Yedisu

4954 Words
SARAYŞIK Tanla Korku dolu gözlerim İlter’e adeta saplandı. Dudaklarından dökülen sözler ölüm fermanıma basılan mühür misali idi. Tilun’da ben gibi dehşete düştü. Buna asla izin vermezlerdi, ben de! “Sen ne dediğinin farkında mısın, İlter?” diye soran kadın şok içindeydi. Aynı soruyu yinelemedim. Sessizce cevabını bekledim. Dudaklarında beliren o kendinden emin, aşağılayıcı sırıtışı tüm kanımı kaynattı. O sırıtışı dağıtmak için neler yapmazdım! “Elbette farkındayım, Tilun.” Dedi kendinden emin bir şekilde. “Güzel bir strateji olacak. Eski Kanların ayaklanmasını bastıracak en önemli kozumuz onlardan olacak bir kraliçe.” Kanım dondu. Ona bakarken hırsları uğruna ruhunu şeytana satmış birinden fazlasını göremiyordum. Gözlerimde titreyen gözyaşlarını akmasın diye öyle çok sıktım ki kendimi çenem seğirdi. Hayatımı, değersiz bir şeymişçesine oyununa alet ederken zerre önemsemiyordu. Benim de etten, kemikten bir insan olmamı umursamıyordu çünkü ona göre onlara hizmet etmek için yaratılan bir ucubeden fazlası değildim! “Seninle asla evlenmeyeceğim!” dedim kendimden emin bir şekilde. Sözlerimle birlikte insanı içine hapseden gözleri bana döndü. Dudaklarında öyle bir gülümseme belirdi ki nefesim kesildi. Başıma gelecek tüm belaları o korkunç gözlerinde seyrettim o an. Hayatım iki dudağının arasındaydı! “Tüm bu planlarına babamın ne diyeceğini çok merak ediyorum.” Tilun’un sözleri ile hışımla ona döndü. Bir gözünün seğirdiğini gördüm. Buna izin vermeyecekti! “Ağzını açarsan tahta geçer geçmez ilk işim seni sürmek olur!” Kardeşini gözünü kırpmadan harcayabilecek biri, bana neler neler yapardı! Ondan kurtulmam gerekiyordu! Ondan kaçmam, saklanmam gerekiyordu yoksa ruhumu paramparça edecekti. “İlter!” dedi hayret içerisinde Tilun. “Bunu nasıl söylersin?” “Hiç kimsenin önüme çıkmasına izin vermeyeceğimi çok iyi biliyorsun, Tilun. Ben veliaht prensim, yerinde olsam benimle iyi geçinirdim.” Bakışları bana döndü. “Müstakbel kraliçem ile daha iyi geçinirdim!” Göz kırptığı anda hayatımın tüm iplerini elinde tuttuğunu anladım. O prensti. En baştan beri ona kafa tutsam da yaşadıklarımla öğreniyordum ki, hiçbir zaman ona karşı koyamayacaktım! *** AŞPARA Ebren Ayağım, gelebilmek uğruna kan dahi döktüğüm topraklara bastığı an derin bir nefes aldım. Başardık! Kaybede kaybede kazandık… Asıl savaş kapıda bekliyordu ama nihayet onu durdurabilmek için ilk aşamayı geçmeyi başardık. Yazgan, tam yanımda durup elimi tuttu. Bakışlarım onu bulduğunda hayranlıkla burayı izlediğini gördüm. “Yüzyıllardır buranın yaşanılmaz bir kara parçası olduğuna inanıyoruz…” diye mırıldandı hayranlıkla. En azından onların böyle bir kıtanın varlığından haberleri vardı. Biz Eski Kanlar ise bu bilgiden bile mahrumduk… “Kan Çağı başlamadan önce Yaratıcının bize müjdelediği o kutsal topraklara hoş geldiniz,” dedi usulca Pekin. İlgiyle ona döndüm. Bakışlarımız birleşmeden hemen öncesinde dikkatle ellerimize baktığını görebildim. Sarımtırak gözlerinde gizlemeye çalıştığı acının hâlâ izleri duruyordu. Yüreğim burkuldu fakat bunun için hiçbir çözümüm yoktu. “Yüzyıllardır savaşlarınızdan, kavgalarınızdan burada saklandık.” Diye devam etti Iraz. “Tüm Dünya’ya sahip olan Soylu Kanlar, gözü doymayıp kendi aralarında da bölünmeye başlarken uzaktan bunu yalnızca seyrettik.” Dedi Pekin. “Gün gelecek, tüm Dünya’yı tehdit edecektik, biliyorduk. Günbegün bugünü bekliyorduk.” Son sözleri ile bana baktığı an irkildim. Tüm ömrü boyunca bugünü bilerek yaşamak nasıl bir histi acaba? “Gidelim, Yedisu’ya yaya olarak dört günlük bir mesafedeyiz.” “Ama,” diyerek araya girdi Iraz. Parmaklarını birleştirip dudaklarına yasladı ve sertçe bir ıslık çaldı. Kuvvetli ıslığından saniyeler sonra göğe doğru metrelerce uzanan ağaçların arasından yükselen yaratıklara bakakaldım. “Bu bebekler bize zaman kazandıracak.” Hayretle kalakaldım. Uçarak bize doğru gelen canlılar, efsanelerdeki ejderhaları andırsalar da onların mutasyondan sonra evrilen bir kuş türü olduğunu tahmin ettim. “Orsatakslar, evrilmiş kuşlardır. Büyük Kıyametten sonra onlar da Soylu Kanlar gibi nasibini alan canlılardan.” Büyük gövdeli ve oldukça tüylüydüler. Kuyruklarında fazlasıyla uzun ve dalgalanan bir tüy bulunuyordu. Bu özellikleri onları gözümde daha da efsanevi bir hâle büründürüyordu. Rengarenk tüylerle bezeliydiler. Yaratıcının şaheserleri olmalıydılar… “Yazgan, sen benimle gel.” Iraz’ın sözleri ile birlikte dehşetle ona