaratıcı bizi görür, Yaratıcı bizi dinler…)
Bilge Tegin, elini yüzüme yakın bir mesafede ileri ve geri hareket ettirirken dua okur gibi mırıldanıyordu. Söylediği sözleri bedenimin yavaş yavaş sakinleşmesini sağladı. Zihnime saldıran o yabancı ses kendi kuytularına çekildi. Onu bu sefer de durdurabilmenin bir yolunu bulduk fakat bir sonraki sefer?
“Doğru olanı seç, Kaosun Kızı…”
Bilincimi yitirirken son işittiklerim bu sözler oldu. Doğru olanın ne olduğuna nasıl karar verecektim?
Gözlerimi usulca aralarken günün batmaya başladığını fark ettim. Ufkun bittiği noktadan son ışık hüzmeleri saçılıyordu. Usulca yattığım yerden doğruldum. Tüm bedenim dayak yemişim gibi ağrıyordu. Ardından zihnime fısıldanan sözleri hatırladım.
Bilincimi yitirdiğim esnada ailemi kurtarmamı mırıldanan sesti bu. Şimdilik güvende olduklarını en kısa sürede kurtarmazsam tehlikede olacaklarını söylüyordu. Yine kim olduğunu bilmiyordum ama Yaratıcıdan bir uyarı olduğunu düşünüyordum. Yataktan kalktığım esnada başım dönse de umursamadım.
“Dinlenmeye devam et.”
Yazgan’ın sesini işittiğimde yerimden sıçradım. Bakışlarım şaşkınlıkla ona döndü. Sırtını duvara vermiş, bedenini yatağına uzatmış öylece uzanıyordu. Tam olarak ne yaptığını anlamak mümkün değildi. Sanırım uyanmamı bekliyordu.
“Dinlenemem!” dedim korku ile.
“Ne oldu?” dediğinde doğruldu.
Uzattığı ayaklarını yataktan aşağıya sarkıttı. Ellerini yatağın kenarlarına yerleştirip gözlerimin içine baktı. Loş olmasına rağmen kara bir elmas gibi parladı gözleri.
“Ailemi kurtarmamız gerek!”
“Mümkün değil!”
Hayret içerisinde ona bakakaldım. Bu duymayı beklediğim son şey bile olamazdı. Ne demek, mümkün değil?
“Tehlikedeler!” dedim dehşet içinde. “Yaratıcı beni uyardı, onları en hızlı şekilde kurtarmamızı söyledi!”
“Biz hallederiz,” dedi sözlerime karşılık.
Hayretle ona bakakaldım. Ağzından çıkan sözlerin farkında mıydı? Gerçekten öylece oturup onları mı bekleyecektim? Çok beklerlerdi!
“Kurtarılması gereken benim ailem, ben de geleceğim!”
“Pekin’de aynı uyarıyı aldı, ben de!” demesi ile şaşkınlıkla ona bakakaldık. “İlahi bir uyarı olduğunun farkındayız. Onları kurtarmak için gereken her şeyi yapacağız. Kurtarma ekibi oluşturuluyor ve bu ekipte yalnızca askerler olacak!”
“Ama…”
“Seni korumaktan daha önemli bir önceliğimiz yok. On günlük bir görev, yalnızca sabırla bekle Siyayushchaya Zvezda.” (Parlayan Yıldız)
Sabır ve ben pek yan yana gelebilen bir ikili değildik ama yine de ona ne diyeceğimi bilemedim. Görevin selameti için gitmemenin daha iyi olacağının farkındaydım. Ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir bombaydım. Kestirilemiyor oluşum gereksiz bir yük bindirirdi üstlerine. Duygusal bir tetiklenmenin daha ne gibi felaketlere yol açabileceğini bilemiyorduk. Gücümün bir sınırının olmayışı da lanetti!
“Yazgan…” dedim fakat onu ikna edemeyeceğimi anladığımdan sustum.
O esnada kapı çaldı. İlk hareketlenen ben oldum. Usulca kapıyı açtığımda Pekin’le karşılaştım. Neden buraya geldiğini tahmin etmek zor değildi. Bir süre nasihat verdikten sonra planlarını anlatacak olmalıydı.
“Pes etmiş görünüyorsun, Vadedilmiş.” Dedi dudaklarında arsız bir sırıtışla. “Bu kadar kolay ikna edebileceğine inanmıyordum.”
“Onu tanıyorum,” dedi sert bir sesle.
Parlayan gözleri beni buldu. Tüm bedenimi saran sıcaklığı görmezden gelerek Pekin’e döndüm.
“Hâlâ gelmem gerektiğini düşünüyorum,” dedim sesim kendime güvenemediğim için kısık çıkıyordu. “Görevin başarısız olma ihtimali nedir? Kimsenin zarar görmesini istemiyorum.”
Bana bakan bakışları Yazgan’ı buldu. İlk başta sorumdan kaçmak için olduğunu zannettim. Bilinmezlik beni deli ediyordu ama sessizliği ödümü koparttı. Onu bildiklerini söylemeye zorlayamazdım fakat öyle bir bakıyordu ki bizi bekleyenin felaket olduğunu seziyordum.
“Kazanmak istiyorsan büyük fedakârlıklar yapmak zorundasın, Vadedilmiş.” Dediğinde karnıma bir yumruk yemiş gibi hissettim. “Bu sefer fedakârlık yapma sırası sen de değil…”