döndüm. Gözlerimde çakan şimşekleri gördüğüne emindim. Bilerek damarıma bastığına inanıyordum artık. “Orsatakslara nasıl binmeniz gerektiğini bilmiyorsunuz. Oldukça riskli bir yolculuk olacak. Bizlerle birlikte olmanız elzem!” diyerek araya girdi Pekin, öfkemi hissetmiş gibi. “Seninle geleyim o zaman.” Yazgan’ın sözleri ile ona döndüm. Aksi halde benim de Pekin’le beraber gideceğimi tahmin etmiş olmalıydı. “Aynı anda iki erkek binemeyiz, yükü arttırmak risklidir.” Yazgan’ın çenesi kasıldı. Bedeninin duruşunu değiştirmesinden öfkelendiğini anladım. “Her zaman bir kadın ve bir erkek bineriz.” Diyerek araya girdi Belen. Doğru bir zaman değildi. Her ikimiz de öfkeleniyorduk. Sakin kalmalıydık! “Çocuklaşmayı kesin!” dedi öfkeli bir şekilde Iraz. “Dediğimizi yapın. Burası bizim topraklarımız, nasıl hareket edileceğini de en iyi biz bilebiliriz.” Pes ettim. Yazgan’ın önüne geçip diğerlerine arkamı döndüm. Onu sakinleştirmem gerektiğini biliyordum. “Sorun yok, bir süreliğine sadece. Çok kısa bir süre sonra yine yan yana olacağız.” Başını olumlu anlamda sallasa da genişlemiş burun deliklerinden kendini zapt etmeye çalıştığını anlayabiliyordum. Eliyle saçımı okşarken eğilip şakaklarıma hafif bir öpücük kondurdu ve Iraz’a doğru yürümeye başladı. Sanki başkası olamazmış gibi… “Ebren…” dedi usulca Pekin. Yazgan bir kâhin olmasa da geleceği görebiliyordu bence… Yazgan’a bakmamaya çalışarak usulca Pekin’e doğru ilerledim. Onun tek hamlede kuşun üstüne binişini hayranlıkla seyrettim. Tam yanında durduğumda hayvana baktım. Gerçekten alışılmışın ötesinde bir boyutu vardı. Ürkmemek elde değildi. “Korkma, Vadedilmiş.” Diye mırıldandı Pekin. “Onlar sana hizmet etmekle yükümlü.” Sözleri ile gözlerim hayretle ona döndü. Bunu beklemediğim için şaşırdım elbette. Daha öğreneceğim çok şey vardı. Bana doğru uzattığı eli tuttuğum an beni kuşun gövdesine doğru çekti ve tam önüne oturttu. Oturuşumu sağlamlaştırırken kuşa zarar vermemeye çalışıyordum. Üstlerine rahatça oturulması için yapılmış olan hasırdan yapılma eyere benzer şeye bakarken derin bir nefes aldım. Buradan düşersem parçalarımı bile bulamayabilirlerdi. Sıkıca tutunup, yerleştikten sonra Pekin uçma emri verdi kuşa. Önce doğrulan hayvan ardından kanatlarını çırpmaya başladı. Oldukça fazla toz kaldırarak havalandığımızda gözlerimi yumup sıkıca tutundum. Düşmeyecektim, Pekin buna izin vermezdi. “A ne pozvolyu tebe upast', Obeshchal.” (Düşmene izin vermeyeceğim, Vadedilmiş.) Omzumun üstünden ona baktım. Her şeyi bilmesi kimi zaman sinir bozucuydu. Bu da o zamanlardan biriydi. Yüz ifadem onu eğlendirmiş olmalı ki bir kahkaha attı. Hayretle ona bakakaldım. Lahuti kahkahası büyüleyiciydi. Başımı iki yana sallayıp önüme döndüm. Düşüncem beni rahatsız etti. Ona umut vermeyecektim! Aşağıya baktığım an gördüğüm manzara beni alaşağı etti. Böylesine güzel bir yaradılış olamazdı! Yaratıcı, en büyük sanatçıydı gerçekten. Aklıma onun elçilerinden birisiyle yaşadıklarım geldiğinde irkildim. Bedenimdeki o muazzam gücü aklımdan çıkaramıyordum! “Çok kısa bir süre sonra seni bekleyen onlarca insanın yanında olacağız,” diye mırıldandı usulca Pekin. “Herkesin gözünde büyük bir beklenti göreceksin fakat bu seni korkutmasın. Sorumlulukların asla başaramayacağın şeyler değil. Herkes senden, yapabileceğin bir şeyi bekliyor yalnızca. Bunun seni korkutmasına izin verme.” Sözleri öylesine anlamlıydı ki. Ne hissedeceğimi bile bildiği için bunları söylediğini biliyordum. Son yaşananlardan sonra benimle ilk kez böyle konuşuyordu. Ayrıca beklentiler beni korkutmuyor, ödümü koparıyordu! Hele de son yaptıklarımdan sonra… Onlarca insanı yalnızca düşünerek öldürebileceğim gerçeğini hâlâ sindiremiyordum. Doğru olanı, doğru bir şekilde yapmakla mükelleftim! Bu şekilde yapmam gerekiyordu. Bunu yapmak zorundaydım! “Kaybetmekten korkarsan, kaybedersin.” “Sözlerinin beni rahatlatması gerekmiyor mu?” diye sordum alayla. “Senin akıl hocanım, sırtını sıvazlamamı bekleme benden.” Dedi aynı alayla. Sırıttım. Bu cevabı vereceğini biliyordum. Çoğu elemente hükmedebilirken ona söz geçiremiyordum bir türlü. “Ben Kaosun Kızıyım,” dedim bu kelimeye giderek alışırken. “Akıl hocasına ihtiyacım var mı cidden?” Saçlarımı karıştıran Pekin ile neye uğradığımı şaşırdım. Abimden sonra bu hareketi bir başkasının yapması hem tuhaf hem de şaşırtıcıydı. “Herkesin öğrenecek birçok şeyi vardır, Ebren!” İki saate yakın bir süre geçtiğini düşündüğüm an kuşların bir vadi etrafında yuvarlak çizerek uçmaya başladıklarını fark ettim. Başımı eğip aşağıya baktığımda kocaman bir yatağa akan yedi tane şelale gördüm. Kocamanlardı, fazlasıyla hırçınlardı. “Yedisu’ya hoş geldiniz,” dedi Pekin mutlulukla. Hayranlık dolu bakışlarımı kaldırıp ona baktım. Burası gerçek olamazdı! “Burası cennet mi?” diye sordum. Böylesine büyülü bir doğanın eşi yoktu, buna emindim. “İnsanlardan ve onların getirdiği yıkımdan uzak olan Dünya böyle bir yer.” Dedi sakin bir tonla Pekin. Haklıydı. İnsanın ve onun getirdiği yıkımın olmadığı Dünya zaten cennetti! *** Fısıltı Kahinlerinin doğayla iç içe geçmiş yerleşkelerini gören Yazgan bu tarza hayran kaldı elbette. İlk gördüğümde ben de bu şekilde kalakalmıştım. Gördüklerimiz alışık olmadığımızın yanı sıra asla olabileceğine bile inanmadığımız bir düzendi. Biz fabrika bacalarının kirlettiği havada ciğer hastalıkları ile boğuşan basit kanlardık, Yazganlar ise oraları yönetmekle görevli olanlar. Barış içerisinde, birbirine zarar vermeden yaşamanın ne demek olduğunu hiç öğrenememiştik… “Yedisu, kentlerimizi kurmak için seçtiğimiz yer. Doğa bize yaşayabilmemiz için tüm imkânları zaten sunuyor, fazlasına hiç ihtiyaç duymuyoruz.” Diye mırıldandı arkamızdan Pekin. “Fısıltı Kahinleri, geleceği gördüğü için mi bizler gibi yaşamayı seçmediler?” diye sordu samimi bir merakla Yazgan. “Sefaletimizden, hırslarımızdan, savaşlarımızdan bu yüzden mi kaçtınız?” Pekin’in çehresini bir tebessüm sardı. Yazgan’ın sorduğu soru bir sebepten onu memnun etti. Sanırım gelecekle alakalı güzel bir şeye delalet ediyordu bu soruyu sorması. “Kaybetmek için savaşmayız, Soylu Kan Yazgan.” Dedi hafif alaylı bir tonda. “Topraklarınız, mallarınız ve kaleleriniz sizin olsun. Tek derdimiz evrenin huzur içinde olması.” “İnsani ilkel duygular ile birçok kez kıyametimizi kendi ellerimizle getirdik zaten evladım,” diyerek bir anda yanımızda beliren Bilge Tegin’e şaşkınlıkla baktım. Aynen rüyalarımda gördüğüm gibiydi. Yine bedenine doladığı beyaz bir çarşaf vardı. Elinde tuttuğu asası onu bir büyücüymüş gibi gösteriyordu. Masallardaki yaşlı bilge adamlar gibiydi. “Yeni bir kıyameti durduracak birilerine ihtiyaç vardı. Yaratıcı, bunun için elçisini gönderdiğinde onu koruyacak bir toplum gerekliydi. Biz, o toplum olmayı seçtik. Geleceğin ne kadar kan dolu olduğunu görebilseydiniz bugün tüm kavgalarınızı bitirirdiniz.” Tüylerim diken diken oldu. Gelecekteki savaşın adım sesleri kulaklarımda çınladı. Yaklaşıyordu, fazlasıyla hızlı bir şekilde hem de! “Ben Tegin,” dedi kendini takdim ederken tüm sıfatlarından arındırarak. İnsani kibirden arındığını zaten biliyordum. “Halkım bana, Bilge Tegin, der. Yaratıcının bizlere öğrettikleri ile onlara elimden geldiğince yol göstermeye, doğruya götürmeye çalışırım.” “Yazgan,” dedi basit bir şekilde. Tüm sıfatlarını o son kara parçasında terk ettiğimizi anımsayınca yutkunamadım. Yazgan, her şeyinden vazgeçerek beni seçti! Bunu unutmama asla izin veremezdim… “Kan Hâkimlerinin Efendisi Yazgan,” dedi Bilge Tegin manalı bir ses tonuyla. Bu tam olarak ne demekti? “Anlayamadım?” derken şaşkın görünüyordu. Onu daha önce bu kadar şaşkın gördüğüm bir an hatırlamıyordum. Bilge Tegin’in sözleri onu resmen alaşağı etti. Samimi bir merakla adamın gözlerinin içine bakıyordu. “Öğreneceksin,” dedi bilmiş bir eda ile Pekin. “Bugün burada bulunan herkes, geleceğin daha iyi olabilmesi için Yaratıcı tarafından seçilen kimselerdir.” Diye basitçe açıkladı Bilge Tegin. “Zamanla ne demek istediğimizi anlayacaksın, evladım.” “Sizi kalacağınız eve yerleştireceğiz,” diyerek yanıma gelen Belen’e şaşkınlıkla baktım. “Kalacağımız ev?” dedim fısıltıyla. “Koruyucunla ayrı evlerde kalmayı ummuyorsundur herhalde?” derken öyle bir sırıttı ki, o andan sonra on dakika daha yanan kıpkırmızı bir surat ile dolaşmak zorunda kaldım. Asma merdivenlerden sırayla öncelikle ağaçların ilk sırasındaki köprülere tırmandık. Sarmal bir şekilde metrelerce yukarı çıkan ağaçları dört bir yandan kuşatıyordu. Hemen sonra kalın ağaç gövdesine dönel bir şekilde sıralanan merdivenlere yöneldik. Belen ve Esin bize burayı, birkaç kuralı ve işleyişi anlatıyorlardı. Gerçi Esin sessizdi. “Sabah genel de herkes erken kalkar ama buna uymak zorunda değilsiniz. Bizim yüzyıllardır düzenimiz bu. Çok yoruldunuz, bolca dinlenin lütfen. Evinizin içerisinde ihtiyacınız olabilecek her şey var. Kullandığınız garip gereçleriniz yoktur, hâlâ çoğu şeyi eski usul kullanırız.” Ona anlamayan bir ifadeyle baktığımda sırıttı. “Mesela, yemek yapmak için ateş yakarız.” Dedi yanağımdan makas alırken. Kıkırdamadan edemedim. Biz Eski Kanlar bile bunu iki yüzyıldır yapmıyorduk bence. Veda edip gidenlerin ardından evin ortasında birbirimize bakakaldık. Uzun, kalın gövdeli sopalarla desteklenerek yerden yüksek bir şekilde inşa edilmiş evin ortasından iki tane kocaman, kalın ağaç dalı geçiyordu. Beklediğimden daha genişti. Bir tarafta iki tane ikili koltuk, diğer tarafta sanırım mutfak diyebileceğim bir yer vardı. Gerçekten ateş yakılan bir ocak gördüğümde şaşırdım. Yatakların olduğu odayı bir perde ile ayırmışlardı. Oldukça ilkel ama bir o kadar büyüleyiciydi. “Böyle bir yerin varlığına bile inanamıyorum,” diye mırıldandı Yazgan. “İlk gördüğümde dehşete düşmüştüm. Ki sen şu an gerçekten gözlerinle görüyorsun, ben uykularımda ziyaret ediyordum.” Sözlerim ile bakışları bana döndü. Manalı parıltılar dolu simsiyah hareleri üzerimde tartarak dolaşırken olduğum yerde kalakaldım. Kollarım ile bedenimi sarmak istiyordum çünkü öyle bir bakıyordu ki çıplakmışım gibi hissetmemek imkânsızdı. “Belki şu anda da rüyadasındır, Siyayushchaya Zvezda.” (Parlayan Yıldız.) Aklıma Suvar’da yaşananlar geldiğinde bakışlarımı kaçırdım. O anın sıcak büyüsünden kopup gitmiştim bile. Gözlerimi kaçırıp arkamı dönerken buldum kendimi. “Keşke…” sözcüğü döküldü dudaklarımdan. “O zaman bir katil olmazdım.” Sözlerim, günlerdir kendime itirafını yapmayı beklediğim şeylerdi. Bunu sesli bir şekilde dile getirmez ve yüzleşmez isem aklımı yitirecektim. “Siyayushchaya Zvezda!” Hırçın, bir o kadar öfkeli bir şekilde söyledi bu sözleri. Beni bileğimden yakaladı ve kendine doğru çekti. Başımı ondan, vicdan azabımdan ve utancımdan gizlenmek için göğsüne yasladım. Ellerim sıkıca kıyafetini kavradı. Yüzleşmek bir hayli zordu, defalarca da konuşsak değişmeyecekti. “Yerinde olsam aynı şeyi yapardım, Ebren.” Dedi beni sararken. “An dahi düşünmezdim. Sen durabilmişsin, ben tüm Suvar’ı öldürene kadar durmazdım!” Tüylerim diken diken oldu. Yapacağından emin olmak ödümü koparttı. Kendi içimdeki tehlikeden, Yazgan’ınkini göremiyordum fakat onunki de korkunçtu. İkimizde doğru olanı seçmek için çabalıyorduk çünkü Yaratıcı bize bir seçim şansı tanıyordu! Ne kadar tam aksi gibi görünse de gerçek buydu. Seçimler bizi biz yapan yegâne etkenlerdi. Doğru olanı seçmek bizim elimizdeydi. “Hepimizin hayatını kurtardın. Bize bu dünyayı kurtarmak için bir şans daha verdin.” Diye mırıldanırken ninni gibiydi ses tonu. Hem yatıştırıyor hem iyileştiriyordu. “Ne olursa olsun zor bir seçimdi ama nihayetinde bizi kurtarmayı başardın.” “Kontrolümü kaybettim,” diye mırıldandım sıcak yaşlar yüzüme doğru inmeye başlarken. “Sen de insansın, hatalar yapmak bizler kadar senin de hakkın…” “Ben Vadedilmiş olanım, böyle bir lüksüm olmamalı…” Sarılışı sıkılaştı. Dudakları şefkatle şakaklarımı buldu. İçimi titreten bir biçimde öptükten sonra derin bir nefes çekti ciğerlerine. “Öğreneceksin.” Dedi usulca. “Bizler gibi gücünü kontrol etmeyi, ona hükmetmeyi öğreneceksin.” Başımı olumlu anlamda salladım. Bunu yapmak zorundaydım. Dünyanın ve insanlığın selameti için elzemdi. “Sana çocukluğumdaki en acı anımı anlatayım,” diyerek beni perdelerle ayrılan yatak odasına yönlendirdi. Uzunluğu göğsüme kadar gelen, meşe ağacından olduğunu tahmin ettiğim bir dolap vardı. Beni yatağın üstüne oturtup oraya yönlendi. Çekmeceleri usulca karıştırarak giyebileceğim bir şeyler aradı. Ardından uyumak için uygun görünen, ince kumaştan yapılma, düz bir kıyafet çıkarttı. Elindekini bana uzattığında beklemeden aldım fakat sonraki an gözlerim gözlerine döndü ve dik dik ona baktım. Ne demek istediğimi anlayarak çapkın bir sırıtışla arkasını döndü. Günlerdir üstümde olan, kirli kıyafetlerden kurtuldum. Ardından kısa kollu, boyu dizlerimin üstünde biten geceliği andıran kıyafeti giydim. Boğazımı temizledim, giyindiğimi haber vermek için. “Yatağa uzan,” dedi buyurgan bir sesle. Kalbim sıkıştı ama yine de dediğini ikiletmedim. Örtüyü kaldırıp altına girdim. Yuvarlak gelecek bir şekilde yapılan pencereye doğru kaydım. Ona uzanabileceği alan bıraktım. Yavaşça yanıma yaklaştı. Beni ürkütmek istemiyor gibi hareketleri sakindi. Yatağın boş kısmına doğru oturdu, yastığı dikleştirdi, sırtını yasladı ve bacaklarını uzattı. Ardından kolunu açtı ve gelmem için cesaretlendiren bir bakış attı. Derin bir nefes çekerken heyecandan bayılmamaya çalıştım. Ona doğru kayıp başımı göğsüne yasladım. Kolu ile etrafımı sardığında gözlerimi yumdum büyük bir huzur ile. Uzun zaman sonra bu hissi ilk kez hissedişimdi. “Soylu Kanların güçlerinin hangi safhada kendini göstereceği belirsizdir,” diyerek başladı sözlerine. “Yedi yaşında annemin doğum günümde bana hediye ettiği bir evcil hayvanım vardı. Çok uzak diyarlardan geldiğini söylediği bir kurt köpeği. Dokuz yaşına girdiğimde güçlerim henüz kendini belli etmemişti ve babam koskoca Aspar Soylu Kanının varisinde bir sorun olabilme olasılığını bile kabul edemedi. Bir tetikleyiciye ihtiyacım olduğunu düşündü.” Son sözleri ile yaslandığım göğsünde hareketlendim. Gözlerine bakmak, ifadesini görmek için delirsem de buna izin vermedi ve göğsüne doğru bastırdı. Diyeceklerini tahmin edebiliyordum. Bunun onun için hâlâ fazlasıyla yaralayıcı olduğunu anlayabilmem için söylemesine gerek yoktu, biliyordum işte! “Annemin kendi ailesinin yanına gittiği bir gün, Yançı ile beni alıp kalenin dibindeki zindanlardan birine götürdü.” Dedi usulca. Sesi titriyordu. Gözlerime yaşlar hücum etti. Hayır, gerçekten böyle bir şey yapmış olamazdı. “Zindanlardan birisine Yançı’yı, diğerine Sis’i koydu. Rengi griydi, bu yüzden ona bu ismi vermeyi seçmiştim…” derken yanağımdan bir damla yaş süzüldü. “Yançı ve Sis, acı içinde çığlıklar atmaya başladı. Babamı durduramazsam her ikisini de öldüreceğini söyledi.” “Yazgan…” dedim acı ile. Üstünden yıllar bile geçse kimse böyle bir şeyi unutamazdı. Dokuz yaşında ya dokuz yaşında! Dokuz yaşında bir çocuğa sırf kendi istediği için böyle bir travma yaşatmıştı özbeöz babası! Soylu Kan olmadığım her güne şükretmekten alıkoyamıyordum kendimi. “Yalvardım…” dedi acı çeken bir sesle. “Durması için, bunu yapmaması için dakikalarca gözyaşı döktüm ama babam durmadı.” Gözlerimi yumup burnumu çektim. Kutan Aspar, güç delisi bir manyaktı! “Sis, artık acıdan bilincini kaybetmişti. Yançı’nın ise Yaratıcıya şükürler olsun ki o gün güçleri kendini gösterdi. Acı ile kıvrandığı esnada buna nasıl dur diyeceğini öğrendi ve babamın gücüne karşı koymayı bir şekilde başardı. Fakat Sis’in böyle bir şansı olmadı. Onu babamdan koruyacak birisi olmadığı için büyük bir acıyla öldü.” Hıçkırıklarımı bastırmak için elimle ağzımı kapattım. Küçücük bedeni ile bu acıyı göğüsleyen Yazgan, gözlerimin önünden gitmiyordu. “Geceler boyu gördüğüm kâbuslar ile çığlıklar içinde uyandım. Annem, aylarca babamın bana yaklaşmasına dahi izin vermedi ve bir gece…” Sesi giderek kısıldı. Söyleyecekleri ödümü koparttı. “Yine bir gece, nihayet güçlerim kendini gösterdi. Eğer ki o gün babam olmasaydı, kalede kanını hissedebildiğim kim varsa öldürüyordum neredeyse. Annem yanımda ayrılmadığı için günlerce kendine gelemedi. Yaptığım dehşet yüzünden kendimi affedemedim ta ki onu kontrol edebilmeyi öğrenene kadar.” Bunu neden anlattığını o an anladım. Onlar da güçlerini keşfettikleri ilk zamanlar hatalar yapıp daha sonrasında o gücü kontrol etmeyi öğrenmişlerdi. Benim gibi… “Duygularının seni kontrol etmesine izin verirsen, acın her zaman üstün çıkar, mantığını yener ve sonrasında pişman olacağın şeyler yaptırır. Önce duygularını kontrol etmeyi öğreneceksin daha sonrasındaysa güçlerini.” Ona sıkıca sarıldım. Anlattığı anıyı hiçbir zaman unutmayacaktım. Babasının ona yaptıklarını da… Güç uğruna neredeyse özbeöz evladını öldürebilecek kadar gözü dönmüş bir ruh hastasıydı! *** Günler birbirini kovaladı. Aşpara’ya vardığımız günden itibaren sıkı bir eğitim başladı. Pekin, akıl hocam olmanın yanı sıra karşımdaki düşmanı öldürmeden nasıl savaşabileceğimi de öğretmek için sıvadı kollarını. Iraz ise Yazgan’ın eğitimiyle ilgileniyordu. O bir Element Hakimiydi. Buna rağmen bir şekilde Yazgan’ı eğitebileceğine karar verilmişti. Bu kararın bizler daha doğmadan verildiğini söyleyip duruyordu Pekin. Bir sonraki an ne düşünebileceğimi bildiğinden. Antrenman bittiğinde su içinde, nefes nefeseydim. Belen, elinde bir bardak su ile yanıma gelirken sırıtıyordu. “Acıktın mı, şampiyon?” “Kurt gibi,” dedim sırıtarak. Ardından kelimenin bana hatırlattığı anı ile suratımdaki tebessüm silindi. Bunu sık sık kendime hatırlatıyordum. Ne yapmamam gerektiğini unutmamak, güç ile körleşmemek için… Suyu kafama dikerken Belen ile birlikte yemek yemek için yürümeye başladık. Bir anda gözümün karardığını fark ettim. Belen, hızlı davranıp beni çevik bir hareket ile yakaladı. “Ebren?” diyen korku dolu sesini işittim. Cevap verebilmem mümkün değildi. Bir acı tüm bedenimi ele geçirdi. Sonraki ansa ne olduğunu anlayamadan dizlerimin üstüne sertçe düştüm. “Pekin!” diye haykırdı Belen. “Ebren’e bir şey oluyor!” Belen’in ellerinden kayan elim bedenim ile birlikte yere düştü. Şiddetli bir titreme ile sarsıldım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken şaşkına döndüm. “Povtori menya…” diye haykırdı zihnimdeki baskın ses. (Dediğimi tekrarla.) Bu sözleri hatırlıyordum. Yazgan’ın beni Otrar’dan alıp Barçkent’e götürmesinden kısa bir süre sonra bahçedeki süs havuzuna beni çağıran sesti. Tüm bedenimi felç eden ve kontrolü benden çalan o sesti. “Blagoslovi menya...” (Kutsa beni.) Yine aynı şekilde onun bedenimdeki varlığına mâni olamıyordum. Zihnimi istila edişini durduramıyordum. Panikliyor, duygularımı kontrol edemiyordum. “Beni dinle, Ebren!” diye sertçe zihnime fısıldadı Pekin. “Ona kulak verme!” Kime? “Siyay, gori, podnimaysya...” (Parla, yak, yüksel.) “Ebren!” diye haykıran Yazgan’ın sesini işittim. “Dokunma!” diye bağıransa Pekin’den başkası değildi. Bedenim bir kez daha sertçe seğirdi. Durma, Yazgan! “Benimle bütünleş, Vadedilmiş!” “Onu zihninden defetmen gerekiyor, Ebren!” Onu zihnimde istemediğime odakladım kendimi. Geçen sefer Yazgan’ın beni bu hipnozdan nasıl kurtardığını hatırlamasını diledim her ne kadar Pekin ona, dokunma, dese de… “Çekil!” diye kükrediğini işittiğimde içim ferahladı. Pekin’i neyse ki asla dinlemezdi! “Navedeniye balansa i poryadka...” (Denge ve düzen getiren…) Bir kez daha sözcükleri tamamlayamadan yarıda kesiliverdi. Yazgan, beni tuttuğu gibi kucağına çekti. Pekin’in tüm direnişine rağmen beni kolları arasına alarak zihnimdeki o manyaktan çekip kurtardı. Nefes nefese gözlerimi kırpıştırırken o güzel çehresine bakakaldım. “Siyayushchaya Zvezda!” diye mırıldandı şefkatli ses tonuyla. Kendime gelmeye çalışıyordum. Bedenim onu zihnimden defetmek için öyle büyük bir çaba sarf etti ki… “Bir başkası dokunmuş olsaydı, onu kurtaramazdık…” diye usulca mırıldandı Belen. “Koruyucu, o.” Dedi Esin, ilk kez kendisine sorulmadan konuştuğuna şahit oluyordum. “Ondan başkası kurtaramazdı o şeytandan.” Kirpiklerimi kırpıştırdım. Biliyorlardı, onun kim olduğunu… “Pekin?” dedi tek kaşını kaldırıp hışımla bakışlarını ona çeviren Yazgan. “Sırası gelsin diye bekliyorduk.” Dedi omuz silkerken. “Bunu detaylı konuşmamız gerekiyor.” “Konuş o zaman!” derken Yazgan yine öfkesinin kontrolünü yitiriyordu. “Neyi bekliyorsun?” “Akşam, ateşin etrafında size Bilge Tegin en doğru şekilde anlatacaktır.” Sözlerinin ardından arkasını dönüp gidişi şoke ediciydi. Onun bu şekilde bir durumdan kaçtığı hiç görülmüş şey değildi. Onu rahatsız eden bir şey vardı. Yazgan, ayağa kalkarken beni de kucağında taşımaya devam etti. Şikâyet edemezdim çünkü bedenim felç geçirmiş gibiydi. Uzuvlarımın kontrolünü sağlayamıyordum. “İyi olacaksın, Siyayushchaya Zvezda!” Gözlerimi araladığımda, başucumda Yazgan’ı gördüm. İnce, güzel parmakları saçlarımda dolaşıyordu. Hava kararmış, sessizlik çökmüştü üstümüze. Sabah yaşanılanları anımsamak dahi beni dehşete düşürüyordu. Bilge Tegin’in anlatacaklarını deli gibi merak ediyordum. “Privet, Siyayushchaya Zvezda!” (Merhaba, Parlayan Yıldız.) “Privet…” diye mırıldandım biraz bitkin bir sesle. Dudaklarında beliren tebessüm iç ısıtan cinstendi. Bakışlarında parlayan şefkat parıltılarını görebiliyordum. Resmen bakışlarında titreyen bir endişe vardı. Beni onu kurtarmak için onca hayatı yok ederken görseydi yine de böyle şefkatle bakabilir miydi? “Nasılsın?” diye sordu boğuk bir ses tonuyla. Kısık sesle konuşmasının nedeni yeni uyanmam mıydı? Loş ışıkta öyle güzel gözüküyordu ki, iç gıdıklayıcı bir bakışı vardı. “İyi olacağım sanırım, sen?” Tebessümü genişledi. Yatakta hafifçe kayarak yüzlerimiz arasındaki mesafeyi kısalttı. Ne olacağını merak ederken bana yaklaştığını gördüğümde nefesimi tuttum. Ne yapacağını anladığım anda kalbim göğüs kafesimi dövmeye başladı. Dudaklarımız arasında milimler kaldığı an gözlerimi yumup bu an için kendimi hazırladım. Tam o esnada çalan kapı ile irkilerek gözlerimi araladım. Yazgan’ın da benden farkı yoktu. Söylene söylene yataktan kalkıp uzaklaştı. Kapıyı öfkeli bir şekilde açtı. Karşısında gördüğü kişinin sinirlerini daha fazla bozduğuna emindim. “Evet?” diyen sesini işittim. Yüzünü göremesem de fazlasıyla öfkeli durduğuna emindim. Kapıdaki adamın simasını net görmüyordum ama uzun, kızıl saçlarından bir tutamı ördüğünü fark ettim. “Bilge Tegin sizi bekliyor,” dedi kısaca. Sarımtırak harelerinin gözlerime çarpmasıyla tüm tüylerim diken diken oldu. Loş ışığa rağmen fazlasıyla parlak görünüyorlardı aynı bir kedinin gözleri gibi. Bakışlarındaki ifade can yakıcıydı. “Geliyoruz,” dedi kısaca Yazgan. Pekin’in gitmesinden çok kısa bir süre sonra hazırlanıp çıktık. Artık benimsediğimiz evimizden aşağıya inen merdivenlere ulaşmak için bir asma köprüden geçtik. Ardından sarmal merdivenlerden usulca indik. Ortada yakılan büyük ateş uzaktan bile görülebilirdi. Oraya doğru sessizce ilerledik. Yanlarına vardığımız zaman herkesin sesi soluğu kesildi. “Hoş geldiniz,” diyen Bilge Tegin oldu. Yazgan, onu başıyla selamlarken ben teşekkür ettim. Ardından boş kalan yere oturduk yan yana. Zihnimi, bedenimi ele geçirip beni adata felç eden kişi hakkında konuşacaktı. “Bugün yaşadığın şey ilk kez başına gelmiyor, değil mi?” Bilge Tegin’in sorusu ile tüm bedenim buz kesti. O kan donduran soğukta başıma gelenleri anımsadım. Ben başımı olumsuz anlamda sallamakla yetindim. “Değildi,” diyerek aynı anda konuştu Pekin ve Yazgan. Hemen ardından birbirlerine ölümcül bakışlar atmaları gözümden kaçmadı. Birbirlerinden bu kadar nefret edebilmelerine şaşırmamak mümkün değildi. Yazgan’ı anlayabiliyordum, o öfkesini kuşanan bir savaşçıydı fakat Pekin’in nefreti üstüne oturmuyordu. Nedeninin başka bir şey olduğunu düşünüyordum. “Zihnini ele geçiren o kişi şeytani bir Fısıltı Kâhini. Kim olduğunu bilmiyoruz, çok zeki bu yüzden senden uzak durarak Pekin’in görülerinden de kendini silmeyi başarıyor. Varlığı sanki hiç geleceğine dokunamayacak gibi bu yüzden fikirlerine sızmayı seçiyor. Pekin’den kaçmak için. Çünkü fikirlerine sızarak seni yönlendirirse kim olduğunu asla öğrenemeyiz.” Pekin ile pek yakın oturmuyorduk ama yine de dişlerinin gıcırtısını işitebildim. Onu asıl rahatsız eden durum buydu demek ki. Bu durum onu çileden çıkartıyor olmalıydı. Onca şeyi bilirken birinin onu alt etmesi sinir bozucu olmalıydı. “Ama amacından eminiz. Yıkım Getiren olmanı istiyor.” Derken yaşlı adamın sesi titredi. Gözünün önünden geçen görüntüler onu dehşete düşürmüş olmalıydı. Bana bakamadı bile bu sözleri sarf ederken. “Neden?” dedim safi bir merakla. İlter’in nedenleri açıktı. Dünyanın hükümdarı olmak istiyordu. Her şeyin ve herkesin onun hizmetinde olmasını istiyordu. Peki bu Fısıltı Kahininin amacı neydi? “Çünkü evrenin kıyameti olabilirsin, evladım.” Dedi dümdüz bir sesle Bilge Tegin. Oradakiler için ne ifade etti bilmiyorum ama zaten birçok ailenin kıyameti olduğum aklıma geldi. Onlardan sevdiklerini alarak… “Bizden biri kıyametin gelmesini istiyor.” “Yaratıcı buna izin verir mi?” diye sordum samimi bir şekilde. Sınırlarımı bilmiyordum, belki de bir sınırım yoktu. Kendimden deli gibi korkarken bu kendini bilmezin nasıl böylesine pervasız davrandığını anlayamıyordum. “Yaratıcı bize doğruyu her an söylüyor, evladım. Fakat seçim bizim. Dünya bir felaketten kurtuldu, ikincisinden de kurtulur belki ama aynısı insanlık için geçerli değil. Tarihimizde birçok kez kıyametimizi kendimiz getirdik, yine yapabiliriz.” “Ne yapacağız? Pekin bile onun kim olduğunu bilmezken Ebren nasıl zihnini ondan koruyacak?” diye soran Yazgan oldu. Bakışlarım üstünde dolaştı. Yine o koruyucu haline büründü. O an bu kişi burada olsaydı saniye bile düşünmeden kanını kaynatacağına emindim. “Sen onun koruyucususun, ona dokunduğun an zihninden zaten kovuluyor fakat bir ihtimal bunu yapamadığın bir an olursa işte o zaman tek umudumuz Ebren’in doğruyu seçebilme ihtimali.” Tüm dünyanın kaderi benim yaptığım seçimin ihtimaline mi bağlıydı? Gerçekten çok rahatlatıcı! “Yani kaderimiz, Vadedilmişin iki dudağı arasında.” Dedi Iraz. Sözlerini tükürürcesine söylemesi gözümden kaçmadı. “Ben bile kendimden emin değil…” “Başaracaksın!” dedi birden Pekin. “Milyonlarca olasılıkta gördüm bunu. Başaracaksın, Ebren! Koruyucun olmasa bile ben daima zihninde, seni doğru yola yönlendirmek için hazır bekliyor olacağım.” Yazgan’ın vahşi bir hayvan gibi hırlamasını işitmek beni korkuttu. Pekin ateşle oynuyordu resmen. “Her zaman yanında olacağım!” diye tısladı öfke ile Yazgan. “Göreceğiz.” Pekin’in sözleri ile bir an dondum. Sözleri öylesine sinir etmek için edilen sözler değildi. Bir şey biliyordu. Bir şeyi gizliyordu! “Ne demek istediğini açıkça söyler misin?” dedim oturduğum yerden kalkıp ona doğru yürürken. Bana şaşkınlıkla baktı. Bunu beklemediği aşikârdı oysa her hareketimi çok önceden tahmin edebildiğini düşünürdüm. “Yaşayarak öğreneceğiz, Vadedilmiş.” Diyerek araya girdi Bilge Tegin. “Bazı şeyler bilinmemelidir.” “Yeterince bilinmezlik ile savaşmıyor muyum sizce, Bilge Tegin?” dedim hışımla ona doğru dönerken. “İçimde bir kıyamet uyuyor ve bunu durdurmanın tek yolu benden geçiyor. Yaratıcı en doğrusunu bilir fakat ya ben duygularıma hâkim olamazsam?” “Merak etme, vicdan azabı çekmezsin Vadedilmiş. Hepimiz Yaratıcının yanına hızlı bir geçiş sağlarız.” Diyerek alayla konuştu bu sefer Iraz. Öfkem bir anda tepeme fırladı. Tüm bedenim hızla ısınırken ona döndüm. Artık susmalıydı! “Kes sesini!” dedim dişlerimin arasından sertçe. “Sen ne dedin?” diyerek oturduğu yerden kalktı. Esin’in onu bileğinden yakalaması ile duraksadı. Iraz, öfke ile Esin’e döndü fakat o an hareket edemedi. “Kes şunu Doğan!” dedi öfke ile. O an ne demek istediğini anlayamadım. Ben garip garip onlara bakıyordum yalnızca. Neler oluyordu? “Sakinleşmen gerek!” dedi adının Doğan olduğunu tahmin ettiğim kişi. “Duygularını kontrol et!” Ardından konuşanı da tanımıyordum. Oysa ki bu kısa sürede birçok kişiyi tanıma fırsatım oldu. Fısıltı Kahinlerinden olma kadınlara Yaratıcının bahşettiği onca güzel yetenekleri görme, onları tanıma… “İstersen ben devralabilirim, Doğan?” diye sordu hemen ardından. “Duygularımı kontrol etmeyi kes, Tibet! Doğan’ın beni zapt etmesi yeterince kötü! Sakinim, bırakın beni.” “Doğan, Kankıran Hapishanesinden hatırlarsın, bizlerin güçlerine ket vurur. Onun da güçleri zapt etme yeteneği var. Yaratıcının ona bahşettiği yetenek tüm kanlarda geçerlidir. Sende bile!” Pekin’in zihnime fısıldadığı sözler ile şaşkınlıkla ona döndüm. Demek ki her güce bağışık değildim… “Eski Kan iki insandan olmasına rağmen Yaratıcının ona bahşettiği bir lütuf.” Sahip olduğu gücü lütuf olarak tanımlayabilenler olduğunu duymak güzeldi. “Tibet, duyguları kontrol edebilir. Doğan gibi Eski Kandan olma ama eşsizdir. Giray da onlar gibi. Ona karşı kullanılan gücü istediği şekilde kullanıp yansıtabilir.” Bu nasıl mümkün olabilirdi? Soylu Kanların güçleri belliydi. Fısıltı Kahinlerinden doğan kadınların farklı oluşunu bile yeni yeni kabulleniyordum. Birde tüm bunlardan ayrı özelliklerle, bir sebepten farklı yaratılanlar mı vardı? “Onların dışında başkasını bilmiyoruz. Fakat eşsiz oldukları bir gerçek.” Eşsiz olmak… “Vadedilmişe zarar vermeyi aklından bile geçirmediğine eminiz, Iraz.” Dedi ima dolu bir sesle Pekin’in Giray dediği adam. “Ateşini sana karşı kullanmak istemem.” Tüylerim diken diken oldu. Benim güçlerimi de bana karşı kullanabilir mi? “Evet,” diye fısıldadı zihnime Pekin. Zihin okuyamadığından hâlâ emin miyiz? “Sakin olalım,” diyerek araya girdi Bilge Tegin. “Sizler önümüzdeki Kıyamet Savaşı’nı durdurmak için seçilmiş olanlarsınız. Başarmanız gerekenler kontrol etmeyi başaramadığınız duygularınızdan daha büyük şeyler!” “Başaracaksak önce Vadedilmiş olanın artık gerçek anlamda eğitilmesi şart! Ona yeni yetmeymiş gibi dersler verip, zaman tanımak anlamsız. Her geçen gün kıyametin ayak seslerinin şiddeti artıyor. Onu teselli etmektense artık harekete geçirmezsek kaybedeceğiz, görmüyor musunuz?” Suratımın ortasına tokat atsa böyle canımı yakamazdı. Gözlerim yanmaya başladı. Tüm bedenim ısınırken yaşların hücum ettiğini hissedebiliyordum. Boğazıma sıra sıra dizilen yumruları yutkunamadım. Farkındaydım, başaramayacak oluşum böylesine yüzüme vurulmasa da olurdu… “Özür dilerim,” dedim bir anda. Sözlerim ile uğultular kesildi. “Bir Eski Kan olarak doğdum, tüm ömrüm soylulara hizmet etmekle geçti. Keşke ben de onların kıyametinden uzakta bambaşka bir diyarda yaşayabilseydim de tüm bu şeylere hemen adapte olabilseydim!” Sessizlik giderek yırtıcı bir hal aldı. Tanıdığım herkesin gözlerine baktım. Her birinde ayrı bir hayal kırıklığı vardı. Beceriksiz olduğumun farkındaydım! “Tüm bildiklerimi, ailemi, sevdiklerimi geride bıraktım. Sizleri koruyabilmek için doğduğum günden beri eğitilmiş olmayı ben de isterdim. Böylece tüm ömrüm boyunca bir zırh gibi üstümde taşımam gereken vicdan azabım olmaz, katil de olmazdım!” Sözlerimin ardından arkamı dönüp gittim. Başaramayacağımı söylemelerine ihtiyacım yoktu! Bunun bilincindeydim zaten, yüzüme vurulmasına katlanamıyordum. Adımlarım nereyeydi bilmiyordum ama arkamdan gelenin kim olduğundan emindim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD